25 | ❝kuşku doludur sessizlik❞
Karşımızda siyah kapşonlusu içerisinde gece kadar karanlık duran Mert ve hemen arkasında da Tuna ve Hüseyin duruyordu. Mert'in siyaha yakın koyu kahve saçları ıslanmış ve dağınıkça alnının üzerine düşmüştü. Islak kirpiklerinin arasındaki keskin bakışları, yanı başımdaki puf koltuğun üzerinde şaşkınca oturmakta olan Meral'in üzerindeydi.
Mert, Karacayı da en az Hüseyin'i tanıdığı kadar tanırdı. Bizim için ağabey sayılabilecek kadar büyük olsa da çocukluktan beri tanışık olduğumuz için Karaca da bizden birisi sayılırdı. Sadece bir araya geldiğimizde saygıdan ona ağabey derdim, o kadar. Hüseyin ve Yasin hariç, durum diğer erkekler için de geçerliydi. Neredeyse herkes için büyük bir figürdü.
Meral'in onda alışık olmadığımız şekilde yanımda kem küm eden sesini işittim; kendine gelemeyen hal ve hareketler içerisinde kekeleyip duruyordu. Diğer kızlarsa aniden odaya dalan genç adamlar yüzünden şaşkınlık dolu nefesler alıp veriyordu. Sonra aniden önümü sarı bir karartı kapladı ve öfkeli sesiyle "Destur," diyerek karşısındaki erkekleri uyardı. Bu hangi ara odaya girdiğini bilmediğim ablamdan başkası değildi.
"Dingonun ahırı mı burası? Öyle elinizi kolunuzu sallayarak giriyorsunuz odaya, hayırdır?"
Ablam öyle deyince, Mert'in bakışları Meral'den bana doğru kaydı. Gözleri önce benim hayret dolu gözlerimi buldu, ardındansa neredeyse boğazıma kadar çekmiş olduğum yorganı. Bakışları yüzümde varla yok arası dolanıp aniden açıyı bir boşluğa düşürdü. Üzerimde rahatsız olabileceğim bir kıyafet yoktu oysa ki, misafirlerin yanına kalkıp gidebilecek bir vaziyetteydim; siyah bir tayt ve dizlerimin üzerine kadar inen, uzun kollu bol kırmızı bir tunik. Fakat ben sanki usturupsuz bir şemaldeymişim de basılmışım gibi saçma sapan bir tepki vererek üzerimde gerçekten de bir şey olmadığı izlenimi vermiştim.
Mert de durumu oldukça yanlış anlamış olacak, "Kusura bakmayın," diyerek arkasını döndü. Kimsenin bir şey demesine izin vermeden de Hüseyin ve Tuna'nın kolunu tutup girdiği hızda odayı terk etti. Kendine ve çocuklara kızan bir yüz ifadesiyle koridora çıkınca üzerimdeki yorganı panikle atıp ayağa kalktım.
"Sağ ol ablacım ya. Sayende artık yarı çıplak uyuduğumu falan düşünüyorlar."
Ablam bana gözlerini kocaman açarak baktı ve bayağı bir ses tonuyla "abart abart," diyerek çıkıştı. Onu dinlemeden derin bir nefes alarak koridora çıktım.
Mert, Tuna ve Hüseyin kapıyı açmış dışarı çıkıyorlardı. Görünüşe göre Mert, Tuna'ya; Hüseyin de her ikisine birden söyleniyordu. Hızlı adımlarla yanlarına ulaşıp sesimi çok yükseltmeyerek "Mert," dedim. Mert'in ayakkabılarında olan başı ağırca bana doğru kalktı. Gözleri gözlerime tırmandığında üzerimi hangi ara değiştirdiğimi sorguladığını düşündüm, zira Hüseyin ve Tuna'nın bakışlarında doğrudan bu ifade geziniyordu, ancak hemen sonra Mert'in zekasının, bizim sülalenin zekasının oldukça üzerinde olduğu aklıma düştü.
Yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirip "Selam," dedi. Bulaşıcı gülümsemesinin üzerimde bırakacağı hasardan ötürü kendimi izole etmek için direndim ama maalesef bunun için çok geçti, çünkü hafif bir tebessüm çoktan dudaklarıma konuvermişti.
Yüzümdeki ifadeye rağmen onu paylamak için ağzımı açtığımda ağabeyimin sesini duyarak irkildim. Eş zamanlı olarak yanımdaki çocuklar da ürkmekten kendilerini alamadılar.
"Gece gece nereye?" Sert bakışları Tuna ve Hüseyin'den kayıp ana hedefine ulaştı, Mert'e. "Ve senin bu saatte burada ne işin var?"
Mert an itibariyle dut yemiş bülbüle dönerken cevap Tuna'dan geldi. "Hava alacaktık da, ben çağırdım Mert'i." Ağabeyimin bakışları şüpheciydi.
"Bana bakın," dedi gözlerini kısarak. "Sigara falan içmiyorsunuz siz değil mi?" Hüseyin'e dikti karanlık bakışlarını. Hüseyin zaten içiyordu ve bunu ailesi de biliyordu. Ağabeyimin bunu sormasındaki amaç, Hüseyin'den ikisinin raporunu almaktı.
"Yok Murat ağabey," diyerek başını kabadayı bir tavırla havaya kaldırdı Hüseyin. "Gözüm üzerilerinde."
Mert neyse de, Tuna'nın gizlice içtiğini yedi ced biliyordu, alo!
Tuna, Hüseyin'e ters bir bakış atıp, dediklerini ağzınının içerisinde geveledi. Ağabeyimin görmeyeceği bir açıda bu gösteriyi sergilemesi, önündeki yüreğin pek de büyük olmadığı anlamına geliyordu, yemenin lüzumu yoktu.
"Sen ne yapıyorsun burada peki?"
Sert bakışları bana dönünce yerimde huzursuzca kıpırdandım. İmdadıma Mert yetişti ama keşke yetişmeseydi.
"Ben Kamuran'ı görünce-"
"Sana konuş dedim mi?" Diyerek sözünü kesti Mert'in. "Senin hesabını sonra keseceğim."
"Sadece selam verdi."
Cevap vermeme karşılık olarak yeniden bana döndü. "Doğruca odana." Yanaklarımı şişirerek, ayaklarımı yere vura vura oflama isteğimi içime attım.
Artık evlenip barklanmıştı, çoluğuyla çocuğuyla ilgilenmesi gerekiyordu. Hala ne diye bana emirler yağdırıyordu!
Yüzüme düşen can sıkıntısıyla birlikte ağabeyime en kötü bakışlarımı atarak odama doğru yöneliyordum ki kapıda üç beden daha göründü. Buğra, Paris ve Gürbüz asansörün yanındaki köşede durmuş, kapının önündeki kalabalığa bakıyorlardı. Bu kadar adamı kapımızın önünde daha önce görmemiş olan ağabeyim karşısındaki manzara karşısında ağzını açıp gözlerini yumacakken yengem, kurtarıcı meleğim yardımıma koştu.
"Hayatım Enes'e bakar mısın iki dakika?" Ağabeyim dönüp bir şeyler demek üzereyken yengem üsteledi. "Hadi, seni çağırıyor."
Derin bir nefes aldım.
Peltek ve taklitçi Enes Efe'nin bitmek tükenmek bilmeyen çişi resmen hayatımı kurtarıyordu. Bir ara ona şöyle hakiki bir güzellik yapmalıydım.
Ağabeyim, Hüseyin'e tembihleyici bir bakış atıp odaya doğru ilerlemeye koyulduğunda onlara inanamaz gibi baktım. Kendisi gelene kadar Hüseyin'i bekçi niyetine kapıya dikiyordu.
"Senin ne işin var lan burada?"
Ağabeyimin gidişinin ardından, hiçbirimize aldırmadan ilk tepkiyi veren Mert'i durdurması için Hüseyin'in gözlerinin içine baktım ama sanki Mert çok doğru bir hareket yapıyormuş gibi onun tarafını tuttu. Eskiden de ona uyuz olurdu halbu ki. Resmen benden habersiz eski sınıf arkadaşlarıma karşı ittifak oluşturmuşlardı.
"Bunun cevabını sana verecek değilim."
Buğra sükut içerisindeki ses tonuna rağmen tehlikeli kelimeler kullanıyordu. Yine de ilk tartışmalarına nazaran oldukça sakin duruyordu.
"Bana vereceksin," diyerek öne çıktı Mert ve hemen ardından Buğra'nın dibinde bitti.
Eski ben olsaydım bu manzara karşısında eriyip bitebilirdim ancak şu an bunu sadece potansiyel kavga olarak görüyordum. Bu yüzden araya girmeleri için Paris ve Gürbüz'e kaş göz işareti yaptım ama beni fark etmediler bile, o an tüm ilgileri Mert'in üzerindeydi.
"Sen ne için buradasın?"
Mert cevap vermek yerine dik dik Buğra'ya bakınca sınıf başkanının yüzünde alaycı bir gülüş belirdi ama gerçekten gülmediği çok belliydi.
"Peki, sen ne için buradaysan, ben de o sebeple buradayım, desem" Gözlerini kıstı. "Cevabım hoşuna gider miydi?"
Hoşuna gitmediği belliydi. "Ulan bir de sevgilin olacak." Mert hayretle bakıyordu. "Kendine yoksa bile, o kıza saygın olsun biraz." Buğra sanki konuşulan konu onu ilgilendirmiyormuş gibi Mert'in dediklerini görmezden gelmeye devam edince ortamdaki gerilim arttı.
"Sana Kamuran'dan uzak duracaksın, dedim." Dişlerinin arasından konuştu Mert.
"Aksini yapmıyorum."
"Bu uzak durduğun halin mi?"
"Düşündüğün şey için burada değilim."
Sesindeki soğukluk karşısında yüzüm düşse de belli etmedim. Hala beni affedebilmiş değildi.
"Yapma ya."
Buğra onun dediklerini umursamadığını belirten bir ifade takındı ve Mert'i çığrından çıkaracak bir cümle kurdu.
"Görünüşe göre cevabım hoşuna gitmezdi. O halde, sen cevabını duymak istemediğin soruları sormamayı öğrenene kadar, bir süre seninle tartışma içerisine girmeyelim. Pek keyifli olmuyor malum."
"Ne sanıyorsun lan sen kendini?"
Buğra, Mert'in ters kelimelerine karşılık vermedi ve bakışlarını yavaşça bana çevirdi. Ancak daha henüz gözlerime bakmıştı ki Mert önümü tamamen kapatarak dişlerinin arasından tehlikeli bir ses tonunda onu uyardı.
"İki teşekkür edip eyvallah dedik diye mi bu kendini adam yerine koymaların."
Ne teşekkürü? Ne eyvallahı? Ne zaman?
"Eyvallahın sende kalsın," dedi Buğra. "Teşekkür etmeni de zaten isteyen olmadı."
Mert'in ileri atılıp "Ulan bana bak," diyerek Buğra'nın yakalarını kavraması eş zamanlı gerçekleşti. İçeride onlarca kişi vardı ve gerçekten kavga etmeyi falan mı düşünüyorlardı?
Ne yaptığımın farkında olmadan ileri atılıp Mert'in koluna yapıştım ve "Mert," diyerek uyardım onu. Mert çenesi kaskatıyken derin bir nefes alıp Buğra'nın yakasından ellerini çekti. Ağırca uzaklaştığında derin bir nefes aldım.
"Tamam oğlum," dedi Hüseyin onu sakinleştirmek için omzuna dokunup. Birkaç şey daha dedi ama duyamadım. Mert'in geriye çıkmasıyla birlikte gözlerimi onların üzerinden çektim ve sakinliğini koruyan Buğra'ya baktım. Mert'e nazaran tıpkı arkasındaki çocuklar gibi sıkıca giyinmişti. Elinde orta boylarda bir poşet tutuyordu.
Çok geçmeden poşeti gösterdi. "Hırkan," dedi bana doğru uzatıp. Sakinliği üzerinde olsa bile Mert'e takındığı tavrı uzaklaşmıştı. Yine de bana karşı oldukça mesafeliydi. Sanki bu yaptığı bir zorunlulukmuş gibi hareket ediyordu. "Annem yıkayıp ütüledi ama tabii içine sinmezse yeniden yıkarsın."
Hastaneden dönerken üşümesin diye kardeşinin üzerine örttüğümüz hırkamdı bu. Benim bile aklımdan çıkmıştı.
"Ne hırkası?" Mert'in öfkeyle karışık sorduğu soruyu görmezden gelmeye çalıştım ama tekrar sordu. "Ne hırkası dedim."
Sakin kalmaya çalışarak ona doğru döndüm. "Benim hırkam. Kız kardeşinde kalmıştı." Ona 'cevabını aldın mı' tarzından bir bakış attım. Zaten Buğra'nın tavrı canımı sıkıyordu. Bari Mert benim için durumu zorlaştırmasaydı.
"Senin hırkanın, onun kız kardeşinde ne işi var?"
"Hastanedeyken karşılaşmıştık ve ben de üşümesin diye arabada üzerine örtmüştüm."
Tam önüme dönüyordum ki ima ve öfke dolu başka bir soru yöneltti.
"Aynı arabaya mı bindiniz?"
Bıkkınlıkla nefesimi verip bedenimi tamamen ona döndüm ve sakinliğimi üzerimden sıyırarak çıkıştım çünkü hem bulunduğum durumdan hem de bitmek tükenmek bilmeyen sorularından dolayı gerçekten darlanmıştım.
"Sana hesap vermek zorunda mıyım Mert?"
Sözlerime yanıt olarak öfkeyle karşılık vereceğini düşündüğüm Mert, beni şaşırtarak sustu. Alt kirpiklerinden üst kirpiklerine doğru, kırgınlıkla şişirilmiş bir balonun yükseldiğini fark ettiğimde dediklerimden anında pişman oldum. Dudaklarımı aralayıp bir şeyler demek istedim ama o benim konuşmama izin vermedi.
"Değilsin," dedi içimi ürperten bir durgunlukla.
Ardından hiçbir şey demeden yanımdan geçip merdivenlere doğru yürümeye başladı. "Mert," diye seslendim fakat beni duymamak konusunda kararlı olmalıydı ki adımları dahi yavaşlamadı. O aşağı doğru seri adımlarla inerken pişmanlıkla arkasından bakakaldım. Bina kapısının sesli bir şekilde kapandığını duyduğumdaysa irkilmeden edemedim. Daha az evvel neşeyle birbirimize gülümserken nasıl bu hale gelmiştik? Neden öfkeme hakim olamamıştım? Sıkıntıyla karışık bir nefes aldığımda Tuna'nın sesini işittim.
"Hiç değişme," dedi bana acımasızca.
Mert'in ardından da o giderken gözlerimi kapayıp dişlerimi sıktım. Yüzüme oldukça sert bir tokat inmişti ama bu tokat, Mert'in gidişi kadar canımı yakmamıştı. Mert'in tavrı bütün moralimi, bütün enerjimi yerle bir etmişti. Hayat doluyken nasıl insanların yüzünü güldürüyorsa, durgunken de bir o kadar insanı soğukta bırakıyordu.
Kahredici sözlere tıkadığım kulaklarıma sarınarak içime kesif bir nefes çektim ve gözlerimi usulca araladım. Yüzümün hali hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama karşımdaki çocukların bana doğrulttukları gözleri hesaba katarsak iğrenç görünüyor olmalıydım. Zor da olsa kendimi toparlamaya çalışarak Buğra'ya döndüm ve poşeti elime alırken "Teşekkür ederim," dedim. Zaten onlara karşı yeterince mahçuptum. Son olanlardan sonra ne tepki vereceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Hastanede bana umut dolu mesajlar atsalar bile, durumun asıl gerçeği yüzyüze geldiğimizde ortaya çıkıyordu.
Buğra yüzümdeki ifadeye bakadururken kaşlarımı hafifçe kaldırarak toparlanmaya çalıştım. Yüzüme cılız bir gülümseme yerleştirdim ve sanki az önce sarf edilen o kelimeleri ben duymamışım gibi, Mert ile hiç tartışmamışım gibi normal bir tavır takındım.
"Annene de çok teşekkürler. Zahmet oldu size."
Daha iyi görünüyor olmalıydım ama neden bana hala böyle bakıyordu? Neden diğerlerinin yüzündeki ifade de en az Buğranınki kadar korkutucuydu?
Yüzlerindeki ifadeden her geçen saniye daha fazla endişe duyarken nihayetinde gülümsememi silip sol kaşımı sorguyla havaya kaldırdım. Bu onları içlerinde bulundukları durumdan aniden çekip çıkardı. İlk kendine gelen Buğra oldu.
"Aslında babanı aradım, haberi vardı geleceğimden. Dün konuşmuktuk kendisiyke ama sanırım misafirleriniz var, unuttu."
"İstersen çağırayım."
Başını olumsuzca iki yana salladı. "Gerek yok," dedi düz bir ses tonuyla. "Sonra uğradığımı haber edersin."
"Nasıl istersen."
Paris ve Gürbüz, çok oyalanmadı. Geçmiş olsun dileklerini diledikten sonra Mert ve Tuna gibi merdivenlerden aşağı inerek uzaklaştılar. Benimle çok konuşmamalarına bozulsam da ses etmedim. Arkadaşları benim yüzümden ceza almış sayılırlardı ve ben onlar hakkında deftere neler yazmıştım. Yine de düşmanca davranmıyorlardı ya, bu bile benim için yeterliydi.
Kapının önünde sadece Hüseyin, Buğra ve benim kaldığımızı fark etmem uzun sürmedi. Hüseyin konuşmuyordu ama Buğra'ya dik dik bakmaktan da kendini alamıyordu. Onun bu tavrını görmezden gelmeyi kendime tembih ettiğim sırada teyzem mutfaktan bize seslendi. Hüseyin keskin bakışlarını üzerimizden çekmeden gerisin geriye mutfağa doğru yürüdü ve annesinin yanına gitti.
O mutfağa girince Buğra'ya döndüm.
"Tekrar teşekkürler."
Gözlerimin içine uzun uzun baktı —neredeyse kendimi rahatsız hissettirecek ve soğuk soğuk terletecek kadar uzun bir süreydi bana göre. Bir an gözlerini üzerimden hiç çekmeyeceğini düşündüm. Benden rahatsız olduğunu da hesaba katarsak bu bakışın ardından gelecek kötü sözler için korku duymam son derece yerindeydi.
"Kamuran," dedi dudaklarını aralayarak. "Az önce olanlar..."
Başımı iki yana sallayarak susturdum onu.
"Senin bir suçun yoktu. Boş ver."
Bir şeyler söylemek ister gibi bekledi önümde ama sonra vazgeçmiş olacak ki "peki öyleyse," dedi. "İyi geceler." Adımları kapıdan uzaklaşırken ekledi. "Ve tekrar geçmiş olsun."
Başımı sallamakta yetindim.
O aşağı inip gözden kayboluncaya değin kapıdan ayrılmadım. Buğra'nın tavrı da canımı sıkıyordu ama aklımın büyük çoğunluğu hala Mert'teydi. Elimde poşet ile öylece dururken omzumda bir el hissettim, bu Hüseyin'e aitti.
"Sana küs kalamaz Mert."
Sıkıntılı bir nefes koyverdim.
"Öyle mi dersin?"
"Öyle derim tabii. Kafana takma," diyerek kendine has kalın sesiyle ekledi. "Kıyamete daha çok var."
Dediği karşısında burukça gülümsedim.
"Umarım dediğin gibi olur," diyerek eve doğru döndüğümde ağabeyimin gür sesini işittim. Bu kez az evvelkinden daha sinirliydi.
"Nereye gitti onlar?" Hüseyin'e baktı öfkeyle. "Kaçtılar değil mi?"
Bıkkınca gözlerimi baydım. "Keşke onları kaçırtan sen olsaydın." Yüzümdeki ifadeye karşılık sorguyla bana baktı ama ben omuz silkmekten başka hiçbir şey yapmadım. O içeri geçerken Hüseyin de canımı sıkmamamı tembih ederek Mertlerin yanına indi. Derince bir nefes alıp kapıyı kapadım ve odaya doğru yöneldim.
"Şükür gelebildin!" Cırlayan Hatice'ydi. "Meral, Kamuran gelmeden anlatmam deyip duruyor."
Ses etmedim. Elimdeki poşeti kapının yanındaki boşluğa bırakıp yatağımın içine girdim.
Hatice yüzümdeki ifadeyi fark ettiğinde durgunlaşıp "Ne oldu?" dedi hemen. Gizleme girişiminde bulunmadan olanları anlattım. Yüzleri şekilde şekle giren kuzenlerime nazaran ablamın bakışları öfke doluydu. Görünüşe göre bana olanlar yüzünden hala sınıf arkadaşlarımı suçluyordu. Mert yüzünden canımı sıktığım için de bir fasıl payladı beni. Yüzümdeki ifade değişmek yerine daha da düşünce en sonunda dayanamayarak patladı.
"Madem bu kadar içine dert oldu, mesaj at gitsin."
Bakışlarımı yorganımdan kaldırıp ciddi olup olmadığına baktım.
"Normal koşullar altında olsa asla onay vermezdim ama berbat görünüyorsun."
"Sadece biraz canım sıkıldı, o kadar," deyip içinde bulunduğum durumu normalleştirmeye çalıştım ama kimi kandırıyordum ki, onlar benim kuzenlerimdi ve içlerinde ablam olan o birisi, beni kitap gibi okuyabiliyordu.
"At şu mesajı."
Derince bir nefes alarak telefonuma uzandım ve Mert'e bir mesaj attım.
Kamuran: Seri üzgün.
Ablamlar yeniden Meral'i konuşturmak için sıkıştırmaya başlarken elimdeki telefona bakarak tedirgince beklemeye başladım. Yaklaşık dört dakikanın ardından sohbete bir mesaj düştü.
Vizyonsuz Küpek: Şu tipe dargın da kalamıyorum, iyi mi?
Vizyonsuz Küpek: Bu yediğin naneleri ileride çocuklarımıza anlatmazsam bana da Mert demesinler.
Vizyonsuz Küpek: Babanız anneniz tarafından sökülen parçalarına yama yapa yapa modaya farklı bir yön getirmişti zamanında diyeceğim.
Eskiden öfkeleneceğim bu kelimelere bu kez gülmekten başka hiçbir şey yapmadım. Yine de bu beni sinir ettiği gerçeğini değiştirmiyordu.
Kamuran: Her fırsatı da değerlendir.
Vizyonsuz Küpek: Her zaman, her koşulda.
Beklediğimden daha normal bir tepki vermesi eni yüreklendirdi. Aradan sadece birkaç saniye geçtikten sonra asıl konuya girmek için parmaklarımı ekranda gezdirdim.
Kamuran: Mert?
Vizyonsuz Küpek: Efendim?
Kamuran: Ben aslında sert çıkışmak istememiştim. Üzgünüm.
Vizyonsuz Küpek: Yok. Haklıydın sen.
Haklı değildim, içten içe kırıldığını biliyordum, hissediyordum. Ben onu hep kırardım, incitirdim ve bir kez olsun bundan pişmanlık, suçluluk duymazdım. Kırılmasını, incinmesini, paramparça olmasını ona reva görürdüm, ancak şimdi bir şeyler değişmişti. Bunun farkındalığı bütün hücrelerimde geziniyordu. Ali mi affetmişti onu, yoksa ben mi? Belki de kendimi affetmeye başlıyordum artık.
Bu düşünce aklıma bir çıngı düşürdü. Yüreğim korku ve heyecanla titredi. Kendime gelmek için hayatın akışına uyarak düşünce dünyamdan çıktım hemen. Bu fikir bana iyi gelmiyordu.
Vizyonsuz Küpek: Yine de bundan sonra beni çok kırmayıver.
Vizyonsuz Küpek: Bir gün mazallah parçalarımdan birini bulamam falan.
Vizyonsuz Küpek: Yarım baba mı olayım Kamuran?
Vizyonsuz Küpek: Çocuklarına böyle bir babayı mı reva görüyorsun?
Kamuran: Asla pes etme.
Vizyonsuz Küpek: Asla.
Yüzüme yapışıp kalan tuhaf ifade eşliğinde telefonu kapatıp yastığımın altına koydum ve kızlara döndüm. Herkes bıraktığım gibiydi. Hala ve hala ortamda Karaca şoku yaşanıyordu.
"Nesini anlamıyorsunuz? Teklif etti işte."
Meral bıkkınca bir kez daha söylendiğinde ablam elini alnına vurarak durumun vahimliğini gözler önüne serdi.
İkilinin arasındaki yakınlığı düşünerek şu örneği verseydim, muhtemelen siz de aynı tepkiyi verirdiniz: Mert, Tuna'ya çıkma teklifi ediyordu.
Durumu aynen bu şekilde ele almanız gerekiyordu. Ne kadar saçma ve irite görünüyordu, öyle değil mi? Zavallı Meral, burada maalesef Tuna oluyordu. Kızların bu tepkiyi vermesi oldukça yerindeydi.
"Karaca?" Hanife bilgisayarın kapağını aşağı indirerek yönünü tamamen bize verdi. "Şaka?" Yüzünde saçma sapan bir gülüş belirdi ama bu gerçek bir gülüş değildi. "Şaka, değil mi?"
"Bu ne biçim bir cümle böyle?"
Konuşan Hatice'ydi. Yüzündeki ifadeyi normal şartlar altında yakalamış olsaydım katıla katıla gülebilirdim ama şu an vaziyet fenaydı.
"Karaca ağabey sana daha iki gün önce kardeşim demiyor muydu abla? Bir günde vahiy falan mı inmiş? Gaipten 'teklif et Karaca, yaradanın adıyla teklif et,' sesini mi işitmiş?"
Kardeşinin sözlerine aldırmadı bile Meral. İki elini de yüzüne atarak sıkıntısını teninden çıkarmak istercesine saçına doğru sürüdü.
"Durum çok karışık. Öyle böyle değil, bayağı karışık."
Hanife oldukça çekingen ve kısık bir ses tonuyla olayın yanlış anlaşılma olabileceğini akla düşüren bir soru yöneltti. Hem bizi hem de kendini bu ihtimale inandırmaya çalışıyor gibiydi. Zamanında böyle bir şeyin ana kahramanı olmuştu çünkü.
"Belki de Zafer gibi dalga geçmiştir. Geçen yıl o manyağın sözlerine neredeyse inanıyordum. Bazı pislikler böyle saçma sapan şakalar yapmayı ve kızları üzmeyi, aşağılamayı severler."
Ablam başını Hanife'ye çevirdi ve onu kırmak istemediği belli olan bir ses tonuyla karşılık verdi.
"Karaca öyle birisi değil."
Hanife'nin yüzü düştü. "Bilmem, belki öyle olmuştur diye düşündüm." Sesini bulmuştu yeniden.
"Dalga geçmedi Hanife," dedi Meral bakışları hala yerdeyken. "Onunkisi bir soru değildi. Bağırdı, çağırdı, haykırdı." Kaşlarımız çatıldığında ekledi. "Tüm dershanenin önünde 'seni seviyorum' dedi bana. Öyle şeyler dedi ki..."
Tuhaf bir sessizliğe büründük. Herkesin diyecek bir şeyi vardı ama kimse konuşmuyordu. En nihayetinde sessizliği bozan Ümran oldu.
"Ne olduğunu anlatabilecek misin?"
Meral bakışlarını bana çevirdi. Zorlandığı gözlerinden belli oluyordu. Tedirgin halini yatıştırmak için elini tuttum. "İstemiyorsun anlatma," dedim. Fakat o bizi şaşırtarak derin bir nefes aldı ve nasıl toparlayacağını bilmese de anlatmaya koyuldu.
"Dün dershane çıkışı kapıda sizin Toros'u gördüm. Anlatmıştım ya size, işte çocuk geçen olanlar yüzünden özür dilemek için ta ayağıma kadar gelmiş. Ben de önemli olmadığını söyledim. 'Özür dilerim, önemli değil.' Aramızdaki tek diyalog inanın bu oldu. Fakat ahmak Karaca her şeyi yanlış anladı. Toros'u biliyordu, beni yine taciz edecek sandı. Kendisinden sekiz yaş küçük demedi, daha çocuk demedi, vurdu ona. Karaca'nın gülle kadar ağır elinin altında kuş kadar çocuk ne yapsın, bir darbede yere yığıldı."
"Toros mu kuş kadar çocuk?"
Sözlerime karşılık Ümran'ın ağzından, genizden gelen tufah bir kıkırtı döküldü. Meral'in sözünü kestiğim için herkesten uyarı dolu bir bakış aldım.
"Karaca'nın karşısında evet, öyle. Karaca onca insanın önünde abuk subuk tehditlerde bulundu. Toros'u yerde ağzı burnu kan içerisinde görünce tepkisiz kalamadım. Karaca'nın karşısına geçip esip gürledim. Ondan yaptığı bu şey için Toros'tan özür dilemesini istedim ama o bunu yapmadı. Suçunun arkasında durmadı."
Devam etmek istemediğini düşündüren bir durgunluğa büründüğünde Hatice konuşacak gibi oldu ama Meral devam etti.
"Utanç duydum, çok. Hayatımda ilk defa birisinin yaptığı yanlış yüzünden utanç duydum. Karaca benim için öylesine birisi değil, biliyorsunuz. Defalarca özür diledim Toros'tan, onu ayağa kaldırdım ve biraz ötedeki kaldırımın köşesine oturttum ama susmadı, Karaca'ya bağırıp durdu. Arkadaşım olmayan birkaç kişi bana yardımcı olurken onlar, arkadaşlarım sanki hiçbir şey olmamış gibi uzaktan bizi izlemekle yetindiler. O an anladım. Hepsi Karaca'nın beni sevdiğini biliyordu. Beni onca zaman ayakta uyuttular."
Derince bir nefes aldı.
"Benim kendisini görmezden gelerek Toros ile ilgilenmem Karaca'yı çıldırttı. Onu ilk defa böylesine," gözlerini kapayıp açtı, "böylesine korkunç gördüm. Karşımdaki hem oydu, hem o değildi. Ne Toros'u susturabildim ne de Karaca'yı durdurabildim. Toros karşısındakinin kendisinden büyük olduğuna bakmadan 'sen kim oluyorsun da bana vuruyorsun' diyerek esip gürlerken, Karaca onun küçük olduğuna aldırmadan hırpalamaya devam etti. Diğerleri bile onu Karaca'nın elinden alamazken ben ne yapabilirdim? Hangisini durduracağımı şaşırdım. Aralarında savrulup durdum."
Ablam öfkeyle karışık bir nefes verdiğinde devam etti Meral.
"Ne durdan anladılar, ne de yapmayın etmeyinden... Konuşarak çözemeyeceğimizi anlayınca aralarına girdim ve sonra..." gözlerini kapadı, "vurdum Karaca'ya. Keşke vurmasaydım."
"Hak etmiş," dedi ablam. Meral başını iki yana olumsuzca salladı.
"Kendine gelmesi için vurdum ama bu onu kendine getirmek yerine çok dafa farklı bir şeye, daha önce tanık olmadığım birisine dönüştürüverdi. Üzerinden alışık olduğum duruşunu sıyırırken ellerini saçlarından geçirip bağırdı, bana doğru 'senin için ben kimim' diye haykırdı. Yine de sesimi sakin tuttum, tane tane, bunu yapmaya hakkı olmadığını söyledim. Çok yanlış anladı beni, çok... Sanki sırtına bir bıçak saplamışım gibi baktı gözlerime. Nerden bilebilirdim devamında söyleyeceklerini." Sıkıntıyla nefes aldı. "Bana hakaret etmedi, bana küfretmedi ama beni hepsinden çok daha fazla yaralayacak olan bir şey söyledi. Etrafında öğrencilerin, hocaların, çevredeki esnafın olduğuna bakmadan ilanı aşk etti. 'Köpek gibi aşığım' dedi. Bunca yıllık dostum, bana aşık olduğunu söyledi."
"Oha," dediğini duydum Nigar'ın. Gözleri sonuna kadar açılmıştı.
"Sonrası çok daha kötü. Herkes gibi Hüseyin de duymuş Karaca'nın dediklerini. En küçük taş parçası bile yaşananlara şahit olurken onun tanık olmaması mümkün değildi zaten. Karaca'yı yakasından tuttuğu gibi tokadı bastı."
"Umarım Karaca'nın dişleri eline dökülmemiştir," diyen Hatice'ye bir an gülecek gibi oldu Ümran ama sonra kendisini toparladı.
"Sanki az önce duyduklarımın şokunu yaşayan ben değilmişim gibi bu kez de Hüseyin'in elinden Karaca'yı almaya çalıştım. Neyse ki güvenlik yetişti de durdurabildik kavgayı."
"Meral..." Ümran gözlerini kıstı. "Ağabeyim ile küstünüz değil mi? O yüzden dünden bu yana suratı kapı duvar gibi. Karaca konusunu duyunca bile, bu sebeple aşırı bir tepki vermedi."
"Üçünü de orada öylece bırakarak çekip gittim. Kimseye küsmedim ama uzun bir süre hiçbirisiyle konuşmak istemiyorum."
"Bugün gitmedin mi dershaneye?"
Nigar'ın sorusuna ters sayılabilecek bir cevap verdi Meral. "Gittim elbette. Ne diye gitmeyecekmişim? Ben yanlış hiçbir şey yapmadım. Birinin yüzünün kızarması gerekiyorsa bu ben değilim, arkadaşım dediğim insanlar."
Son üç kelimede yüzü düşerken keyfini biraz yerine getirmek için dudaklarımı aralayıp tebessüm ettim.
"Kulübe hoş geldin," derken muzipçe sırıtıyordum.
Başını kaldırıp yüzüme baktı. İfadesi ufaktan değişir gibi oldu ama üzerindeki burukluğu tamamen atamadı.
"Mümkünse şöyle sek bir şeyler içip hemen çıkmak istiyorum."
Ben de ilk zamanlarda aynen böyle diyordum ama bu kulüpten yakayı kurtarmak öyle kolay değildi.
Hatice kaşlarını çatıp "Haraaaam," diyerek bayağı gözlerle geri kaçtı. Sesi ansızın ve yüksek çıktığı için bir an yattığım yerde sıçradım.
Ümran, Hatice'nin kafasını kolunun altına alıp ciddi bir ifade ile sorduğunda hepimiz gülüştük. "Aptal mısın Pakize?"
"Şunun dediğine bak. Ayıp, ayıp." Hatice onu üzerinden atmaya çalışırken söyleniyordu. "Saatlerdir senin için erkek arkadaş bakınıyorum şurada."
"Sanki manavdan sebze seçiyor," diyen ablamın tepkisine kıkırdadım.
"Birimizin bile doğru düzgün ilişki hayatı yok." Yılmış bir ifadeyle konuşan Hanife'ye hak verdim. Hatta öyle ki utanmasam bu sözlere tezahurat yapacaktım. Lakin Hatice bizimle aynı fikirde değildi.
"Kendi adına konuş şekerim," dedi Hanife'ye ama bunu onu kırmak için değil, şebeklik için söylediği ayan beyan ortadaydı. "Benimki başımda pervane."
"Bizimki bostan korkuluğu zaten." Ablam gözlerini devirip otururken Nigar ona hak verircesine başını sallamıştı.
"Senin başında Rüzgar hıyarı, Nigar'ın sevgilisinin doğru düzgün aradığı yok, diğerleri desen umutsuz vaka. Ben de olmasam vallahi basiretimiz bağlı diyeceğim."
"Varlığınıza duacıyız Hatice Hazretleri," diyerek dalga geçti ablam. "Siz de olmasanız, efendim biz ne yaparız?"
Böyle şeylere alınmadığımız için birbirimize bakıp gülüştük yeniden. O kadar çok güldük ki, bize katılmayan Nigar'ın alınarak ayağa kalktığını bile fark edemedik. Dudaklarını aralayıp da kırık bir ses tonuyla konuştuğunda ancak susabilmiştik.
"Ben annemlerin yanına gidiyorum. "
Ablam "Oturuyorduk güzel güzel işte," diye söylense de durmadı Nigar.
"Kendi kendimin dedikodusunu dinleyeceğime gidip akrabaların dedikodusunu dinlerim daha iyi."
Ablamın kaşları çatıldı. "O ne demek öyle?" Nigar ilk defa bu kadar tuhaf bir tepki veriyordu.
İçeridekilerin anlamsız bakışlarına karşılık vermeden kapıdan dışarı çıktı. O misafir odasına giderken ne olduğunu anlamaya çalışır gibi birbirimize bakındık.
"Keşke öyle demeseydin," dedi Hatice'ye Hanife. "Araları hiç iyi değil. Yakup, Nigar'a'ara verelim' demiş."
Hatice'nin yüzündeki ifade an be an soldu. Her bir hattı pişmanlık ile kaplandı. "Bilseydim demezdim."
"Konu Tuna sanıyordum," diyerek bir itirafta bulundum.
Hanife bakışlarını bana çıkardı. "Tuna zaten." Kaşlarımı sorgu dolu bir ifadeyle çattım. "Yakup ile çıktıkları süre boyunca ikinci kadın gibi Nigar'ın etrafında dolanıp durdu. Buna hangi erkek hoş bir gözle bakar ki?"
"Tuna, Beyza'dan hoşlanmıyor muydu?" Ablam bana hitaben sorduğunda omzumu bilmezcesine silktim.
"Onun ne bok yediği belli değil."
Meral'e hak verdi Ümran. Hanife hala bana bakıyordu.
"Ne Beyza'yı unutabiliyor ne de Nigar'dan vazgeçebiliyor. Bir gün elimde kalacak şuursuz. Benim kardeşimin de aklını bulandırıp duruyor."
Öfkeyle karışık bir nefes aldım.
"Bana Beyza demeyin, ne olur?" Başımı yatak başlığına yaslarken sıkıntıyla nefes verip ekledim. "Aklıma halka açık aşağılanma törenim geliyor."
"Tamam konuyu değiştirelim."
Ablam ellerini çırptı. Getirmiş olduğu çayları bize uzatırken yeni konu olarak gideceğim spor lisesini seçmişti. Ümran'ın gittiği güzel sanatlara çok yakın olduğundan, yalnız kalmayacağım için bu konuyu dert etmiyorladı. Uzunca bir süre, bambaşka bir ilçedeki yeni okulum hakkında konuştular. Konuştular diyorum çünkü konu beni ilgilendirmesine rağmen hiçbir şekilde ilgimi çekmiyordu. Bu yüzden konuşma boyunca dinliyormuş gibi yaptım.
Ne kadar konuştular bilmiyorum. Teyzemlerden artık kalktıklarına dair uyarı aldığımızda ancak susabilmiştiler. Bana geçmiş olsun dileklerini söyleyerek odamdan birer birer çıktıklarında arkalarından teşekkür etmekle yetindim, yataktan çıkma hareketinde bulunmadım; zira hala hasta bir kızdım. Ablam bardakları mutfağa taşıyıp dinlenmem için salona geçti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro