26 [final] | ❝okun yönü gençlik aşkında❞
Ablamın gidişinin ardından yatağın içine tamamen girdim ama gözlerimde uykunun zerresi dahi yoktu. Bir süre boş gözlerle tavanı izleyip durdum ama ciddi anlamda sıkılmaya başlayınca yorganı üzerimden atarak yataktan çıktım. Dolabımdan kalın, uzun ve kırmızı bir ceket çıkarıp onu ağırca üzerime geçirdim. Yatağa oturarak çizmeyi andıran yünlü beyaz patiklerimi de giydikten sonra kendimi balkona attım.
Çıkar çıkmaz temiz havanın yüzüme çarpması bir oldu. Kasım ayına girdiğimiz için hava bir hayli soğuktu. Bilmem eksi kaç derece beni tir tir titretirken çok kalmayacağıma karar vererek sırtımı küpeşte trabzana yasladım.
Birkaç dakika boyunca ciğerlerime derin derin taze havayı çektikten sonra içeri girmek için hareketlendim ancak çalmakta olan telefonum buna izin vermedi. Arayanın kim olduğunu öğrenmek için cebime uzanıp telefonu çıkardım. Doğan arıyordu. Gecenin bu vakti beni neden aradığına dair kafamda sorular dört dönerken fazla düşünmemeye kanaat getirip aramaya cevap verdim.
"Alo?"
"Kocacım," dedi Doğan hoş bir sesle. "Nasılsın?"
Söylediği ilk kelime kafamdan aşağıya bir kaynar su boşaltırken havayı umursamayarak titredim. Bu kelimeyi mesajlarda okurken sorun yoktu ama birisinin ağzından dökülmesi son derece yabancı ve tuhaf gelmişti.
Yalanımı, içinde bulunduğum durumu hatırlatıp canımı sıkmıştı.
Sessiz kalışım Doğan'ı tedirgin etmiş olacak ki alelacele sordu. "Yanlış bir şey mi söyledim yoksa?" Doğru bir şey söylediği de söylenemezdi elbette ama bunu ona yansıtmadım.
"Hayır," dedim sakin bir sesle. "Biraz şaşırdım."
"Rahatsız olduysan bir daha kullanmam."
Sessiz kaldım. Ne kullan diyebildim ne de kullanma. Yavaş yavaş çözülmeye başlarken bu kadar hızlı ilerlemenin bana iyi gelmediği ortadaydı.
"Yeni hitaplar bulmam gerekiyor öyle desene."
Muzip bir şekilde söylediği cümleye tebessüm ettim. "Öyle görünüyor," diyebildim sesimi bularak. Ardından bu saatte neden aradığını belirten bir soru yönelttim ama saniyesinde kendimi bir kalas kadar odun hissettim. "Hayırdır?"
Sanki mahalle magandasıydım da, karşı mahallenin başındaki kişiye elimde tesbihimle hesap soruyordum.
Doğan da düşümdüğümü düşünmüş olmalıydı ki aynen şöyle yanıt verdi.
"Hayır mı şer mi şimdi öğreneceğiz koçum." Yüzüme genişçe bir gülümseme yerleşti. "Sen de bi' hele, öğlenki telefonum neden açılmadı?"
Kahkaha atmak için aralanan dudaklarımı dizginledim ve sürdürdüğü tiyatroya eşlik ettim.
"Açmadıysak açmadık ulan. Bir de hesap mı vereceğiz? Aynayı çizdirmek istemiyorsan bas git, almayayım ayağımın altına. Soytarı it seni."
"Ben korktum bırakıyorum," diyen Doğan ile birlikte daha fazla kendimi tutamadım ve saatin kaç olduğuna aldırmadan kahkahamı serbest bıraktım.
"Sen de ne ödlek çıktın," derken hala ara ara gülüyordum.
"Bir ara bıçak falan çekeceksin sandım."
"Abartma istersen," dedim ama sessiz kaldı. "Yok artık."
"Cümlenin sonunda aşağılık kompleksine girdim kızım." Bekledi. "Daha önce yemin ediyorum kimse bana 'soytarı it' demedi. Bu ne biçim bir hakaret cidden?"
Dedikleri ile birlikte bir gülme tufanı daha koptu içimde.
"Sen de var ya!" Dedim elimi karnıma koyup, çatlayacaktım neredeyse.
"Beybisu da, küpek de oldukça orjinal elbette ama ben bunu daha çok sevdim. Bana sonsuza kadar soytarı it diyebilirsin. Kulun, kölen olurum."
"Nesin sen, daddy sever falan mı?" Gülmeye devam ederken ekledim. "Yoksa şu dört harfli, sadistik, mazoşistik, asla işkence ve aşkı aynı kefeye koyamadığım, renklere tuhaf tuhaf tonlar ekledikleri, i see red şarkısının anlamını kirlettikleri, kırmızı yetişkin odası severlerden biri misin?"
"Ne?" Dedi Doğan, sona hayali bir y sesi eklerken. "İkinci cümleden bir halt anlamadım."
"Grinin Elli Tonu."
Anında gevşedi."O," diyen sesi son derece keyifli çıkmıştı. "Severiz."
"Pü." Yasak bir aşkı iş üstünde basmış alakasız teyze edasında ağzımdan tükürür gibi bir ses çıktı. "Allah seni kahretmesin. Boyu posu devrilmeyesice."
"Dedi, Game of Thrones izlediğine kalıbımı basacağım ama asla kanıtlayamayacağım kişi."
"Boş yapma Doğansu."
Yüzümdeki gülümsemeyle birlikte sözlerime karşılık vermesini bekledim ama o derince bir soluk vererek sessiz kaldı. Bu suskunluğa son vermek amacıyla dudaklarımı araladığımda nihayet sesini bulabildi, lakin bulmamasını tercih ederdim çünkü yüzümdeki gülümseme de aynı anda silindi.
"Özlemişim." Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladım ama başarılı olamadım. "Seninle böyle sohbet etmeyi gerçekten çok özlemişim."
"Doğan," dedim nihayet.
"Bir şey demene gerek yok. Sadece dile getirmek istedim." Açıklama yapmama izin vermezken konuşmaya devam etti. "Eeee... Neler yaptın bugün?"
Onun çabasını görmezden gelmeyerek akışına bırakmaya karar verdim.
"Sen de hasta ziyareti, ben deyim avşar halayı. Bir ordu yolcu ettik az önce."
"Akraba terörü?"
"Hem de nasıl." Güldüm. "Biri birisinin kulağını neredeyse koparıyordu."
"Ciddi misin?"
"Zor aldık elinden."
"Benim bekar bir amcam var sadece. Onunla da pek görüşmüyoruz. Sahi? Siz kaç kişiydiniz?"
"Saymayı bırakalı dört sene oluyor be. Her yıl aileye birkaç yeni üye katılıyor. Biraz daha saymaya devam etseydim, nüfus müdürlüğüne beni atayacaklardı."
Telofonun ucundan bir kahkaha sesi işittim.
"Aşiret falansanız söyle de önceden bileyim. Bir gün seni kaçırmaya falan kalkarsam önden önlemimi alayım ben. Benim berdele verecek kız kardeşim yok, e senin de ağabeyin evli. Muhtemelen kurşuna diziliriz."
Mert'i andıran ikinci cümlesini görmezden gelip güldüm.
"Töre kategorisi dozunu biraz kaçırdın sanırım?"
"Ezel'den sonra Sıla batağına düştüm, ne diyorsun?"
"Deme be."
Muhabbetin saçmalığına karşılık, yeniden gülmeye başladık. Doğan hislerinde tek taraflı değildi, ben de onunla sohbet etmeyi seviyordum. O gruptan en iyi anlaştığım kişiydi. Yeni okulum buradan kilometrelerce uzakta olsa bile onunla görüşmeyi kesmek istemiyordum.
"Sen nasılsın?" Dedim adet yerini bulsun diye değil, gerçekten merak ettiğimi belirten bir ses tonuyla. "Neler yapıyorsun?"
"Okula gidip gelmekten başka pek bir şey yapmıyorum aslında."
"Klasik ergen." Söylenişlerimin arasında durup, düzelttim kelimelerimi. "Af buyur, klasik sayısalcı."
Ağzımdan çıkanlara boğukça gülerken birkaç kez öksürdüğünü işittim. Hasta gibi değil de, daha çok boğazı gıdıklanmış gibiydi kesik kesik çıkan sesi.
"Sözlerinin sirayetiyle birden gıcık kapıverdim galiba," derken sesinden laf soktuğu acayip belli oluyordu. "Oysa bağışıklığım da iyidir."
"Zaten gıcık olduğun için olmasın o." İçimdeki arka planda tuhaf bir nihahaha melodisi çalarken ekledim. "Bağışıklık da bahanen."
"Tamam, tamam," diyerek elindeki silahı yere indirdi ve cebinden kırışık beyaz bir bayrak çıkardı. "Pes ediyorum."
Çok kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra konuşmaya kaldığı yerden devam ettiğinde yüzümdeki gülümseme yerini koruyordu.
"Aslında şu sıralar alışık olmadığım bir şeyler çalmaya çalışıyorum."
"Çalmak derken?"
"O manada değil," deyiverip güldü. "Müzik aleti açısından söyledim."
"Kurban olduğum Türkçemizin mükemmelliğine kaç puan?"
Dediklerime kalın sesiyle kıkır kıkır güldü. Nihayet sustuğunda devam edebildim.
"Müzikle uğraştığını bilmiyordum. Sesin de güzeldir şimdi senin."
"Aslına bakarsan," dedi sesi gittikçe kısılırken. "Bok gibi."
Kahkaha atıverdim. Biraz üzerine gidip eğlenmek istesem de bunu yapmadım. Onunla dalga geçmek niyetinde değildim.
"Sadece çalmak sıkıcı olmuyor mu peki? Bu arada ne çalıyordun?"
"Yok sıkıcı olmuyor. Saz çalıyorum."
İki bin on iki apaçi neslinden kalma bir 'ooo' sesi çıkardım ağzımdan. "Bak bu yakışır işte." Sonra düşüncelerimin arasında sordum. "Çaldığın bir video var mı? Dinlemek isterim."
"Aslında youtube kanalım, yani kanalımız var?"
Dudaklarımın arasından hafif yüksek bir "Oha," nidası döküldü. Tepkime kahkaha atmakla yetindi.
"Bunu beklemiyordum işte."
Keyifli nefesini işittim. "Sesim kötü, türküde namelere falan hiç gitmez ama iyi çalarım, iyi de şiir okurum." Sözlerinin altında kendini övmek istemeyen, utana sıkıla yaptıklarını ifade eden çocuğu yakaladığımda tebessüm ettim.
"Kanalını şimdi daha çok merak ettim işte. Link atsana, tabletten izleyivereyim hemen?"
Odama girip tableti elime aldım ve yeniden balkona çıktım.
"Şimdi bakmasan mı acaba?"
"Olmaz. Gece meraktan çatlarım. Bak tabletimi de aldım." Parmaklarımı dokunmatik ekranda gezdirip tabletten youtube'a girerken Doğan pes etmiş bir nefes koyverdi. "Kanalın ismi neydi?"
"Ertemir."
"Tanıdık geliyor," diyerek mırıldandım. "Ama burada bir sürü Ertemir var. Nasıl bulacağım şimdi?"
Güldüğü belli olan nefes sesini işittim. "Buğra Doğan Ertemir yazarsan gelir. Profil resminde bir ay çiçeği fotoğrafı var."
"Buldum," dedim neşeyle ama az önce zikredilen harfler kafamda şekillenip isme dönüşünce şaşkınlıkla durdum. "Buğra mı dedin?"
"Evet, kanalımız derken ondan söz ediyordum."
"Bunu bana şimdi mi söylüyorsun?"
"Sormadın ki söyleleyim."
Öfkeli hallerim onu keyiflendirmiş olmalı, güldü.
"Benim kötü sesimi Buğra sayesinde kamufle ediyoruz işte," derken gizli bir sır verir gibiydi ama bunu zaten takipçilerine söylediği belliydi. Dalga amaçlı böyle davranıyordu.
"Buğra türkü söylüyor demek," diyerek mırıldandım. "Önereceğin bir video var mı? Herhangi birisine kafama göre tıklayım mı yoksa?"
"Kanalda öne çıkan bir video var, onu dinleyebilirsin."
"Kirpiğin Kaşına?"
"Evet," dedi dalgalı bir sesle. "Evet, o."
Daha fazla konuşmayarak videoyu oynattım. Başlangıcı için diğer youtuberların aksine havalı ve kasıntı girişler yapmamışlardı. Beni ilk olarak derin bir karanlığın üzerine yazılmış isimler karşıladı ve ardından burnuma kesif bir koku doldu. Bunun dışarıdaki yağmur sonrası toprak kokusu olduğunu biliyordum ama ilk defa onu bu kadar yoğun hissediyordum. Yanlızca birkaç saniye sonra ağırca çalan bir saz sesi işittim. Ateşte cızırdayan odun sesleri onu arka plana atıyordu. Karanlık hafiften dağılırken kahverengi ve hardal sarısı ile dekore edilmiş bir odanın içerisindeki iki beden göründü. Üzerinde krem rengi, boğazlı bir kazak ve altında da koyu kahve kumaş bir pantolon olan Buğra, dalgalı kumral saçlarını geriye yatırmıştı ama büyük bir kısmı gözlerinin önüne dökülüyordu. Kırmızı kazaklı ve siyah pantolonlu olan ise Doğan'dı. Hafif kıvırcık siyah saçları özensizdi. Bir pencereden diğerine uzanan hoş bir salkımın önündeydiler ve ellerinde sazlarıyla birlikte iki ahşap sandalyenin üzerinde oturuyordular. Zaman sonra Doğan çalmayı bıraktı. Kamera salkımlardan birisinin üzerine yakınlaştırılırken görüntü bulanıklaştı ve ardından kelimelerle birlikte Doğan'ın sesi duyuldu. Türkünün dizelerini bir şiir okurcasına öyle güzel seslendiriyordu ki, hayran kalmadan edemedim. Kullanılan efektler naif bir dokunuş gibiydi. Doğan türkünün sözlerini bitirdiğinde kamera salkımdan uzaklaştırıldı ve iki genç adam da ellerinde sazlarıyla yeniden açıya girdiler. Alevin keskin cızırtıları kaybolmuş ve yerini sazın eşsiz notaları almıştı.
Sonra onu duydum; Buğra'nın sesini.
Hani bazı sanatçılar ve onların bazı kült parçaları vardır. Daha ilk kelimelerinde yüreğinize bir kış mevsimi oturuverir, içiniz buz keser ve alışık olmadığınız bu soğukluk karşısında, ürperirsiniz, titrersiniz. Boğazınıza ismini koyamadığınız bir duygu oturur, bütün bedeniniz kasılırken gözleriniz dolar.
Buğra'nın sesi içimde işte tam da buna benzer bir hissiyat bırakmıştı.
Daha önce hiçkimseye göstermediğim, hatta benim bile göremediğim bir yaraya dokunmuştu.
Öyle güzel yorumlamıştı ki türküyü, içimdeki duygu seline rağmen yüzüme ayan beyan bir tebessüm oturmuştu. Oysa ben türkü dinlemeyi sevmezdim. Arabesk dinlerdim, rock dinlerdim, pop dinlerdim, klasik dinlerdim, yeri geldiğinde caz bile dinlerdim ama türkü dinlemezdim.
Şimdi ne denli bir hatanın içerisinde olduğumu yeni fark ediyordum. On altı sene gibi uzun bir süre, geç kalınmış onca yıl...
"Nasıl buldun?" Dediğini duydum Doğan'ın. Böylece videonun sona erdiğini de anlamış oldum. Oysa ben hiç bitmesin, sabaha kadar dinleyeyim niyetindeydim. Kanaldaki her bir videoyu dinlemek isiyordum. Maceraperest yüreğim heyecan doluydu, kıpır kıpırdı. O çok merak ettiği şeye bir adım daha yaklaşmış afacanlar gibi hissediyordum. Buğra'ya dair bir yapboz parçasını daha bir diğerinin yanına yerleştirivermiştim.
Fakat sonra, Doğan'ın sorusunun üzerinden yalnızca birkaç saniye geçmişken, heyecanla çarpan kalbimin üzerine bir karartı düştü. Bu karartıya bir cümle verebilseydim şayet, şu olurdu: Buğra sana küskün. Bu karartıyı üzerimden atabilmem kolay değildi. Üstelik şimdi çok uzaklardaki bir okula gidiyor ve onunla iletişimeme yeni yeni mesafeler açıyorken artık imkansızız bile diyebilirdim.
"Kötü müydü yoksa?"
Doğan'ın endişeli sesini işittiğimde göremeyeceğini bildiğim halde başımı salladım. "Hayır," dedim usulca. "Çok iyiydiniz. Sadece..."
"Sadece ne?"
"Boş ver." Başımı iki yana salladım. "Performansınızı gerçekten çok beğendim. Takipçi sayınız bu kadar az olmamalı. İnsanlar saçma sapan videolar izlemek yerine keşke böyle şeyler izleseler, dinleseler. Sanat sizler sayesinde yaşıyor."
"Kamuran," diyen sesinde bir serzeniş vardı. Az önceki sözlerimi zerre kale almamış görünüyordu ki, şu kelimeleri ekledi. "Sadece ne?"
Sıkıntılı nefesimi dışarı verdim ve sırtım trabzana yaslıyken başımı bulutlu gökyüzüne kaldırdım. Tek bir yıldız dahi yoktu. İçim semaya yansımıştı sanki.
"Buğra," diyebildim sesimi alçakta tutarak. "Beni hiç affetmeyecek, öyle değil mi?"
"Bu da nereden çıktı?" Her kelimesinden şaşkınlık akıyordu. "Küsmüş müydünüz ki?"
"Konuşmuyor benimle," derken ses tonum alıngandı. "Bugün kardeşinde kalan hırkamı getirmek için kapımıza geldiğinde de soğuktu bana karşı."
"Sen de bu sebeple küs olduğu kanaatine vardın."
Bir soru olmamasına rağmen, bir soru kadar etkili çıkan cümlesine karşın sessiz kaldım. Sessizliğim zaten bir cevaptı.
"Buğra kimseye küsmez Kamuran."
"Demek ki bir bana bu tavrı." Konuşmasına müsaade etmeden devam ettim. "Haklı. Küsmekte de, tavır almakta da haklı. Onu çok kırdım. Üstelik son olanlar..."
"Kırgın veya küskün değil," derken diretiyordu ve sesi hafif kızgındı.
"Pazartesi özür diledim Doğan ama beni görmezden geldi. Konuşalım dedim, sırasının olmadığını söyledi. Evime kadar geldi, yine doğru dürüst konuşmadı, mesafeli davrandı. Kaçıyor işte, yüzümü dahi görmek istemiyor."
Doğan sesli bir nefes verdi.
"Bunu bir sitem olarak algılama lütfen. İnan bana daha önce de aynısını yaşadım. Anladıkları an hayatımdan çıkıp gittiler ve çıkışları çok korkunçtu. Yine de hiçbirisinin gidişi bu kadar canımı yakmadı. Size değer verdim, gerçekten. Ben sizlerle küs ayrılmak istemiyorum."
"Ayrılacağını kim söyledi," dediğinde sorguya çekmemesi için karşılık verdim.
"Lafın gelişi." Zaten sınıf değiştirdiğimi bildiği için üzerinde durmadı.
"Öncelikle şu konuda bir anlaşalım. Yaptığın şey; Ayşe'yi Mehmet ile yakıştırmak gibi bizim gözümüzde. Hepsi bu, daha fazlası veya daha azı değil. Yaptığını tasvip etmiyorum, sonuçta insanların hayatlarına burnumuzu sokacak bir hadde hiçbirimiz sahip değiliz ama kendini içten içe yiyip bitirecek kadar da önemli bir şey olmadığını bilmeni isterim."
Tane tane söylediği kelimeler çok içtendi.
"Buğra'ya gelince... o herif ödleğin teki." Sesi son derece öfkeli çıkmıştı. "Gidip seninle adam akıllı konuşmasını ben de söyledim ama yapmıyor, yapamıyor, utanıyor. Bugün hırkayı bahane edip muhtemelen bunun için uğradı ama yine beceremedi. Karşına çıkmaya yüzünün olmadığını düşünüyor. O gün olanlardan, başına gelenlerden kendini sorumlu tutuyor."
"Neden? Onun hiçbir suçu yok ki."
"Kavga ettiğiniz günün akşamında da yine kendini suçladı."
"Ona o kadar şey söylediğim halde mi?"
Boştaki elimi alnıma götürüp ovdum.
"Seninle konuşmaya cesaret edemeyen ödlek işte." Ben Buğra'nın tavrı üzerinde düşünürken o az önce dediklerine kendince tekrar açıklama getirdi. Bunu neden yaptığına dair kafa yormadım. "Olanlardan kendini sorumlu tuttuğu için öyle dedim."
"Anladım," dedim kısaca ama dudaklarımdan öylesine dökülmüş bir kelimeydi bu.
"Var ya, sen ondan daha adamsın kızım." Ruh halimin dalgasına kapılmasaydı gülüceğim bir cümleydi. "Gidip iyice bir konuş şu korkakla. Bunun akıllanacağı yok."
Ne ara gidip konuşacaktım ki? Haftaya bambaşka bir ilçede, buraya kilometrelerce uzak bir yerde okulum başlıyordu. Sadece pazar günleri şehir merkezine gelebilecektim. Geldiğim zamanlarda onu görebilmem mükün olacak mıydı? Sevgilisi onunla konuşmama müsaade edecek miydi?
"Ben sana çalıştığı yerin konumunu atarım. Cumartesiye kadar daha iyi olursan gidip konuşursun."
Ve yeni bir bilgi daha.
Daha öğreneceğim ne vardı?
"Çalışıyor muydu?"
"Okul çıkışları ve hafta sonları müzik aletleri satan bir dükkanda yarı zamanlı çalışıyor."
"Peki, konuşmayı deneyeceğim. Umarım beni dinler."
"İçin rahat olsun. Dinleyeceğinden eminim."
"Anlaştık o halde."
Sözlerim üzerine rahat bir nefes aldığını işittim.
"Şey," dedim hala duyduklarımın buhranı üzerimdeyken. "Senden bir şey isteyebilir miyim?"
Meraklı çıkan sesiyle "Elbette," dedi.
"Buğra ile konuşmadan önce hepinizle konuşmak istiyorum. Yarın okul çıkışı, okulun biraz ötesindeki parkta buluşabilir miyiz? Gelmek istemezlerse anlarım tabii ama sen yine de grupta söyle bunu olur mu?"
"Söylerim söylemesine," dedi şüpheci bir edayla. "Bir sorun yok, öyle değil mi?"
"Yok, hayır. Sadece olanlar hakkında konuşmak istiyorum."
"Kamuran bizden özür dilemene gerek yok, bize açıklama yapmana da gerek yok," diyerek araya girdiğinde sözünü kestim.
"Öyle bir şey değil."
"Merak ettim şimdi."
"Eğer çocukları bir araya getirirsen öğrenirsin."
Tamamen okuldan gideceğimi...
"Şantaj ha?" Muzip ses tonu karşısında gülümsemeden edemedim. "Hem de bana?"
"İyi geceler..."
Er sesi dilimin ucunda uzayıp rüzgara karışırken, Doğan üzerime gitmek yerine bana ayak uydurdu ve kıkırdamama neden olacak bir ses tonuyla "İyi geceler," diledi.
Telefonu kulağımdan indirip cebime attım. Islak toprak kokusunu ciğerlerime çekerek gözlerimi kapatıp açtığımda, gökyüzündeki bulutlara vuran ay ışığının havada gri bir duman oluşturduğunu gördüm. Çok uzaklardan şimşekler belli oluyordu. Gökyüzündeki karmaşanın mı yoksa kafamdaki karmaşanın mı daha yoğun olduğunu düşünürken aşinası olduğum bir ses işiterek irkildim.
"Dışarısı iyice soğudu. İçeri girsen iyi olacak."
Yaslandığım yerden doğrularak sesin geldiği yöne, karşı balkona baktım. Aramızda üç metre kadar açıklık bulunan balkonunda, tüm sukünetiyle Mert duruyordu. Üzerinde kapşonunu kafasına geçirdiği siyah bir ceket, altında aynı renk bol bir eşofman ve elinde siyah kahve kupasıyla karanlıklar içerisinde kalmış bir hayalet misali ruhani görünüyordu. Bana bakarken yüzünden eksik etmediği gülüşünden eser yoktu, bakışları da mimikleri gibi soğuk ve donuktu. Dışarıdaki havayı üzerine giyinmişti sanki.
Dudaklarımı bir şeyler söylemek için araladım ama o buna izin vermedi. Bana son bir bakış atıp ağırca arkasını döndü ve balkon kapısından içeri girdi. Bugün kapıyı, ikinci kez ardından kapatırken ürperdiğimi hissettim ve bunun soğuktan olmadığından adım kadar emindim.
O gece kapı suratıma değil, yüreğime kapandı.
Mert Sean Schwarz, kendisini Buğra Uğur Temirçal'a tercih ettiğimi düşünüyordu. Sorun şuydu ki, bu düşüncesini yalanlayacak hiçbir gerekçem yoktu.
Çocukluk aşkımın düşmanıma dönüştüğü bir hikaye son bulmuştu.
Düşmanımın gençlik aşkıma dönüşeceği yeni bir hikayeye yelken açıyordum.
Bu işin sonunda çok kalpler kıracağımı ama çok da kalbi memnun edeceğimi bilerek...
Çıplak popolu Yunan Tanrısı Eros, bu kez kimi nişan alacaktı dersiniz?
[SON]
l u m o s !
Wattpad'de fantastik, bilim kurgu ve korku türünde faaliyet gösteren bir yazar olarak, bu kez sınırlarımı zorlayarak genç kurgu türünde bir şeyler denemek istedim ve ortaya Son Aşk; Onsra çıktı. Yeri geldi güldük, yeri geldi ağladık, yeri geldi kızdık, yeri geldi heyecanlandık ve yeri geldi sevdik, işin aslı Kamuran ile birlikte duygudan duyguya atlayıverdik.
Bir gençlik dizisi kıvamında ilerletmeye çalıştığım bu hikayede, yazma serüvenim boyunca ben çok keyif aldım. Umarım sizler de okurken benim kadar güzel vakit geçirmişsinizdir.
Hikayemi sonuna kadar okuyan, beğenen, yorum yapan herkese çok teşekkür ediyorum.
Bu hikayenin devamı niteliğinde gelecek olan ikinci hikaye, Son Yalan; Oodal'da görüşmek dileğiyle...
-Yuuna.
n o x !
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro