1.3
Kendimi bildim bileli bir sorun olduğunun farkındaydım. Gittiğim kreşteki diğer çocuklar gibi değildim, onlar gibi sıkıldığımda çığlık atamazdım. Ağladığımda veya güldüğümde sesim çıkmazdı. Daha önce kendi sesimi bile hiç duymamıştım, ses tonumu bilmiyordum. Şimdi ise, garip olan bir şeyler vardı.
Hala konuşamıyordum, değişen şey bu değildi. Değişen şey, bir yabancının varlığıydı.
Yıllarca benim bile duyamadığım sesimi, o duyabiliyordu. Fısıltılarımı ve çığlıklarımı duyabiliyordu. Bu yüzdendi şaşkınlığım, bu yüzdendi içimdeki dinmek bilmeyen merak.
Kendi sesimin nasıl olduğunu merak ediyordum.
Hiçbir zaman fazla güçsüz bir kız olmamıştım fakat Brandon'ı da taşıyabilecek kadar kuvvetli değildim ne yazık ki. Omzumu çok fena halde acıtmıştı, bir de anın etkisiyle bedenim savrulduğundan başımı rafların köşesine vurmuştum. Kısacası çok kötü durumda değildim, ikimiz de yerde yatıyorduk.
Elinden geldiğince üzerime düşmemeye çalışmıştı, bu yüzden o yere düştükten hemen sonra merdiven ikimizin üzerine düştü. Denge denen kavram yok olmuştu, acı karşısında yüzümü buruşturdum. Aslında çok büyük bir şey değildi ancak saatin de geç olmasının etkisiyle uyku bastırmıştı. Muhtemelen orada tek başıma olsaydım, yattığım yerden bir santim bile kıpırdamadan uyurdum.
Bu kez işler farklıydı, yanımda yere çok sert bir şekilde düşmüş Brandon vardı. Merdiveni ağrımayan kolumla ittikten sonra, dizlerimin üzerinde kalkarak üzerine eğildim. Gözlerini sımsıkı yummuş, ellerini yumruk şekline getirmişti. Sırt üstü düşmüştü, bu yüzden başını çarpıp çarpmadığından da emin değildim.
Elimi saçlarının arasından geçirerek hızlıca kanayan bir yer olup olmadığını kontrol ettim. "Başımı vurmadım..." İçim rahatlarken derin bir nefes alarak ayağa kalktım ve yine ağrımayan kolumla onu çekmeye çalıştım. Kendini zorlayıp ayağa kalktıktan sonra kolunu omzuma geçirerek koltuğa dek yürümesini sağladım.
Koltuklar tek kişilikti, birine oturttuktan sonra karşısındaki koltuğu da ayaklarını uzatması için yaklaştırdım. "Sen iyi misin?" Hızlı ve küçük hareketlerle onu onayladıktan sonra iyi olup olmadığını sormak için bir kağıda uzandığım sırada, durdum. Beni duyabildiğini söylemişti, değil mi?
Yüzümüz aynı hizaya gelecek şekilde çömeldiğimde, arada sırada acıyla kasılan yüzü bana dönüyordu. Birkaç saniye gözlerimin içine baktı, ardından zorla da olsa gülümsedi. "Merak etme, iyiyim. Hiçbir şeyim yok, yalnızca sırtım biraz sızlıyor. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum çünkü dediğim gibi, kafamı yere vurmadım. Ardından uzanıp kollarımı kavradı. "Asıl sen iyi misin? Buradan bakınca hiç iyi görünmüyorsun."
Parmaklarını hafifçe alnıma değdirdiğinde, sızladığını yeni fark ediyordum. "Kanamıyor ama kızarmış. Acıyor mu?" Yüzümü hafifçe buruşturup iki yana salladım. "Güzel, peki ya omzun?"
Bunu nereden anladığını bilmiyordum, şaşkınlıkla önce omzuma ardından ona baktım. Güldü. "Omzuna çarptığımın farkındaydım, üzgünüm. Kendimi ancak o kadar yana çekebildim, herhalde altımda kalsan ölecektin."
Güldüm. Bu kez onun yüzü ciddileşmişti. "Neden bunu kendine yapıyorsun?" Birkaç saniye yüzüme baktı. "Canını yaktım fakat benim için çabaladın. Ardından kendi acını umursamayıp sırf ben güldüm diye canını yakan kişiye güldün." Duraksadı. "Neden?"
Yapabileceğim tek şeyi yaparak omuz silktim. Konuşmaya devam etti. "Edward da canını yakıyor, hem de benden farklı olarak isteyerek. Belki fiziksel olarak değil ama ruhsal olarak seni çok yaralıyor. Yine de ona nasıl şefkatle baktığını görebiliyorum. Aslında biliyor musun, sen herkese öyle bakıyorsun, kimse sana senin baktığın gibi bakmasa bile." İç çekti. "Neden? Neden kendine bunu yapıyorsun? Üzüntülerini, öfkeni içine atmak zorunda değilsin. Bağırıp çağıramıyorsun diye öfken içinde patlayacak diye bir kural yok." Elimi tuttu. "O öfkenin seni yok etmesine izin verme. Biliyorum, kocaman bir kalbin var, bitmek bilmeyen şefkatinin sebebi bu. Yine de sen üzüntülerinle mayaladığın öfkeni bir şekilde dışarı atmazsan, bu seni eritecek."
Beni duymuyordu, benim ruhumu görüyordu.
Bir an onun karşısında çırılçıplak kalmış gibi hissettim. Biliyordu, gerçekten eriyordum. İçimde ufacık taneleri üst üste dizerek oluşturduğum bir dağ vardı, yıkılırsa altında kalacaktım. Burukça gülümsedim. Tekli koltukta yavaşça kenara kaydı, sırtının ağrıdığını sezebiliyordum. Yanında ufak bir yer açtı, yine de sığabileceğim kadar genişti. Doğrularak yanına oturdum, elimi tutmaya devam ediyordu.
"Sana öfkeni söküp atabilecek bir şeyler bulalım, olur mu?" Başımı yavaşça salladığımda yüzümdeki gülümsemenin aynından yerleşti dudaklarına. "Bir düşünelim... Müzik yapmayı sever misin?" Dudağımı büktüm, herhalde dilsiz bir kız için şarkı söylemeye çalışmak bir aptallık olurdu. Bir alet çalmayı da denememiştim hiç, zaten çok şarkı da dinlemezdim.
"Beni yumruklamak istiyor musun? Belki kaslarını çalıştırırsak içindeki öfkeyi de atabilirsin." Başımı iki yana salladım, bir şeye vurmak benim mizacımda yoktu. Karşımdakine zarar verebilecek bir harekette bulunmak, benim için gerçekten sarsıcı olurdu.
"Yemek yapmayı sever misin?" Aslında, evde kendi yemeklerimi kendim yapıyordum fakat genelde fazla zamanımı almayacak basit şeylerdi. Elimden geldiğince sağlıklı ve pratik besinlere yöneliyordum. Mutfakta vakit geçirmeyi pek sevmezdim, başımı iki yana salladım.
"Örgü örmek, dikiş dikmek? Bunlar senin için ne ifade ediyor?" Başımı yeniden 'hayır' manasında salladım.
"Peki ya hiç... Bir şeyler yazmayı denedin mi?" Bazen, çok kısa bir an bir kağıda bir şeyler karalar, ardından koca bir gülümsemeyle günlüğümü kapatırdım. Bu iyi gelebilirdi, daha önce hiç denememiştim. Gülümsedim.
Yüzümdeki gülümsemeye bakarak o da gülümsedi. Ardından, sessizce kalkarak ortadaki rafları silmeye gittim. Jordan'ın beni diriyken doğramasını gram istemiyordum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro