15; one time for the present, two time for the past
tw: homofobi, aile içi şiddet
_______________________________
5 yıl önce
Jungkook gözlerini başındaki şiddetli ağrı yüzünden sıkıca yumarken yatağının başında dikilen annesi daha fazla dayanamayarak seslenmiş ve genç adamın bir an için panik olmasını sağlamıştı. Annesinin sesini duyabilmesi için eve gelmiş olması gerekiyordu ve Jungkook eve geldiğini hatırlamıyordu.
"Baban evde değil," dedi annesi en sonunda, Jungkook gümleyen kalbi yeterince belli etmiyormuş gibi uyuyor rolü yapmaya devam ederken. "Avukatlarla buluşmaya gitti, dün gece yarattığın pisliği temizliyor."
Yutkundu, ağlamaya başlayacakmış gibi hissediyordu. Yavaşça araladı gözlerini, pencereden içeri süzülen ışık onu rahatsız etmişti ama korkudan yüzünü bile buruşturamıyordu. "Bugün okula gitmeyeceksin." diye devam etti kadın. "Akşam baban eve gelene kadar odandan çıkmayacaksın. Telefonun nerede?"
Odanın diğer tarafından gelen seslerle dirseklerinin üzerinde yükselmiş ve masaüstü bilgisayarını toparlayan hizmetçileri görmüştü. "Anne?" dedi korkuyla.
"Telefonun nerede, Jungkook?"
Panik içinde ayaklanmaya çalıştı, doğrulduğu sırada beyninin kafatasının duvarlarına çarptığını hissetmişti. Dün geceye dair hiçbir şey hatırlamıyordu ve bu kadar ağır bir şeyi kendi rızasıyla içmiş olmasına imkan yoktu. Telefonunun nerede olduğunu da bilmiyordu dolayısıyla, bir umut yerde sürünen okul çantasına eğildi. Neyse ki cihaz çantadaydı, çıkarmasıyla annesinin parmaklarından koparırcasına alması bir olmuştu. "Çalışanlar yemeklerini getirecek." Başka bir şey daha söylemeden kapıya yöneldi.
"Anne, bekle!" Kadının peşinden koştu. "Hiçbir şey hatırlamıyorum, dün gece-"
Annesi onu dinlemeden odadan çıkmış ve Jungkook'u hizmetçilerle başbaşa bırakmıştı. Akşam babası gelene kadar odadan çıkamayacağı söylendiği için ayakları bir adım öteye gidememişti. Ağlamaya başlarken ellerini kaldırıp saçlarını kavradı, delirecek gibi hissediyordu.
Odada, dış dünyayla bütün ilişkisi kesilmişken pencere pervazına oturmuş bahçeyi izliyordu ki, çalışanlardan birisi tepside kahvaltısını getirmişti. "Noona!" diyerek, panik içinde indi pervazdan. "Telefonunu kullanabilir miyim? Abimin numarası vardır sende, değil mi?"
Tepsiyi bilgisayarının yokluğunda çırılçıplak görünen masaya bırakırken genç kadının yüzü acıyla buruşmuştu. "Üzgünüm, Jungkook. Kesin emir var."
"Tamam, tamam," dedi Jungkook başka bir çıkış yolu düşünmeye çalışarak. "Benim yerime sen konuş, ne olursun! Mesaj atsan da olur."
"Jungkook-"
"De ki, Jungkook'un suçu yok. Böyle söyle, anladın mı? Hiçbir şey hatırlamıyorum, lütfen, beni kurtarması lazım!"
Kadın üzüntüyle iç geçirdi. "Özür dilerim," Başka bir şey daha söylemeden hızlı adımlarla odadan çıkmış ve kapıyı da arkasından kapatmıştı. Jungkook umutsuzca çöktü yere, kollarını bacaklarının etrafına sardı.
**
"Fotoğrafları yok etmeyi başardık," Babası konuşurken bir yandan da Jungkook'un odası boyunca bir ileri bir geri, yavaş yavaş, karşısındakini gerercesine yürüyordu. Oğlunun yüzüne bakmak istemiyor gibiydi. "Okuldan kaydın alındı, pazartesiden itibaren evde eğitim görmeye başlayacaksın."
"Baba-" Jungkook yalvarmaya başlayacaktı ama babasının olduğu yere doğru attığı tek bir bakış bütün kelimelerin boğazından geriye yuvarlanmasına sebep olmuştu. "Annenle ben evde yokken odandan çıkmayacaksın, akşam yemeklerini bizimle yemeye devam edeceksin."
"Kim Byulsan." dedi Jungkook bir anda. "Beni o bara Kim Byulsan götürdü. Okuldan arkadaşım, ben kendi isteğimle-"
"Kimseyi suçlama," diyerek kesti lafını babası, bıkkın bir ses tonuyla. "Bu senin kendi hastalığın."
"Baba, lütfen-" Öne doğru bir adım attı ama babası iğreniyormuş gibi bir yüz ifadesiyle Jungkook'un kendisine doğru attığı adımı geriye doğru tekrarlamış ve aralarındaki mesafeyi korumuştu. "Benim bir suçum yok!"
"İbne değilsin yani, öyle mi?" Adamın dudaklarından taşan cümle Jungkook'un yüzüne tokat gibi çarpmıştı, bir an için nefes alamadı. "Ben de öyle düşünmüştüm." Başka bir şey daha söylemeden odadan ayrıldı.
Jungkook'un yedi ay sürecek olan cehennemi, işte tam da o gün başladı.
**
"Jungkook?" Çalışanlardan biri kapıyı tıklatıp başını içeri uzattığında seslendiği genç adamı yatağında, pikesinin altında iki büklüm bulmuştu. "Kuzenin geldi."
Jungkook duyduğu şeyle gözlerini araladı, en son ne zaman sevdiği birinin yüzünü gördüğünü hatırlamıyordu. İlk başlarda gün içinde ona yemek getiren hizmetçi noonalarıyla konuşuyordu ama yemeğin yanında gelen bıçakla kendini öldürmeye çalıştığında gün içindeki öğünleri ortadan kaybolmuştu, noonaların yüzünü haftada bir, odasını temizlemeye geldiklerinde görüyordu. Son on gündür anne ve babasıyla akşam yemeği yemesi de yasaktı, her akşam babasının korumalarından biri bıçak gerektirmeyen bir yemek getirip Jungkook yiyene kadar başında bekliyordu; aldığı emirler doğrultusunda olsa gerek, Jungkook'un yine yemediği üçüncü akşam genç adamı zorlamış ve odadan ayrıldığında ağlayarak kusmasına sebep olmuştu. Okulu(!) tatilde olduğu için eğitmenleri de yoktu. Bütün gün tek yaptığı uyumak, kendini atmasın diye korkuluk takılan pencereden dışarı bakmak ve biraz daha uyumaktı.
"Jungkook?" Namjoon-ie hyung'unun endişeli sesini duydu, kuzeninin sesini o kadar özlemişti ki hayal gördüğünü sanıp başını yasladığı yastıkta çevirdi ve kendini boğmaya çalıştı. "Jungkook!"
Kim Namjoon yatağa oturup Jungkook'u omuzlarından yakalamış ve son gördüğünden beri bir deri bir kemik kalmış olan kuzenini yatakta doğrultmaya çalışmıştı. "Çekilebilirsin." diye seslendi kapıda bekleyen hizmetçiye. Bakışları Jungkook'un pelteye dönmüş bedeninde gezinirken duyduğu kapının kapanma sesiyle beklemeden konuştu: "Jungkook? Ne oldu sana böyle?"
"Hyung?" Jungkook hala hayal gördüğünü sanıyordu, bir eli titreyerek havalanıp Namjoon'un yüzüne dokundu. "Seni çok özledim." diyerek hıçkırmaya başladı. "Ne olur gel, kurtar beni buradan."
"Jungkook, buradayım." Yüzündeki eli yakalayıp yanağını avuç içine bastırdı. "Hyung geldi, küçüğüm. Ne oldu sana?"
Jungkook başını üzüntüyle iki yana salladı, bu ufak hareketle gözyaşları yanaklarına damlamıştı. "Gelmene imkan yok, izin vermezler."
"Jungkook, halamı tehdit ettim." dedi Namjoon, ciddi bir sesle ama karşısındaki manzara yüzünden o da ağlayacakmış gibi hissediyordu. "Seni öldürdüler sandım! Polise gideceğimi söyleyince seni görmeme izin verdi." Yutkundu, dolgun dudaklarını ağzının içine doğru kıvırıp bir an için ne söyleyeceğini bulmaya çalıştı.
"Hyung?" Jungkook olup biteni yeni yeni kavrıyor, Namjoon'un gerçekten de karşısında olduğunu zorlukla kabul edebiliyordu. "Gerçekten geldin mi?"
"Geldim." diye yanıtladı Namjoon gülümseyerek.
"Öldür beni!" Jungkook bir anda onu omuzlarından kavradığında Namjoon neye uğradığını şaşırmıştı. Genç adam suratında kocaman bir panik ifadesiyle sarsıyordu bedenini, bir yere yetişmeye çalışıyormuş gibiydi. "Ne olursun!"
"Jun-"
"Seni bir daha ne zaman görürüm bilmiyorum, lütfen, hazır buradayken-" Hıçkırıkları konuşmasını bölüyordu. "Lütfen, öldür beni!"
Namjoon kendine gelir gelmez küçük olanı kollarına çekmiş ve sımsıkı sarılmıştı, Jungkook küçük bir kuş gibi titriyordu. Kuzenini sakinleştirmek Namjoon'un neredeyse bir saatini almıştı, o da artık kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı, ne yapacağını bilmiyordu. Jungkook o kadar sağlıksız görünüyordu ki tüm o ağlama seansının ardından bayılacakmış gibi olduğunda Namjoon kuzenini panik içinde yatağa geri yatırmış ve saçlarını okşamaya kaldığı yerden devam etmişti. "Dışarı çıkalım, ne dersin?" diye sordu yumuşak bir sesle, burnunu çekerken. "Hyung sana güzel mi güzel bir yemek ısmarlasın, hm?"
"Çıkamam..."
"Benimlesin, kimse bir şey diyemez." dedi Namjoon, güven vermek istercesine.
"Hayır, hyungie..." Yutkundu. "Çıkamam. Hastayım."
"Hasta mısın?" Namjoon'un gözleri korkuyla büyüdü, fiziksel herhangi bir hasar var mı diye kontrol etmek için pikeyi Jungkook'un üzerinden çekip yere attı. Jungkook'sa bu hareket karşısında uzandığı yerde iki büklüm olup cenin pozisyonu almıştı istemsizce. "Neyin var?"
Jungkook yine ağlamaya başladı, Namjoon polisi arayacağını söyleyerek ayaklandığında çığlık atarak bileğini tutmuş ve kuzeninin yeniden yatağa oturmasını sağlamıştı. "Hayır!"
"Neyin var?" diye, bu sefer daha yüksek bir ses tonuyla, yeniden sordu Namjoon. Dayanacak gücü kalmamıştı. Aylardır Jungkook'u birkaç kere arayabilmiş ve her seferinde kapalı olan telefonların ardından halasına sorduğunda kuzeninin ders çalıştığı bahanesini işitmişti. Dün akşam Jeon ailesi evlerine yemeğe geldiğinde yanlarında en küçüklerini görememek her şeyin son damlası olmuştu Kim Namjoon için. "Jeon Jungkook!"
"B-ben..." Titriyordu, parmak uçları Namjoon'un bileğini o kadar sıkı kavramıştı ki büyük olanın canı acıyordu ama bu acı Jungkook'u bu halde görmenin yanında hiçbir şeydi. "Ben erkeklerden hoşlanıyorum," dedi en sonunda, hıçkırıkları yüzünden nefesi kesiliyordu.
Namjoon gözlerini bile kırpmadan ona bakmaya devam etti. Göğsü bile hareket etmiyordu, bu haliyle bir heykelden farksızdı.
"Özür dilerim," diye kekeledi Jungkook.
Namjoon birkaç saniye sonra, kuzeninin daha önce onun ağzından çıktığını duymadığı bir ses tonuyla, ölüm gibi bir tavırla sordu: "Bunun bir hastalık olduğunu sana kim söyledi?"
Küçük olan burnunu çekti. "Herkes."
"Jungkook," Namjoon derin bir nefes aldı, öfkesi kesinlikle kuzenine değildi ama büründüğü tavır yüzünden Jungkook'u rahatsız ettiğini fark etmişti. "Bu bir hastalık değil. Sana... sana haksızlık etmişler." Yutkundu, kuzenini baştan aşağı süzdü. "Ben seni kurtaracağım."
"Efendim?"
"Hadi dışarı çıkalım, lütfen," diye yalvardı Namjoon, yeniden ağlamaya başlayacaktı birazdan. "Aklımda bir plan var, ama evde konuşmak istemiyorum."
Jungkook'un korkularını yatıştırıp yataktan kaldırması neredeyse bir saat sürmüştü, küçük olan üzerini değiştirirken sırtında gördüğü morluk ve yaralara bir yorum yapmamayı seçti ama dolan gözlerini kontrol altına alabilmesi için bakışlarını pencereye çevirmesi gerekmişti. "Abinin haberi var mı?" diye sordu bir anda, şüpheyle.
"Abim gelmedi," diye mırıldandı Jungkook. "Annemler söyledi mi bilmiyorum."
Ama abisi gelmişti. Dün akşam Namjoon'un ailesinin evine Junghyun'un tatilinin son günü olduğu için gelmişlerdi. Namjoon Jungkook'un nerede olduğunu Junghyun'a sormuştu bu sefer, halasına sorarsa yine ders çalışıyor lafını duyacağını biliyordu ve Jungkook ders çalışmayı sevmezdi. Okul gezisine gitmiş, ben de göremedim, demişti Junghyun. "Ben abinle konuşurum." dedi Namjoon, daha fazla ayrıntı vermeden.
"Hasta olduğumu söyleme," diye rica etti Jungkook, gözlerinde yaşlarla.
"Hasta değilsin." diye tekrarladı Namjoon belki de bininci defa, bıkmadan, usanmadan, Jungkook bu gerçeği kabul edene kadar tekrarlayacağını bile bile. "Ama tamam, erkeklerden hoşlandığını söylemeyeceğim."
Evden çıkarlarken hizmetçiler onlara engel olmaya çalışmıştı ama Namjoon resmen kükredi ve aileden birisi sorarsa kendisine yönlendirilmesini emretti. Jungkook'un attığı her adım temkinliydi, gökyüzü tepesine düşecekmiş gibi korkuyla titriyor ve Namjoon'un elini her saniye biraz daha sıkı kavrıyordu. Bahçenin dışına çıktıklarında dün orada olmadığına emin olduğu duvar resmi karşısında şaşkınlıkla duraksamıştı, Namjoon da onu zorlamadan yanında durup kuzeniyle beraber resmi inceledi. Jungkook'un penceresinden görünen bir duvardı bu, kuzeninin tepkisinden anladığı kadarıyla genç adam bunu ilk defa görüyordu.
"Taeho'nun oğlu." diye mırıldandı Jungkook resmin altındaki imzayı okuyarak.
"O kim?"
"Tanımıyorum."
Namjoon anladığını belirten bir ses çıkardı. "Çok güzel çizmiş. Hazır dışarıdayken sana da boya alalım, ne dersin? Resim yapmak ister misin?"
Jungkook hipnoz olmuş gibi resmi izlemeye devam ediyordu. Onların evinde böyle güzel şeyler olmazdı, onların evinde renk yoktu bir kere. Gün bittiğinde ve Jungkook bu cehenneme geri döndüğünde resmin burada olmamasından korkuyordu, babası çoktan duvarın yeniden boyanması konusunda talimat vermiş olmalıydı. Namjoon'un elini bırakarak duvara yaklaştı, parmaklarını tam ortadaki kuşun üzerinde gezdirdi. "Aynısını çizebilir miyim?" diye sordu saf saf.
"Daha güzelini çizersin," diye güvence verdi Namjoon, birkaç adım arkasından. "Başkasıyla aynı resmi çizmek istemezsin."
Telefonu olsaydı fotoğrafını çekebilir ve kendi başına çizmeye çalıştığında bu resmi referans alabilirdi ama şartlar göz önüne alındığında imkansızdı. Namjoon onun ne düşündüğünü biliyormuş gibi yanına gelip bulutların yerini eliyle ölçmeye çalıştı, aynısını yapma konusunda Jungkook'u da teşvik ediyordu ama küçük olanın daha iyi bir fikri vardı. İşaret parmağını kuşun üzerinden hareket ettirip hayali bir yol çizmeye başladı: "Kuş, gökyüzünde uçuyor..."
Namjoon'un bakışları ona döndü.
"Önce bu bulutun altından geçiyor, sonra bu bulutun üstünden geçiyor..."
**
O gece geç saatlerde, Junghyun'un uçağının birkaç saat önce indiğini bilerek numarasını çevirip telefonu kulağına yaslamıştı Kim Namjoon. Araması birkaç saniye içinde yanıtlanmış, hattı Junghyun'un şaşkın sesi doldurmuştu. "Namjoon-ah?"
"Junghyun, indin mi?"
"Evet, epey oldu aslında..." Duraksadı. "Bir sorun mu var? Daha dün akşam birlikteydik."
"Jungkook'un aslında okul gezisinde olmadığını biliyor muydun, Junghyun?"
Hatta birkaç saniyelik bir sessizlik çöktü, soruyu yanıtlarken Junghyun'un sesindeki şüphe duyuluyordu. "Efendim?"
"Kardeşinin seninle aynı evde işkence gördüğünü biliyor muydun, diye soruyorum."
Namjoon kuzenini şoka sokup onu nasıl bir abi olduğuyla ilgili itham ederken şehrin diğer ucunda, Jeon malikanesinde, Jeon Jungkook odasının duvarını maviye boyamıştı. Taeho'nun oğlunun resmindeki maviye benzetmeye çalışmıştı ama bir yandan da farklılık yaratıp kendi özgürlüğünü hayal edebildiği için mutluydu. Namjoon-ie hyung'u bugün onun gözünü açmış, hayata iki elle sarılmasına yardımcı olmuştu. Jungkook'un doğum gününe beş hafta vardı, Jungkook hasta değildi, Namjoon-ie hyung'u Jungkook'u kurtaracaktı. Jungkook hiç tatmadığı özgürlüğü tadacaktı, kuzeninin tek ricası bu beş hafta boyunca elinden geldiğince dayanması ve İngilizce çalışmasıydı.
"Jungkook-" Jungkook tam resmin altına Taeho'nun Oğlu yazıyordu ki odaya giren babası gördüğü manzara karşısında attığı adım havada kalacak şekilde duraksamış, irileşen gözleri ve açık kalan ağzıyla öylece oğluna bakakalmıştı. Jungkook yutkundu, cesareti buraya kadardı işte. Babası son birkaç haftadır odasına uğramıyordu, gün içinde odasına giren neredeyse kimse yoktu ve en en en kötü ihtimalle annesi gelir diye tahmin etmişti. Kuzeninin gazıyla harekete geçen asi ruhu babasının yumruk biçimini alan elleri karşısında iki büklüm yere çökmüştü içinde. "Ne yapıyorsun sen?" diye fısıldadı babası, şaşkınlık içinde. Ama bu hali uzun sürmemiş, Jungkook'un konuşmayı geciktirdiği her saniye şaşkınlık yerini gözle görülebilir bir öfkeye bırakmıştı.
"Tanıyor musun o piçi?" diye sordu adam, işaret parmağı nefretle duvara doğrulmuştu. "O da mı aşıklarından biri?"
Jungkook başını panik içinde iki yana salladı, bu ay kesim yapılmadığı için uzayan saçları görüşünü örtünce korkuyla telleri yana itmiş ve elindeki boya yüzünden mavi olmalarına sebep olmuştu. Babasının gözleri, imkanı varmış gibi biraz daha nefretle doldu sanki. Hışımla oğlunun üzerine yürüdü, Jungkook'un yapabildiği tek şey de aylardır yaşadıkları sayesinde refleks haline gelmiş bir şekilde kulaklarını kapatarak yere kapaklanmaktı. Sırtı açıktaydı sadece, zaten babası da hep sırtını hedef alırdı.
Ama bu sefer öyle olmadı.
Jungkook'un saçlarını o kadar sert bir şekilde kavramıştı ki genç adam kafa derisi yırtılıyormuş gibi hissetti, sonraki saniye babası onu odadan sürükleyerek çıkarmış ve Jungkook da ağlayarak emekleme pozisyonuna geçmişti. Elinden geldiğince hızlı davranıyordu ama babasına yetişemiyordu, saçlarındaki parmaklar her an biraz daha güçleniyordu sanki. Oğlunu kendi banyosuna getirip kapıyı arkalarından kilitledi ve Jungkook'a ayağa kalkmasını emretti; hemen ardından da banyo dolabından tıraş makinesini çıkarmıştı.
"Baba, hayır-"
"Mesaj mı yolluyorsunuz birbirinize, ha?" diye bağırdı babası, makineyi çalıştırıp Jungkook'un tüm çırpınışlarına rağmen kafa derisine çarpmadan hemen önce. "O senin pencereden görebileceğin bir duvara-"
"Hayır!"
Kafası kazınırken saçları üzerine düşüyor ve Jungkook'un iyice üzülmesine yol açıyordu. "O piçi bir elime geçireyim-"
"Yeter!" Jungkook isim koyamadığı bir his onu ele geçirmiş gibi bir anda babasına dönüp adamı o kadar büyük bir kuvvetle itmişti ki babasının sırtını çarptığı kapının kirişleri oynamıştı. Kafasının yarısı kazınmış bir halde, yüzü gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuşken göğsü derin nefeslerle yükselip alçalıyor, Jungkook'a kızgın bir boğa görünümü kazandırıyordu. "Öldürürüm seni!" diye kükremeye devam etti.
"Jungeun." Kapının arkasından Jungkook'un annesinin sesi duyulduğunda babası girdiği transtan çıkıp kaşlarını çatarak kadını görebilirmiş gibi çevirdi başını. "Ne var?"
"Kang Jiseul geldi." diye yanıtlandı sorusu. "Seninle görüşmek istiyor. Önemli bir meseleymiş."
"Bu iş burada bitmedi." dedi babası Jungkook'a, kısık sesle. "Bekle."
"Özgürlüğümü elimden alamazsın!" diye bağırdı Jungkook kendini yırtarcasına. "Yeter artık! Beni eve kapattın-"
"Duvar boyamak mı özgürlük?!" diye bağırarak, aynı öfkeyle karşılık verdi babası. "Sen dur, o piçi bir yakalayayım, ikinize de o özgürlüğün hesabını soracağım." Çalışmaya devam eden makineyi Jungkook'un üzerine fırlattı, genç adam panik içinde onu yakalamaya çalışırken babası başka bir şey söylemeden kapıyı açıp banyodan çıkmıştı. Annesi bir an için durup neler olduğunu kontrol etmiş, Jungkook'un halini görünce yüzünü buruşturup kocasını takip etmişti.
Jungkook burnunu çekti, aynaya dönüp geriye kalan saçları kesmeden önce derin bir nefes aldı. Beş hafta. Özgürlüğüne tam anlamıyla kavuşmasına beş hafta vardı sadece.
Son saç teli de Jungkook'un omzuna düşerken "Jungkook sana söylememi istemedi," demişti Kim Namjoon, hattın diğer ucuna. "Bildiğini belli etme. Sadece plana sadık kal."
"Tamam," diye cevapladı Jeon Junghyun, boştaki eliyle ıslanan yanaklarını silmeye çalışırken. "Tamam. Doğum gününde açacağım banka hesabını."
**
Günümüz
...Ben bu cümleleri yazarken Jungkook yatağımda uyuyor, saçları yastığın etrafına yayılmış ve o kadar güzel görünüyor ki, aklımı kaybedeceğim. Aşkımdan, hissettiğim suçluluktan, bu suçluluğun sadece Jungkook'a karşı olmasından, kafayı yiyeceğim. Kafamın içinde beni günden güne yiyip bitiren bir ses var, bana sürekli ne kadar da büyük bir nankör olduğumu fısıldayıp duruyor. Biliyorum. Nankör olduğumu biliyorum. Bay Jeon'un bana bunca yıldır sağladığı yardımların ve sunduğu fırsatların hepsini karşılıksız bıraktığımı biliyorum. Ama yine de, aralarında geçen şeyi tam olarak bilmesem de, Jungkook'a hak vermeden edemiyorum. Evet, ben de annemi affetmezdim, ama konu Jungkook olduğunda hissettiğim şey sadece empati değil. Annemle aram iyi olsaydı da Jungkook'a hak verirdim. O, o kadar iyi kalpli, o kadar güzel, o kadar masum ki... Canının nasıl yandığı çok belli. Belki de Bay Jeon'un bana gösterdiği yüzü ve oğluna gösterdiği yüzü çok farklıdır, bilemiyorum. Belki de Seokjin-ie hyung'a hak vermemeliyim, belki de Bay Jeon oğlundan özür dilemeyi hak etmiyordur. Eğer aralarının düzelmesinin Jungkook'u mutlu edeceğini bilsem, ikinci defa düşünmeden buluşmalarını sağlardım. Ama öyle değil. Jungkook babasından nefret ediyor. Kalbim Jungkook'un haklı olduğunu biliyor. Bay Jeon'un özür dilemeye hakkı var mı yok mu, buna ne ben karar verebilirim, ne de bir başkası. Buna sadece Jungkook karar verebilir. Ve ben Jungkook'un kararını biliyorum.
Sırf gerçekleri bilmiyor diye, bir yalancıyla öpüşmüş, sevişmiş olmasın diye dokunmaya kıyamadığım adamı onu böylesine incitmiş bir kurdun önüne atamam. Ben Jungkook'a kıyamam, kendi canıma kıyarım ama onun tek bir saç telini bile incitemem. Gerçekleri öğrendiğinde yüzüme bile bakmayacak, bunun farkındayım, beni dövüp öldürse sesim çıkmaz, ama yalvaracağım. Aşkı için, affı için yalvaracağım. Şimdiye kadar birisi ona hiç yalvardı mı, bilmiyorum, ama özür dilemeyi hak etmediğimi düşünmediği sürece özür dilemeye devam edeceğim. Ona söylediğim adım gerçekti, ona duyduğum aşk gerçekti, onu kucaklarken vücudumda hissettiğim karıncalanma ve ona seslenirken dudaklarıma yayılan gülümseme, Jungkook'la aramdaki her şey gerçekti. Jungkook, sana yemin ediyorum ki gerçekti. Buraya ilham bulmaya geldiğimi söylediğimde yalan söyledim sana sadece, ama bir süre sonra o yalan bile gerçek oldu. Sen benim ilhamım oldun, başkalarının eline bıraktığım özgürlüğümün peşine düşmeme sebep oldun.
Çok çalışacağım. Altında başkasının imzası olsa bile o kadar çok resim satacağım ki rekor kıracağım. Bay Jeon'un bana harcadığı parayı ödeyeceğim. Jungkook beni kabul ederse, ona yeni vaftiz olmuş bir bebek kadar saf ve temiz döneceğim. Yalanlar olmayacak, borçlar ve nankörlükler olmayacak. Avuçlarımda sadece Jungkook için atan kalbim olacak.
Umarım ona yük olmam. Umarım ben de onun özgürlüğünü kısıtlamam. Umarım Jungkook, bana karşı hangi hisleri besliyorsa, hissettiğine asla pişman olmaz.
Jungkook, yatakta döndün az önce. Yan tarafında beni aradı ellerin, bir an için uyanacaksın sanıp korktum (burada sessizce gülüyorum). O kadar güzelsin ki. Dudakların sarktı şimdi de, bilincin yerinde değil ama yanında olmadığıma üzülmüş gibisin. Şimdi geliyorum.
Sabah düşülmüş not: Yataktaki ağırlığı hisseder hissetmez etrafıma sardın kollarını. Jeon Jungkook, seninle uyanmadığım her sabah uyanmamış olmayı dileyeceğim.
Affet beni.
"Evlat?" Jungkook duyduğu sesle gerçek hayata dönmüş, gözlerini kırpıştırarak biriken yaşların akmasını sağlamıştı. Oturduğu mekanın sahibi bir ağlayan müşterisine, bir de masadaki dolu deftere baktı. "Kapatacağız artık."
"Oh," Jungkook bir an için ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakınıp mekanda kendisinden başka kimsenin kalmadığını görmüş ve şaşırarak bakışlarını yeniden adama kaldırmıştı. "Buralarda kalabileceğim bir yer var mı, acaba? Yakınlarda?"
Adam birkaç saniye boyunca onu süzüp kaşlarını kaldırmış ve hemen çaprazında kalan sandalyeye çökmüştü. "Senin bir derdin var." Aksanı o kadar ağırdı ki Jungkook onun günlük hayatta sadece Galce konuştuğunu düşünmüştü. "Ama alkollü bir şey içmedin?" diye devam etti adam, sorgularcasına.
"Sevgilimin günlüğünü okuyorum," diye yanıtladı Jungkook, dürüstçe. "Sarhoş olup da tek bir virgülünü bile kaçırmak istemedim."
Adam duyduğu şeyle yüzünü buruşturunca Jungkook panik içinde savunmaya geçmişti. "Kendisi verdi! Okumam için!"
"Neden?" Jungkook birkaç saniye boyunca cevap vermediğinde adam ileri gittiğini düşünüp özür dilemişti. "Dışarıdan gerçekten çok dertli görünüyorsun. Kızımın yaşlarında olmalısın, belki de bir baba tavsiyesine ihtiyacın vardır?"
Genç adam burukça gülümsedi, burnunu çekerken sonlarına yaklaştığı defteri kapatmıştı. "Bilemiyorum. Babalar nasıl tavsiye verir?"
"Eyvah." Adamın yüzünü dünyanın en üzgün ifadesi kapladı. "Baban mı getirdi seni bu hale?"
"İsminiz nedir?"
"Ah, kusura bakma. Bryn."
"Merhaba, Bryn. Ben de Kookie. Memnun oldum." İkisi de ayıktı ama sarhoşmuş gibi, saçma bir şekilde el sıkıştılar. Dışarıdan bir itfaiye sesi geldi. "Babama gelince hayır, beni bu hale babam getirmedi. Aslında babamın yokluğu getirdi, ki ben halimden memnunum. Beni deli eden şey," İç geçirdi. "Babamın sevgilimi getirdiği hal."
"Anlatmak ister misin? Karım bağırarak aşağıya inmediği sürece seni zevkle dinlerim."
Jungkook kıkırdadı. "Aşk her yaşta deli ediyor insanı, değil mi?"
"Ooohh! Hem de nasıl!" Gülüştüler. "Günlüğü okuman bittiyse içecek bir şeyler getireyim, ne dersin?" Bryn Jungkook'un kafa sallamasıyla yerinden kalkmış ve gülerek barın diğer tarafına geçmişti. "Anlat sen. Ne yaptı baban sevgiline?"
"Bana ulaşmak için kullanmış. Benim aptal da onun lafına kanmış."
Doldurduğu yarım litrelik bardağı Jungkook'un önüne iteledi. "Ne fena."
"Bir de bana sor." Birasından bir yudum aldı. "Onunla aynı odada olduğunu düşündükçe kan beynime sıçrıyor. Nasıl bu kadar aptal olmuş olabilir? Ben eşcinselim diye hayatımı cehenneme çevirdi, o pisliğin tek bir gülüşüne nasıl kanabilir?"
Bryn'in anlamadığı belliydi, yine de başını sallayıp onaylayan sesler çıkarırken kendi birasından bir yudum almıştı. "Ben evden kaçtım, yaklaşık beş sene önce. Babam o zaman sevgilimi mahvedeceğini söylemişti, ki o zaman sevgilim bile değildi. Şimdi ona bakıyorum, gerçekten de mahvolmuş, o kadar sinirleniyorum ki! Aptal." Kocaman bir yudum daha. "Sessiz sessiz, tatlı dille mahvetmiş onu. Beni..." Duraksadı, dili varmıyordu bir türlü. "Beni sevdiği için kendini suçlu hissediyor."
"Sen bu oğlanın aşkına güveniyor musun?" diye sordu Bryn.
"Öğrenince güvenmedim." dedi Jungkook, yine ağlamaya başlayacaktı. "Ama, yaşadıklarımız o kadar gerçekçiydi ki. Bana hissettirdikleri, ona hissettirdiğimi düşündüğüm şeyler... Tüm bunların bir yalan olduğuna inanmak çok zordu. Günlüğünü bu yüzden vermiş bana. Beni sevdiğini biliyorum. Ama yine de, beni sevdiği için kendini babama nankörlük ediyormuş gibi hissetmesine deli oluyorum. Aptal."
"Nerede şimdi sevgilin?"
"Sahil pansiyonlarında, beş altı kilometre ötedeki."
"Kasaba yolunun oradaki pansiyonlar mı?" diye sordu Bryn. Sorusu onaylanınca da beklemeden devam etti. "Yakınlarda kalacak bir yer var işte. Daha niye soruyorsun?"
"Yanına gidemem." diye karşılık verdi Jungkook, gözlerini sildi. "Ondan nefret ettiğimi söyledim. Ayrıca, hala öfkeliyim. Onun o halini düşündükçe kendimi parçalamak istiyorum."
"Özür diledi mi senden?"
"Diledi."
Bryn birasının yarısını kafaya dikip dilini zevkle üst damağına çarptı. "Bak işte, şimdi sana bir baba tavsiyesi vereceğim. Hazır mısın?"
Jungkook güldü. "Hazırım."
"Hayat sevdiğine sinirli kalmak için çok kısa, Kookie." dedi Bryn iç geçirerek. "Madem seni sevdiğine eminsin, madem senden özür diledi..." Omuz silkti. "Cezalandırman gereken kişi sevgilin değil. Onu bu hale getirenler."
Jungkook kendini tutamadı, tüm o yalancı neşesini bir kenara bıraktı ve kollarını masaya yaslayıp alnını da kollarına koyduktan sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. "Çok sinirliyim."
Bryn onun omzunu pat patladı. "Biliyorum."
"Aptal, tam bir aptal! Saf, masum..." Hıçkırırken kullandığı sözcükler sürekli bölünüyordu. "Yazmış hepsini. Babam onu okutmuş. Yıllarca yanında olup da nasıl anlamaz? Babamın en başından beri tüm bu iyilikleri ona benim canımı acıtmak için yaptığını nasıl anlamaz? Yıllar önce onun sayesinde özgürlüğümü ellerime almaya çalışmıştım ben, nasıl olur da kendi özgürlüğünü bu kadar kolay bir şekilde başkasının ellerine bırakır? Spesifik olarak, benim özgürlüğümü çalan adamın ellerine?"
Bryn Jungkook'a başını kaldırmasını söyledi, istediği olunca da genç adamın eline bir mendil tutuşturdu. "Sinirlenince ağlıyorum," diye mızmızlandı Jungkook.
Yaşlı adam kıkırdadı. "Kızım gibisin."
"Kızın nerede?" diye sordu Jungkook, konuyu değiştirmek istercesine. Taehyung'a sinirli kalmak bütün enerjisini sömürüyordu, kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı. "O da mı üst katta?"
"I-ım." Bryn iki yana salladı başını. "Londra'da staj yapıyor."
"Senin kızın eşcinsel olsaydı, hayatını cehenneme çevirir miydin, Bryn?"
Bryn duraksadı, her ne diyecektiyse anlatıp anlatmama konusunda kararsız kalmış gibiydi, Jungkook fark etmemişti ama aslında genç adamı üzmekten korkuyordu. "Benim kız iki taraftan da hoşlanıyor." dedi en sonunda. "Bana ilk defa söylediğinde hiç anlamamıştım. Bana öyle öğretilmemişti çünkü. Tüm tarihim, kültürüm, beni ben yapan ne varsa, her şey kızıma karşıydı." Jungkook'un ilgiyle kendisini dinlediğini görünce burukça gülümsedi, utanıyor gibiydi. "Normal olduğunu bilmiyordum. Bize hep... hep şey diye öğretmişlerdi..."
"Hastalık." diye dillendirdi Jungkook onun söyleyemediği kelimeyi, aklına dolan anılarla.
"Hastalık." diye onayladı Bryn üzgün bir ifadeyle. "Ama, hastalık bile olsa, grip oldu diye insan çocuğuna acı çektirir mi?"
Jungkook'un gözleri doldu yine. "Ona dedim ki," diye devam etti Bryn. "Kızım, ben anlamam. Bu nasıl doğru, anlamam. Ama ona kıyamazdım. Bana öğretmesini istedim. Ben onu her şekilde kabul etmiştim, doğduğu gün, kollarıma aldığım an. O zamanlar bir kız arkadaşı vardı, şimdi de erkek arkadaşı var. Dürüst olayım, kızım duymasın, hala da pek anlamış değilim. Normal olduğunu biliyorum ama, farklı geliyor işte. Olsun. Prensesim mutlu."
"Ne güzel," dedi Jungkook. "Kızın çok şanslı."
Yaşlı adam neşeyle güldü, birasını bitirdi. Jungkook da ona uyup kalanı kafaya dikmişti, bir anda o kadar çok içince başı döndü. "Hadi sevgiline git."
"Çok sinirliyim," diye, belki de o gece bininci defa, tekrarladı Jungkook.
"Bunu görebiliyorum," dedi Bryn. "Ama öfkeni başkalarıyla dertleşmektense, sevgilinin kollarında yatıştırmalısın. Bu gecenin son tavsiyesi bu."
Jungkook derin bir nefes alıp başını salladı, masanın üzerindeki eşyalarını toparlamaya ve sırt çantasına geri koymaya başladı. Bryn de bu sırada iki boş bardağı yıkıyordu. "Kookie, bir dahaki sefere sevgilini de ge-"
Üst kata uzanan dar merdivenlerden gürültülü, aceleci ayak sesleri duyuldu. İki adam da meraklı bakışlarını o tarafa çevirince Bryn'in karısını geceliğiyle, nefes nefese görmüşlerdi. "Yangın!" diye soludu kadın.
"Ah, evet, itfaiyeyi duyduk az önce." diye karşılık verdi Bryn. "Neresi?"
"Bryn, orman yanıyor!" diye bağırdı karısı, kalan basamakları da panik içinde inerek. "Kasaba yolunun orası, helikopterleri duymuyor musunuz? Pansiyonlar var orada!"
Bryn'in irileşen gözleri Jungkook'a döndü.
Nefret ediyorum senden.
"Haber kanalının minibüsü geçti şimdi-" Kadın konuşmaya devam ederken Jungkook çantasını sırtlandığı gibi sandalyesinden fırlamış, barın kapısına koşmuştu. "Kookie!" diye seslendi Bryn arkasından, genç adam dönüp bakmadı.
Senin gibi bir aptalı sevdiğim için kendimden de nefret ediyorum.
Balkondan atladıktan sonra eski yola doğru koşup bu taraftaki yerleşim yerine gelmişti Jungkook, şimdi aynı yolu birkaç saat öncekinin iki, belki de üç katı bir hızla koşuyor, bir yandan da korkudan sıkışan ciğerlerini kontrol altına almaya çalışıyordu çünkü düzgün nefes alamadığı için sürekli duraksaması gerekiyordu, vakit kaybediyordu.
Paylaştığımız hiçbir şey yalan değildi, sana yemin ederim-
Git buradan!
"Taehyung!" Gözyaşları görüşünü kısıtlarken durmadan koştu Jungkook, gökyüzü dumanla kaplıydı, Bryn'in eşinin bahsettiği helikopterler sürekli su taşıyordu denizden, iki tanelerdi. Kasaba yolu kapandığı için itfaiye eski yolu kullanmış olmalıydı ama burası çok vakit alırdı, yangını pansiyonlara sıçramadan kontrol altına almaları imkansızdı.
Koştuğu yönden, kendisine doğru koşan bir geyikle karşılaştı. Hayvan o kadar korkmuştu ki Jungkook'un kalbi sıkışmıştı, durmak istemedi ama kendini zorladığı sonraki saniye yuvarlanarak düştü, pantolonu yırtıldı.
Yere yaslarken avuç içleri kanamıştı, birkaç saat önce tuvali parçalarken de elinin üstü kanamıştı, o an Jungkook'un her yeri kanıyordu sanki; sadece elleri değil, aklı, kalbi, ruhu... Eli en son kanadığında Taehyung'un yaptığı pansumanı hatırladı.
Benden nefret mi ediyorsun?
Nefret ediyorum senden.
"Taehyung. Ah, Taehyung." Ayaklanıp yeniden koşmaya başladı, canı acıyordu ama umrunda değildi. Tek dileği Jungkook oraya varana kadar ateşlerin pansiyonlara ulaşmamış olmasıydı, Taehyung yükseklik korkusu yüzünden balkondan atlayabilir miydi emin olamıyordu çünkü. Pansiyonun kapısı da kilitliydi. Nasıl da korkmuş olmalıydı, şu masum geyik gibi titriyor olmalıydı korkudan. "Taehyung..."
Jeon Jungkook koşmaya, attığı her adımda yola kendinden bir parça bırakmaya devam etti.
Kuş, gökyüzünde uçuyor... Önce bu bulutun altından geçiyor, sonra bu bulutun üstünden geçiyor...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro