Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

bir, canavar

en son ne zaman birinci kişiden yazdığımı hatırlamıyorum. ziyadesiyle uzun zaman oldu... bir değişiklik yapmak istedim, umarım hoş bir değişiklik olmuştur. fikirlerinizi duymak için sabırsızlanıyorum.

bölüm, noah'ın ablası mary rose'un dilinden.
multimedyaya da mary'nin bir fotoğrafını bıraktım.

ithafı ise, hikayeyi kaldırmama sebebim olan Faemelle 'ye yapıyorum, desteğin için çok, çok teşekkürler kuzum!

beğenmeniz dileği ile.

M a r y - R o s e

Altı aydır onu görmüyorum.

Altı ay. Yirmi dört hafta. Akıl denen mereti yitirmek için oldukça makul bir süre.

Artık kilisiye gitmesi için bile dışarı çıkmasına izin vermiyorlar. Hâlâ bilinci yerinde mi, onu bile bilmiyorum.

Çok korkuyorum, onu özledim.

Belki vazgeçer, onu kiliseye götürürler umuduyla derslerime geç kaldım, yeri geldi okula gitmeyi aksattım, çiftlikten çıkmadım. Onu bekledim. Ama onu kilitli kapının ardında tutmaya devam ettiler. Bekledim. Direndim. Bir gün olsun yemeğini ben götürmek için yalvardım. Olmadı. Sanırım onun için çabaladığım her halimden belli oluyordu.

Sanırım... annem de ona acıyordu. O adamdan fırsat buldukça ona yemek götürüyordu. Ama o da korkuyor, o adamın şimdiye kadar ona yaptıklarından ve yapabileceklerinden.

O pisliğe ancak o adam diyebiliyorum, baba demek midemi bulandırıyor. Ona baba demeyi ilk kestiğimde rahip diyordum, sonra bu kelime de midemi bulandırmaya başladı. Noah'ın başına ne geldiyse bundan gelmişti. Rahip. Bu kelime yüzünden aylarca, sadece pazarları dışarı çıkabilmişti. Kiliseye gitmek için. Şimdi ona bile izni yoktu.

Hoş, onu her pazar sürükleye sürükleye kiliseye götürmeleri de ayrı bir eziyetti.

Günah çıkarması icap ediyormuş.

Küçücük, masum bir çocuğun böylesine büyük ne günahı olabilirdi? Büyüsü müydü onu canavar kılan, kilitli kapıların ardına tıkan?

O kimseye zarar vermemişti. Bir karıncaya bile. Ama zararın en büyüğünü kendisi görmüştü.

Kimse onu benden iyi tanıyamazdı, ben onun gözlerinden içini görürdüm.

Noah'ın doğduğu günü hatırlıyorum hâlâ hayal meyal. Küçücüktüm daha. Çiftlikte adeta şenlik havası vardı ama hiçbir şey ilgimi cezbetmiyordu, öylece oturuyordum. Tıpkı şimdi koca çiftlikte cenaze havası olması ve benim elimden yine öylece oturmak gelmesi gibi.

Bugün bunu değiştirecektim. Oturmaya bir son verecektim.

Sonra onu kucağıma vermişlerdi. Kardeşimi. Can parçamı.

Bir tutam sarı saç ve gök mavisi, capcanlı gözler.

O an ruhumu ikiye bölüp bir parçasını Noah'a vermiştim işte. O gözler hâlâ aklımdaydı, nasıl da hayatla doluydular... Nasıl da pırıl pırıldı bücürümün gözleri. Bana da hayat veriyordu.

Noah sihirdi. Onda hep sihir görmüştüm. Sonra benden başkaları da gördü ondaki bu sihri. Bana hayat veren, ufkumu açan sihirden ölesiye korktular. Kendi cahilliklerinden doğan korkunun hıncını ondan çıkardılar. Ellerimin arasından çekip aldılar. Canını yaktılar. Engel olmaya çalıştım, kanadımı kırdılar.

Değerdi. Onun uğruna başıma ne geldiyse azdı. Canım, asla kardeşiminkine denk yanmış olamazdı.

Koridorun sonundaki saatin çınlayan sesiyle irkildim. Saat on ikiyi geçmişti. Bense kimse uyanmasın diye elime geçen eski bir gaz lambasıyla merdivenleri arşınlıyordum, ışıkları bile açmaya korkuyordum. Anahtarı da aşırmıştım. Yürek yemiştim adeta.

Gizli kapaklı işleri oldum olası sevmemiştim, oldum olası hayat beni bunlara mecbur etmişti.

Yutkundum, gaz lambasını daha sert kavradım. Basamakları gıcırdatmamak için yavaş yavaş çıkıyordum, diğer elimde de anahtar vardı. Onu o kadar sıkı kavramıştım ki elimi kanatmak üzereydi. Korkuyordum. Babamın uyanıp beni yasak bölgede, yani çatı katında, bulmasından korkmuyordum. Yapacakları belliydi. Döverdi. Yine saçlarımı keserdi. Odama kilitlerdi, ders kitaplarımı yakardı. Umrumda olmazdı. Noah'ın çektiklerinin yanında hiçbir şey bana ağır gelmezdi, gelmemeliydi. Göğü görmüyordu gök gözlü çocuk. Özgürlüğünü ve mutluluğunu almışlardı elinden. Daha ağır ne yapabilirlerdi?

Ah, Noah... Noah'ın ne halde olduğunu düşünmeden duramıyor, ölesiye korkuyordum.

Ağır adımlarla nihayet çatı katına ulaştığımda korkum tüm vücudumu ele geçirmiş gibiydi. O nasıldı? Gözleri hâlâ canlı mıydı, bilinci yerinde miydi?

Yaşıyor muydu?

Kapının önüne geldiğimde yutkundum. Yürüyordan ziyade süzülüyor gibi hissediyordum. Ellerim öylesine çok titriyordu ki birkaç denemenin sonunda ancak anahtarı deliğe sokabildim. Çevirmekten korkuyordum. Noah'ı bulacağım felaket halden korkuyordum.

Çok korkaktım.

Nitekim çevirdim. Ayağımı zorla kaldırarak içeri bir adım attım, zaten büyük bir oda değildi. Penceresi bile olmayan bir odaydı, sadece tavanında küçücük bir cam pencere vardı, o kadar. Aylar boyunca hiç çıkmadan yaşanacak bir yer değildi.

Yaşanacak bir yer değildi.

Bir süre kapının önüne, kalbim ellerimde atarken bekledim. Ne bir hareketlilik oldu, ne de bir ses duyuldu.

"Noah?" diye seslendim çaresizce. Cevap gelmedi. Sesim de vücudumla birlikte titriyordu. Tekrar seslendim, Noah yanıt vermedi. Beni duyuyor muydu acaba? Nasıl konuşacağını hatırlıyor muydu ki? Aylardır arada sırada önüne yemek konuyordu ve sık sık dayak yiyordu. Başka bir şey yaptığı yoktu.

O yanıt vermedikçe ömrümden ömür gidiyordu. Ne yapacağımı bilemeyerek öylece durduğum saniyelerde aklıma uçuşan şeyler beni daha da kahrediyordu.

Anahtarı kapının önüne bırakıp iki elimle gaz lambasını sıkıca kavradım ve odanın içine adımladım. Gaz lambasını yere düşürmem koca bir yangına sebep olurdu, felaket yaşanırdı. Dikkatlice yere bakıyordum, kimse yoktu. Ses yoktu.

Gaz lambasından süzülen ışık olmasa, her yer zifiri karanlıktı.

Derken onu gördüm. Yatıyordu. Cenin pozisyonu almıştı. Benim bildiğim Noah deli yatardı, böyle savunmaya muhtaç değil. O olduğunu burada olabilecek tek kişi olduğundan emin olmasan hayatta düşünmezdim.

Hareketsizdi.
Sanırım uyuyordu.
Uyuyor olmasını umdum. Tüm benliğimle.

Gaz lambasını daha fazla tutamayacağımı fark edince yanımdaki sandığın üzerine bıraktım. Ayakta duracak takatim kalmamıştı, dizlerimin üzerine çöktüm.

Ona baktım. Noah hep çok güzel bir çocuk olmuştu. Her şeyi orantı içindeydi, inanılmaz bir neşesi vardı. Ona bakıp da neşelenmemek elde değildi.

Şimdi ona bakmaksa karnıma yumruk yemişim gibi hissettiriyordu. O güzelim sarı saçları kirlenmiş, canlı sarılığını kaybetmişti. Düzensizce uzamış, yüzünü gölgelemişti. Çok zayıftı. Yüzünde etten çok kemikleri ortadaydı. Ne yapacağımı bilemedim. Dokunsam kırılacak gibiydi. Çok zayıftı, ürkekti.

Üzeri açıktı. Küçüklük pijamasını giyiyordu, aradan bir buçuk-iki yıl geçmesine rağmen denk geliyordu ve hatta... Üzerine boldu.

Tükürüğüm boğazımda kaldı. Hafifçe omzuna dokundum. Kendime hakim olamadım, sesim çatallı çıktı, "Noah?"

Titredi. Korkuyla kasıldı, uyandı.

Gözlerini kırpıştırarak açtığı an esas korkumla yüzleştim. O gök mavisi gözlerinin önüne perde inmişti. Işıltısını kaybetmişti. Bana hayat aşılayan gözleri şimdi ölümü çağrıştırıyordu.

Beni tanımadı, irkilerek geri çekildi. Kendini korumak için yorganını üzerine doğru çekmişti. Kendini korumak için sahip olduğu tek şey yırtık, kirli, eski bir yorgandı. Ah.

Elindeki küçüklük yorganıydı, üzerinde aptalca bulduğum o desenler vardı. Bakışlarımı tekrar ona çevirdim, hafifçe ona yaklaşmak için ileri hamle yaptım. Noah bana korkuyla baktı, sırtını duvara çarpana kadar geri geri süründü. "Merhamet." dedi yalvararak. "Merhamet."

Hiçbir şey diyemedim. Ağzımı açtım ama ses çıkmadı, dudaklarımı tekrar birbirine bastırdım. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Ağlamak, ortalığı yıkmak onun hakkıydı, benim değil.

Dudağının patlak olduğunu yeni fark etmiştim. Yeni kabuk bağlamış gibiydi. Yorganı tutan elinin üstü mosmordu. Bu zavallı çocuk, yemekten çok dayak yemişti.

"Benim." dedim ama ona yaklaşamadım. Korkuyordu. Çok korkuyordu, üzerine gidemezdim, "Ben Mary, ablan." dedim, bu sefer de ben ona yalvarıyordum. Sakinleşmesi, korkmaması ve beni tanıması için.

Gözlerini kırpıştırdı. "Yemek istemiyorum. Lütfen vurma bana. Işık istemiyorum. Su istemiyorum. Vurma." dedi kesik kesik, yalvarmaya devam ederek. Ona bunları yapan adam rahipti. Bir din adamıydı, neredeydi onun vicdanı? Kimseye zararı dokunmayan, sadece küçük kıvılcımlar yaratabilen bir çocuk bunca işkenceyi niçin hak etmişti? Bu işkenceleri biri nasıl hak edebilirdi?

Omuzlarım sarsılıyordu, ağlamamı durduramıyordum. "Vurmayacağım." dedim burnumu çekerek. Sakin olmam lazımdı, ağlayarak onu daha çok korkutuyordum. Zaten yeterince korkmuştu, daha fazla korkmasını istemiyordum. Ona kıyamıyordum. "Zarar vermeyeceğim. Sana asla zarar vermedim, asla vermeyeceğim." Yorganı tutan eli gevşedi. "Sahi mi?" diye sordu dolu gözlerle, soruşunda öylesine bir masumluk vardı ki... Karşımdaki küçük bir çocuktu. Kötü şeylerle yüzleşmiş, istismar edilmiş, canı yakılmış bir çocuk. 

Kendimi öldürmek istiyordum. O adamı öldürmek istiyordum. Ondan ve mesleğinden, her şeyinden, her zerresinden tüm benliğimle nefret ediyordum. "Sahi." Hiçbirimiz yaşamayı hak etmiyorduk. Sadece o ediyordu. Hiçbirimiz temiz değildik, o hariç.

Biraz sakinleşti. Bir şey ilgisini cezbetmişti. Ona öylece bakarken aklıma sabahlığımın cebindeki merhem geldi, acılarına biraz olsun derman olmak istedim. "Noah," diye seslendim çekine çekine. "Yaklaşabilir miyim?"

Cevap vermedi. Yerde sürünerek yanına gittim. "Canın acıyor mu?" diye sordum nasıl soracağımı bilemeyerek. Noah gaz lambasının yaydığı ışığa odaklanmıştı. "Bilmiyorum." dedi fısıldar gibi. "Kan var ama acı yok. Baştaki gibi değil. O kadar da acıtmıyor artık. Alıştım." Kelimeleri kullanış şekli acemiydi, konuşmaya konuşmaya o bülbül gibi şakıyan çocuk takılır, duraksamadan konuşamaz olmuştu. Bana döndü. "Çok güzel." dedi ve tekrar ışığa döndü. "Yakına getirir misin?"

Getirdim.

İç çekti. Aydınlığı özlemiş olsa gerekti. O kendinden geçmiş bir vaziyette ışığa bakarken üzerindeki kirli tişörtü yukarı sıyırdım. Sırtını görünce her şey daha beter oldu. Kemer izleriydi. Yeni, eski. Yanıklar vardı. Şerefsiz herif. Adi köpek. Küçücük çocuğa...

Ben usulca sırtına merhem sürerken o ışığa bakmaya devam ediyordu. "Ben de ışık yapıyorum. Korkunca." dedi kendi kendine konuşurcasına. Ne sıklıkla korkuyordu acaba? Korkmak neydi onun için? "Ama bu kadar çok aydınlık olmuyor." Durdu. Kaşlarını çattı, kendini rahat bıraktı. Avcunun içinde ufak bir ışık hüzmesi oluştu. Korkmadım. Ondan hiç korkmamıştım. O beni hep büyülemişti. Sihri ortaya çıkmadan önce bile.

Merhemi sürüp tişörtünü geri indirdikten sonra ona baktım. Işığı seyredişine. "Bu ışık seninle kalabilir." Sevinir gibi oldu. Sanki nasıl mutlu olunacağını unutmuştu. Arkasına döndü. "Sahi mi?" dedi. Bana sarılacak gibi oldu, sonra korkup geri çekildi. Dudakları titredi, omuzları daha da düştü. "Ya sönünce ne yapacağım hanımım?" dedi. Soluk alamadım. "Ablanım ben, abla de bana." dedim o kesik kesik nefes alırken. "Lütfen."

Titredi, "Yapamam." dedi. "Bana bizim kardeş olmadığımızı, onların çocuğu olmadığımı söylediler. İnsan değilmişim ben." derken dahi yüzü ifadesizdi. Nasıl da alışmıştı korkmaya, sindirilmeye. "Canavarmışım. Cehenneme gidecekmişim. Bunları bile hak etmiyormuşum." Gözlerini ışığa dikerek söylemişti tüm bunları.

Dayanamadım. Canım acıdı, canının yanışı benim de canımı yaktı. "Yalan!" dedim ağlayarak. Sarıldım ona. Geri çekilmedi. Kıpırdamadı, sarılmadı. Durdu öylece, bu da bir şeydi. "Hepsi yalan. Sen benim kardeşimsin. Sen meleksin. Sen her şeyin en güzeline layıksın."

Onu iyice sarmaladım, göğsü hızlı inip kalkıyordu. Sanırım ağlıyordu, ilk defa bu kadar sessiz, karşısındakini rahatsız etmekten korkarcasına ağlayan birini görüyordum. Bu kadar acınası halde, zavallı... Benim kardeşim.

Ve karar verdim. Yapacaktım. Onu kurtaracaktım.

Onu son kez, ondan uzak kaldığım ayların hasretini gidermek için sıkıca sarmaladım. Sonra ayağa kalktım. "Gitmem lazım." dedim burnumu çeke çeke. Gözlerinde korku gördüm, ayağıma yapıştı. Gözlerim tekrar doldu. "Gitme." dedi yine yalvararak.

Nasıl da aç kalmıştı bir gram sevgiye.

"Geleceğim." dedim kirli saçlarını okşayarak. Ondan ne iğreniyor ne de korkuyordum. "Birkaç gün daha dayan kuzum." dedim gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp yere düşerken. "Sen çok güçlüsün, dayan. Gelip seni buradan alacağım." Ağladı. Bacağıma daha da sıkı tutunarak ağladı. "Sahi mi?" diye sordu. "Sahi." dedim. Sahiydi. Gözyaşları içinde eğildim, alnına bir öpücük kondurdum, geleceğime söz verdim. Kurtulacağına söz verdim.

Lambayı orada bıraktım. Ben gelene kadar onu aydınlık tutmasını diledim.

Onun kesik kesik kulağıma gelen hıçkırıkları arasında içim gide gide kapıyı kilitleyip aşağı indim. Anahtarı yerine koydum. Odama gittim. Laboratuvardan çaldığım şişeyi avuçlarım arasında sımsıkı tuttum.

Bunu yapacaktım. Yapmak zorundaydım.

Noah yaşamayı hak ediyordu. Baba demeye dilimin varmadığı, o pislikten çok daha fazla hak ediyordu.

Katil olacaktım.

Yaşatmak için. Yaşamak için. Isaac daha çok küçüktü, bebekti. Onun da hayatını mahvedecekti. Onu da korumam lazımdı. Annemi. Kendimi.

En çok da Noah'ı.

Yaşayacaktım, yaşatacaktım. Bedeli neyse ödeyecek, kendimizi ben kurtaracaktım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro