3.8
Anın heyecanıyla hafifçe uyuşmuş parmaklarımı kavradı Jordan. "Kendini iyi hissetmediğini biliyorum." Uzun parmakları benim ufak kalan ellerimi sıkıca kavradı. "Mellanie, sen benim kardeşim gibisin. Lütfen, iyiymişsin gibi rol yapma. Gözlerinden ağlamak istediğini görebiliyorum, seni tanıyorum."
Beni tanıyordu. O gece uyuyamayacağımı, üzüntümün geçmeyeceğini ve yalnız kaldığım ilk anda ağlamaya başlayacağımı biliyordu. Bu yüzden yanımdan ayrılmıyor, sürekli güven verircesine ellerimi tutuyordu.
Zaman durmaksızın ihanetlerine devam ediyordu, beni bir çöp parçasıymışım gibi yok sayması bir yana, hızını da artırmıştı son zamanlarda. Nisan'ın 1'iydi.
Bu ay, ölüm kokuyordu.
İlk günü bir kapı gibi sonuna kadar aralanarak karanlığına çekmişti beni. Brandon'ı görmemem için tasarlanmışçasına karanlıktı. Gözlerim açıkken kapalı sanacağım kadar karanlık. Ellerimi ve kalbimi titretecek kadar, korkum yüzünden orada düşüp kalacağım kadar karanlıktı.
Jordan'ı onaylamak istercesine başımı aşağı yukarı hareket ettirdim ve yüzüme yerleştirmeye çalıştığım gülümsemem soldu. "İstiyorsan ağlayabilirsin." Ekledi. "Benim yanımda, tek başına değil." Söylediklerini yapmaya programlanmış bir robot gibi gözlerim doldu, yanaklarım ıslanacağı sırada evimin kapısı ağlamamı istemiyormuş gibi çalındı.
"Ağlayacaksan açmayayım kapıyı?" Saçmaladığını kendisi de fark ederek ellerimi bıraktı ve kapıya ilerledi. Ellerimi bıraktığı anda eski ruh halime büründüm. Gözlerimdeki yaşlar yok oldu, yüzüme duygusuz ifademi yerleştirdim. Gözlerimin boş bakışı için yapabileceğim bir şey yoktu, gelen her kimse büyük ihtimalle aylardır bu bakışıma zaten alışıktı.
Birkaç saniye içinde Jordan'ın da benim de görmeye alıştığımız Edward içeri girdi. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı, normalden biraz daha uzun olan saçlarından sarı bir tutam alnına dökülüyordu. Arkasından gelen Jordan hızlanarak kalktığı yere oturdu.
"Merhaba, nasılsınız?" Ben omuz silkerken Jordan yanıtladı. "Her zamanki gibi, belki biraz daha soluk." Edward kendini tek kişilik koltuğa bıraktığında, Jordan ile ikimizin tam karşısında kalıyordu. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır, sadece nisan ayına girdik..." Jordan, açıklamasını bitiremeden telefonu çaldı. Telefonun sesiyle eve akın eden gürültü, başıma ufak bir ağrı saplanmasına neden olmuştu bile. Benim telefonum asla çalmazdı çünkü herkes konuşamadığımı bilir ve mesaj yoluyla iletişime geçerdi. Melodisini bile unutmuştum.
Jordan kardeşinin yeniden ateşinin çıktığını öğrenerek yanımızdan apar topar ayrıldı. Birkaç haftadır kardeşinin tetanosu ile uğraşıyordu. O kızın hep yeni çılgınlıklar peşinde koştuğunu hatırlıyordum, üzülmüştüm. Neyse ki ciddi bir şey değildi, ilaçlarını düzenli alması gerekiyordu yalnızca.
"Nisan ayı o sana April dediği için önemli, değil mi?" Evin sessizliğini bir bıçak gibi kesen sesiyle başımı Edward'a çevirdim. Sorusu önce içimi gıdıkladı, ardından kalbimde ince bir sızı oluşturdu. Sızı çığ gibi büyüdü ve boğazımda koca bir yumru halini aldı. Gidermek istercesine yutkundum. Başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Edward, Brandon'ın günlüğünden bihaberdi. Nisan ayının onun ölüm ayı olduğunu bilmiyordu.
"İnsan birini sevdiğinde illaki canı yanıyor, değil mi? Bazen bir ayın ismini duyunca, bazen o kişi gidince, bazense gözlerinde başka birini görünce..." Yanlış bir şey söylemiş gibi dudaklarını birbirine bastırdığında, içimin titrediğini hissettim. Söylediği üzerinde çok düşünmek istemiyordum fakat konuşmaya devam etti.
"Üzgünüm, sanırım bazen ne dediğimi bilmiyorum." Tedirginlikle bana baktığında, boş olduğuna emin olduğum bakışlarımı üzerinden çekmedim. Bu sırada o da sakinleşmişti, kötü bir tepki vermemi bekliyor olmalıydı.
O an için, hiçbir şey umurumda değildi; haksızlık ediyor olduğumu bilsem bile. Edward istediğini söyleyebilirdi, istediğini hissedebilirdi. Herkes özgürdü, değil mi?
"Mellanie..." Oturduğu koltukta öne doğru eğilerek dirseklerini dizlerine yasladı. "Seni seviyorum."
Edward birkaç saniye sessizce yüzüme baktı. Bense bu sırada oturuşumu dikleştirdim ve ayaklarımı koltuğun üzerinde topladım. Edward, öncekinden daha keskin bir ses tonuyla konuşmasına devam etti.
"Bunu söylemek benim için zor değil, hiçbir zaman değildi. Benim seni sevdiğim gibi, senin de Brandon'ı sevdiğini biliyorum. O gittiğinden beri gözlerin ışıldamıyor. Sırf bu yüzden, inan ki senden daha çok istiyorum geri dönmesini. Kalbim, senin gözlerindeki ışıltıyı bir kez daha yakalayabilmek için çırpınıyor. Anahtar Brandon, kilit ise elimizde... Tek ihtiyacımız anahtarı bulmak, öyle değil mi?"
Edward konuşurken bakışlarım istemsizce buğulanmış ve kademe kademe yere inmişti. Ne hissetmem gerektiğini bilemeyecek kadar kasvetliydi içim. Derin bir nefes alarak gözlerimi yüzünde gezindirdim. Dışarıdaki fırtınanın izlerini haykırmak istercesine uğuldayan bir pencere gibiydi Edward'ın gözleri. Bu, beni inkar edilemeyecek derecede sarsmıştı.
Yutkunarak oturduğu yerden kalktı ve mutfağa geçti. "Kahve yapacağım." İçip içmeyeceğimi sormuyordu, hiçbir zaman kahveye hayır demezdim.
Edward'ın iyi bir insan olduğunu biliyordum, onu seviyordum da. Bu sevgi hiçbir zaman Brandon'a olan sevgim gibi olmamıştı, daha çok Jordan'a olan sevgim gibiydi. Ne yapmam gerektiğini bilemeyecek kadar karışıktım, nasıl bir tepki vermem gerektiğini bile kestiremiyordum. Kalbinin kırılması isteyeceğim son şeydi.
Kısa bir süre sonra Edward elinde iki kahve fincanıyla gelerek birini önümdeki sehpaya bıraktı. Eski yerine oturduktan sonra bakışlarının birkaç saniye üzerimde gezindiğini hissettim.
"Mellanie..." Başımı kaldırarak yüzüne baktım. "Sorun değil. Bir tepki vermek zorunda değilsin, nasıl hissettiğini biliyorum. Bunu sana söylememin tek sebebi, daha fazla içimde tutamayacak oluşumdu. Senden bir şey beklemiyorum, tepki vermen de buna dahil. Üzerinde çok düşünüp kendini yıpratma."
Onun bu iyi tutumu karşısında daha çok karışmıştı içim. Söylediğini yaparak üzerinde düşünmemeye karar verdim, ne yazık ki bu kararımı yalnızca yüzüne yeniden bakana dek uygulayabilmiştim. Edward, belli etmemeye çalışsa da annesini kaybettiğinden beri bir hüzün içindeydi. Bunun son haftalarda bariz bir şekilde arttığını fark etmiştim ancak hiçbir zaman benim yüzümden olduğunu düşünmemiştim, belli ki öyleydi.
Kahvemden bir yudum aldıktan sonra öne eğildim ve fincanı sehpaya bıraktım. O da benim gibi fincanını bıraktığında uzandım ve ellerini kavradım. Yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra, hiçbir zaman diğer insanlar gibi iletişim kuramayacağımı bir kez daha fark ettim.
"Bir kağıda ve bir kaleme ihtiyacın var, değil mi?" Edward'ın gülerek sorduğu soruya karşılık başımı aşağı yukarı oynatmakla yetindim. "Ama onları almıyorsun." Başımı yeniden aynı şekilde hareket ettirdiğimde gülüşü silinmişti. "Çünkü..." Beklentiyle ona bakmaya devam ettim. "Seni anlayabileceğimi düşünüyor olamazsın, değil mi?" Gülümsedim.
Edward, gülümsediğim anda ellerini geri çektiğinden gülüşüm yüzümde soldu. "Gülümsemenin senin için sözcüklerin yerine geçtiğinin farkındayım ama lütfen, en azından benimle konuşurken içinden gelmedikçe gülümseme. Bir tepki vermen gerekmiyor, gerçekten. Zaten senin ne düşündüğünü anlayabiliyorum, Mellanie. İnsan ancak ne düşündüğünü ezbere bildiği kişileri sever. Ben seni seviyorsam, içindekileri bilmemem ayıp olurdu."
İnsan ancak ne düşündüğünü ezbere bildiği kişileri sever. Cümlesi birkaç kez zihnimde dolaştı, en ince kıvrımların arasında hafif bir rüzgar gibi gezindi usul usul. Boğazıma yerleşen yumruyu atlayıp kalbime sıçradı bu kez. Ses tellerimin aksine, kalbim titredi. Çünkü ben, Brandon'ın ne düşündüğünü dahi bilmiyorken sevmiştim onu. Benimki sevmek değil miydi?
Hayır, sevgide kuşkuya yer olmazdı. Kalbim, onun nerede olduğunu bile bilmediğimden titremiş olmalıydı. İnce ince sızlamaya devam etti göğüs kafesimde. Ne kadar inkar edersem edeyim, bir cümleyle içime sızan şüphe bulandırdı zihnimi. Sevgimden şüphe duydum, belki de şüphe duymak istedim.
Brandon'ın ne durumda olduğunu bilmiyorken bu şüphe iyi mi olurdu benim için? Kendimi onu sevmediğime ikna edersem, canım daha mı az yanardı?
Düşündüklerim beni utandırdığında anladım, onu gerçekten sevdiğimi. Aylardır içten gülemediğimde anladım. Edward'ın beni sevdiğini söyledikten sonra bile ondan bahsedişiyle anladım.
Edward, Jordan'ın yerine oturarak bana döndü. "Üzme kendini, ben öyle demek istemedim. Brandon zaten ne düşündüğü kestirilemeyecek bir insandı." Yalnızca yüzümdeki ifadeden ne düşündüğümü bile anlayabilen bu adama haksızlık ettiğimi fark ettim. Hayatımdaki yeri birkaç haftada değişmiş, bir hayli fazla yer doldurmuştu. Bir gün onun da gidebileceğini düşünerek sarsıldım.
İkinci kez üzerinde düşünmeye gerek duymadan Edward'a sarıldım, çok geçmeden o da kollarını bana dolamıştı. Sanki ağlayacağımı hissetmiş gibi teselli etmeye başladığında kendimi durdurmak için çok çabalasam da, bir işe yaramadı. İçimdeki tüm hisler akıp gidinceye dek ağladım.
Nisan ayı, beraberinde ölümle birlikte yıkım da getireceğe benziyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro