11 - Aylak Şövalyeler
XI
Aylak Şövalyeler
Hiçbir ticari etkinliği bile olmayan, sanat zevkinden yoksun, bilimsel çalışmaların yapılmadığı, herkesin içine kapandığı böyle bir kentte olması gereken oldu ve 1816'da, Restorasyon döneminde, savaş sona erdiğinde, kentin gençleri arasında birçoğunun yöneleceği hiçbir meslek bulunmadığı ve evlenmeyi ya da anne babalarının mirasını beklemekten başka yapacak bir şeyleri de olmadığı görüldü. Evde canı sıkılan bu gençler kentte hiçbir eğlence konusu bulamadılar ve burada dolaşan bir söze göre, gençliğin kurtlarını dökmesi gerektiği için kentin zararına olarak maskaralıklarını yapmaktan geri durmadılar. Güpegündüz etkinlik göstermek onlar için çok güç oldu, çünkü tanınacaklardı, dolayısıyla suçlarının sayısı adamakıllı kabardığında, biraz ağırca bir suç ilk kez ortaya çıkar çıkmaz, polisin karşısına çıkacaklardı; bu yüzden oldukça yerinde bir kararla, oynayacakları kötü oyunlar için geceyi seçtiler. Böylece, yok olmuş bunca çeşitli uygarlığın bu eski kalıntıları içinde son bir alev gibi eski töreleri açığa çıkaran maskaralık anlayışının bir kalıntısı parıldadı.
Bu gençler vaktiyle IX. Charles ve nedimlerinin, V. Henri ve arkadaşlarının eğlendikleri gibi, yine vaktiyle birçok taşra kentinde eğlenildiği gibi eğlendiler. Birbirlerine yardım etmek, kendilerini savunmak, eğlenceli oyunlar icat etmek zorunluluğu yüzünden birleşir birleşmez, bu gençlerde fikir çatışmalarıyla birlikte gençliğin içinde bulunan, hatta hayvanlarda bile görülen o toplu kötülük hevesi gelişti. Birleşme, onlara ayrıca böylesi sürekli bir komplonun gizi sayesinde küçük zevkler de sağladı. Kendilerine Aylak Şövalyeler adını verdiler.
Gündüzleri, bu genç maymunlar birer küçük aziz gibiydi, tümü son derecede dingin numarası yapıyordu, hem zaten kötü bir numara gerçekleştirdikleri gecelerden sonra oldukça geç yatıyorlardı. Aylak Şövalyeler, dükkân tabelalarını indirmek ya da değiştirmek, kapıları çalmak, birinin kapısında unuttuğu bir fıçıyı gürültüyle komşusunun mahzenine atmak gibi bayağı maskaralıklar yapmakla işe başladılar. Komşu, bir mayın patladığını sanarak gürültüyle uyanıyordu. Issoudun'de, birçok başka kentte olduğu gibi, mahzene evin girişinde bulunan, menteşeli ve kapatmak için üstünde kocaman bir asma kilit takılı, dayanıklı bir tahta kapak açılarak inilir. Bu yeni Kötü Çocuklar[44] 1816 sonuna doğru bütün taşra illerinde çocukların ve gençlerin yaptıkları türden şakalardan kurtulamamışlardı. Ancak, 1817 Ocak ayında Aylaklık Tarikatı'nın başına bir şef geldi ve tarikat 1823'e kadar Issoudun'e bir tür dehşet salan ya da en azından zanaatçıları ve burjuvaziyi sürekli olarak kaygı ve korku içinde bırakan oyunlarla kendini gösterdi.
Bu şef Maxence Gilet adında biriydi ve kısaca Max diye anılıyordu; geçmişi, aynı zamanda gücü ve gençliği onu bu role yöneltmişti. Maxence Gilet, Kaymakam Mösyö Lousteau'nun evlilik dışı doğmuş oğlu olarak biliniyordu. Çapkınlığı birçok anı bırakmış olan Mösyö Lousteau Madam Hochon'un kardeşiydi ve daha önce gördüğünüz gibi, Agathe'ın doğumu konusunda yaşlı Doktor Rouget'nin kendisine kin beslemesine neden olmuştu. Ancak darılmalarından önce bu iki adamı birbirine bağlayan dostluk o kadar güçlüydü ki, bölgenin ve o zamanın bir deyimiyle söylersek, seve seve aynı yollardan geçiyorlardı. Bu yüzden, Max'ın pekâlâ kaymakamın oğlu olduğu kadar, doktorun oğlu olduğu da ileri sürülüyordu, ama o ne birinin ne de ötekinin çocuğuydu, çünkü babası Bourges garnizonunda görev yapmış hoş bir süvari subayıydı. Bununla birlikte, düşmanlıkları sonucu, çocuk için ne mutlu bir olay ki, doktor ile kaymakam bu babalığı sürekli olarak aralarında çekiştiler. Roma dış mahallesinden zavallı bir nalıncının karısı olan Max'ın annesi, doğru yoldan sapacak derecede şaşırtıcı bir güzelliğe sahipti, bir Trastevere'li[45] güzel gibiydi, oğluna aktardığı tek iyi şey bu güzellikti.
1788'de Max'a hamile olan Madam Gilet, kötülük yapmak düşüncesiyle, kuşkusuz birbirine düşürmek için, iki dostun çapkınlığına mal edilen bu Tanrı lütfunu uzun süre arzulamıştı. Bir numara ayyaş olan Gilet karısının düzensiz davranışlarını aşağı sınıflarda çok örneği görülen suç ortaklığıyla, hoşnutlukla destekliyordu. Oğluna koruyucu kişiler bulmak için, Madam Gilet sahte babaları açıklamaktan bayağı çekindi. Paris'te milyoner olabilirdi; Issoudun'de kimi zaman rahat, kimi zaman da yoksulluk içinde ve gitgide küçük görülerek yaşadı. Mösyö Lousteau'nın kız kardeşi Madam Hochon, Max'ın okula gitmesi için yılda yaklaşık on ekü verdi, kocasının cimriliği yüzünden Madam Hochon'un rahat rahat gösteremeyeceği bu eli açıklık doğal olarak o sırada Sancerre'de bulunan erkek kardeşine mal edildi. Bekâr olarak mutlu olmayan Doktor Rouget, Max'ın güzelliğini fark etti, 1805'e kadar tuhaf genç diye adlandırdığı bu kişinin kolej masraflarını ödedi. Kaymakam 1800'de öldüğü için, Doktor Rouget de beş yıl boyunca Max'ın okul masraflarını ödemekle bir özsaygı duygusuna kapılmış gibi göründüğünden, babalık sorunu hep ortada kaldı. Bin türlü şakaya adı karışmış Maxence Gilet zaten çok geçmeden unutuldu. Bakın nasıl...
1806'da Doktor Rouget'nin ölümünden bir yıl sonra, serüven dolu bir yaşam için dünyaya gelmiş gibi görünen, zaten dikkat çekici bir güce ve çevikliğe sahip bu çocuk, yapılması oldukça tehlikeli bir sürü kötülük yapmakta sakınca görmüyordu. Kentin bakkallarını çılgına döndürmek için Mösyö Hochon'un torunlarıyla anlaşıyor, meyveleri sahiplerinden önce topluyor, duvarlara tırmanmaktan hiç çekinmiyordu. Bu şeytanın zorlu jimnastik hareketleri yapmakta eşi benzeri yoktu, tutsak almaca oyununu çok güzel oynuyordu, koşuda tavşanlara yetişebilirdi. Demir Çorap'a[46] yaraşır keskin gözlere sahipti, şimdiden avlanmayı tutku derecesinde seviyordu. Okumak yerine, zamanını nişan tahtasına atış yapmakla geçiriyordu, yaşlı doktordan tırtıkladığı parayı nalıncı Gilet babanın kendisine vermiş olduğu kötü bir tabanca için barut ve mermiye harcıyordu. Oysa 1806 güzünde, o zaman on yedi yaşında olan Max, alacakaranlıkta meyve çalmak üzere gittiği bahçede ansızın karşılaştığı genç bir hamile kadını korkutarak istemeden bir cinayet işledi. Max, kuşkusuz kendisinden kurtulmak isteyen nalıncı babası tarafından kafası uçurulmakla tehdit edilince hemen Bourges'a kaçtı, burada İspanya'ya gitmekte olan bir alaya rastlayıp bu alayda görev aldı. Ölen genç kadın olayında hiçbir gelişme olmadı.
Max'ın karakterinde bir genç kendini göstermeliydi, o da kendini o kadar iyi gösterdi ki üç savaşta yüzbaşı oldu, çünkü almış olduğu az eğitim çok işine yaradı. 1809'da, Portekiz'de bölüğünün girdiği, ancak tutunamadığı için terk ettiği bir İngiliz bataryasında öldü diye bırakıldı. İngilizler tarafından ele geçirilen Max, Cabrera'da cezaevi olarak kullanılan İspanyol gemilerine gönderildi. Bunlar bu tür gemilerin en korkunçlarıydı. Elbette kendisine Légion d'Honneur nişanı ve tabur komutanı rütbesi verilmesi istendi, ama İmparator o sırada Avusturya'daydı, gözünün önünde yapılan parlak eylemleri kayırıyor, kendilerini tutsak ettirenleri de sevmiyordu; zaten Portekiz'de olup bitenlerden pek hoşnut değildi.
Max 1810'dan 1814'e kadar o gemilerde kaldı. Bu dört yıl boyunca burada morali tümüyle bozuldu, çünkü gemiler birer zindandı, neredeyse bir cinayet ve iğrençlik yuvasıydı. Önce özgür iradesini korumak ve uygar bir halka layık olmayan bu iğrenç hapishaneleri kırıp geçiren ahlak bozukluğuna karşı kendini savunmak için, genç ve yakışıklı yüzbaşı kılıçla çarpışma meraklısı ya da zorba yedi kişiyi düelloda öldürdü (burada altı kadem karelik bir alanda düello yapılıyordu), kurbanların büyük sevinci arasında gemisini bunlardan kurtardı. Max silah kullanmada kazandığı olağanüstü ustalık, bedensel gücü ve keskin zekâsı sayesinde gemisinde egemen oldu, ama keyfi eylemler de gerçekleştirdi, onun için çalışan, dalkavukluğuna soyunan, ona saygı gösteren insanlar oluştu etrafında. Hırçın karakterli insanların yalnızca öç almayı düşündükleri, üst üste yığılı bu beyinler içinde oluşmuş safsataların kötü düşünceleri haklı gösterdikleri bu "acı" okulunda Max'ın ahlakı tümüyle bozuldu. Delilsiz gerçekleştirilmiş olması koşuluyla, bir cinayet eyleminin sonuçları karşısında gerilemeden, her ne pahasına olursa olsun servet edinmeyi düşleyenlerin düşüncelerini dinledi. Sonunda, barış ilan edildiğinde, her ne kadar masum olsa da, ahlakı bozulmuş, yüksek bir çevrede büyük bir politikacı ve özel yaşamında, yazgısının koşullarına göre, bir sefil olmayı becerebilir durumda ortaya çıktı.
Issoudun'e döndüğünde, babasıyla annesinin acı sonunu öğrendi. Kendilerini tutkularına bırakıp da, atasözünün dediği gibi, kısa ve güzel yaşayan bütün insanlar misali, Gilet'ler de hastanede, çok korkunç bir yoksulluk içinde ölmüşlerdi. Neredeyse hemen, Napoléon'un Cannes'a çıktığı haberi bütün Fransa'ya yayıldı. Bunun üzerine Max'ın Paris'e gidip tabur komutanı unvanını ve nişanını istemekten başka yapacağı bir şey kalmadı. O sırada savaş bakanı olan mareşal, Yüzbaşı Gilet'nin Portekiz'deki iyi tutumunu anımsadı ve onu Muhafız Birliği'ne yüzbaşı olarak atadı, bu da ordu safında Max'a tabur komutanı unvanını kazandırıyordu, ama mareşal onun nişan almasını sağlayamadı.
"İmparator nişanınızı ilk savaşta pekâlâ alabileceğinizi söyledi" dedi ona.
Gerçekten de İmparator, Gilet'nin kendini gösterdiği Fleurus Savaşı'nın akşamı bu yiğit yüzbaşıya nişan verilmesini onayladı. Waterloo Savaşı'ndan sonra Max, Loire'a çekildi. Ordu dağıldığında, Mareşal Feltre, Gilet'nin ne rütbesini ne de nişanını tanıdı. Napoléon'un bu askeri, anlaşılması oldukça kolay öfkeli bir durumda Issoudun'e döndü; o ancak nişanı ve tabur komutanı unvanıyla hizmet etmek istiyordu. Bakanlık bu koşulları, yirmi beş yaşında, tanınmamış, ancak bu şekilde otuz yaşında albay olabilecek bir gence göre aşırı buldu. Max bunun üzerine istifasını gönderdi. Yüzbaşı (çünkü Bonapartçılar 1815'te aldıkları rütbeleri bırakmadılar) böylece yarım maaş denen düşük maaşı kaybetti, bu maaş Loire ordusu subaylarına veriliyordu. Bütün serveti yirmi Napoléon lirasından ibaret olan bu yakışıklı genci görmek Issoudun'de heyecan uyandırdı ve belediye başkanı ona belediyede altı yüz frank maaşla bir iş verdi. Bu işte yaklaşık altı ay çalışan Max, kendi isteğiyle ayrıldı, yerine onun gibi Napoléon'a sadık kalmış Carpentier adında bir yüzbaşı getirildi. Çoktandır Aylaklık Tarikatı şefi olan Gilet, öyle bir yaşam biçimi benimsedi ki kentin önde gelen ailelerinin ona saygısı yok oldu, yine de saygı gösterenler vardı, çünkü sertti ve herkes ondan korkuyordu, hatta onun gibi hizmet etmeyi reddeden ve Le Berry'ye lahana yetiştirmek üzere geri gelen eski ordunun subayları bile. Issoudun'de doğmuş olanların Bourbon'lara pek az sevgi beslemesinin, daha önce çizilen tabloya göre, şaşılacak bir yanı yoktur. Bu yüzden, pek önemli olmasa da, bu küçük kentte her yerde olduğundan daha çok Bonapartçı oldu. Bonapartçıların neredeyse tümü, bilindiği gibi liberaldi. Issoudun'de ya da çevresinde Maxence'ın durumunda on iki kadar subay vardı, Max o kadar hoşlarına gitmişti ki onu şef olarak kabul ettiler, halefi olan o Carpentier ve Muhafız Birliği'nde eski topçu binbaşısı Mösyö Mignonnet adında biri dışında.
Sonradan görme bir süvari subayı olan Carpentier ilk önce evlenerek kentin en büyük ailelerinden Borniche-Héreau ailesine girdi. Politeknik Yüksek Okulu'nda yetişmiş Mignonnet kendisine başkaları üzerinde bir tür üstünlük mal eden bir topluluk içinde hizmet etmişti. İmparatorluk ordularında askerler arasında iki küçük fark görüldü. Büyük bir bölümü, burjuvalara, başı bozuklara karşı, soyluların soylu olmayanlara, yenenlerin yenilenlere karşı besledikleri türden bir küçümseme duygusu besledi. Bunlar sivillerle olan ilişkilerinde her zaman şeref yasalarına uymuyor ya da burjuvaları kılıçtan geçirenleri fazla kınamıyorlardı. Ötekiler, özellikle de Topçular, belki de cumhuriyetçi olmalarından ötürü, bir Askeri Fransa bir de Sivil Fransa gibi ortaya iki Fransa koymaktan başka bir işe yaramayan bu doktrini kabul etmediler. Siviller hakkındaki düşünceleri değişmeyen, Roma dış mahallesinden iki subay, Binbaşı Potel ile Yüzbaşı Renard, yine de Maxence Gilet'nin dostu oldu; Binbaşı Mignonnet ile Yüzbaşı Carpentier ise, Max'ın tutumunu şerefli bir insana yaraşır bulmayarak burjuvazinin yanını tuttular.
Ufak tefek, cılız, pek ağırbaşlı bir adam olan Binbaşı Mignonnet buhar makinesinin çözülmesi gereken sorunlarıyla uğraştı, Mösyö ve Madam Carpentier ile dostluk kurarak mütevazı bir şekilde yaşadı. Hoş davranışları ve bilimsel uğraşları sayesinde bütün kentin saygısını kazandı. Bu yüzden Mösyö Mignonnet ile Mösyö Carpentier'nin, Binbaşı Potel'den, Yüzbaşı Renard ile Yüzbaşı Maxence'tan, ayrıca askerce davranışlarını ve imparatorluğun genel tutumunu sürdürmekte olan Askeri Gazino'nun müdavimlerden bambaşka kişiler oldukları söyleniyordu.
Madam Bridau Issoudun'e yeniden geldiği sırada Max burjuva dünyasından dışlanmıştı. Bu adam, zaten Kulüp denilen Sosyete'de hiç görünmeyerek ve bütün Issoudun'ün en kibar genci, en iyi giyineni olmasına, burada büyük bir masraf yapıp istisnai olarak bir ata da sahip bulunmasına karşın –ki bu, Venedik'te Lord Byron'ın bir at satın alması kadar tuhaf bir şeydir–, karşılaştığı bu üzüntü verici kınamadan hiçbir zaman yakınmayarak kendi cezasını kendi eliyle verdi. Yoksul ve çaresiz iken, Maxence'ın nasıl Issoudun'ün kibarları arasında revaçta bir kişi durumuna geldiği birazdan görülecek, çünkü onun korkak ya da dindar insanlar tarafından küçümsenmesine yol açan utanç verici yetenekler Agathe ile Joseph'i Issoudun'e getiren çıkarlara bağlı. Davranışlarındaki aşırılığa, yüzünün ifadesine bakıldığında, Max kamuoyuna pek az aldırıyormuş gibi görünüyordu; kuşkusuz bir gün öcünü almayı, hatta kendisini küçümseyenlere egemen olmayı düşünüyordu. Zaten burjuvazi Max'ı küçümsüyorsa da, karakterinin halkta uyandırdığı hayranlık bu düşünceyi dengeliyordu; yürekliliği, heybetli görünüşü, kararlılığı halkın hoşuna gidiyor olmalıydı. Halkın zaten onun ahlakının bozukluğundan haberi yoktu, burjuvalar bile bu bozukluktan tam olarak kuşkulanmıyorlardı. Max, Issoudun'de neredeyse Perth'li Güzel Kız[47] adlı romandaki demirci rolünü oynuyordu, burada Bonapartçılığın ve muhalefetin şampiyonuydu. Önemli durumlarda Perth'li burjuvaların Smith'e güvendikleri kadar ona güveniyorlardı. Bir olay Yüz Gün[48] kahramanını ve kurbanını özellikle ortaya çıkardı.
1819'da, Kırmızı Ev'den[49] ayrılan kralcı subayların komutasında bir tabur karargâh kurmak üzere Bourges'a giderken Issoudun'den geçti. Issoudun gibi anayasa yanlısı bir kentte ne yapacaklarını bilmeyen subaylar zaman geçirmek için Askeri Gazino'ya gittiler. Bütün taşra kentlerinde bir askeri gazino vardır. Surun bir köşesinde, Armes Meydanı'nda bulunan, eski bir subayın dul eşinin işlettiği Issoudun Gazinosu doğal olarak kentin Bonapartçıları ve yarım aylık alan, ordudan ayrılmış subaylar ya da Max'ın fikirlerini paylaşan ve kentin anlayışının İmparator'a olan sevgilerini ifade etmelerine izin verdiği kimseler için bir kulüptü. 1816'dan başlayarak, Issoudun'de her yıl Napoléon'un taç giymesinin yıldönümünü kutlamak için bir yemek verildi.
Gazinoya gelen ilk üç kralcı subay gazeteleri istedi, la Quotidienne, le Drapeau Blanc adlı gazeteleri de özellikle belirttiler. Issoudun'deki genel düşüncede, hele Askeri Gazino'nun düşüncesinde kralcı gazetelere hiç yer yoktu. Gazinoda yalnızca le Commerce adlı gazete bulunuyordu ki bu ad, bir yargı kararı ile yasaklanan le Constitutionnel gazetesinin adının yerine birkaç yıl boyunca zorunlu olarak kullanıldı. Ancak, bu adla ilk yayımlandığında başyazısı şu sözlerle başlıyordu: "Le Commerce esas olarak le Constitutionnel'dir." Gazete le Constitutionnel adıyla anılmaya devam ediliyordu. Bütün aboneler muhalefet ve muziplik yüklü cinası anladılar, bu cinasla onlardan başlığa dikkat etmemeleri rica ediliyordu, çünkü görünen köy, kılavuz istemezdi. Şişman kadın tezgâhının üst tarafından kralcılara istedikleri gazetelerin olmadığını söyledi.
"Öyleyse hangi gazeteleri alıyorsunuz?" dedi subaylardan biri, bir yüzbaşı.
Mavi ceketli ve kaba bezden bir önlük takmış, ufak tefek bir genç olan garson Le Commerce gazetesini getirdi.
"Oo! Gazeteniz bu demek, başka yok mu?"
– Hayır, dedi garson, tek gazetemiz bu.
Yüzbaşı muhalefetin gazetesini paramparça ederek yere atıyor, üstüne tükürürken de şöyle diyor:
"Dominoları getirin!"
Anayasa yanlısı muhalefete, ayrıca bildiğiniz cesaret ve düşünceyle rahiplere saldıran bu pek kutsal gazetenin kişiliğinde liberalizme yapılan bu hakaretin haberi on dakika içinde sokakları dolaşıp, ışık gibi evlere yayıldı, herkes bunu birbirine anlattı. Şu söz bütün ağızlardan aynı anda çıktı:
"Max'a haber verelim!"
Max çok geçmeden olayı öğrendi. Subaylar henüz domino partilerini bitirmemişlerdi ki Max, yanında Binbaşı Potel ve Yüzbaşı Renard olduğu halde, gazinoya girdi; ardında da bu serüvenin sonunu görmeyi merak eden ve neredeyse tümü Armes Meydanı'nda toplanan otuz genç vardı.
"Garson, gazetem nerede?" dedi tatlı bir sesle Max. Bu sırada küçük bir komedi oynandı. Şişko kadın, çekingen ve uzlaştırıcı bir tavırla,
"Yüzbaşına, onu ödünç verdim" dedi.
Max'ın dostlarından biri, "Gidip getirin onu!" diye bağırdı.
"Bu gazeteden vazgeçemez misiniz?" dedi garson, "Artık elimizde yok."
Genç subaylar gülüyor ve burjuvalara gizlice bakıyorlardı.
"Yırtıldı o!.." diye bağırdı kentten bir genç, kralcı genç yüzbaşının ayaklarının dibine bakarak.
"Peki onu yırtmaya kim cüret etti?" diye sordu Max gürleyen bir sesle, gözleri çakmak çakmak, kollarını kavuşturup ayağa kalkarak.
"Hem üstüne de tükürdük" dedi üç genç subay, ayağa kalkıp Max'a bakarak.
"Tüm kente hakaret ettiniz" dedi mosmor kesilen Max.
"Ee, ne olacak?.." dedi subayların en genci.
Max, bu gençlerin kestiremeyeceği bir ustalık, bir cesaret ve bir çabuklukla önde duran ilk subaya iki tokat aşk ederek şöyle dedi:
"Fransızcadan anlar mısınız?"
Frapesle Yolu'nda üçe üç olmak üzere dövüşmeye gittiler. Potel ile Renard, Maxence Gilet'nin tek başına bu subaylardan öç almasına izin vermek istemediler. Max kendisine düşen subayı öldürdü. Binbaşı Potel ise kendisininkini öyle ağır şekilde yaraladı ki, iyi aile çocuğu olan zavallı, kaldırıldığı hastanede ertesi gün öldü. Üçüncüye gelince, bir kılıç darbesiyle paçayı kurtardı ve hasmı Yüzbaşı Renard'ı yaraladı. Tabur geceleyin Bourges'a gitti.
Le Berry'de yankı uyandıran bu olay Maxence Gilet'yi kesin olarak kahraman yaptı. Tümü genç, en yaşlısı yirmi beş yaşını bulmamış Aylak Şövalyeler Maxence'a hayrandı. İçlerinden kimileri, ailelerinin Max'a namusluluk taslamalarını ve sertlik göstermelerini paylaşmak şöyle dursun, onun durumuna imreniyor ve onu çok başarılı buluyorlardı. Tarikat, böyle bir şefin yönetiminde şaşılacak işler yaptı. 1817 Ocak ayından başlayarak, kentin yeni bir oyunla heyecanlanmadığı hafta geçmedi. Max, şeref sorunu sayıp, şövalyelerden kimi koşullar istedi. Tüzükler yayımlandı. Bu şeytanlar Amoros'un[50] öğrencileri kadar çevik, çaylaklar kadar atılgan, bütün çalışmalarda usta, kötülükçüler kadar güçlü ve becerikli oldular. Damlara tırmanmakta, evlere çıkmakta, sıçramakta, gürültü yapmadan yürümekte, alçıları bozmakta ve kapıların kullanılmasını engellemekte becerilerini geliştirdiler. İpler, merdivenler, gereçler, iğreti kıyafetler dolu bir ambarları vardı. Bu yüzden Aylak Şövalyeler oynadıkları oyunların yalnızca uygulamasında değil, kuramında da kötülüğün tam bir ideal düzeyine vardılar. Sonunda, vaktiyle Panurge'ü[51] o denli neşelendiren, gülmelere yol açan ve kurbanı şikâyet edemeyecek derecede gülünç duruma sokan kötülük dehasına sahip oldular. Bu iyi aile çocuklarının evlerinde zaten suç işlemeleri için yararlı bilgiler sağlayan casusları vardı.
Çok soğuk bir havada, her biri şeytanın ta kendisi olan bu çocuklar salondaki bir sobayı güzelce avluya taşıyıp içine odun dolduruyorlardı, böylece sobanın ateşi sabaha kadar sönmüyordu. Bunun üzerine bütün kent mösyö falancanın (bir cimri!) avlusunu ısıtmaya çalıştığını öğreniyordu.
Kimi zaman tümü, kentin iki anayolu olan ve enlemesine birçok küçük sokağın açıldığı Anacadde'de ya da Basse Sokağı'nda pusuya yatıyordu. Her biri, bu küçük sokaklardan birinin başında, bir duvarın köşesinde, başı rüzgâr yönünde büzülüp saklanıyor, sonra insanların ilk uykularının ortasında, kenti bir ucundan öteki ucuna kadar kat ederek, şaşakalmış gibi evlere doğru şöyle bağırıyorlardı:
"Yahu, ne oluyor? Ne oluyor?"
Yinelenen bu sorular burjuvaları uyandırıyor, onlar da sırtlarında gömlek ve başlarında takkeyle, ellerinde bir ışık, birbirlerine sorular sorarak, çok garip tartışmalar yaparak, yüzlerinde çok tuhaf ifadelerle ortalığa çıkıyorlardı.
Şeytanlara inanan, çok yaşlı, zavallı bir ciltçi vardı. Neredeyse bütün taşra zanaatçıları gibi o da basık, küçük bir dükkânda çalışıyordu. Şeytan kılığına giren şövalyeler gece dükkânına baskın yaparak, adamı kırpıntı sandığına koyup, avazı çıktığı kadar bağırır durumda, tek başına bırakıyorlardı. Zavallı adam komşularını uyandırıyor, onlara şeytanların ortaya çıktıklarını anlatıyor, ama komşular onu yanılgısından kurtaramıyorlardı. Bu ciltçi az kalsın delirecekti.
Sert geçen bir kışın ortasında, şövalyeler vergi müdürünün çalışma odasındaki şömineyi yıkıp bir gecede, gürültü çıkarmadan, çalışmalarından en ufak bir iz bırakmadan, tümüyle benzeri bir yenisini yaptılar. Bu yeni şömine içinden bütün daireyi dumana boğacak şekilde ayarlanmıştı. Müdür, o kadar iyi çalışan, o kadar memnun olduğu şöminesinin neden ona bu oyunu oynadığını keşfedinceye kadar iki ay çile çekmek ve sonunda şömineyi tekrar yaptırmak zorunda kaldı.
Şövalyeler bir gün Madam Hochon'un dostu olan yaşlı, dindar bir kadının şöminesinin içine kükürde bulanmış üç demet saman ve yağlı kâğıtlar koydular. Sabahleyin, dingin ve uysal bir insan olan zavallı kadın, şöminesini tutuştururken, bir volkanı tutuşturduğunu sandı. İtfaiyeciler geldi, bütün kent oraya koştu, itfaiyeciler arasında birkaç aylak şövalye de bulunuyordu, bunlar yaşlı kadının evini su içinde bıraktılar; ona yangın korkusunu yaşattıkları gibi, suda boğulma korkusunu da yaşattılar. Korkudan hasta oldu kadın.
Birine bütün geceyi silahlı olarak ve korkunç kaygılar içinde geçirtmek istediklerinde, adama imzasız bir mektup yazıp soyulacağını haber veriyorlar, sonra da ıslık çalarak birbirlerine seslenip birer birer adamın evinin duvarları ya da pencereleri boyunca yürüyorlardı.
Doğrusu pek hoş oyunlarından biri uzun süre kenti eğlendirdi, hâlâ da anlatılıyor; bu oyun şöyleydi: Önemli bir miras bırakacak olan çok cimri, yaşlı bir kadının bütün vârislerine birer kısa mektup gönderilerek kadının öldüğü bildirilmiş ve mirasın dağılımı ile ilgili zarfın kapatılacağı saatte mutlaka noterde bulunmaya çağrılmışlardı. Vatan'dan, Saint-Florent'dan, Vierzon'dan ve bunların çevrelerinden, tümü yas kılığı içinde, ama oldukça da neşeli, evli erkekler karılarıyla, dul kadınlar oğullarıyla, çocuklar babalarıyla, kimileri üstü kapalı, iki tekerlekli hafif arabalar, kimileri sorgun ağacından, körüklü gezinti arabaları, kimileri iki tekerlekli kötü yük arabaları içinde, yaklaşık seksen kişi geldi. Yaşlı kadının hizmetçisi ile ilk gelenler arasındaki tartışmaları, sonra da noterlere yapılan başvuruları bir gözünüzün önüne getirin! Sanki Issoudun'de bir ayaklanma olmuştu.
Sonunda bir gün kaymakam, böyle şakaları yapmaya kimlerin cüret ettiklerini öğrenmek olanaksız olduğu için bu durumun daha da dayanılmaz olduğunu düşündü. Kuşkular elbette gençler üzerinde toplanıyordu; ama o zaman Ulusal Muhafız Birliği Issoudun'de tümüyle isimden ibaretti, garnizon yoktu, jandarma komutanının yanında ancak sekiz jandarması vardı, devriye gezdiremiyordu; bu yüzden kanıt toplamak olanaksızdı. Kaymakam Kara Liste'ye alındı ve hemen En Çok Nefret Edilen Adam oldu. Bu devlet memurunun sabah kahvaltısında iki taze yumurta yeme alışkanlığı vardı. Evinin avlusunda tavuk yetiştiriyor ve hep taze yumurta yeme gibi tuhaf merakına bu yumurtaları kendi başına pişirme gibi tuhaf merakını da ekliyordu. Ona göre ne karısı ne hizmetçisi, hiç kimse, gerektiği gibi yumurta pişirmeyi bilmiyordu; saatine bakıyor ve bu konuda herkesten üstün olmakla övünüyordu. Yumurtalarını iki yıldır kendisine bir sürü şaka yapılmasını gerektirecek ölçüde başarıyla pişiriyordu. Bir ay boyunca her gece tavuklarının yumurtaları çalınıp yerlerine lop yumurtalar bırakıldı. Kaymakam bu işe şaşırıp kaldı ve Yumurtalı Kaymakam ününü yitirdi. Sonunda başka türlü kahvaltı etmeye başladı. Ama oyunlarını çok iyi oynayan Aylak Şövalyeler'den hiç kuşkulanmadı. Max adamın soba borularını her gece çok pis kokan bir yağla yağlamayı icat etti, öyle ki evde durmak olanaksız oluyordu. Bu da yetmedi: Bir gün kilisede ayine gitmek isteyen karısı şalından vazgeçmek zorunda kaldı, çünkü şalın iç tarafına çok yapışkan bir madde sürülmüştü. Kaymakam yerinin değiştirilmesini istedi. Bu devlet memurunun ödlekliği ve boyun eğişi sayesinde, Aylak Şövalyeler'in tuhaf ve gizli otoritesi kesin olarak kurulmuş oldu.
---
DİPNOTLAR:
[44] Kötü Çocuklar: Royer ve Barbier'nin yazdığı, 1830'da yayımlanmış, 16. yüzyılda bir gençlik çetesinin yaptıklarını anlatan bir romana gönderme.
[45] Trastevere: İmparator Augustus'un başkente kattığı bir halk mahallesi olan Trastevere'ye gönderme.
[46] Demir Çorap: Amerikalı yazar Fenimore Cooper'ın (1789-1851) "Çayır" ve "Mohikanların Sonuncusu" adlı romanlarının kahramanı Demir Çorap'a gönderme.
[47] Perth'li Güzel Kız: Walter Scott'ın "The Fair Maid of Perth" adlı romanına gönderme.
[48] Yüz Gün: Napoléon'un Elbe Adası'ndan dönüp (20 Mart 1815) Paris'e gelişinden ikinci kez tahttan feragat edişine (22 Haziran) kadar süren son saltanat dönemine verilen ad.
[49] Kırmızı Ev: Krala bağlı askeri birliklerin, özellikle soylulardan oluşan bir bölümüne verilen ad.
[50] Amoros: 1814'te Fransa'ya sığınıp burada büyük sükse yapan, jimnastik okulları açan İspanyol subayı Don Francisco Amoros y Ondeano'ya gönderme.
[51] Panurge: Fransız yazar Rabelais'nin (1494-1553) ünlü roman kahramanlarından biri.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro