MASKELİ BALO CEMİYETİ- I
Ben, bana arkasını dönenlerin sırtına tebessüm eden bir yüz çizip,
o yapmacık gülümsemeye bakarak kahkahalar savuran bir insanım...
Garip bir şeydir aslında mutluluk... Aramaya kalksanız hiç tereddütsüz hayatın her noktasında karşınızda bulabileceğiniz, Yaradanın cömertlik edip size lütfettiği en değerli mucizedir. Bazen bir çocuğun dudaklarının yukarıya doğru kıvrılan kısmından el sallar size. Bazen saçlarınızın bir tek telinden düşen yağmur damlasına saklanır sansürlü silueti. Bazense hiç bakmaktan bıkmayacağınız, tanık olmaktan usanmayacağınız gözlerdeki tek bir harede gizlidir bedensiz ruhu.
Ufacık şeylerin arasına tutam tutam serpiştirilmiştir aslında. Bir yemeğin anne emeğindeki lezzeti, bir bisikletin baba desteği sonucunda sağlanan dengesi, kimi zamanda bir kardeş didişmesinde kırılan bir oyuncağın bıraktığı dolu dolu gözlerde...
Ufacık şeylerden mutlu olmayı bilmeli insan. Pandomim sanatçılarının yüzündeki makyaj kadar sahtedir insanlar. Bembeyaz, ruhsuz bir ifadede gizlidir bütün gerçekler. O makyajın ardındaki saklı tendeki kadar yapmacıktır herkes. Gerçek renginizi kamufle eder o kireç gibi boya. Bronz bir yüz, buğday tenli bir suret veya marsık gibi bir sima... Gerçek anlamda o makyaj silindikten sonra anlaşılır işin asıl rengi. Bırakın herkes kendi sahnesinde oynasın; nasıl olsa senaryoyu siz yazıyorsunuz.
Mutluluk... Asıl mutluluğu bir arabanın ambleminde; asıl neşeyi bir villanın altın varaklı koltuklarında; asıl hayatı boş beleş savruşturulmuş paralarda bulan insanlardan da yoksun değildir hayat. Belki dünyanın çok azlık bir paydasını zenginlerin hacmi kaplıyor olabilir ama; büyük bir kısmını da onların gözlerini köreltip baktıkları, büyük bir tiksinti ve küçümseyici bakışlarıyla öldürdükleri insanlar oluşturuyor. Bu gözlerini görmemeye yeminledikleri kesim olmadan, resmî belgelerle kanıtlamış bulundukları finans gücünü elde edemeyecek kadar da acizdirler.
Kırmamak için önünde eğildiğim ilk insan kafamı kılıçtan geçirip kopardı. Bu yüzden kafasız bir bedenle kaybedeceklerimin hesabını yapamıyorum. Aciz olduğum şeyleri bana katilim bahşetti.
Saçlarıma sağ elimi daldırdım ve parmaklarımın arasından damlayan suyu enseme doladığım havluyla sildim. Taradığım saçlarım, tarağın dişlerinin arasındaki mesafelerin inceliğinde tel tel olurken, aynanın karşısına geçip gözlerimdeki beliren kırmızı damarlara ve beyaz kısmının hafif pembemsi bir tonla kucaklaşmasına baktım. Annemin attığı tokadın izi kendini daha da belli ederken, dudaklarım yukarıya doğru kıvrılıp acı bir tebessüme ev sahipliği yaptı.
Ellerim istem dışı yanağımdaki izde parmaklarımın aracılığıyla turluyordu. Parmaklarım yüzümdeki bu damganın üzerine biraz daha yüklenmekte çok gecikmedi. İz vardı ama üstüne basınç uygulayınca canım acımıyordu. Sadece biraz önce banyoda sıcak suyun altında haşladığım bedenim yanıyordu. Yüzüm, ellerim, gövdem, bacaklarım, gözlerim bile nasibini almıştı bu küçük kıyametten.
Gözlerim hafiften tekrar dolarken, odam önüme büyüteç tutulmuş gibi bombeli bir görünüme kavuşmuş, bulanıklaşıyordu. Kendisini özgür bırakmam için bas bas bağıran damlaya inat gözlerimi tek bir an bile kırpmamaya yeminliydim. Bir an iki parmağımı özgürlük işareti yaparak gözlerime sokup o damlayı kapı içeri etmek istedim. Evet, o tabir 'Kapı dışarı etmek' oluyor ama artık bedenimden çıkacak hiçbir parçayı bilinçli olarak defetmeyecektim. O damlada geldiği gibi geri dönecekti kendi mahzenine.
Son birkaç aydır psikolojik bir savaş verdiğim beynim, büyük bir erozyon yaşayıp tozu dumana katarak yığılmıştı bilinçaltımın ayaklarının dibine. Umutsuzca bir çığlık koparmak istiyordu dudaklarım. Ne yazık ki evi başıma toplayabilecek cesareti bulamıyordu bedenim. Hiç yapmadığım bir şey yapıp, banyo dolabındaki saç kurutma makinesini alarak geçmiştim tekrar ayna karşısına.
Bu sıcak hava üfleyen yapay nefes makinesi en son ne zaman sokulmuştu ki devreye acaba? Gözlerimi kısıp aynadaki yansımama bakıyordum. Bir şeyler düşündüğüm yüzümdeki ifadeden kendini ele veriyordu rahatlıkla. Hafif bir tebessüm dizlerinin üzerinde çökerken dudaklarıma, oturup sohbet etmeye kalmadan tekrardan ayaklanıp gitti. Oysa çay, kahve ikramı yapılacaktı daha. 'Daha karpuz keseciydik.' diyen yaşlı teyzeler kadar samimiydim halbuki.
En son ne zaman çalıştırıldı meçhuldü bu aletin. Ama en son ne zaman bu tür bir mekanizmaya maruz kaldığını çok iyi biliyordu saçlarım. Emre'nin zoruyla oturtulduğum bir kuaför koltuğunda hissetmişti saç diplerim bu Balkanlar'dan gelen sıcak hava dalgalarını. Kuaförün yuvarlak başlı, silindir cismin iğneli dişleriyle çekiştire çekiştire şekillendirdiği saçlarım, o gün beni çok havalı, zengin kesiminin deyimiyle 'cool' bir havaya kuşandırmıştı. Hiç istememiştim o geceye gitmeyi; ama erkek arkadaşım Emre'nin trip bombardımanına maruz kalmayı daha fazla kaldırmadığından kafam, kabul etmiştim.
İşte bir mecburiyet çukuruna daha düşmüştüm. Ağzım-yüzüm toz toprak içinde, üstüm-başım batmış bir halde yine annemin uzattığı elle kurtulmuştum o çamur deryasından. Yine annemden başka kimse bakmaya tenezzül etmemişti suratsız yüzüme. Babamın olmadığını bilmek yetiyordu delirmeme zaten. Bu eziyete katlanmamın tek gerekçesi sevildiğimi tam anlamıyla hissetmemdi. Aciz miyim? Veya yoksun... Belki de evet. Ama acınacak bir durumda mıyım? Tabiki de hayır! Kimsenin bana acıyabileceği bir konumda değilim, olduğumu da düşünmüyorum zaten.
Yaşıtlarımın birçoğu şu aşk denilen duyguyu tanıdığı her erkeğe ütüleyip, kırışıksız bir gömlek gibi yakıştırırken, sanki her görüştüğü erkekte ilk defa böyle bir duygu tatmışçasına görgüsüz manyaklar gibi üstüne atlarken, bana kimsenin acıyabileceğini düşünmüyorum.
Elimde kalan son ilgi kırıntısını da kuşlara yem edemezdim. Öylece ortada hiçbir neden yokken bana değer veren, benim bu dünyada nefes alan birçok insandan birisi olduğumu gerçek anlamda hatırlatan tek insandan da böyle aptal bir gerekçeyle vazgeçemezdim. Bu yüzden gözlerimi köreltip, kulaklarımı tıkayarak Azrail'in Anlaşmalı Hocası'nın cehenneminde bir günlüğüne yanmaya razı oldum. Kendimi mecbur ve de borçlu hissediyordum. Bana yaptığı onca iyilikten sonra istediği tek şeyi geri çeviremezdim. Sevgilisini yanında istemesi gayet de en doğal hakkıydı.
Sonbahar mevsimine girmiş sayılırdık. Havadaki bulutların gözleri bazen doluyor, ağlamaklı bir hüzünle ıslattığı İstanbul sokaklarını gözyaşlarının bereketiyle taçlandırıyordu. Bazen ışıl ışıl gözlerle güneşinin ılık yüzüyle ödüllendiriyordu üzdüğü bu şehrin yerlilerini. Bazense ağlamakla gülmek arasında bir arafta bırakıyordu bizi. O günlerde birkaç haftadır hava gayet güzel gidiyordu. Gökyüzü henüz kapılarını kışa kıyamete açmamakta inat ediyordu ama; ne yazık ki akşamları tüyleri diken diken eden bir ürpertiyle karşılıyordu bizleri. Sinsi sinsi bir soğuk hipnoz ediyordu gözeneklerimize.
Yanılmıyorsam dört ay önce falandı. Yaşadıklarım komiklik derecesini ilk gün ki gibi hala koruyor olmasına rağmen, kendimi rezil etmeyi gayet güzel başarmıştım. Her ne kadar şimdi bir kahkaha atmaya meyillensemde, içimdeki olgun kadın bu yaşadıklarımı yüzü kızararak ve büyük bir utanç olarak görüyordu.
Yatağımda büyük bir rahatlıkla uyuyordum. Üzerimdeki ince örtüyü hava her ne kadar sıcak olsa da bedenime sıtmaya tutulmuş bir hasta gibi dolamışken, yatağımın sol tarafındaki komodinin üzerinde duran telefonuma gelen mesaj sesiyle uyanır gibi oldum. Gözlerimi aralayıp sanki aramızda kilometreler varmış gibi uzanmaya üşendiğim telefona oflayarak baktım. Gözümün kesmediği bir yerdeydi ve ben içimdeki tembel küçük çocuğun 'Aman boş versene!' ihtarıyla, zaten yine yatağa gömülmeye dünden hazır bedenimi tekrardan eski pozisyonuna getirdim.
Biraz terlemiştim ama üzerime bir şey örtmeden asla uyuyamazdım. Garip bir takıntıydı benimki. Kendimi bildim bileli üstüme sanki böcek sürüleri çullanacakmış hissini asla atamazdım üzerimden. Telefon tekrar öttü. Tekrardan umursamadım. Kesin şu reklam kampanyalarının boş boğaz mesajlarından birisiydi yine. Uykum kaçmaya yer arıyordu zaten. Kaşla göz arasında göz kapaklarımdan sızıp buhar oluyordu yavaştan. Kendisini havayla harmanlayıp güneş ışınlarını aracılık ettirerek, birazcıkta olsa hayata karışmam gerektiğinin sinyallerini veriyordu. Odadaki oksijenle etkileşime giren uykum, nefesimi içime çekmemle tekrardan bedenime dönüyor, kulağıma havanın güzelliğini fısıldıyordu.
Bugün böylece uyuyacaktım. Uykusuzluktan ve yorgunluktan vücudum ayakta uyuyordu resmen. Yürüyen ölüden farksızdım. Gece vardiyasında çalışan bir işçiden beni ayıran hiçbir özelliğimin olmadığı kesinlikle doğruydu. Gündüzlerimi boş boş yatakta uçsuz bucaksız bir karanlığa gözlerimi hapsederek geçiriyordum. Gökyüzünün yaşam belirtilerini ışık pigmentlerini gözlerime hapsettiği vakitlerde, kendimi uykunun zehirleyen kollarına emanet ederek mahvediyor, gecelerimi ise gözlerimle büyük bir kafes dövüşüne tutuşarak geçiriyordum. Adaletsiz bir eşleşmeydi benim verdiğim düello.
Dünyanın bütün sorunları üzerime çullanıyordu ve beynimi pert eden bir çekişme sonucunda; seksen yaşında bir kalp ile elden ayaktan düşmüş bir beyinle karşı karşıya kalıyordum. Bu hastalığın bu kadar yorması çok iyi değil insanı. İsmi bile insanı seri katil moduna sokabiliyor. "Sürmenaj"... İlaçsız bir hastalık... İnsan yine kendi kendisinin doktoru... Yetmiyormuş gibi yaşadıklarının yanında, yaşayamadıklarının oluşturduğu koskoca bir imrenti yanardağı...
Bu yanardağın en büyük hammaddesi gözlerimin önünde olup biten ve benim asla yaşayamayacağım güzel şeylerin, birer birer lav yağmurlarına katkısız, katışıksız bir şekilde harmanlanmasıydı aslında. İmrendiğim her şey, büyük bir özenme duygusuyla omuzlarım çökük, beynim bütün yetilerini sonlandırmış vaziyette, uçan balonda depolanmış helyum gazı kadar uçucuydu. Balona hükmedemeyerek ağzına bağladığım, ellerimde saltanatını ilan eden ip, ufak bir bıçak darbesi sonucu koptu ve balon hiç ardına bakmadan özgürlüğünü ifşa etti.
Bir yerden sonra usanmışlığın damağımda bıraktığı acı tat tam dağılmaya yüz tutmuştu ki, bu hastalığın genzime püskürttüğü zehir beni hayattaki her şeyden ister istemez soyutladı. Daha önceleri büyük bir mahkumiyet duygusuyla boğuştuğum bilinçaltım, sonraları yenilgiyi çabucak kabullenip bütün gardını tükenmişlik hissiyle indirdi. Önceleri kendimi korumaya alarak ıssız bir odaya zulaladığım demirden savunma araçlarım, odadaki nemden ötürü paslanmış, işlev göremez hale gelmişti. Şu meşhur atasözünün burada tekerrür etmesi, zamanın asla aynı şeyi bir daha tekrarlamadığı gerçeğini bütün delilleriyle yok ediyordu. 'Çalışan demir paslanmaz...' Bu muydu gerçekten ifade ettiği anlam? İçinde bulunduğum duruma ayna tutan kısa ve en öz tek cevap bu olsa gerekti.
Kendimi bu hastalıkla sıfatlandırmaya henüz elverişli değilim. Beynim fazlasıyla bitkin. Nasıl bu noktaya geldiğim hakkında zerre fikrim yok ama; işte vücudumu ele geçiriyor ve beni taşıyabileceğimden fazla yükün altına sokuyordu. Bu misyonu yüklenebildiğimi pek sanmıyorum ama ben kendi irademle kabul etmezsem, ilkel bir yöntemle beni istila edecekti. İntihar gibi...
Daha ciddi boyutlara ulaşmaması için kendimi meşgul edebilecek meşgaleler bulmaya odaklanmam gerekiyordu. Bende asıl çözümü kalbimi ve beynimi birilerine bağlamakta buldum. Başarılı olabildim mi? Belki de hayır ama az da olsa tesirini gördüm. Sevilmek hissi dünya üzerinde seçilmiş yedi harikadan daha da harika. Bende doktorumun önerisine kulak vererek, hayatımdaki boş bırakılan soruların cevaplarını, kalbimi ve beynimi gerçek anlamda dinlendirecek birilerinde buldum.
Belki birçok kişiye göre çok saçma geliyor olabilir ama asıl bu hastalığın sakinleri gayet iyi anlamıştır beni. Farklı bir zihniyete sahibiz biz. Bütün dünyadan soyutlanmış gibi, sanki herkesten ayrı bir kulvarda yarışan sporcular gibi. Konuşmak kadar basit bir aktiviteyi bile çok büyük bir ağırlık olarak görürüz. Bu yüzden asosyal olduğum doğrultusunda karakterime uzanan suçlamaları, büyük bir memnuniyetsizlikle kabul ediyorum.
Emre'nin beni elimden tutup insanların içine çekmek yerine, arkama geçip itmesi bedenimi ve aklımı istem dışı bir dengesizliğe sürükledi. Elim ayağıma dolaşırken ne yapacağımı tam kestiremediğimden, düştüğüm maskeli balo cemiyetinin içinde dizlerimin üzerine çökmüş bir halde öylece kaldım.
Genellikle yatağın sağ tarafında sağıma dönük halde, kendimi kucağıma aldığım yastığa sıkı sıkı sarılıp toplayarak uyurdum. Cenin pozisyonunda uyumak ideal seçimim olmuştur her zaman. Uyurken bile fazla sakin bir dünyaya sahip olduğumdan, üstüne yattığım kısmım sanki karıncaların yiyecek bulup, üzerini istila etme girişimini andıran bir hal alıyordu. Uyuşan yerim karıncalanıyordu.
Vücudumu gömdüğüm yatağım, olay yeri inceleme ekiplerinin cesetlerin yerdeki yatış durumunu tebeşirle çerçevelemesini andıran bir görüntüye benziyordu. Yatış pozisyonum yataktaki delillerini her gün hemen hemen aynı yere bırakıyordu. Gececi işçi bedenim gece de büyük bir enerji tufanıyla uyanıyordu. Bilgisayar başından geç kalkmıştım yine. Kafamın içinde boğuşan düşünce yüklü eşekleri defetmek adına saat ikiye kadar yayıldığım çalışma masamın sandalyesi, ona bu kadar yüklenmemi lanet ederek protesto ediyordu resmen. Üzerine oturduğumda çıkardığı garip sesler ve kesik çığlıklar tamda bu tezimi açıklar nitelikteydi. Ne yazık ki bu son 1,5 senedir falan bu huyumu az çok terketmiştim çünkü; kazanmam gereken bir üniversite vardı. Çalışmalara yarım sene önceden başlamıştım. Bunun en büyük gerekçesi açıköğretim okuduğumdan ötürü bilgi açığımın olmasıydı.
Kitaplara büyük bir ihtirasla yüklenmem, gözlerimi ve beynimi fazlasıyla yoruyordu. Zihnim, gece uyuduktan sonra bilinçaltına aldığı her şeyi kabus gibi, daha doğrusu bir karabasanı aratmayacak şekilde hayal sahnemde ayaküstü saçma sapan bir senaryoyla perdeliyordu. Gözlerimin önünde cirit atan harfler, kelimeler, rakamlar, tarihler, savaşlar, fırçalar, boyalar... Daha bir sürü ders erzakları...
Bu ne menem olduğu belli olmayan zerzevatları yemek hazımsızlık yapıyordu zihnimde. Sindiremiyor beynim bu bilgi denilen genelkültür dağarcığındaki yiyecekleri. Sorular, şıklar gözlerimin önünde kanatlanıp uçuyordu resmen. Gerektiği kadar çalışıp, üniversite sınavına yakın bir zamanda yetenek sınavları için resim eğitimi alacaktım. Yani annemin bana bu yönde verdiği bir söz vardı.
Göz kapaklarımdan sessiz adımlarla, parmaklarının ucunda yürüyerek firar eden uykumu yakasından tutup evine sokmak istedim ama çoktan elimden kaçtı. Kirpiklerim titrek titrek, utana sıkıla birbirine kenetlediği kollarını ayırırken, güneş ışınlarının bombardımanına tutulduğundan tekrar birbirine geçti. Gözlerimi kısıp, bu defa daha tedbirli olarak yavaş yavaş açtım kapılarımı. Kamaşan gözlerimin önünde gezen siyah, belli belirsiz şekilleri biraz bekleyerek dağıtmak istedim ama; kahretsin ki çoktan tekrar karanlığa teslim etti mat parlaklığını.
Telefonum üçüncü defa öttüğünde yüzümdeki iki tembel cismi tekrardan hareketlendirip açmıştım. Bu defa merak kazanacaktı galiba. Kirpiklerimin diplerindeki beyaz noktaları ellerimi yumruk yapıp gözlerime götürerek, ovuşturup duman ettim. Üzerimdeki açık mavi ince örtüyü sol elimle bedenimden soyutladım. Dişlerimi sıkarak yatağımda doğrulup, kendimi yüzüstü çevirdim.
Ben yatağın sağ tarafındaydım ama telefon sol taraftaki komodinin üzerinde yerini almıştı. Yüzüstü uzanmış halde, sağ bacağımı yataktan destek alarak beni biraz öne itecek şekilde kırıp, parmak uçlarımda gerindim. Sol elimi komodine büyük bir efor sarfederek uzatmayı başardım. Keyifsiz bir ifadeyle, telefonumu komodin zemininde sürükleyerek yatağa düşürmeyi büyük bir zafer nidasıyla karşıladım.
Sağ avucuma aldığım telefonun daire şeklindeki açma tuşuna baş parmağımla basınç uygulamamla karanlık ekran aydınlandı. Saat 09:18'i gösteriyordu. Ekran kilidini açıp, mesaj bölümüne büyük bir kitlenin talebiyle uğramaya karar verdim. Aksi takdirde; içimdeki meraklı sokak karıları tarafından linç edilme lüksümü kullanmak mecburiyetinde kalabilirdim. Mesaj imgesinin üzerindeki kırmızı daire içerisindeki 3 rakamı, beni o yönde ilerlemeye teşvik etti.
Mesajlara girmemle, gelen bildirimlerin asıl sahibinin Emre olduğunu anlamakta pek gecikmedim. Yeşil balon içerisindeki "Günaydın :)" yazan mesajla gözlerimi tavana dikip sabır dilendim. Üstelik yanındaki samimiyetsiz tebessüm ifadesi de cabasıydı. Sağ elimin baş parmağını ekranda yukarıya doğru kaydırıp ikinci mesaja da bir göz atma gereği duydum. "Uyuyor musun hala? :/" dediğinde yatakta tepinmemi tetikleyen sinir reflekslerimi azimle bastırdım. Bu mesajında yanında keyifsiz bir ifade vardı. Parmağımı ekranda yukarıya doğru tekrar kaydırdım. "Hala uyuyor olamazsın!! Seni sahilde bekliyorum. Çabuk gel!!" diye yazmıştı emir kipini cümlenin sonuna çakarak. Kafamdan dumanları çıkara çıkara hazmetmeye çalışıyordum. Bir an 'Gelmiyorum lan!! Ne yapacaksın?' diye yazasım geldi ama bunu uykumun bozulmasının verdiği sinir arbedesine bağışlıyordum. Bu defa cümlesinin sonunda herhangi bir ifade barınmıyordu.
Telefonu iki elimle sımsıkı kavrayıp yatakta yuvarlanarak sırtüstü döndüm. Parmaklarımı mesaj yazma bölümüne götürmek istedim ama kapris yapasım var bugün galiba. Klavyenin gelmesiyle "Tamam... Bir saate oradayım." diyerek harfler üzerinde gezdirdiğim iki elimin baş parmakları, büyük bir tribal enfeksiyona yakalanan beynimin uyarı dürtüsüyle, mesajı silme butonuna sevk olundu. Uykumu alamadığım zaman asabi kabadayıların kimliğine bürünebiliyordum. Elinde tesbih, omuzlarında ceketle gezen maço kıroların suratsız ifadelerini kendime maske ediniyordum.
Gözlerimi sırtüstü uzandığım yatağımda telefonumdan çekiştirip tavana mıhladım. Kollarımı olabildiğince yukarıya doğru gerip, telefonu havada tutan kolon görevini üstlendim. Ne yapmam gerektiği konusunda beynimle laf yarışana girerken, ekran üzerinde beklettiğim baş parmaklarımı avucuma sindirdim. Sağ elimi telefondan çekip darmadağınık olmuş yatak örtüsünün üzerine koydum. Sol elimde duran telefonu da, nereye düştüğüne bakmadan yatakta herhangi bir yere şutladım.
Kol dirseklerimden destek alarak yatakta doğruldum. Oturma pozisyonuna geçerek bacaklarımla bağdaş kurup, yan tarafımda duran telefona yeni keşfettiğim ölüm meleği Azrail bakışlarımı postaladım. Uykumu bozmasına değecek bir nedeni vardır umarım; aksi takdirde özenle törpülediğim tırnaklarımı onun yüzünde bileleyecektim.
Gece geç uyumuştum zaten. Yine düşünmekten neredeyse çıldırma noktasına gelmiştim. Başımı ellerimin arasına alıp ağlama moduna geçmiştim ki, masanın üzerinde duran bilgisayarla beynimde çakan şimşekleri talan edip, direkt bilgisayar kasasına yönelmiştim. Bilgisayar açıldıktan sonra kasanın üzerinde duran kulaklığa uzanmıştım. Çok sevdiğim o adamın bir şarkısını açıp bütün dikkatimi hızlı akan sözlere vermiştim. Sözlerin ne anlam ifade ettiğini kafamda çözümlemeye çalışırken, beynimdeki düşüncelerin bitkisel hayata soktuğu zihnimi az çok hayata döndürmüştüm. Geç uyumamın ödülünü şimdi ise Emre tarafından erken uyandırılarak alıyordum.
Yatakta sürünerek zemine paralel bacaklarımı sarkıttım. Gece uyurken açık bıraktığım saçlarım terden yüzümle bütünleşmişti. Komodinimin alt çekmecesinin kulpuna yönelip, kendime doğru çektim. İçindeki kalp şeklindeki hediye kutusunun içerisinden bir tane tel toka ve lastikli toka alıp, gürültüyle çekmeceyi kapanması için ittim. Kapanırken çıkardığı ses odada ufak çaplı kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı. Ardından tel tokayı ve lastiği dişlerimin arasına alıp iki elimi de perçemime yönlendirdim. Perçemimi tel tokayla kıvırıp toplayarak alnımı biraz soluklandırdım.
Saçlarımı da kafamı aşağıya eğip, tepemde ellerimle topladım. Lastiği iki defa saçımın etrafında çevirip, üçüncü dolayışımda lastik tokayı saçlarımı tam at kuyruğu yapmadan dağınık bir topuz şeklinde öylece bıraktım. Yaptığım topuz sayesinde belime kadar inen saçlardan kendimi kurtararak daha da rahatlattım. Başımı tekrar dikleştirince beynime dolan bütün kan tekrar bedenime yayılırken beni biraz sersemletti. Başım dönmüştü biraz. Kalbim kafamda atıyormuş gibi hissederken istem dışı yüzümü buruşturmuştum.
Uykulu gözlerle ayaklarımı sürükleye sürükleye banyoya gittim. Aynada kendimi dikizledim bir süre. Dudak büküp hüngür hüngür ağlamak istiyordum ama; beni bekleyen sevgilimi sahilde öylece durmaktan dallanıp budaklanmış olarak görmek, isteyeceğim en son şeydi. Çeşme bataryasını yukarıya doğru kaldırıp, ellerimde hissettiğim soğukluğa bünyemi bir süre alıştırarak, daha sonra yüzüme de aynı ürpertiyi benimsettim.
Acele etmem gerekiyordu ama ben uyuşuk uyuşuk hareketlerimi maksimum dereceye köklemekte kararlıydım. Aklımca onu bekleterek cezalandırıyordum. Bataryayı indirip suyu kestim. Havluyu askısından yaka paça çekip alarak yüzümü kuruladım. Tekrar odama döndüğümde havluyu yatağın üzerine fırlattım. Telefon yine öttüğünde, Türk Dil Kurumu'na birkaç yeni argo kelime kazandırmayı da ihmal etmiyordum bu arada.
Dişlerimi birbirine şoklayarak ateş püsküren bakışlarımı telefona çevirdim. Gözlerimi kısıp içimden ona kadar sayarak sakinleşmeye meyillendim ama; ben milyarlara da ulaşsam tepemdeki cinleri defedemeyecektim. Yatağın üzerindeki telefonu büyük bir hiddetle elime geçirdiğimde mesaj bölümünde yine bir Emre vakası baş göstermişti. Mesaja dokunup açtığımda yeşil balon içerisinde "Kahvaltı yapmadan gel beraber bir şeyler yiyelim :)" yazıyordu. Şu sinir bozucu samimiyetsiz yüz ifadelerini göndermeyi kesmiyordu bir türlü. Aman ne güzel. Bende bu sabah uyanmadan önce rüyamda 'Birileri keşke beni bir yere kahvaltı yapmaya götürseydi' diye hayal ediyordum.
'Telefonu duvara fırlat!' diyen şeytanı tabiki de dinlemeyecektim. Çakma Serseri'nin beni dolduruşa getiren mesajlarıyla, güzelim telefonumu duvarla bir etmeye hiç niyetim yoktu. Böylelikle aç karınla dışarıya çıkmam gerektiğini de kendime tembihledikten sonra, klişe tişört ve kot pantolon kombinimi gardroba yönelerek gerçekleştirme eylemine girişmiş bulunuyordum. Gardrop kapaklarını kendime doğru çekerek kendi giysi dünyama ev sahipliği yaptım.
Pantolon raflarından bana el sallayan koyu rengi farketmemle selamına karşılık verdim. Simsiyah bir keten kot pantolonu giymeye uğraşırken, sağ bacağıma geçirdiğim paçasının dar olmasından ötürü, parmaklarımın takılmasıyla pantolonun gazabına uğradım. Ve pat! Mutlu son... Karyola ve gardrop arasındaki dar koridora kalça üstü düşerken, yatağın ahşap kısmına omurgamın üzerini perdeleyen derimin boydan boya sürtünmesiyle, içimden bir yüz kere daha Emre'ye küfürler savurmakta gecikmedim.
"Ulan senin Emre ben var ya... Sırtım gitti lan sırtım!" diye söylenmeye başlamıştım ki, gözlerimi kapatıp sırtımdaki acıya kendimi odakladım.
Sinirlendiğim zaman boğazıma oturan fili, gözlerimi doldurup dişlerimi birbirine monte ederek bastırıyordum. Sinir kontrolümü gayet güzel sağlayabiliyordum. Karşımdaki insana zarar verecek sözler söylemiyordum veya etrafımdaki eşyalara saldırmaya hiç yeltenmiyordum bile. Öfke kontrolü derslerimi yine kendi kendimden almıştım.
Ne kadarlık bir zararım olduğu hakkında zerre fikrim yoktu ama; sırtımdaki yanma hissi beni direkt üzerimdeki atleti çıkarmaya teşvik etmişti. Yerimden üstüne düştüğüm kalçamı sıvazlaya sıvazlaya kalkarken, atletimin sürtündüğü sırtım beni kısık sesli bir inleme yoluna çoktan sevk etmişti. Ellerimle yataktan destek alarak ayaklandım.
Boy aynasının karşısına geçtiğimde beyaz sporcu atletimin arkası, göğüs hizamdan başlayarak bel oyuğuma değin olan kısıma kadar, sırtımın ortasındaki aşağıya uzanan çıkıntıdan ince, kesik kesik kanla döşenmiş bir yol çizmişti. Ufak bir sızlama vardı ve biraz yanma hissinin de eşlik etmesiyle, küçük çocuklar gibi oturup ağlama isteğim beni tetikliyordu. Atletin saçaklarından tutup içinden gövdemi kurtardım. Yüzümü buruşturup içimden Emre'ye ana bacı sövmeyi de ihmal etmiyordum bu arada.
Gönülsüz yaptığım her iş, bir şekilde büyük bir fiyaskoyla noktalanıyordu. Gözlerimi yukarıya doğru dikip secdeye varasım gelmedi değil hani. Dur bakalım daha neler gelecek başına Hayat!
Atletimi çıkardığım için üst tarafım hala çıplaktı. Elimi bel oyuğuma götürüp, 100 kiloluk yaşlı teyzeler gibi paytak paytak yürüyerek tekrar gardrobun önüne geldim. Yine beyaz bir sporcu atleti alarak bedenimi içine geçirdim. Sağ bacağımda tek tarafı yarısına kadar giyinik bulunan pantolonun paçasını, bu defa edindiğim acı tecrübeden ötürü yatağa oturup tamamen bacağımla bütünledim.
Kotun diğer tarafını da giydikten sonra üst tarafımdaki acıyı bir süreliğine yok sayarak, açık mavi bir tişörtü üzerime geçirdim. Son olarak komodinin ikinci çekmecesine doğru yönelip, oradan da beyaz bir patik çorap aldım. Yatağın üzerine oturup sağ bacağımı solun üzerine atarak çorabı ayağıma giydirdim. Aynı işlemi diğer tarafa da uygulayıp sonunda odadan çıkmaya hazırdım. Kendimi önce boy aynasında denetledim. Ayaktan başlayıp boyun kısmıma gelene kadar, sırtımdaki acı dışında üzerimde olumsuz yönde dikkatimi çeken hiçbir şey yoktu. Yani şu kafamı koparıp atsam hiçbir pürüz kalmazdı çünkü; saçım darmadağınık, yüzüm renksiz ve son olarak da bir detay daha yakaladım, çok suratsızım...
Saçlarımı topladığım tokayla bütün bağımı, ilkel bir yöntemle ince lastiğe parmağımı geçirip çekerek kestim. Lastik koparken ses sedadan yoksun odada belli belirsiz bir tını yankılandı. Sağ elimin işaret parmağı, lastiğin kopardığı tiz çığlığın ardından sinsi bir acıya kulaklarını tıkadı. Yanma hissi bir süre sonra terketti parmağımı.
Olabildiğince vücudumu oynatmamaya özen göstererek, kaskatı kesilmiş, dümdüz, ifadesiz bedenimin yönetimini ele geçirmiş bulunan kafamın, rezil görüntüsünü silmek için elimi bel oyuğuma yerleştirip banyo aynasına doğru mekik dokudum. Perçemimi tutsak eden tel tokayı saçlarımdan soyutlayarak tezgahın üzerine bıraktım. Ardından banyo dolabının çekmecesine yöneldim. Çekmeceden silindir başlı saç fırçasını alıp dümdüz olan perçemime alnımı örtecek şekilde hafif bombeli bir hava verdim. Topuz yaptığım saçlarım lastik tokanın kopmasıyla, başı boş kalmış kimsesiz çocuklar gibi virane bir görünüme sahipken, haline acıyıp adam akıllı ortadan ikiye ayırarak elektriklenmiş şeklini düzene soktum.
Yüzüm fazlasıyla renksizdi. Uykusuzluktan çökmüş gözlerim bu rengi kırmızılığıyla patlatıp, gayet güzel kombine etmişti. İçimdeki o meşhur moda yarışmasının jüri üyesini dile getirecek olursam ağız burun yamultarak, sol elimin baş parmağını aşağıya doğru ters çevirip "Bizımla değılsınız!" soğuk esprisini bir de ben yapmak isterim. Durduk yere melun bir sırıtışla aynadaki yansımama göz kırptım. Hala uyumakta inat eden bedenimi dürtüp kendine getirmek adına yüzüme soğuk suyu boca ettim. 'Ne oluyor lan!' diye yerinden sıçrayan içimdeki tembel küçük çocuğu aynada sinir bozucu bir sırıtışla onurlandırdım. Ardından odaya geçip yatağın üzerindeki havluyla yüzümdeki su tabakasını yok ettim. Havluyu tekrar eski yerine kullanıp atılmış mendil gibi havale ederken, rutin işlerimin sıralamasını bozmamaya özen göstererek tekrar banyoya doğru yönümü döndüm.
Tekrar banyoya giden yolu ikinci defa turlayarak geldim. Lavabo tezgahının hemen üstüne yapılmış dolabın kapak kulbuna uzandım ve çeşitli kişisel bakım ürünlerimi depoladığım mis kokulu mini kozmetik dünyama ev sahipliği yaptım. İki bölmeli rafın üst kısmından, hafif ayak parmaklarımın üzerinde yükselerek makyaj aletlerimi zulaladığım çantayı gün yüzüne çıkardım.
Fermuarını çekip içinden istiridyeye benzeyen pudra kutusunu alarak kapağını açtım ve allık fırçasıyla yüzüme ince tabakalı bir maske sürme yoluyla kusurlarımı az çok yok ettim. Dudaklarıma hafif pembemsi bir görünüm kazandıracak ruju da çantadan aldım ve silindir şekline kılıf görevi gören şeffaf kapağı çıkardım. Dudağıma hafif bir renk vererek, aynadaki yeni Hayat'a hoşgeldin dileklerimi sundum. İri kahverengi gözlerimdeki kızarıklığı, laciverde yakın koyu mavi bir eyelinerla az çok örtbas ettim. Eyelinerı lavabo tezgahına bıraktım ki, yerinde durmayıp yuvarlanarak yerle bir oldu. Çıkardığı sesle yere düştüğünü farketmekte pek gecikmedim.
Ani bir hareketle yere düşen eyelinerı almak için eğildim ama sırtıma saplanan acıyla bir kazazede olduğumun yeni farkına vardım. Bugün özürlü robotlar gibi gezineceğim gibi gözüküyordu. Ayrıca, şu özürlü robot mevzusunu hiç açmayın! Çıkardığım bütün makyaj malzemelerini kendi mağarasına teker teker tekrar tıkıp, çantayı lavabo tezgahının köşesine iterek sindirdim.
Ardından banyodan son sürat aceleyle çıkışımı yaptım. Boy aynasında kendimi bir süre göz hapsine alarak üzerimde hiçbir pürüz kalmamış olduğunu teşhis ettim. Odamın kapısına alelacele koşuşturdum. Kapı kolunu indirmek için elimi attığımda, metalin soğuk teni elimdeki gözenekleri dip bucak bir güzel ürpertti. Odamdan çıkıyordum nihayetinde. Kapıyı ardımdan, tekrar kolundan elimi ayırmadan çekip kendi haline bıraktım. Merdiven basamakları hemen kapımdan yarım veya bir metre uzaklıkta start veriyordu.
Tavanarası merdivenlerinden birer ikişer koşar adımlarla inerken, havalı inişime kuleden gelen 'Düş!' talimatıyla sağ ayağımın sola dolanması sonucunda gölge düştü. Son iki basamakta kendimi yerle bütünlediğimde dizime de teşebbüs edilen darpla, merdivenlerin galeyanına gelmiştim. Aksilikler boğazıma yapışırken, sanki bana bunların hepsini bile isteye Emre yaşatıyormuş gibi homurdanmaya başladım.
Koridorda yerde dizlerinin üzerine çökmüş bir adet Hayat'la etrafımı bir kolaçan ettim. Sanki sokak ortasında düşmüş kadar utanmıştım. Koridorda sağıma ve soluma dünyaya düşmüş bir uzaylı gibi bakıyordum ki, evin ortak banyosundan yeni çıkmakta olan annemi kapının önünde bana, ne yaptığımı çözümlemeye çalışan bilimadamı bakışlarını doğrulturken yakaladım. Sanki her şey, Emre'nin yanına olabildiğince geç ulaşmam için programlanmış gibi bana ayak bağı oluyordu. Gözlerim kocaman olmuş bir halde, Yeşil Gözlü Dev'in durum analizine hapsoldum. Neticede ise yanımda hızla biten bir Gazel ERKIRAN...
"Ne yapıyorsun yerde kızım?" diye bana donuk bakışlarını göz büyülterek büyük bir şaşkınlık abidesi misali fırlattı.
"Şeyy... Yo... Yok bir şey. Küpemi düşürmüşüm sadece. Onu arıyordum yerde." dedim sağ elimin baş ve işaret parmağını sağ kulak mememdeki deliğin üzerine götürüp parmaklarımın arasında kıstırarak.
Bir hışımla ayaklanarak dizlerimin üzerini sanki tozlanmış gibi eğilip silkelemeye başladım. Bunu yapmamın en büyük gerekçesi annemle göz teması kurmaktan köşe bucak kaçmaktı sadece. Yalan söylemeye ne zaman bu kadar beceriksiz bir tutumla başladığımı henüz bende bilmiyorum ama; yere düşmemi en güzel açıklayacak mazeret bu olurdu sanırım. Annemle göz göze geldiğim an, şu yanan meşhur mum alev almadan gelen bir fırtınayla sönecekti.
"Ben Emre'yle buluşacağım anne." dedim hala dizlerimi belli belirsiz bir tokatlama metoduna yönelerek.
Hâlen zemindeki birbirlerine geçirilmiş koyu kahverengi parkelerin siyah belirgin çizgilerini gözlerimle boğuyordum. Annemin gitmeme dair sarfedeceği tek bir onay sözüyle evin çıkış kapısına fırlamak için tetikte bekliyordum. Dizlerime doğru eğilmiş yeri dikizlerken hâlâ sessiz kalışından sıkılma belirtilerimi derin bir nefesi ciğerlerime doğru vakumlayıp, tekrar karbondioksit yükleyerek geri verdiğimde gösterdim. Annemin siyah çoraplı ayakları tek bir an bile yerinden oynamadan öylece karşımda duruyordu. Koridordaki sessizliğin sesini, annemin aldığı sabır dileyen derin soluğu kesti. Oflayarak hâlâ yerimden doğrulmamı bekliyordu kanımca. Eğilmekten belime ve sırtıma giren krampı daha fazla dayanamayarak, bedenimi beyaz bayrak çekercesine pes edip dikleştirme yoluyla az çok böldüm.
Buz Kraliçesi'nin donuk ve ifadesiz bakışlarıyla gözlerimi buluşturmaya cesaret edemiyordum. Daha alternatif bir seçenek bulup omuzlarıma paralel omuzlarıyla bakışmaya yeltendim. Hiçbir şey söylemeyince omuz silkip kapıya doğru yürümek için harekete geçtim. Atacağım adım onun konuşmaya başlamasıyla sadece lafta kalıp, bulunacağım eylem girişimini kılıç gibi kesti.
"Kahvaltı yapmadın daha?" dedi cümlesine soru işaretlerini depolayarak.
Emre'den pek hoşlanmıyordu. Tamam, itiraf etmek gerekirse hatta nefret bile ediyor diyebilirim. Bunu yakaladığı her fırsatta hiç tereddüt etmeden bir sözü, bir bakışı veya bir surat ifadesiyle gayet güzel kıyıya vurmaktan kaçınmıyordu. Bende onu mümkün olduğunca Emre'yle yüz göz etmiyordum. Psikolojik durumumun annemi susturmakta en büyük güç teşkil ettiği kesindi. Beni mümkün olduğunca sık boğaz etmiyor, boynuma geçirdiği tasmanın ipiyle hareketlerimi kısıtlamaya cesaret edemiyordu. Ağlama ve sinir nöbetlerime birkaç defa şahit olduktan sonra beni tamamen kendi doğama bırakmıştı. Bende onu müşkül duruma düşürmekten uzak durmaya uğraşıyordum.
Gözlerindeki yırtıcı edaya ilk önce ne tepki vereceğimi şaşırarak yerimde huzursuzca kıpırdandım. Ardından nereden geldiğine inanamadığım deli cesaretiyle cümlemden tekrar bir Emre kelimesini getirip, sonrada kapıdan geçirdim.
"Kahvaltıyı Emre'yle yapacağım anne." dedim bıkkın ve de baygın bakışlarına nazaran Şirine moduna geçerek.
Yüz ifadesinde milim oynama yoktu. Bana kabir azabı gibi gelen şu dakikalardan kurtulmak için şimdi, şu an veremeyeceğim şey yoktur. Soğuk bakışlarında donarken, dudakları yukarıya doğru kıvrılınca birden bahar geldi sanki. Onunla bu evden ruhsuz bir vedalaşmayla ayrılmak istemiyordum çünkü; annemin bana her kızdığı gün başımdaki yağmur yüklü kara bulutlar, en ufak bir aksilikte üzerime avuç içinde sıkılmaya hazır su dolu bir sünger gibi sorunları yağdırmakta gecikmiyordu. Pek emin olamasam da içimi rahatlatan bir vakurluk vardı annemin üstünde. Sinirleri alınmış gibi ağırbaşlı iş kadını moduna girmişti. Pek samimi gelmese de, bana dudaklarındaki tatlı gerginlikle patronuna saldırmak için can atıp da yapamayan bir çalışan gibi gülümsüyordu.
"İyi bakalım. Geç kalma." dedi yüzüme doğru yaklaşıp yanağıma küçük bir buse emanet bırakarak yanımdan geçip.
Öylece yürüyüp gözüne kestirdiği istikametten hiçbir sapma yapmadan uzun koridorda yol aldı. Ardından sağa mecburi dönüş yaparak oturma odasında yürüyüşünü sonlandırdı. Arkasından birkaç saniye bakarak elimi öptüğü yere götürüp, parmak uçlarımla bir süre okşadım. Dudaklarımda ikamet eden tebessüm, yüzümü daha demin ki havadan yaka paça çekip aldı. Şu an yanağına bırakılan emanet öpücükle dertlerinden soyutlanan bir Hayat ERKIRAN'la karşı karşıyasınız sayın seyirciler. Aldığım öpücüğün etkisiyle güne sıfırdan, daha enerjik başlayarak kapıya doğru ilerledim.
Evin merdivene açılan kapısına izdüşümü oturma odası, dev ekranlı plazma televizyonla kanal zaplayan annemin zevkine uygun bir program bulmak için ha bire farklı farklı dünyalara kapı aralıyordu. Her kanalda başka bir ses yayan televizyon, değişen frekanslardan ötürü kesik kesik çığlıklar atıyormuş gibi bir görünüme bürünüyordu.
Gözüme kestirdiğim çelik kapıya doğru adımlarımı hızla atarken, uzun koridor zeminine gelişigüzel serilmiş yolluk halının katlanmış köşesine sağ ayağımın takılmasıyla, koridorda da engelli koşu parkurunda ter döken sporcular gibi az önceki yaptığım antrenmanlardan ötürü düşmekten yakayı sıyırdım. Halının yapay rampasına direksiyon kırarak olası bir kazaya mahal vermeden son anda yırttım. İçimdeki küfürbaz sokak kızı bir kez daha beden bulup saydırmaya başlarken, dişlerimi kırarcasına birbirine bastırarak isyan bayrağı çekmeyi son anda bıraktım. Acele işime karışan şeytanın canı zebanilerin aracılığıyla cehenneme!
Sonunda büyük badireler atlatarak geldiğim çıkış kapısının önünde dikilmiş durumdaydım. Sağ elimi kapıyı açmak için kapı koluna götürüp indirdim ama açılmadı. Kaşlarım hafiften gözlerime çatı görevi görürken annemin henüz daha dışarıya hiç çıkma eğiliminde bulunmadığını farkettim. Kapıya kırk tane kilit iliştirmişti. Akşamları onları kilitleyerek paranoyak hislerini tatmin ediyordu. Sonuç olarak şu ana yönelik yaptığım çıkarım şu; akşamdan bu yana daha hiç açılmamış bir kapı ve dışarı çıkmak için kapının üzerinde çevirmem gereken üç tane anahtar... Güvenlik amaçlı yaptırdığı bu işkence mekanizmalarını, tek tek üzerlerindeki anahtarları ikişer üçer çevirerek devre dışı bıraktım.
Oturma odası kapıya döndüğüm an arkamda kalmıştı. Kulağıma doluşan televizyonun can çekişen bir tavır takınarak çıkardığı belli belirsiz sesler beni, başımı omzumun üzerinden çevirip oraya odakladı. Başımı sağa sola hafiften sallayıp sabır dilenen bir hal aldım. Annem görüş alanımda yoktu ama bembeyaz ünitenin ortasında siyah çerçevesiyle kabak gibi duran dev ekranlı televizyona bakarak, sinirle karışık acıyan edayla derin bir iç geçirdim. Kanallar hala durmadan değiştiriliyordu. Annemin istediğini ona vermesi için Çin işkencesi yaptığı televizyon, bütün devreleri yakmak üzereydi. Burada bile kuralcılığını ve diktatör ruhunu konuşturuyordu resmen. Otoritenin beden bulmuş hali, Gazel ERKIRAN...
Başımı tekrar önüme, kapının üzerindeki kola döndürdüm. Sağ elim tekrardan tekerrür ederek kolda aşağıya doğru bir baskı uyguladı. Parmaklarımı dört elle sarıldığım kolda gevşetip kapıyı pervazdan bütün yakarışlarına rağmen uzaklaştırdım. Evdeki her şeye annemin ruhu sinmiş gibiydi. Her şey beni olabildiğince hayatın gerçeklerinden uzak tutup, yüz yüze gelmekten alıkoyuyordu. Şu önümde duran kapıya gelene kadar yaşadığım bu yirmi dakikaya tekabül eden zaman diliminde bile, annemin elleri sanki üzerimde gibiydi.
Beni bıktırıp usandırarak heves ettiğim şeylerden uzak tutuyordu hep. Büyük bir bir istekle başladığım işlerde dahil annemin ettiği tek kelimede içimde can bulan hevesli ruh, Azrail'in görevini devralmışçasına annemin aracılığıyla içimden çekiliyordu. Alacağım resim eğitimiyle de beni karşısına alarak önce ettiğim büyük heves kuşunu sapanıyla taşlayıp öldürmüştü, ardından da hiçbir şey olmamış gibi eğer kendim istiyorsam beni engellemeyip o bölümü okuyabileceğimi düzmece gülüşüyle telkin etmişti. Bundan ötürü bana o bölümü okuyacağımın güvencesini vermediğinden, matematik ve sosyal bilimler alanlarındaki dersler için özel ders aldırıyordu. Bende bu cehennemin en ücra yeri olan evde hayatım boyunca hep böyle sürünmemek adına onun hükümlerine boyun eğiyordum. Henüz ne okuyacağım konusunda beyin loblarımla verdiğim tercih savaşını kazanmış değilim ve önümde sınava kadar üç ayım var....
Kapıyı duvarla bir olana kadar ittirip açtım. Kapı pervazından sağ elimle destek alıp, eşikte duran beyaz spor ayakkabıları sol elimle almak için eğildim ama; ne yazık ki sırtıma aynı acı tekrar saplanınca kısıtlı hareket etmem gerektiğini, tekrar dokuz köşeli jetonumun düşmesiyle idrak ettim. Ağzımdan istem dışı bir inleme sinsice sıyrılıp kaçınca yüzümü de buruşturup, bulunduğum durumdaki hoşnutsuzluğumu böylelikle dışa vurmuş bulundum.
Kapı önündeki ayakkabıları önüme çekip önce sol, daha sonrasında dengemi kuramayıp sağ ayağımı koyacakken düşmekten son anda yere çöküp, üç-beş santim yüksekliğindeki mermer kaldırıma oturarak kurtuldum. Kapı önündeki bu dilenci gibi bekleyişimi önüme birisi para atıp gitmeden, ayaklarımı ayakkabıyla kılıfladığımda sonlandırdım. Bembeyaz dış cephesine zıt simsiyah ipleri, ayakkabının üzerinde bakanlara neon bir görünüm sergiliyordu. Kapı pervazıyla sol elimi tümleyerek oturduğum mermer kaldırımdan aniden yükseldim.
Her ne kadar fiziki özelliklerim bir Türk kadınına ters orantıda olsa da 1,70'in üzerindeki boyumla gayet barışıktım. Uzun boyun birçok avantajı oldu bana bu zamana kadar. Mesela Emre'nin ego yığını kız arkadaşlarının yanında kendimi güzellikten yana hiçte yoksun hissetmiyordum. Beni küçümseyebilecekleri hiçbir kusur bulamıyorlardı. Onların nezdinde hep bir gizemli kız boyutundaydım. Kim olduğum, nereden geldiğim hakkında hiçbir fikirlerinin olmayışı onları kıskançlık çemberinin ortasına sürüklüyordu.
Emre'nin üzerimdeki hükmü, bana görünmeyen kalkan görevi üstlenmiş gibi geliyordu. Beni tanıdığı herkesten, her şeyden uzak tutuyordu. Ben onun dünyasında hiçbir zaman tam olarak yaşama imkanı bulamamıştım. Bu durumdan şikayetçi olduğumda pek söylenemezdi. Sadece birkaç defa kulüple bir yerlerde gezmek maksadıyla toplandığımızda birkaç dikenli kirpinin iğnelerinin hedef tahtası olmuştum ama; Emre beni böyle bir şeye maruz bırakmayarak söylenilen, yapılan kasti hakaret girişimlerini geri püskürtmüştü.
Ayakta direk gibi dikildiğimde bakışlarımı biraz aşağıma doğrultup bacak ve ayak profilimi bir denetledim. Siyah kot pantolonun paçaları ayakkabıları giydikten sonra biraz bileğimde birikmişti. Sanki uzun geliyormuş gibi duran pantolon boyu, ayakkabıların hafiften bileğime kadar uzanan boğazından kaynaklanıyordu. Siyah kotun altında bembeyaz bir spor ayakkabı gayet göz alıcı duruyordu ve ben dikkat çeken her şeyden nefret eden bir şahsiyettim.
İnsanların kıskanç veya iğneli bakışları -ki buna Emre'yle tanıştıktan sonra çok tanık oldum- ya da hoş durduğuma yönelik doğrultulan iyimser bakışları beni köşeye kıstırıyordu. Sevmiyorum herkesten farklı olmayı; en azından bunu fizik olarak belirtmeyi pek tercih etmiyorum. Fazla mütevazı olabilirim ama; gerçek anlamda fark yaratmak istiyorsam bunu karakteristik olarak yapmayı tercih ediyorum. Çünkü insanın toplum içerisindeki hacmini bedeni değil, insanlar üzerinde bıraktığı etkinin ne yönde olduğu belirliyor. En azından benim asıl görüşüm bu açıkçası.
Ayakta bir süre pervaza tutunarak bekleyip kendime biraz cesaret hormonu salgıladım. Dengemi kurup merdivenlerden duvara tutunarak inmeye, beyin fonksiyonlarımın işlevini tam olarak yerine getirmesiyle başladım. Tedbirli olmaya özen göstererek burada da bir Mahmut Tuncer Rezillik Show sergilememeye büyük kararlılık duygusu besliyordum. Merdivenleri teker teker ağır çekimde hareket ederek kateddikten sonra sokağa açılan kapıya sonunda gözlerim parlayarak gelmiştim.
Çıkış kapısının olduğu giriş bölümü bayağı ferah ve genişçeydi. Sadece bizim merdiven dairesine özel bir durum mu bilmiyorum ama buz gibi bir havası var. 7/24 soğutucu klima çalışıyor gibi bir serinlik vardı bu Gazel ERKIRAN malikanesinin merdiven bölümünde. Sokağa açılan kapı büyük bir cam kafese benziyor aslında. Kapı sade, kalın bir cam tabakasıyla kuşatılmıştı. Sokaktan gelip geçen insan sürülerini rahatlıkla otlarken izleyebilirdiniz. Tabi gözlerinizin önünde geceleri siyah örtüsüne bürünen bu koskoca İstanbul'da karnı aç birkaç kurt sürüsüne denk gelmezseniz.
Gece hayatının sansür perdesi Taksim'in üzerinden sabah olunca kalkıyordu. Büyük bir rezillik barbarlığının baş gösterdiği bu semt bozuntusu meydan; birçok protesto, yasadışı eylem tipi gösterilere, provokasyonlara ve bir de uyuşturucu tacirlerine ev sahipliği yapıyordu. Annem bazen kapılara o kilitleri gemlemekte haklıydı ama; işte sanırım ben daha tam olarak dışarının evin içerisinden daha büyük bir suç ve tehlike arz ettiğinin farkında değildim. Bir noktada ona hak veriyordum sadece; İstanbul, iyi-kötü ne varsa onu bir kara delik gibi yutuyor...
Birçok gerçeğin en olabilirmiş gibi üzerine çöken kasvetli karanlık, bizi birçok hakikati gönül gözüyle görmekten alıkoyuyor. Burada herkes üzerine saltanat kurduklarını sandıkları hayatlarının arkasına saklanıyor. Zengin veya fakir olmak sizi sahip olduğunuz gerçek zaaflarınızdan men mi ediyor sandınız? Öyle bir gerçek yok bu dünya denilen savaş meydanında. Kimsenin kimsenin gözünün yaşına bakmadığı, herkesin elindeki ilkel cephanelerle yüreklerinin önündeki surlara saklandığı bir gezegende kendinizi daha güçlü mü sanıyorsunuz? Bu tabunuzu tek bir bomba darbesiyle yerle bir edebilecek kişi; bütün zaaf noktalarınızı hiç olmadık anlarda, hiç olmayacak şekillerde çıkarıp üzerinizde kullanan kişi veya şahıslar...
İstanbul mu demiştik en son? Evet evet, şimdi hatırladım. Biz en son Taksim'in üzerindeki sansür perdesini konu alıyorduk. Aslında her şehrin, her ülkenin, her eyaletin bir kalbi vardır. Burada da İstanbul'un kalbi Taksim'de atıyor. Taksim'e açılan dar, sinsi, kapkaranlık sokaklar ise onun şah damarlarını temsil ediyor. Olası bir cinayet, bir kavga veya en ufak bir hengamede bu damarlardan birisi tek bir neşter darbesiyle kesilip yok ediliyor. Bu yüzden can çekişip, Azrail'in büyük eziyet odaklı yaptığı bu işkence muhattabı İstanbul, ölümle yaşam arasındaki o Sırat Köprüsü'nde mekik dokuyor. Olur da ölürse, köprüden geçerken cehennemin o can alıcı kırmızılığında eriyip yok olacak. Ne yazık ki kıyamet henüz kopmaya yüz tutmadı. O büyük güne kadar birçok kez görünüp kaybolacak Azrail'in nutuk tutturan kanatları.
Hiç kimse benim yok saydığımdan daha görünmez, hiçbir şey sizin var sandığınızdan daha görülmeye değer değildir. Bu şehirde her şey ölü bedenlerin arkasında saklı. Ruhu çekilmiş vücutların üzerine bahşedilen değer huzmesi benim karanlığımı körüklemekten başka hiçbir işe yaramıyor. Görmüyorum ben elle tutulur varlıkları artık. Çünkü ben dokunabildiklerine değil, hissedebildiklerine tapanlardanım...
Kafamı inmem gereken son basamakta dururken, sol tarafımda kalan duvara dayalı gök mavisi scooter motosiklete çevirdim. Direksiyonun sol tarafındaki aynaya geçirilmiş kaskımda gayet şık ve tatlı duruyordu. Beyaz kaskının yüze oturan kısmı grimsi filmle kaplanmış bir plastik camla örtülüydü. Beyaz dokusunun üzerine çizilmiş pembe ve gri papatya işlemesi onu biraz çocuksu bir havaya bürüyordu. Bu kaskı gece kullanmak imkansız gibi. Çünkü gece karanlığına daha da büyük bir karanlık ekliyor griliğiyle.
Acemiydim daha; yani bunu gayet güzel kullanabiliyordum ama hedeflerimi büyültüp daha profesyonel deneyim gerektiren modellere yeltenecek gücüm yoktu. Emre'nin direktifleri sonucu bunu kullanmaya zorlanmıştım. Bir yerden sonra keyif almaya da başlamıştım nedense. Aslında motosiklet sevdam Emre'yle can bulmuştu. Bir kulüpleri vardı. Arkadaşlarıyla kurdukları bu motosiklet kulübüyle birlikte beni de tanıştırmıştı iki tekerlekli bu kafesini kıran özgürlüğün kanatlarıyla.
İlklerde tıpkı bisiklet öğrenirken ki gibi dengemi tam sağlayamıyordum ama şu an kullanırken sanki hala direksiyonda beni koruyan elleri varmış gibi hissediyordum. Sanki beni önüne oturtup arkamdan ellerini direksiyona uzandırarak, bana sürebileceğimin cesaretini telkin ediyordu.
Aslında onunla ilk yakınlaşmamız motosiklet öğrenirken olmuştu. Yaklaşık beş aylık bir normal arkadaşlığın ardından bana doğum günümü anımsatan ilk özel insan olmuştu. Annem ve sosyal medya arkadaşları dışında bana doğum günü dileklerini pek telkin eden olmamıştı. Tamam, kabul ediyorum, aslına bakarsanız pek değil hiç kimse olmamıştı. Emre'yle de sosyal medya platformlarından birisinde tanıştım ve şu ana değin kimliğimi tam olarak bilen ilk insandı. Bunu kendi kronolojik takvimimdeki ilklerden birisi olarak not etmiştim.
Adım bile bir bilmeceydi orada. Meçhul vasfının yakıştırılabileceği tek nefes alan canlıydım binevi. Çeşitli çizimler ve edebi notlarımla kocaman bir hayran ve takipçi kitlesine sahiptim. Paylaştığım söz sanatları ve resimlerin aralarına iliştirdiğim kendi subliminal mesajlarım vardı. Yorumlar aracılığıyla bu şifreleri çözen çok az bir kitle bulunuyordu. Emre'de onlardan birisiydi işte ama; o kadar insanın aksine bana ilk attığı mesaj kim olduğumu öğrenmeye yönelik değildi.
Sadece öylesine yaptığım paylaşımlar ve hayatı hakkında benimle keyifli bir sohbet ortamı yaratmıştı. Güzel veya çirkin olduğum ya da bayan veya erkek olduğumun onun nezdinde herhangi bir değer teşkil ettiği pek söylenemezdi. Adımı bile bilmiyordu ne yazık ki. Yedi aylık bir sosyal medya arkadaşlığının ardından daha öncesinde sunduğu onlarca buluşma teklifinden birisini kabul etmiştim.
Karşısına nasıl bir mahluğun çıkacağından bile bi'haberdi. Belki gözlüklü, şişman, yürürken vücudu ayrı telde, kendisi ayrı telde duran bir obez erkek çocuğu çıkabilirdi karşısına ya da ne bileyim; yüzü sivilce dolu, bıyıklı, saçı-başı dağınık, 1,50 boylarında, bedenindeki yağ oranı on katlı binayı aratmayacak vücut hatları olan bir kız bozuntusu...
Ben onun ne olduğu, kim olduğu, nasıl bir mevki makam sahibi olduğunu gayet iyi biliyordum. Ülkenin sayılı Karun'larından birisinin oğluydu sadece. Şu paraya para demeyip, onun dışında aklınıza gelebilecek her şeyin isim babası olabilecek kapasitede bu veliaht bozuntusu. Şu basit badboylardan değildi. Yakışıklıydı evet... Ama gecelerin efendisi çapkın erkek tahtına oturtulabilecek bir kral değildi. Aslında buluşma teklifini kabul etmeden önce onunla parası için arkadaşlık kurabileceğimi düşünmesini istemediğimden, onun kim olduğu hakkında hiçbir bilgim yokmuş gibi davranma gereği duydum. Sosyal medyadaki kendi bilgilerinden ve arkadaş ortamından az çok haberdardım.
Buluştuğumuz mekan da elit ve hatrı sayılır bir üne sahipti. Üzerime öylesine toz pembe bir gömlek ve beyaz kot pantolon geçirip, soğuk havadan ötürü deri mont ve hafif bir makyajla normal sıradan bir vatandaş gibi girmiştim cafeye. Arkası dönük bir vaziyette oturan siluetini kapıdan seçmiştim. Başını elindeki telefona gömmüş bir halde olduğunu masaya biraz yaklaştığımda tam olarak idrak etmiştim. Geriye dönük mesajlarımızı detaylıca didikliyordu. Arada bazen gülümsediğini yüzüne serpiştirilen neşe damlalarıyla oluşan sevinçten anlıyordum. Sandalyesinde yayılmış ve biraz da nasıl desem; bacaklarını yere biraz fazla uzandırdığından ötürü, telefona odakladığı kafası sanki koltukta uyuyakalmış yaşlı amcaların önüne düşmüş başını andırıyordu. Evet belki çok kötü bir benzetme oldu ama; bedeni böylelikle sandalyesinde sinmiş gibi duruyordu ve ona tepeden bakıp mimiklerini tam olarak seçmeme olanak sağlıyordu. Uzun boyun sağladığı bir diğer avantajda buydu sanırım.
Arkasında öylece durup bir süre onu izlemiştim ama kafası telefondan tek bir an bile kalkmıyordu. Derin ve sesli bir nefes alıp verdiğimde dikkatinin dağılmasına sebebiyet vermiştim. Bir adım gerileyip bu defa da jestlerine odaklanmıştım. Önce sağına soluna bakmıştı; ardından yerinden kımıldayıp sandalyesinin kollarından destek alarak ayaklanmıştı. Hala arkasını dönmemişti; bense ona nazaran hiçbir tepki vermeden bekliyordum. Etrafına bakma eylemine bir son vermeyip, arkasına dönmek gibi bir fiili aklından dahi geçirmiyor gibi duruyordu. O görmeyince bende uzun boyunu ve omuzlarının genişliğini süzmüştüm bir süre. Fotoğraflarındakinden daha iri duruyordu.
Son bir umut biraz daha beklemiştim beni görmesini. Seyirci konumunda durmayı reddedip, sağ elimi sol omuzuna hafif parmak uçlarımla dürtmek amaçlı uzatmıştım. İrkilip kendine gelir gibi olmuştu. Arkasına yavaş ve ağır çekimde dönerken yüzünde dikkatimi çeken tek detay uzun ve simsiyah kirpiklerinin birbirine geçip, gözlerindeki kapağı çerçevelemesiydi. Gözleri nedenini bilmediğim bir sebepten ötürü kapalıydı. Dudaklarındaki alt tarafın üste oranla biraz daha kalın ve otuz iki diş gülüyor olmasının insanı büyüleyişi; burnunun hafif kalkık ve biçimli duruşu; kalın sayılabilecek kaşları ve rampa saçlarının oluşu; ayriyeten hafif esmer buğday teniyle tam bir yakışıklılık abidesi olarak karşımda dikilişi beni cezbetmişti.
Gözleri kapalı halde bana, "Açayım mı gözlerimi?" diye sorması beynimde çark ederken gülümsememe engel olamamıştım. Ses tonumu bile bilmiyordu. Edeceğim tek bir kelimeyle bayan mı, erkek mi olduğuma karar verebilirdi. Sesimdeki tınıyla beni kız veya erkek cinsiyetiyle vasıflandıracaktı. "Açabilirsin." dediğimde, "Hımm... Karşımda bir bayan var." diye karşılık verirken daha çok gülümsemeye başlamıştı. Dişlerinin ağzındaki bembeyaz cilasıyla dizilişi beni kahkaha atmaya meyillediriyordu. Ağzımı açıp tek bir yaşam belirtisi sunamıyordum ona. Utanmıştım ve muhtemelen gözlerini açarsa yüzünde gezindirdiğim bakışlarımı ayak izi bırakmadan geri çekecektim.
"Hazır mısın? Açıyorum gözlerimi!" demişti dişlerini sergileyerek gülerken. Sesimi içime saklanan yerinden bulup, ensesinden tutarak dışarıya atmıştım bir umut. "Evet. Açabilirsin." demiştim yüzündeki bakışlarımı omuzlarında monte ederek. Göz kapakları hükmünü, ağırlığını kaldırarak kesmişti. Açık kahverengi irisi ve sürmeli göz çerçevesi o kadar neşe vericiydi ki. İçimdeki ölmüş mutluluğa suni teneffüs yapmıştı resmen.
Yüzündeki tebessüm aniden solup, simasını ciddiyet istila etmişti. Gözlerini kısıp, gözlerimdeki hare sayısını ezberliyordu resmen. Aniden değiştirdiği ifadesine karşın yüzüne, telefonumdaki hiç kullanmadığım gülen emojilerden birisini yapıştırasım gelmişti. Gülmekle gülmemek arasında bir ifadeyle ambiyansladığı yüzü elinin çeneme gitmesiyle son bulmuştu. Çenemden tutup hafif sağa-sola çevirdiği yüzüme dudağını büküp, "Hımm... Muhteşem bir şaheser." demişti. Ardından çenemden elini çekip, bu defa işaret parmağını hafif yüzüme yaklaştırarak, "Bunu da mı sen çizdin?" demişti. Yüzüme herhangi bir çizim yapmamıştım ki. Daha çok o işkenceyi beyaz sayfalara yapmayı tercih ediyordum. Kaşlarımı kızarmış gibi değilde, bir şeyleri çözümlemeye çalışıyormuş gibi çatıp, "Anlamadım?" demiştim.
Ardından muhteşem güzellikteki dudakları gerilip, bembeyaz dişlerini tekrardan ifşa etmişti. "Yani diyorum ki, bu güzel yüzünde ressamı sen misin?" demişti çarpık bir gülümsemeyle. Dokuz köşeli jetonumun henüz düşmesiyle utandığımın belirtilerini yeni yeni gösteriyordum. Yüzünü hafif bana doğru eğip, "Bir de utangaçız haa?" demişti soru soran bir edayla.
Tamamen bakışlarımı cafenin parkeli zemininde sabitlemiştim. O saatten sonra ne yazık ki yüzüne bakabilecek bütün cesaretimi kurban etmiştim. "Tamam. Ben Emre, Emre DURU." diye dalmıştı lafa bulunduğumuz konuya tamamen ters bir temayla. Başım eğikti ve uzattığı el binevi başımın önüne düşmesini bekliyormuş gibi belirmişti. Ellerini incelemem için bana bir fırsat tanımıştı. Uzun, ince ve kemikli parmakları, bakımlı tırnakları vardı. Hiç beklemeden elimi eliyle tümleyip, kurban verdiğim cesaretime son bir yaşama hakkı daha tanımlarcasına iri kahverengi gözlerine gözlerimi birkaç saniyeliğine değdirmiştim. Onu taklit ediyormuş gibisinden bir tavır takınarak, "Tamam. Ben Hayat, Hayat ERKIRAN." demiştim. Hala gülümsüyordu ve gerilen dudakları pürüzsüz bir görünüme sahipti.
Ben ilk defa o zaman kendime olan bütün özgüvenimi yitirmiştim. Utanmak hiç bana göre bir tutum değildi ama ciddi anlamda çekinmiştim ondan. Tatlı bir çekingenlikti ama benliğimi saran. Bana çok içten ve sıcak gelmişti Emre. Sonradan tanıdıkça yanılmadığımı az çok farketmiştim. Bana karşı bazen dengesiz davranışları oluyordu ve beni fazlasıyla yıpratıyordu. Bir öyle, bir böyle dediğiniz tiplerdendi açıkçası. Karakter dengesini tam olarak sağlayamıyordu. Kefe bazen aşağıya köklüyor, bazense teraziyi kırarcasına tavan yapıp yükseliyordu. Anlayacağınız odunun can bulmuş haliydi.
23 gün önce idrak ettiğim gerçekle o teraziyi elimin tersiyle tamamen yıkıp, onun şerefsizin teki olduğu gerçeğini istemeye istemeye kabullenmek zorunda kalmıştım. Zihinsel yorgunluğum o günden sonra daha çok kendini göstermeye başladı. 23 gün önce annemin beni sakinleştirmek adına içirdiği haplar sayesinde kendimi dizginlemiştim. O gün karşıma çıkan Hayal, eğer o sakinleştirici hapı almasaydım kendimi öldürmeye beni rahatlıkla sevk edebilirdi veya bir deliler hastanesi odasına hapsedilebilirdim.
Aldatılmışlık duygusu; büyük emekler vererek içinizdeki yaktığınız umut denilen mumu söndüren, hayata olan bağlılığınızı vakumlayan, en önemlisi de size herkesi sorgulama yeteneği kazandıran görünmez bir eldi. Yavaş yavaş geçirir ruhunuzu ele. En başta size pek bir faydası olmayan ama herhangi bir zararı da dokunmayan insanlardan çekip alır; ardından sevdiklerinizi bir fanusun içine tıkıp, size onlara yaklaşmamanız için şeffaf bir yalnızlık bağışlar. Karşısınızda duruyordur sevdikleriniz ama siz ne zaman onlara ulaşmak için bir hamle yapsanız, o şeffaf cam fanusun duvarlarına çarparsınız.
Cam fanus şüphecilik ve güvensizlik duygunuzu temsil ediyordur. İşte insanoğlunun düştüğü en büyük yanlışlık çukurlarından birisi de buydu aslında: "İhanet bireysel bir duygudur. Onu hissettikten sonra evrenselleştirmek çok yanlıştır." 'Bir kişi kötü diye herkes kötüdür.' mantık düzleminde ilerlemeyi bırakmalıydım ve bende bunu yaptım.
Bu his sizin kapınızı da çaldıktan sonra bulacağınız en iyi çözüm; kapınızdaki zil veya tokmağı tuzla buz etmektir. Ortada bir kapı vardır ama onun ardındaki size ulaşabilmek adına, size o kapının dışında birilerinin olduğunu gösterebilmek için herhangi ses çıkaracak bir cisim yoktur. Kimileri ellerini kullanır kapınızı tıklatır; kimileri ise ayaklarını işleme koyar tekme tokat, kavga gürültü... İşte beni incitmemek adına yapılan eylemlerin en insancıl olanını ben seçtim. Yüreğimin önüne koyduğum koruma bariyerlerini tek bir dozer darbesiyle yerle bir edilebileceklerini de unutmadım.
Güçlü mü durmak istiyorum? O halde yapmam gerek tek şey; mümkün olduğunca duygusuz ve az konuşan bir profil çizmek. İnsanların sizi incitemeyeceği, kolay kolay yıkıp geçemeyeceği bir sima ve her türlü güven gösterilerine karşın sadece omuz silkip kayıtsız kalan bir ağız... Yalnız bu ikisini tanıdığım her insanda denemeyi pek tercih etmiyorum; aksi takdirde gerçek anlamda benimle olan insanları da kaybetme yoluna çoktan sapmış bulunurum... Ne yazık ki temkinli davranmaktan da geri duramuyor bilinçaltım. Gözü kapalı kendimi emanet etmek beni daha güçsüz göstereceğinden, zaaflarımdan ve zayıf noktalarımdan tamamıyla kendimi men etmiş durumdayım. Kendim bile kabullenmek istemiyordum, ki başkalarına hiç mi hiç katlanamazdım.
Motosiklet duvara yakın bir pozisyonda merdiven dairesinde park edilmişti. Bana hediye ettiği bu müstakil araç, her ne kadar ilk öğrenirken bana biraz heyecan ve korku duygularını bolca tattırmış olsa da, şimdi profesyonel anlamda iyi sürebiliyordum. Çok zevkliydi kullanması. Acemi olduğumdan ötürü ilk deneyimimi de bu yarı bisiklet, yarı motosikletle yapmıştım. Annem dışında bana hediye alan ilk yakın çağ insanıydı Emre. Bu yüzden her ne kadar kullanmayı bilmesem de, sırf dış dünyaya bağlı olduğu için bir parçayı evimin bir köşesinde bulundurmam sorun olmazdı.
Her ne kadar ilkin itiraz edip, bunu kabul edemeyeceğimi papağan gibi tekrarlayıp dursam da, Emre'nin ani ruh hali değişimine karşın ona herhangi bir zıt tepki veremedim. Hediyesini ilkin bana gayet insani bir duruşla iletse de, ona karşı gelip tekrar evine gönderdiğimde yumuşak ve uysal bir dille bana tekrar iade etmişti. Bunu birkaç defa tekrarlayınca çileden çıkmış, olmadık şeyler söylemeye yeltenmişti. Tehditvari konuşması beni biraz daha ona karşı sindirmişti. Gözünün dönmesini bir daha istemeyebilirdim çünkü; sinirlendiği zaman bambaşka bir karakteri sahipleniyordu. Bu da açıkçası benim işime gelmezdi.
Sinirlendiği zaman neler yapabileceğini az çok sezdikten sonra onun asabını bozmak, beni ondan ömür boyu men edebilirdi. Kesinlikle beni terkedip gitmesinden bahsetmiyorum; açık ve net belirtmem gerekirse birkaç defa daha benimle kurduğu böyle bir diyaloğa tekrar şahit olursam, onu ömrümün sonuna kadar beynimin çöp kutusuna yollayabilirdim. Bu da bir daha ona verdiğim değerin ve ihtiyatın kimseye ömür boyu gösterilmeyeceğinin göstergesiydi. Kimseyi böyle bu kadar sevemeyeceğimin tek kanıtıydı anlayacağınız.
Bencil miyim? Böyle bir suçlamayı katiyetle kabul etmiyorum. Sadece içimdeki bitkin ruhun tek bir ilacı var: Emre ve onun bana gösterebileceği tek bir ilgi kırıntısı. Benim şımartılmaya ihtiyacım vardı. Hayatıma annemden sonra giren tek nefes alan canlı... Emre DURU!
Kendisininkini de arada onun gözetimi altında, onun yönlendirmeleriyle kullanmama izin veriyordu. Çok pahalı bir aletti onunki. Onun kullandığı tip Spor Motosiklet diye biliniyor. Böyle kocaman kazan gibi bir direksiyonu bulunuyordu. Sürerken beni bayağı yoruyordu. En başta şunu belirtmem gerekirse çok çok ağırdı. Benim ağırlığımın iki buçuk katına tekabül ediyordu. Genellikle onunkiyle geziyorduk. Yanında hep yedek bir kask bulundurmaya özen gösteriyordu. Motosiklet kulübünden arkadaşlarıyla bazen günü birlik şehirdışı veya içi yolculukları yapardık. Muhteşem bir şeydi aslında. Emniyetli kullanmaya ehemmiyet gösteriyordu. Yani ben yanında bulunduğum süresince hız yapmaktan çoğunlukla kaçınırdı.
Ne yazık ki sosyal medya hesaplarında paylaştığı hız showları yürekleri ağıza getiren cinstendi. Birkaç defa ölümden dönmesine rağmen arsız eşekler gibi hala aynı şeyleri hiç çekinmeden yapmakta diretiyordu. Söylediğine göre hız yapmak onun için çok büyük bir tutku ve bağımlılık yapan şeylerin en başında yer etmişti.
Temennisinde bulunduğum tek nokta eğer bir gün kaybedecekse hayatını, bu üzerine görünmez bir yazıyla 'Tehlikeli Madde' işlenen, iki tekerlek üzerine oturtulmuş motorlu düzenekle ölmemesiydi. Eceli gelip gitmekten nefes nefese kalmıştır muhakkak. Bunun en büyük kanıtı bir motosikletle kafa kafaya çarpışıp, feci bir şekilde yaralandıktan sonra ölmemesiydi. Bir inat uğruna geçirdiği kazada 'Kefeni yırtmak' tabirini hayatının sonuna kadar üzerine zimmetlemekte kararlı gibiydi.
Motosikletim duvara yakın bir şekilde dururken kaskıyla bana resmen el sallıyordu. (Aşağıdaki Hayat'ın motosikleti ve kaskı)
Bense inmem gereken son basamakta durup yerimde sayıyordum. 18 yıllık ömrümde edindiğim tecrübelere göre bu kadar çok düşünmenin akıllara zarar olduğunu belirtmek isterim. Kim bilir kaç dakikadır burada böyle oyalanıyordum. Acaba Emre beklemekten meyve vermiş midir? Yüzüm, geçmişin yollarında adımlayan beynimin bürüdüğü ciddi görüntüsünden sıvışırken, Emre'nin sinirli halinin gözlerimin önünde belirmesiyle dudaklarımı gerip otuz iki diş sırıtmama mâni olamamıştım. Beni erken uyandırdığı için uyguladığım ceza yönteminin ne kadar çocukça olduğunu empati yaparak idrak ettim.
Son basamaktan yerimde sekip, omuz silkerek umursamaz bir tavırla indim. Topu topu 40 basamak zor eden bu merdiven dairesinde o kadar oyalanmamın, hiçbir mantıklı açıklamanın üstüne almadığı bir sorumluluk vardı. Bu misyonu yüklenecek tek bir cümlem olmadığı için boş vermişlik duygusunu içimde daha da körükleyip, yoğunluğunu hissettim.
Sokağı inleten bir sesle irkildim. Fazla gürültülü bir motor sesi geliyordu. Gözlerimi olabildiğince açıp, korkunun bedenimi istila etmesine boyun eğdim. Aslında aniden kopan gürültüydü beni korkutan. Modifiye bir araca ait olabilir miydi? Hadi canım! Jet hızında bir cisim kapının önünde ışınlanınca gözlerim şaşkınlıkla kırpıldı. Emre şu an altındaki mat siyah motosikletle kapının eşiğinde belirmiş olamazdı değil mi? Motosikletin siyah deri doku ve çukur koltuğuna kurulmuş vaziyette, iki ayağını da sokak zeminiyle buluşturdu.
Motosikleti hafif sağa doğru yatık şekilde altında sabitledi. Sağ ayağıyla hala motoru sönmemiş olan aleti zapt etme çabasında bulunurken, sokağı aynı sesle bir daha çökertince, saçılan gürültüyle ister istemez kulaklarımı kapama isteğim hortladı. Zili çalamıyordu. Bunun tek bir gerekçesi vardı, o da bir adet Gazel ERKIRAN... Beni bu şekilde uyandırabileceğinin kanısındaydı sanırım. Ama ne yazık ki ben uyanmış ve bu filmli camın ardından onu izliyordum. Motosikletin sesiyle onu farkedeceğimi sanıyordu ki başı odamın küçük penceresine kalktı. Bu yaptığı hamleyle beni uyandırma çabası içerisinde olduğunu tam olarak tescilledim. Birkaç saniyelik aralıklarla odamın penceresine doğru kalkan başı, kafasındaki kaskın ağırlığıyla yorulup tekrar önüne düştü.
Hafif direksiyona doğru eğik olan gövdesiyle deri eldivenlerle kaplı ellerinin, direksiyondaki silindir çubuğu kavrayarak sıkışıydı ilk odak noktam. Direksiyonun sağ tarafındaki gaz koluyla, elinin arasındaki kola bağlı silindir başlığı biraz daha çevirip büyük bir gürültü saçtı sokağa. Elleri sık sık gevşeyip tekrar gaz koluna sıkı bir şekilde yapışırken, kolun dönmesiyle eş zamanlı bir Gürültü Senfoni Orkestrası bestesi görücüye çıkarılıyordu. Gaza bu kadar yüklenmesi etrafı inletiyordu resmen. Etrafa savruşturulan ses tomarı, sokaktaki ruhsuz duvarlara çarpıp büyük bir yankı uyandırırken, kulaklarıma dolan eko arbedesi beni suratımı ekşitmeye sevketti.
Sokağın sessizliğiyle motosikletin kopardığı çığlık, gözlerimin önünde görünmez bir 3. Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Sinsi bir huzursuzluk sinerken sokak havasının her partikülüne, içine çektiği oksijenin, dışarıdaki havadan tamamen bağımsız olduğunu merdiven dairesinde kapalı olan kapıyı sezmesiyle idrak etti tedirgin beynim. Dışarıyla henüz hiçbir gözeneğim muhattap olmamıştı. Kapıyı açmamla bedenime hücum edecek sinsi İstanbul kargaşasını sahile gidip defedecektim. Planlarım bu doğrultuda ilerlemeye yüz tutarken; ne yazık ki Emre sahilde beklemekten sıkılıp, soluğu yanımda almayı yeğlemişti.
Haftasonu olduğundan ötürü dükkanlar henüz kepenklerini kaldırmamışlardı. Bu yüzden etraftaki evlerin sakinleri dışında rahatsız olabilecek herhangi bir kitle yoktu sokakta. Ellerini deri eldivenle kılıflamış ve kendisini olduğundan daha cüsseli gösteren motorcu montu giymişti. Sol ayağını sokak zeminine monte edip, sağ tarafı da motosikletin üzerinden 180 derecelik bir açıyla geçirip diğer ayağının yanına hiza aldı. Ardından elleri direksiyona gidip iki tarafı da sıkı bir şekilde kavrayarak, sağ ayağı motosikletin zemine yakın alt kısmındaki bir bölüme uzandı. Motosikletin park pedalı sağ ayağının yardımıyla demir düzenekler arasından çıkarılıp indirilerek, kapının önüne gelişigüzel park edildi. Motosiklet park demirinin indirilmesiyle bulunduğu alanda yerinden 10 santim kadar yükselerek, bütün ağırlığını o demirin üzerine verdi. Kafasındaki özel, mat siyah kaskla hala bekliyor olması onun Emre olup olmadığı konusunda içimdeki şüpheyi dürtükleyip uyandırmıştı. Simsiyah bir dar kesim kot pantolon ve ayak bileklerini geçen deri botlarıyla izbandut gibi karşımda dikiliyordu. Aksiyon filmlerinden fırlamış bir aktör gibiydi. (Aşağıdaki Emre'nin motosikleti ve kaskı)
Sol elini motosikletin hız göstergesinin olduğu dijital bölüme götürdü. Eli, yarım daire çizecek şekilde dönmesi sonucunda şekli belirsiz bir cisimle birlikte direksiyon kısmından geri çekildi. Motosikletteki kontak deliğinin olduğu yere elini uzatmıştı muhtemelen. Anahtarı bir tur döndürerek yuvasından çıkarınca, motor bir anda söndü ve elle tutulur bir sessizlik hükmetti tekrar sokağa.
Gerçek anlamda motosikletten bedenini kurtarıp dikildiğinde, siyah filmle kaplı camın ardından nereye baktığını tam olarak bilmediğimden, gözlerimi motosiklete çevirdim. Sanırım ben bu siyah meleği daha önce hiç görmedim. Motosiklet gözüme pek aşina gelmedi açıkçası. Yeni almıştı demek ki. Diğerinin yıllık muayenesi geldikten sonra onu bilirkişilerin eline emanet etmişti. Mat renklere bir zaafı olduğu tamda şu an kesinlik kazanmıştı. Diğeri de mat koyu maviydi. Açıkçası bu da çok güzel duruyordu. Dudak uçuklatacak bir servet vermekten çekinmediği bu iki tekerlekli araçlar, fazlasıyla büyüleyici duruyordu.
Gözlerim parlayarak baktığım yakışıklı çocuğa, hala ufak bir şüphe kırıntısıyla kaşlarımı çatarak odaklanmış durumdaydım. Motosiklet farklıydı, kask bambaşkaydı, giydiği botlar ve motorcu montundan Emre olduğu kanısındaydım ama; kaskın hala kafasından soyutlanmaması anlamakta kıtlık çektiriyordu bana. Motosiklet önünde duruyordu ve neredeyse belden aşağısı arkasında kalıp perdeleniyordu.
Kafasındaki kaskla sokakta bir sağa bir sola bakındı. Ellerindeki deri eldivenlere kaydı bakışlarım. Uzak bir yere gidecekmiş gibi duruyordu. Yoksa bu kadar giyinip, pimpirikli davranmazdı. Sol eli motosikletin koltuğuna gitti ardından. Deri eldivenlerle kılıflanmış elleriyle motosikletin minderini silip, süpürdü. Sanırım tozunu alıyordu. Mat siyah motosiklet kirli gibiydi ki temizleme ihtiyacı duymuştu. Sanki günlerce bir yere tıkılıp örümcek ağlarıyla sarılmışçasına tozdan geçilmiyordu. Ama renginin mat olmasından ötürü ekstra bir avantaj elde etmişti; renginin donukluğu tozlu görüntüsünü kamufle ediyordu.
Normal şartlarda bu kadar önlem alarak gelmezdi yanıma. Fazla hassas davranmıştı bu defa sanki. En son böyle giyindiğinde şehir dışına çıkmıştık. Bu defada mı beni uzak bir yerlere götürecekti? Yukarıdayken attığı mesajda kahvaltıyı beraber yapacağımızı belirtmişti. Söylediklerinden ve giyiniş şeklinden yaptığım çıkarım: "Evet kahvaltı yapacağız ama şehir merkezinden uzak bir yerlerde..."
Evin sokağa açılan kapısı siyah filmle kaplıydı. Bu da benim onu rahatlıkla gözetlememe olanak sağlarken, onun cama iyice sokulmadan içeriyi dikizleyemeyeceğinin göstergesiydi. Kapıdan yaklaşık iki metre kadar uzaklıktaydı. Bense içeride ona oranla kapıya biraz daha yakındım.
Dışarıdaki elle tutulup, hissedilebilecek her şeyin açık bir şekilde Grinin Elli Tonu'na büründüğü bir görünüm sergilemesi, yürütebileceğim renk tahminlerinin üzerine kibrit suyu döküyordu. Tam olarak koyu renklerin hepsi siyah, açık tonlarda olanlar ise grinin tonlarını tek tek üzerine giyiyordu. Tek şeritli sokaktaki evimizin karşısına izdüşümü evin koyu bordo duvar dokusu, onu siyah olarak algılamama sebep oluyordu.
Emre motosiklet direksiyonuna zıt yönde ardından dönerek, arka tekerleğin yanından hafif motosiklet plakasına pantolonunu sürtecek şekilde yürümeye start verdi. Bu defa o motosikletin önüne geçip, arkasındayken ki bulunduğu noktaya geldi. Bu hamlesi kapıya yarım metre kadar yaklaşmasına olanak sağlamıştı. Kafası, başındaki kaskla önüne eğildi. Sağ eli, sol elindeki deri eldivenin bilek kısmındaki cırt cırt banda gitti. Bileğini sıkıp eldivenin ellerinden çıkmasını engelleyen cırt cırdı açıp gevşetti. Sağ eliyle, sol elindeki eldivenin işaret ve orta parmaklarının uçlarından tutup çekti. Eldiven sol elini terk ederken uzun ve ince buğday tenli parmaklarını ifşa etti. Aynı şekilde çıplak kalan sol eliyle sağ elindeki eldiveni de teninden ayırdı. İki eldiveni de sol elinde birbirinin üzerine vererek birleştirdi. Arkasında kalan motosiklete kafasını yarım bir dönüş yaparak, direksiyon hız göstergesinin oralarda bir yerlere eldiveni ödünç verdi.
Ardından tekrar kasklı yüzü kapıya döndü. Mat siyah kask kafasındayken önce kapıya baktı, arkasından tekrar başı yukarıya, odamın penceresine paralel kalktı. Bacaklarının yanlarına bıraktığı elleri, tam olarak gerilip avuç ayasını gösterecek şekilde açılarak havalandı. Kafası hala hafif yukarıya kalkıkken, elleriyle kaskın, yüzünün yan taraflarını korumaya alan bölümüne denk gelen kısmını sıkıca kavradı. Ardından yukarıya doğru çekip kafasından ayırdı.
Saçlarının koyu kumral tonunu, buradan her ne kadar siyah gibi görsem de ben gayet iyi biliyordum. Kask yukarıya doğru çıkarken kafasından, saçları da ona ayak uydurup beraberinde havalanmıştı. Güneş ışınları yüzüne vururken saç uçlarına sarı bir gölge veriyordu muhtemelen. Gözleri kamaşır gibi olunca birkaç kere kırpıştırıp yüzünü ekşitti.
Kaskı sağ eline geçirip cam kısmını araladı. Cam bölmenin bıraktığı boşluktan parmaklarını geçirip sıkıca kavradı. Bacağının yanına indirdiği kask, eline yük olmuştu ki tekrar direksiyona yarım dönüş yapıp, koyacak bir yerler aradı. Motosikletin oval gelen depo kısmı, oraya koymasının pekte mantıklı olmadığının kanıtıydı. Düşme tehlikesi olduğu için kaskı bir adım gerileyip motosikletin çukur koltuğuna indirdi. Tekrar öne birkaç adım gelerek bedenini kapıya çevirip eski yerini aldı.
Kirli sakallı simasından sinir duygusunu bariz bir şekilde seçebilirdiniz. Sol elini saçlarına götürüp gelişigüzel karıştırarak, kendine has şeklini verdi. Rampa olan saçları yumuşaklığından ödün vermeyerek, tekrardan hemen şekil almaya yatkındı her zaman. Daha şimdiye kadar o saçlara dokunma imkanım olmamıştı. İsteğim her zaman baskın geliyordu ama kendime hakim olabilen bir insandım açıkçası. Uçlarının diplerine oranla biraz daha sarımtırak olması, ellerimi onlara temas ettirme isteğimi daha çok tetikliyordu. Hoş bir görünümü vardı ve bu beni bir şekilde oraya dokunmaya itiyordu. Çok çabuk şekil alan bir saç yapısı vardı. Elleriyle istediği tiplemeye sokabiliyordu. Önünün diğer arka ve yan kısımlara oranla biraz daha uzun olmasından kaynaklı, her zaman rampa bir imaja sahipti.
Sokakta, ellerini saçının ön kısmına geçirip, ilk önce sağına ve soluna baktı. Gözleri hafiften kısılırken, çenesinin kasıldığını farketmekte pek gecikmedim. Kapıya birkaç adım daha atıp yaklaştı. Kafasını göklere dikip oda pencerime bakmasındaki tek gerekçe, benim onun bütün 'Ben buradayım!' ihtarlarına kayıtsız kalmamdı. Motosiklet gazına da o kadar yüklenmesinin nedeni binevi buydu. Onu hala farketmediğimi sanıyordu. Kapının önündeki üç basamaklık merdivenin ilk basamağının önünde dururken hala odamın penceresine dikiyordu gözlerini.
Sağ eli montunun yan kısmındaki cep fermuarına gitti. Cebinin açılan gizli mahzeninden orta boyuttaki telefonunu gün yüzüne çıkardı. Telefonun yan tarafındaki açma tuşuna giden baş parmağı ardından ekrana kaydı. Belli belirsiz hareket ettirdiği parmağının ardından, telefonu sağ kulağına götürüp dayadı. Yaklaşık bir dakika kadar çaldıktan sonra cevap verilmemesinin verdiği sinir arbedesini, kasılan çenesini ve ateş saçan gözlerini birkaç defa birbirine bastırarak sindirdi. Telefon tekrardan montunun gizli mahzenindeki yerini alırken, fermuarı seri bir hareketle tekrar yukarıya çekip mahzeni kitledi. Son bir kez tekrar başını binaya dikti. Kapıya giden merdivenleri birer birer katettikten sonra sol eli kapı ziline doğru yol aldı.
Şu an için annem ve onun birbirlerine gönderdikleri ölüm yüklü elektronları görmek, isteyeceğim en son şeydi. Birbirlerine girmeye yer arayan bu iki insanı karşı karşıya getirmek pek tercih alanıma girmiyordu. Bakışlarıyla birbirlerini öldürebilecek ve ettikleri laflarla öldürdükleri bedenleri gömüp, üzerine rakı sofrası kurabilecek iki şahıstı söz konusu olan.
Ani bir refleksle kapıya doğru son sürat koşuşturdum. Kapının açma tuşuna ulaşabilmek için verdiğim büyük mücadeleyi kazandım gibi. Cama yaklaştığımda beni farketmemişti ama; elim istemdışı oraya okkalı bir tokat atınca, dışarıda indirilen darbenin sesi yankılanmıştı.
Tam zile dokunacak olan eli, kafasını cama çevirmesiyle olduğu yerde stop etti. Kaşları gözlerine çatı görevi görmeye başladığında, kasılan çenesi tekrar normal haline döndü. Yüz hatlarına parmak uçlarında, yavaş adımlarla sinen yumuşama hissi, gözlerindeki sinir perdesini az da olsa araladı.
Açma tuşuna bastığımda, pervazdan yakasını kurtaran kapı dilinin tok tınısı yankılandı boş merdiven dairesinde. Sol elimle kapının camını hapse alan siyah ve sarı yaldızlı boyanmış parmaklıklara, parmaklarımı geçirip kendime doğru çektim. Kapı, pervazdan ayrılırken artık yağlanması gereken menteşesi, ufak ve keskin bir çığlık attı. Merdiven dairesinin duvarlarına çarpıp yutulan bu kulak tırmalayıcı sesler, yine kendi boşluklarında boğuluyorlardı.
Kapı sonuna kadar açılırken, merdiven dairesini bombardımana tutan İstanbul'un nefes almayan havası, beni de kendi ölü soluğunda boğazlayıp soluksuz bırakıyordu. Hafif esen rüzgarla perçemim tel tel ayrılırken, göğüslerime kadar uzanan saçlarım arkaya doğru uçuştu.
Yüzü bana biraz daha yaklaştığından ötürü kaskın sıktığı sureti, hafif elmacık kemiklerinden şakaklarına doğru pembemsi bir yol çizmişti. Kaskın iç kısmındaki kalın sünger yapısı yüzü kalkan altına alıp sıkıştırıyordu. Bu şekilde olası bir kazada kafa ve yüz yapısında sarsıntı veya herhangi bir yaralanmaya mahal verilmiyordu. İşte tıpkı şimdiki gibi de kaskın sıkış tepiş ettiği başınız, yüzünüzdeki çıkıntılı hatları kırmızının esiri ediyordu.
Birkaç adım mesafeyle sokağa inen ilk basamakta, biraz sinirli birazsa beni görmüş olmanın verdiği rahatlıkla karşımda yer almıştı. Ben hala kapının eşiğinde duruyorken o biraz daha sokakta, göz önündeydi. Sol elimi pervaza dayayıp, sessiz bir bekleyişe girdim. İlk konuşma hakkını ona tanıyordum binevi. Beni asabiyetle süzen bakışlarında boğmak üzereydi. Aradaki mesafeyle biraz daha cesaret duygusunu pompaladım kendime.
Yine bana oranla kıyaslanamayacak kadar yapılı vücuduna, resmen cüce gibi kaldığım boyumla odaklanmış bulunmaktaydım. "Devler ortasında bir omzu yere yakın bir bücürüm"... Çok sevdiğim bir şarkının bilindik sözü... Yüzüne çevirdiğim gözlemci kameram, hala bir yerlerinde saklı olan sinir duygusunu analiz etti. Dudakları aralandığında bir şeyler söyleyeceğini sanan alıcılarım, bütün dikkatini oraya verdi. Ne yazık ki benim sandığımın aksine konuşmak yerine sesli ve çok çok derinden gelen bir nefes alışverişi gerçekleştirdikten sonra, sol elini tekrar saçlarına geçirip arkaya doğru çekiştirdi. Parmaklarının arasından sıvışan saç demetleri, ellerinin verdiği yönle arkaya doğru rampa görünümünü daha derli toplu bir havaya bürüdü.
"Şu telefonunu kullandığına emin misin? Bir türlü garip telesekreterin 'Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen, daha sonra tekrar arayınız!' diyen sinir bozucu, demode lafına maruz kalmaya alışamadım da!" dedi sinir yüklü, alayla katsayılanmış bir edayla.
Şu an benimle gözleriyle konuşuyordu. Ağzı sussa, gözlerinden çok rahat bir şekilde edebileceği bütün küfürleri duyabileceğiniz durumdaydı. Bir dakika! Bir dakika! Telesekreter sadece kapalı telefonlarda o sözleri söylerdi değil mi? Şarjım mı bitmişti yani benim? Ahh! Telefonumu odamda unuttum. Emre'nin şu kahvaltı işi fazla uzun sürerse, annemin bana ulaşabileceği herhangi bir telefonda yok. Yine sinirden deli danalar gibi dolaşacak evin içinde... Ve yine azar seanslarına girmek zorunda kalacağım.
Emre'ye 'Ben gelmiyorum.' deme lüksüm de yok gibi; beni burada parçalayacak gibi bakan gözlerine 'Gelmiyorum.' deme cesaretim de... En iyisi yukarıya çıkıp anneme telefonumun şarjının bittiğini ve kapalı olduğunu teyit etmem gerekiyordu. Yoksa beni paramparça eden sözlerini duyabilirdim. Sinirlendiği zaman kulakları ağzının neler söylediğini duymayı tamamen reddediyordu.
Beni tıpkı bir cam bardak gibi alıp duvara fırlatıyordu. Paramparça olan o bardağın her bir parçası bir yere saçılırken, ardından temizlemeye kalktığında, parçalar ister istemez parmaklarını kesiyordu. Elleriyle temizlemeye kalktığı her cam zerresi kırgınlığının verdiği keskinlikle parmaklarına kesikler bırakmaktan çekinmiyordu. Öfke anında insanın en başta yapması gereken şey, konuşma eylemini minimuma indirmekti. Ben bu konuda hiç zorluk çekmiyordum aslında. Sinirlendiğim zaman veya ciddi anlamda öfkelendiğimde konuşmamayı tercih ediyordum. Zaten normal şartlarda da pek konuştuğum söylenemezdi.
Garip bir şey var ki; konuşamadığım zaman, boğazıma bir fil oturuyor ve bütün nefes alışverişimi soluk borumun önünü kapatarak engelliyordu. İçimde tuttuklarımın verdiği büyük ağırlık, gözlerimin şelaleye bağlamasına kaynak oluyordu. Normalde en ufak bir tartışmada, bir ses yükselmesinde, ani bir çıkışta, kendimi hiç olmadığı kadar çökmüş hissediyordum. Gürültülü bir yaşam, çocukluğumdan bu yana alıştığım hayata tamamen ters orantıda bir noktaydı.
Hiç çekinmeden 'Yeter!' diye çığlık atmak benim için işten bile değildi. Hastalığın verdiği psikolojik çöküntünün yanı sıra darmaduman olmuş moralim, hiç olmadık anlarda ani ruh hali değişimi yaşatıyordu. Kendimi hiç olmadık duygular içerisinde rahatlıkla bulabiliyordum. Aniden kahkahalar atabiliyordum veya birden hiç olmadık bir şey düşünerek oturup ağlamaktan geri durmuyordum.
Kendimi sonu olmayan bir tünelin içinde, elinde gaz lambasıyla yolculuk yapan bir kaşif gibi hissediyorum. Gaz lambasındaki fitilin son bulmasıyla, yapacağım keşiflerle biraz da olsa kendimi çözmüş bulunacağım. Ama hiç olmadık bir zamanda lamba söndüğünde karanlıkta üzerime çökecek böcek sürülerini düşündükçe, çoktan yolun sonuna geldiğimi düşüneceğimden en ufak bir şüphem yok. İşte ışığın söndüğü an; kalbim atmayı bırakacak, damarlarımdaki kan geri çekilecek, vücudum yavaş yavaş uyuşacak ve kendini hissetmeyi bırakacak. Gözlerim veda ederken gerçek hayata, öbür boyuta çoktan varmış bulunacağım. Bedenim yere yığılırken, vücudum sinsi bir soğuğun eline geçecek ve donacak. Morg çekmecesinde gömülmeyi bekleyen bir leş olacağım. Yapılan otopsiden sonra acaba psikolojimin de içinde bulunduğu kavganın bıraktığı çürükleri, darp izlerini bulabilecekler mi? Böyle bir şeyin mümkün olmayacağı kesindi. Ne henüz tıp o kadarını bilecek kadar yol katetti ne de teknolojinin içimdekileri tespit edebileceği bir cihaz bulundu.
Ölmeyi en çok nefes alan leşler haketmişti aslında. Ama sırf işkence olsun diye daha çok oksijen verildi havaya. Her gün biraz daha ölsünler diye.
Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi seri bir şekilde kapattı. Ellerinin nereye varmayı planladığını bilmediğimden, eyleminin neyle son bulacağını bekledim. En sonunda vücudumun en uğrak yeri olan omuzlarımı teşrif etti elleri. Bir anda bir sızı hissettiğimde sımsıkı kavradığı omuzlarımda, ufak çaplı gel git dalgaları yankı buldu vücudumda.
"Konuşsana Hayat! Senin bu sessizliğin beni çıldırtıyor! Susma! Anladın mı susma!" dedi omzumu kavrayıp sıkarak sarstığında.
Kendime gelmeyi onun vücuduma bıraktığı ufak sarsıntılarla sağlamıştım. Hala sarsıyor olması, onun omuzlarındaki bakışlarımı gözlerine çekmeme yol açmıştı. Sinirliydi ve şu an beni dövebilecek kapasitede olduğunu tavırlarından sezmemek mümkün değildi. Omuzlarımdaki ellerine eşlik etmekten hiç çekinmeyen yükselen sesi, gözlerimi dolmaya çoktan meyletmişti. Sanırım çok fazla beklemişti. Üstelik mesajlarına da cevap vermeyi reddetmem onu biraz telaşlandırmıştı.
Yaşadığım ani duygu değişimiyle yanaklarıma doğru yol alan şeffaf iki inci, oradan çeneme doğru aktı. Onunla aramızda kalan bir karışlık açıktan, mermer zemine doğru intihar eden iki tane gözyaşıma değdi bakışlarım. Omuzlarımdan tutup sarsarak bağırması, beraberinde kafamda da hafif bir şekilde arkaya ve öne medcezirler yaşattı.
Kahkülüm ve saçlarım benimle birlikte yaşadığı depremde titremeye başladı. Gözlerimden sadece dört damla firar etti. Ondan sonra kendimi dizginleyip burnumu çekerek, bakışlarımı onun omuzlarından ayırıp gözlerine diktim. Anında kızaran gözlerime güçlü kız imajını çizerek dudaklarımı araladım. Tekrar burnumu çekip, güçsüz görüntüme inat duygusuz bir tavır takındım.
"B... Ben... Ş... Şey telefonumun şarjı bitmiş. Yanına geliyordum zaten." dedim titrek bir nefesi havayla harmanlayarak.
Bütün neşemi vakumlayan yüz ifadesi beni incitirken daha fazla dayanamayarak kendimi bir adım geriye attım. Bakışları anında yumuşamaya gönüllü gibi masumane bir havaya bürünmüştü. Omuzlarımı çektiğim için ellerinin düştüğü boşlukta ne yapacağını şaşırarak yalpaladı. Sol eli ensesine gitti, sağ eli ise bacağının yanına düştü. Mahcup görüntüsüne paralel yüzündeki ifade özür diler bir imayla yüklüydü. Başımı önüme eğip kahkülümün ve açık bıraktığım saçlarımın arasına yüzümü gömdüm. Önüme düşen teller arasında burnumu bir kez daha çektim.Titreyen çenemin üzerindeki beliren minik gamzeleri, kendimi olabildiğince ağlamamak için sıktığımda az da olsa yok etmiştim.
Onun bileklerini geçen botlarıydı şu an görüş açımda olan. Bacaklarını açmış, ayaklarının birbirine uçurumlar açtığı mesafesiyle duruşundan taviz vermiyordu. Sağ ayağının burun kısmını hafifçe kaldırıp küçük çaplı darbeler indiriyordu basamak mermerine.
Bir şeyleri beklerken takındığımız bu tavır, geçen zaman uzadıkça inen darbeleri daha can alıcı kılardı. Git gide sertleşen vuruşu, hafiften hafiften dizini de kırmasına sebebiyet veriyordu. Ayak ucunun, ayakkabısının sert ve kalın tabanından kaynaklanan gürültüsü, saniyeler geçtikçe daha da kendini ele veriyordu.
Ayaklarının çektiği mekik, yorulup durunca bana doğru yaklaşan bir adım katetti. Benim ayakkabı uçlarımla burun buruna gelen ayakkabısı bacaklarımızın arasındaki mesafeyi de sıfıra indirmişti neredeyse. Başım önüme eğikken saçlarımın örtbas ettiği görüntüm, uzun, ince bakımlı parmaklar tarafından gün yüzüne çıkarılarak ifşa oldu. Sol elinin işaret ve orta parmaklarıyla kavradığı çenem, yer çekimine meydan okurcasına havaya kalktı.
Omuzlarımdan göğüslerime doğru sarkan açık kahverengi saçlarım, aynı el tarafından omuzlarımdan arka tarafa atıldı. Yüzümü örten koyu örtüyü böylelikle kaldırmış bulunduğundan daha fazla direnemeyen dudaklarım, gerilip hüzünle harmanlanmış bir tebessümü azat etti. Anında kızaran göz altlarım, gözlerimi çerçevelediğim eyeliner tarafından az çok kendini kamufle etmişti.
Uykuya baş kaldıran şu iri kahverengi irisler daha birçok savaşın en yenilgisiz komutanı olmayı başarmıştı. Duygularını bastırıp kendini koruma bariyerlerinin arkasına çekmeyi çok güzel beceriyordu. Her zaman ki takındığı duyarsız ifadesinin aksine şu an ki bulunduğu durum tam da ters düzlemde ilerliyordu.
Saçlarımı, omuzlarımdan arkaya yolcu ettikten sonra seri bir şekilde eli yine çenemdeki eski yerini almıştı. Çenemde yer edinen elinin yardımıyla yüzüm, kendini yerden azami hızda kaldırdı. Parmaklarının yönlendirdiği başım, çenemdeki elini umursamayarak sanki kendi iradesiyle kalkmışçasına diklendi. Boynundan çenesine doğru tırmanan bakışlarım, kirli sakallı teninden yavaş yavaş pembenin en güzel tonunu özgün zevkiyle kuşanmış dudaklarında çakıldı.
Alt dudağını dişlerinin arasında kıstırarak ağzının içine çekti. Kavisli yüzündeki sert hava, kendini yumuşatarak ılık meltemler estirdi. Çenemdeki eli uyarı bâbında tekrar ufak bir yukarıya hareketlenince, dudaklarındaki bakışlarım seri bir şekilde gözlerindeki kahve denizine çevrildi.
Hızla yüzünün her milimini kateden bakışlarım gözlerindeki yoğun mahcubiyet duygusuna kitlendi. Kızarmış gözlerimle hapse aldığım af dileyen tavrı, hafif kıvrılan dudaklarının kaşlarıyla eş zamanlı havalanmasına yol açmıştı. Sessiz bekleyişim sürerken çenemdeki sağ elinin işaret ve orta parmağı hafif hareketlenince nefesimi tutup final anını bekledim. Baş parmağıyla okşadığı çenemden elini çekip yüzüme doğru çıkardı. Başımı tekrar eğmemek için verdiğim mücadeleyi yine kaybedip eğmeye yeltendiğimde beni engelleyen eli, çeneme yine yerleşip eski yerini aldı.
Gözlerim gözlerinden ellerini çekeli çok olmuştu ne yazık ki. Çenemdeki yeri hala konumunu korurken ani bir hareketle yüzümü biraz daha kaldırdığında, gözlerimi anın verdiği şaşırmışlık duygusuyla olabildiği kadar açıp utana sıkıla gözlerine çakıldım. Uzun kirpiklerinin ablukaya aldığı kahverengi sürmeli gözleri, taşıdığı ve izah etmek istediklerinin hepsini bir denize döküp, yüzme bilmediğim için fırsattan istifade ederek beni anlatmak istediklerinin içinde boğuyordu.
"İlla özür mü dilemem gerekiyor? Affetsene süründürmeden." dedi muzip bir tavırla.
Şakayla karışık, kelimelerinin altına gömdüğü manayı anlamamak mümkün değildi. Mahcubiyetin esir aldığı mimikleri, ifadesine ayak uydurarak sesine ayna tutuyordu. Af dileyen duruşuna göz yumup, bir an iki-üç dakika önceki yükselen sesini görmezden gelerek, hörgüçlerimde biriktirdiğim sabır duygusunu kendi çölünde serap görmeye başlayan susuz kalmış vicdanıma kana kana içirdim.
Hissizleşeli çok uzun zaman olmuştu. Ruhumun her bir karışına indirilen sopa darbeleri, yara bere içinde bırakan yumruklar, can çekişen son nefesini vermek üzere olan vicdanımı lanetleyip, zehirlemişti. Pert olan içgüdüm, insanların üzülüp incinebilme olasılığına bütün duyularını kapatmıştı. 'Ben yaşıyorsam ve de kaldırabiliyorsam, onlarda pek tabii yaşayarak öğrenmekten hiçbir şey kaybetmezler.' düşüncesinde olmak, içimdeki bencil Hayat'ı buz gibi bir kova suyu başından aşağı dökerek uyandırmıştı.
Hiç düşünmeden paramparça edip, sonra hiçbir şey olmamış gibi toparlamaya uğraştıkları incinen ruhum son nefesini henüz vermediğini, af dileyen bakışlarına, affetmiş gülüşünü atfederek kanıtlamıştı. Sonsuzluğun adı merhametti... O da bir gün sonunun geleceğini bilmeden yaşarken, bedeninin yavaş yavaş ölüme teslim olduğunu bilmiyordu. Ta ki yüzüne bir ayna tutulup yolun sonunun sinsi bir virüs gibi hayatına sindiğini görünceye değin. Merhamette bir gün ölecek. O zaman bu dünyanın tek veliahtı olan kötülük kazanacak...
Yüzündeki ifade hınzır bir duyguya geçiş yaparken, dudakları olabildiğince gerilip dişlerinin bembeyaz tonunu gözler önüne serdi. İfşa olan dişlerine nazaran yanaklarındaki gamzelerin oluşturduğu çukura döküldü bütün utanç şelalelelerim. Yüzü gülümsemesindeki serseriliği korurken çenemdeki ellerini biraz daha sıkılaştırıp yüzümü kendine doğru çekiştirdi. Aynı şekilde kendisi de milim milim yaklaşıyordu. Gözlerindeki utanmaz adam bakışlarının bıraktığı derin ayak izleri bakışlarını çehremden çekip dudaklarımda odakladı.
Bakışlarının taşıdığı o serseri duruş bir anda buhar olup, anlam veremediğim bir duygu tonuna büründü. Baktığınız zaman her telden his bulabileceğiniz gözlerinde hala çözemediğim bir formül saklıydı. Ustasının ellerinden çıkan bir yemeğin, tek bir püf noktası gibiydi gözlerindeki gizemli karanlık dünya. Ondan başka kimsenin bilmediği bir tarif ama yerken büyük bir haz duyduğunuz lezzet gibi. Bakmaya cesaret edemediğim ama baktığım zamanda tadına doyamadığım bakışlarındaki derin ve leziz tat, beni ona daha çok itiyordu. Gözlerindeki o güzelliğin sırrını çözmek için...
"Yoksa öpmemi mi istersin?" dedi dudaklarımın üzerine küçük harflerle fısıldayarak.
Bakışları gözlerimden adım adım aşağı basamaklara indi. Çenemdeki elinin kısıtladığı hareketlerimin yanı sıra çapkın gülüşündeki o cezbedici muhteşem hava yanaklarındaki gamzelerinin, öldükten sonra sığınabileceğiniz tek çukur olabileceği gerçeğini gözler önüne seriyordu.
Güzeldi... Yakışıklıydı... Her kızın hiç düşünmeden üzerine atlayabileceği kadar da karizmatikti... Ama... Gerisi yok... Ona hissettiğim duygular hoşlantıdan veya minnet duygusundan ileriye yol bulamıyordu. Yolun sonunda bir U dönüşü vardı ve yol tekrar zıt şeride geçip başladığım yere dönüyordu. Hayatımda olmadığı zaman hep bir eksiklik duygusu hakim oluyordu ruhuma. Olduğu zamanda böyle onun hissettiklerine tam anlamıyla içten bir karşılık veremediğim için kendimi kandırıyormuşum veya azılı bir yalancıymışım gibi hissediyordum. Beklentilerini karşılayamamak beni olduğumdan daha çok kasıyordu.
Değer veriyordu bana en başta. Bunun verdiği derin mutluluk beni daldıkça daha da boğuyordu. Daha diplere inmek için çırpındıkça karadan da bir o kadar uzaklaşıyordum. Kendimden gidiyordum mesela... Benliğimi boş verip, sadece onu kırmamak adına seri yalanlarımı üzerime geçirerek ona sunuyordum. Dürüstlüğün canı cehenneme! Ben değil miydim etrafımdaki insanların mutluluğuyla mutlu olmayı bilen? O da mutluydu işte benimle birlikte olmaktan. 'Seni sevmiyorum!' diyemiyordum, 'Sana aşık olamıyorum ne yaparsam yapayım!' diye haykıramıyordum ona bir türlü. Ona bunları itiraf edersem o da meçhul olup gidecekti hayatımda. Bırakıp gidecekti beni. Kaybetme duygusu değildi bu. Bu... Bu bambaşka bir şey. Belki de gerçekten bencilim. Belki de gerçekten sadece kendimi düşünüyorum. Ama ben düşünmezsem kim düşünecek beni? Benden başka kim bakar ki benim yüzüme?
Yapacağı tek bir karakterime ters düşecek hareketi farkettiğim an hiç tereddütsüz terk etmekten de çekinmezdim. Nereden bilebilirdim ki farkedeceğim o günün, bugün olacağını? Yine tutuşturuldu senaryo dosyası elime. 'Oyna!' dendi bütün ustalığınla karşımızda. Unutulan bir şey vardı aslında. Ben rol icabı yönlendirilen bir oyuncu değildim, doğaçlama takılmaktı en büyük ustalık eserim...
Kitlenmiştim yine. Vücudumun bütün fonksiyonlarını şoklayıp, olacaklara verebileceğim bütün tepkilerin hakimiyetini eline alan diktatör ruhlu Cehennemin Efendisi'ni izlemeye koyuldum. Utangaçlığın verdiği sindirilmişlik hissi onunla kuracağım bütün iletişim köprülerini yıkmıştı.
Utandığı zaman kızaran birisi değildim. Bunun bana sağladığı birçok avantajın yanında dezavantajlarını da göz ardı edemezdim. Gözlerimi kaçırırdım, nefes almayı unuturdum, kaskatı kesilen bir bedene dönüşürdüm adeta. Ve en kötüsü de bunları yaparken konuşma eylemimi o anlık es geçerdim. Az da olsa duygusuz ve o anki duruşumdaki rezillikten taviz verirdim.
Konuşsam, konuşabilsem belki az da olsa savunmasız görüntümün üzerine kara bir çarşaf örtüp, üzerine kendi istediğim bir yeni Hayat inşa edebilirdim. Ama ne yazık ki hiçbir şeyde olmadığı gibi bunda da söz hakkı bana ait değildi. Bir şekilde hep duygularına alet olan birisiydim. Bunu bariz bir şekilde sezmekte problem yaşamazdınız. Kalbimin atışı kaderimin değil, savunmasızlığımın bas bas bağıran sesiydi! Megafonu eline alıp savaş meydanındaki güçsüzlüğümün ifşa olduğunu telaffuz eden sessiz bir hoparlördü duygularım.
İsteseniz de istemeseniz de dudağının kıvrımındaki kuytu köşeye saklanan bir çocuktu masumiyet; dolmaya her an can atabilecek kadar savunmasızdı gözlerdeki hüzün; unutulmaya yüz tutmuş tek bir hatıranın hükümdarıydı duygular aleminin efendisi kalp...
Yüzümde dans eden her bir duygu kırıntısı, hayat denilen dans hocasının yönlendirmeleriyle her an farklı bir ahenge bürünüyordu. Tempo ha bire değişirken, müzik, nefes nefese kaldığınızı veya yorulduğunuzu anlamayacak kadar da ilkel bir hal alır. Notalar kulaklarınıza doluşurken, belinize dolanan bir çift bilirkişi eli sayesinde sürekli değişen havaya ayak uydurmak zorunda kalırsınız. Bir yerden sonra dayanamayıp dans etmeyi bırakan bacaklarınız, üstüne kurulan hakimiyete dayanamayıp yıkılır.
Sıklaşan nefes alışverişlerinizle alamadığınız her nefesin acısını, oksijeni ciğerlerinizin her bir gözeneğine köşe bucak hapsederek çıkarırsınız. Hayat yönetiyor insanı! Ama ne yazık ki, insan hep kendi seçimlerinin sultanı olduğunu düşünmekte diretiyor.
Yüzümdeki gezinen bakışlarının ayak izleri silinmeyecek imzalar atarken tenime, çenemdeki elini bana karşımda olduğunu hissettirmek amaçlı biraz sıkılaştırdı. Parmaklarının uyguladığı baskı, çenemde ufak çaplı bir acı dalgası yankılandırınca, bende kendime gelme ihtiyacı duydum.
"Dünyadan Hayat'a! Dünyadan Hayat'a! Sesim geliyor mu?" dedi kendime gelmeme olanak sağlayacak sözcükleri mimiklerime püskürterek.
Gözlerinden başka her yere bakıyordum. Yanında kendimi utanmaktan harap ettiğim gerçeğini hiçbir şekilde inkar edemezdim. Gözlerim karşı evin koyu bordu duvarına ışık hızında ışınlandı. Üzerine sprey boyayla kazınan kamyon arkası sözlerinden birisini gördüğümde, ani bir kahkaha nöbetine tutuldum.
Binevi utangaçlığımı örtbas etmek adına girdiğim gülücük karantinasından, Emre'nin uzaylı görmüş gibi bakan soru işaretleri ve şaşkınlıkla bezeli gözlerine odaklandığımda çıktım. Verdiğim tepkinin ne kadar yersiz ve büyük bir etki bıraktığını zihnime inen balyozla anladım. Küçük bir çocuğun avuçlarındaki misketler kadar donuk ve ruhsuz gülüşüme eş değer tutulamayacak kadar şaşkınlık kusan bakışlarında kaybolmuştu ruhumun içi mutluluk şifreleriyle dolu sansürlü çocuğu. Labirendi andıran çıkmazlar ablukasındaki hayatım hep merak konusuydu onun için.
Düştüğüm saçma ve rezil durumun hiçbir açıklaması yok gibi görünse de bariz bir şekilde belliydi; onun beni öpme eğiliminde bulunması, beni çok utandırmıştı!
Bir anda beynime inen dokuz köşeli jetonla gülümsemem yüzümde soldu. Fazla cıvıttığımı ve bunun dışarıdan deliymişim gibi algılanmasına sebep olmuş olabilirdim. Emre'nin yüzüme tuhaf tuhaf bakan bakışları tabumu tamda doğruluyordu. Kaşlarını çatmış, gözlerini normal duruşundan biraz daha irileştirerek çenesindeki sakallarıyla çarşaflanmış noktaları ifşa edecek şekilde alt dudağını üst dudağının üzerine verdi. Hemen bir açıklama yapmazsam delirdiğimi düşünmesi işten bile değildi.
Dudaklarımı beni Şirine moduna sokacak şekilde gerip gülümsedim. Parmak uçlarımda altıma bir platform verilmiş gibi hissettirecek şekilde yükselerek, sol elimin işaret parmağını arkasındaki duvara uzandırdım.
"Şeyy... Şu arkandaki duvardaaa..." diye devam etmeyi planladığım cümlemin içine bodoslama dalan kesin dönüşü oldu.
Sol ayak topuğunun üzerinde, arkasına doğru yarım bir sağa dönüş yapıp, duruşuna ufak bir rutuşta bulundu. Onun dönmesiyle elim asgari hızda sol bacağımın yanına sakin bir iniş yaptı. Gülümsemem yavaştan mimiklerimin kalın duvarlarının arkasına sessizce sinerek gözden kayboldu. Mahcup bir edaya jet hızında geçiş yapan ifademe paralel, duruşumdaki ciddiyeti korumaya almaya meyillendim.
"Biz aşka baba dedik, o bizi yetim bıraktı." diyerek sesli telaffuz etti.
Yan dönmüş vücudu bana kesin dönüş yaparak, yüzündeki tuhafına gittiği gerçeğini kabak gibi ortaya çıkaran duruşunu gözler önüne sererek ifşa etti. Alt dudağı sarkmış şekilde kaşlarını çatarak bana 'Bunun neresi komik?' der gibi bakıyordu. Yaptığım ani çıkışın hiçbir toparlaması yok gibi görünüyordu. Gereksiz verdiğim tepkiyi nasıl içinden çıkılabilir duruma getireceğimin hiçbir açıklaması yoktu. El mahkum iki elimi teslim olduğumu belirtir şekilde havaya kaldırdım. Beynim bütün savunma araçlarını dondurmuş gibiydi. Söyleyecek veya tabiri caizse bahane olsun diye uydurabileceğim hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Mecburen dürüst olmak zorundaydım. Kaşlarımı 'Ne yapayım? Yapacak bir şey yok!' dercesine kaldırdım. Yüzüme masumane güzel ve tatlı bir mimik oturttum. Son olarak yapmam gereken şeyi de yapıp dudaklarıma hoş bir gülümseme yapıştırdım. Dilime de mahcup bir eda yerleştirdim mi tamamdır!
"Tamam. Teslim oluyorum. Gereksiz bir tepkiydi." dedim ettiğim her kelimede mahcubiyet saçarak.
Rezilliğin daniskasını yaşıyordum şu an. Başımı önüme eğip, havalara diktiğim ellerimi önümde, karnımın üzerinde birleştirdim. El pençe yüce divan duruşumu bozmadan verilecek hükmü beklemeye başladım. Kaskatı kesilmemi sağlayacak tek bir hareket yaptı. İlk önce görüş açıma bir çift kol girdi. Ardından o kollar belimi sımsıkı kavrayıp, beni arasına hapsetti.
Arkadaşlar uzun zaman önce hazırladım buraya kadar olan kısmı. Ama yayınlamak için 60 sayfayı bulmasını bekledim. Ne yazık ki okuduğum birçok kitapta uzun bölümlerin okurları sıktığını gördüm. O yüzden bende sizi 25 sayfalık bir bölümle baş başa bırakmayı tercih ettim.
Bana yeni bölüm için birçok mesaj geldi ama ben bölümü sürekli 60 sayfaya tamamlama peşindeydim. Bu bölümü iki part şeklinde yayınlayacağım. Diğer partta 30-35 sayfa gibi bir şey olacak büyük ihitimalle. İkinci bölüm bayağı olaylı geçecek. Bu bölüm Hayat'ın biraz içine dönük olan kısmı. Bu iki partta Hayat'ın Emre'yle başından geçen geçmiş bir gününü anlatıyor, karıştıranlar olmuştur diye hatırlatayım. Yorumlara göre ikinci partı çoğaltıp azaltmayı planlıyorum. İsteğe bağlı kısa veya uzun yayınlayacağım.
Uzun zaman oldu bölüm yayınlamayalı. Okul telaşesi sarmıştı malum. YGS-LYS korkusu, çalışmaları, arbedesi vs. beni bayağı alıkoydu. Arada gelişen birçok olaydan ötürü herkesten özür diliyorum.
Kitap hakkında gelen çok iyi, olumlu tepkiler içinde çok çok teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettiniz. Kitabım Yabancı'yla kıyaslanıyor. O kitabı okuma fırsatım olmamıştı. Henüz yeni okuma imkanım oldu. Ama belirtmem gereken bir şey var: Biz çok çok ayrı kulvarda yazıyoruz. Evet o da betimlemeleriyle tanınıyor ama benimki daha tecrübe isteyen şeyler. Yine de çok teşekkür ederim gelen güzel yorumlar için. Okunma sayımız neredeyse. 4.000 olacak inşallah bu bölümle birlikte. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi veya kötü istediğiniz eleştiri de bulunabilirsiniz. Saygıyla karşılarım. Görüşmek üzere Allah'a emanet olun.
Son bir isteğimde olacak; grubumuza gelin oradan sohbet edelim. Orası çok yalnız kaldı çünkü. :)
FACEBOOK GRUBU: Wattpad SÜRMENAJ
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro