Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm Üç

Bölüm Üç: "KUZGUN SARAY VE KARGA TAHT."

(Henry'nin Bakış Açısından)

***

Tenebrose bölgesel olarak üçe ayrılıyordu. Gemiyi yanaştırdığımız terk edilmiş, bir bataklığa dönmüş olan ve ormana yakın olan bölge Mortala'ydı. Yaşayan sayısı azdı, kasabaların çoğu Aurora burayı yakıp yıkmadan önce bile çok azdı. Bir tür sürgün bölgesiydi. Hayatta kalmak güçtü ve hayatta kalmayı başardığınızda da bu bir hayat gibi hissettirmezdi.

Ruh Tutan Topraklar'ın da içinde bulunduğu, eski kutsal topraklar ve mabetlerin bölgesi Amate, Tenebrose'nin kuzeyinde kalıyordu. İnsanların artık oraya gidip gitmediğini bile bilmiyordum. Tapınak Şehri'ne giden yollar ormandan geçmenizi gerektiren engebeli bir yolculuktu. Çok yakında Remington ile geçmem gereken yollar.

Ve şimdi karşımızda yükselen şehrin bölgesi sondu: krallık şehri, Morana. Kuzgun Saray, şehrin en ucunda siyah bir dağ gibi gri bulutları arkasına almış yükseliyordu. Şehir düşündüğümden daha canlı bir haldeydi, insanlar Mortala'daki gibi sefalet içinde değildi. İyi halde oldukları söylenemezdi ama dışarıya çizilen kaderine terk edilmiş, çürüyen bir krallık burası değil gibiydi.

At arabası sarayın kapılarına yaklaştığında on kişilik askeri birlik yolu kesti. Camdan bakmayı bırakıp araba durduğunda kapıyı açıp indim. Cal çoktan inmiş öndeki subay ile konuşuyordu ama adamın dikkati bana dönerken gözleri hafifçe irileşti. Birkaç adım geri atıp çekildiğinde tek dizinin üstüne çöküp selam verdi.

"Majesteleri."

"Kalkabilirsiniz," dedim ona ve askerlere bakarken. "Teşekkür ederim."

"Kapıları açın!"

Subay bağırırken Cal'a baktım. Kaşlarını çatmış saraya bakıyordu. Bir şey beni rahatsız ettiği gibi onu da rahatsız ediyordu ama ona hala güvenmeyen parçam ne olduğunu sormamı engelliyordu. At arabasına geri döndüğümüzde Remington saatler sonra ilk kez konuştu.

"Seni sadece saç renginden mi tanıyorlar? Belki bir taklitçisin?"

"Biraz aptalca," dedim camdan bakmaya devam ederken. "Ama tüm Tenebroseliler siyah saçlar ve koyu renk gözler ile doğar. Halkın annemin yanlış bir şey yaptığını düşünmesi de birazda bu yüzden; ne ben ne de Rory'de siyah saçlar ya da. koyu renk gözler yok."

"Seninkiler ela sayılır." Josephine gülümseyerek bana baktı. "Sanırım herkes Kara Kraliçe'nin altın ve gümüş saçlı çocuklarını görmüştür."

Remington dudak büzdü. "Bir de Cal var. Sanırım onu sarayda hala hatırlarla. Deimos ile ayrılmaz bir ikili olduklarına göre."

Başımı sallarken köprünün üstünden geçerek Kuzgun Saray'a girdik. Tamamı siyah mermerden ve obsidiyenden oluşan büyük, karanlık bir hapishaneydi.

"Kuzgun Saray ve Karga Taht..." Josephine'de diğer camdan bakarken mırıldandı. "Neden karga? Bu biraz..."

"Komik mi?" dedim hafifçe gülerek. "Efsaneye göre taht yapılırken kargaların kemikleri iskelet olarak kullanılmış. Ayrıca ölüm tanrısı ve ölüler tanrısının simgesidir bu da krallara tahtta otururken bir mesaj olsun istenmiş."

"Yine de biraz fakir işi. Benimki altın taht ve Josephine'nin ki de zümrüt. Bence Cal'ı tutuklattıktan sonra ikinci işin her şeyin isimini değiştirip biraz renk ekletmek olmalı." Remington gülerek gerindiğinde boynunu aşarak çenesine tırmanan siyah damarlar ortaya çıktı. Hastalık yayılıyor olmasına rağmen iyi görünüyordu. "Belki biraz kırmızı ve yeşil olabilir. Dostluklarımız adına."

"Belki." Dedim araba dururken.

Bir asker kapıyı açtığında önden ben indim ve elimi uzatıp Josephine'nin inmesine yardım ettim. Arkasından Remington indiğinde bize doğru gelen dört kişiye baktım. Uzun zamandır görmesem de hepsinin yüzleri aklımdaydı.

"Soren," Siyaha yakın koyu kahve gözleri ile bana bakan adam Elias dayımdı. Anneminkine benzer sivri yüz hatlarıyla yakışıklı biriydi. "Yoksa Henry'i mi tercih edersin?"

"Ne fark eder ki?" Solundaki soluk benizli, genç çocuk Aurora'nınkine çok benzer alaycı bir üslup ile konuşurken sırıttı. "Her türlü ona Kral ya da Majesteleri dememiz gerekmiyor mu?"

"Azariah," dedim küçük kuzenimi selamlayarak Elias'a döndüm ama arkamdaki ikiliye bakıyordu. "Hangisiyle rahat hissedecekseniz onu kullanabilirsiniz."

"Prenses Josephine ve Kral Bexon." Elias hafifçe tebessüm ederken dilini şaklattı. "İlginç ve ağır konuklarımız var. Babanıza yazmak isteyebilirsiniz Prenses zira tehdit içerikli mektuplar bize ulaştığından beri konunun ne olduğuna dair bir fikrimiz yok."

"Elbette. Yıkanıp biraz dinlenmeden önce hemen bunu yaparım Arşidük." Josephine benzer bir alayla konuşurken Remington ve ona baktım.

"Dayım Elias, kuzenlerim Bodgan ve Azariah ile leydi anneleri Tyan." Skoll hanedanın kalan son üyelerini tanıtırken kaşlarımı çattım. "Sagan dayım nerede?"

Aramıza bir sessizlik çökerken Azariah, Bodgan ve Tyan'ın dudakları düz bir çizgi haline geldi. Gözlerine çöken ifade de sadece nefret vardı.

"Bilmiyorsun," dedi Elias yumuşak bir sesle. "Kız kardeşin dediği gibi her şeyi gizlemeyi başarmış."

"Aurora, Thalassa, konusunda seninle konuşmam gerek. Burada neler yaptı, neden Kasap diyorlar—"

Leydi Tyan arkasını dönüp hızlıca uzaklaşırken Bodgan annesini takip etti. Hep öyleydi, çocukken bile büyük olan kardeş olmasına rağmen annesinin yanında ayrılmazdı. Ona dair hatırladığım son şey burada olduğumuz son zamanda oynadığımız tahta kılıç oyununa katılmadığıydı. Annesi ve annemle oturup ölü gibi olan gözleriyle bizi izlemişti.

"Kız kardeşin ormandaki şeylerden öte bir canavar." Azariah konuşurken sesi buz gibiydi. "Bir gün kara kalbini ve şeytan aklını sana çevirmesin diye dua et."

Bir şey demeden beklerken Elias sertçe ona baktı.

"Lütfen, içeri girelim. Dinlenmeniz gerekiyor."

Elias konuştuktan sonra geçmemiz için bizi bekledi.

Beni bekledi.

Josephine koluma girdiğinde ona gülümsedim ve önden ilerledim. Sarayın içi dışı gibi karanlıktı. İçeriyi aydınlatmak için asılan meşalelerden yayılan kızıl alevler dışında renk yoktu.

"Benim gerçekten Soren olduğumu nereden biliyorsun?"

Arkamı dönmeden konuşurken duvarlara baktım. Portrelerle doluydu ama çoğu tozlanmış, eskimiş, yüzler silikleşmişti. İkisi hariç. Annem, tahtının üstünde oturmuş, soğuk gözlerini portreyi seyredene dikmişti.

Ve bir de onun yanında ben vardım.

Eskiydi, lord olduğum dönemde yaptırdığım portreydi. Emindim çünkü önde ben, arkamda Aurora dikiliyordu. Bunun yerine yenisini yaptırdıktan sonra bunu kalemin altındaki depolara indirtmiştim.

"Kardeşin bunu ilk geldiğinde getirdi." Elias konuşurken hafifçe tebessüm etti. "Gelip annenin yanına astı ve 'Tek gerçek Kral'ınız böyle görünüyor. Yüzünü ezberleyin.' dedi. Ama buna gerek yoktu. Babanın gençliğine çok benziyorsun."

"Bunu yaptığını bilmiyordum."

"Bilmediğin çok şey var, hepsini anlatmaya gönüllüyüm. Zaten her şeyi sen düzelteceksin."

Elias bu sefer önden ilerledi. Karanlık koridorlardan geçerek üst katlara çıktık. Kendimi Velour'da, İnci Saray'da geziniyor gibi hissettim ama şimdi ikisinin ne kadar farklı olduğunu fark etmiştim.

"Burası Kral odası. Misafirlerin için—"

"Prenses benimle kalacak," dedim sert şekilde. "Kral Remington ve Cal'da hemen yan odada kalacak."

Elias başını yana eğdi ve hafifçe, neredeyse sinsice, gülümsedi. "Sanırım Kral Bexon için bir hekimde istersin."

"Şimdilik sadece dinleneceğiz," dedim herkes adına. "Yemekler için salona ineceğiz. Temiz giysiler de istiyoruz. Yarın terzi gelsin."

"Nasıl istersen, Majesteleri yeğenim."

Elias dönüp giderken bir an duraksayıp arkasını döndü.

"Seni yeniden görmek güzel Cal," dedi Elias. "Son seferinde yaptığın hatayı yapmazsın, değil mi?"

"İyi geceler Elias."

Cal kapıyı açıp Remington'ı beklerken Josephine iç çekti.

"Sadece rahat bir yatakta uyumak ve temizlenmek istiyorum."

Mırıltısıyla gülümserken bende kapıyı açtım ve önce onun girmesini bekledim.

"İşte burası bir kraliçe odası." Josephine odaya bakarken sırıttı. "Annen gösterişi seviyordu, değil mi?"

Mumların aydınlattığı odada halılar, perdeler ve yatak örtüleri renkli ipekler, yün ve kürklerle doluydu. Eşyaların hepsi gül ağacındandı. Detaylı oymaları altınlarla süslenmişti. Tablolar duvarları kaplıyordu. Hepsi de deniz manzaralarıydı. Babam için.

"Beğendin mi?"

"Burayı yıllardır kimse kullanmamış olmasına rağmen tertemiz. Her gün temizliği yapılmış."

Josephine odanın içindeki kapıyı açarken arkasından gittim. Duş odasıydı. Josephine raflara giderken yüzüne bir gülümseme yayıldı.

"Kokular ve yağlar bile var! Ah duş almak için sabırsızlanıyorum!"

Ona bakarken güldüm.

"Sanırım sonunda Rory'nin neler yaptığını da öğreneceğiz." Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Aile üyelerimi nasıl buldun?"

"Dürüst mü olayım?" Bana bakmadan kokuları koklamaya başladı. "Keşke sadece Aurora'yı tanımaya devam etseydim."

Ona bakarken güldüm.

"Gülme Henry!" dedi hızla bana dönerken. "Leydi ve o diğer kuzenin ölü gibi. Ne kadar beyazlar! Ve diğer kuzenin... ondan hiç hoşlanmadım; çok sinsi gibi. Elias dayınsa biraz garip geldi. Seni bu kadar sıcak karşılamayı bekliyorsa yıllar içinde neden hiç mektup yazmadı?"

"Haklısın," dedim iç çekerek. "Dediğim gibi bizi almak için hiç uğraşmadılar. Burada güvendiğim tek bir kişi bile yok."

Josephine bana bakarken tebessüm etti ve şişeyi bırakıp gelip bana sarıldı.

"İyi bir kral olacaksın." Çenesini göğsüme yaslayıp bana baktı. "Yani biraz bocalarsın başta. Bir hükümdardan çok askersin sonuçta."

"İyi ki yanımda öğretecek biri var o zaman," dedim yanağından tutup onu öperken. "Önceliğim seni güvende tutup Remington'ı iyileştirmek."

"Kalemi ve haritayı bulamazsak zor olacak biliyorsun, değil mi?" Dedi sessizce.

"Evet."

İçeri dönüp koltuklardan birine oturdum.

"Öldü, değil mi?" Aurora'yla ilgili gerçeği sonunda kabulleniyordum. "Hırsı, intikamı yüzünden delirdi ve öldü."

"Henry Turner!" Josephine azarlayan bir şekilde bana baktı. "Kız kardeşinin bilmediğimiz çok şeyi olabilir ama ne kadar inatçı ve savaşçı olduğunu biliyoruz! Ölmedi! Buraya gelecek!"

İç çekip yanıma oturdu.

"Muhtemelen biraz dalga geçip sonra birilerini öldürmeye çalışır. Burada yakacak bir şey yok."

Ona bakarken hafifçe tebessüm ettim.

"Remington ona çoktan aşık oldu. İkisi evlenirse burayı ona çeyiz olarak ver bence. Benim pek hoşuma gitmedi."

Ona bakarken bende alaya büründüm.

"Senin için on beş yıldır görmediğim krallığımdan mı vazgeçeyim? Elbette. Kolay bir tercihti."

Bana bakarken tekrar güldü ve beni öptü.

"Doğru mu? Ruh Tutan Topraklar'da ölü herkesi görebilir miyiz?"

"Eğer kişi ölmüşse ve özel bir laneti falan yoksa evet. Neden sordun?" Elini tutarken ona baktım.

"Annem," dedi sessizce. "Annemi görmek istiyorum."

"Josephine..."

"Seni götürmeyeceğim tehlikeli deme!" Öfkeyle bana döndü. "Henry, aylardır nelere göğüs gerdik. Korsanlardan, canavarlardan, denizden kaçtık ve savaştık."

Haklıydı. Haklı olduğunu biliyordum ama yine de onu daha fazla tehlikeye atmak istemiyordum. Yine de hiçbir şey onu durdurmayacaktı.

"Tamam," dedim başımı arkaya atarak. "Birkaç gün sonra gideceğiz. Şimdi babana birer mektup yazıp, dinlenip, yemeğe inelim ve kardeşimin sırlarını öğrenelim."

Cümlem bittiği an kapı tıklandı. Kalkıp açarken belimdeki bıçağı tuttum ama sadece hizmetkar kızlardı. Su kovaları ve giysiler getirmişlerdi.

"İlk benimle başlayın," Josephine kalkıp banyoya ilerledi. "Ve daha fazla suya ihtiyacımız var."

::

ilk üç bölümün günahı olmaz diyerek diğer bölüm olayları patlatıyoruz 🫶🏻

ufak bir açıklama da yapayım:

althea'nın on bir kardeşi vardı ve kendisi en büyüktü. bir küçüğü olan sagan ve en küçük kardeşi olan elias hariç diğer kardeşlerini öldürdü.

sagan, leydi tyan ile evliydi ve bodgan ve azariah isimli iki oğlu vardı. bodgan, henry'den | azariah, rory'den bir yaş büyük.

— bezzy 🧝🏻‍♀️

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro