Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

18 | ❝çünkülerin virgülü çocuk adam❞

Dudaklarımdan dökülen kelimelerle birlikte kahveleri yukarı doğru kanat çırptı. Kendisine kırgınlıkla bakan elaların üzerine usulca konarken bir ben geçtim gözlerinin içinden. Dakikalar önceki trendeydim hala; buğulu cama başımı yaslamış, ateşe verilen bozkırları izliyordum. Saçlarını savuran rüzgar ciğerlerine buz gibi bir soğuğu davet etti neden sonra ve Mert'in durgunca ilerleyen gemisini bir fırtına esir aldı.

"Ne oluyor size?"

Eli kolumdan aşağı doğru ağırca inerken sesin sahibi, ablam, ikimize de şüpheyle bakmaya başladı.

"Bir şey olduğu yok." Konuşan bendim. "Sadece merhaba dedi, ben de cevap verdim."

Bana inanmadığını belirten bakışlarını, yüzünden düşen bin parçayla beni izleyen Mert'e çevirdi. "Öyle," diyordu dudakları. Oysa gözleri bambaşka konuşuyordu. Mert devamını getirmek yerine başını sallamakla yetinirken ablamın gözleri yeniden beni buldu.

"Siz bir araya geleceksiniz ve sessizce konuşacaksınız, öyle mi? Ben de yedim."

Sıkıntıyla nefesimi verirken bakışlarımı ablamın şüphe ile kısılan gözlerinden çekip ağaçların üzerine yerleştirdim.

"Neye inanmak istiyorsan ona inan."

Ablamın bir şeyleri anladığı ortadaydı; dünden bu yana göz hapsinde tutuyor, üzerime titriyor ve kendisi öğrenmeden önce benim onunla konuşmamı bekliyordu.

"Eğer her zamanki Kamuran olsaydın..." dedi ablam, "buna az önceki gibi değil, şöyle cevap verirdin: E sana afiyet olsun o zaman."

Bakışlarım yeniden onu buldu. Gözlerimin içine üzüntüyle bakıyordu.

"Ben kardeşimi bilmez miyim?"

Beni konuşturmak için karşımda kırk takla atan ablamın üzerinde bir süre daha dolanan gözlerim en nihayetinde adımlarını durdurdu ve geriye doğru dönerek odasına girdi. Bu kez olur da birileri yine kapıyı zorlar diye, kilitlemeyi ihmal etmemişti.

Onu yok edene kadar ayakta kalmalıydım...

Benden cevap alamayacağını anlayan ablam sorusunu Mert'e yöneltti. "Dün ne oldu?" Mert bana gözünün ucuyla bakıp ablama kısa bir cümleyle cevap verdiğinde onlardan başka her yeri izlemeye çalışıyordum.

"Bir şey olmadı."

İkimizden de laf alamayacağını anlamış olacak, mavi gözlerini öfkeyle aralayıp ikimize de tehdit dolu bir bakış attı. Tam ağzını açıp bir şeyler söylemek üzereydi ki aramıza sevgi dolu bir ses girdi.

Neredeyse yıllardır duymamış olduğum bu ses karşısında yüzümdeki gergin ifade bir anlığına silinerek yerini şaşkınlığa bıraktı.

"Günaydın Kamuran."

Gözlerim duyduğu ses yüzünden, binlerce duyguyla bana bakan ablamdan kayıp yıllardır görmediğim adama, Mert'in abisine çevrildi.

Sabah yorgunluğunu saatler öncesinden atmışcasına gülümsüyordu. Yeşil gözlerinde bizleri yeniden görmüş olmanın mutluluğu ve heyecanı vardı. Soğuk bakışlarımın üzerine birkaç demet konarken onun ne kadar da değişmiş olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Aradan geçen dört yılda koyu kumral dalgalı saçları uzamış, omzuna dökülür olmuştu. Soluna yatırdığı saçları üzerimize düşen sabah güneşinde ışıl ışıl parlıyordu. Kilo almış, vücudu şekillenmişti; şen şakrak hareketli hallerinin ona kazandırdığı zayıflıktan eser kalmamıştı. Üzerindeki siyah kaşe kabanın içinde kendinden emin bir adam vardı şimdi; yetişkin bir adam.

"Günaydın Rüzgar abi," dedim şaşkınlığımı üzerimden atarak. Sesim pek keyifli çıkmamıştı fakat bir az olsun soğukluğunu yitirmişti.

Rüzgar abi bana sıcacık gözleriyle gülümserken bakışlarını üzerimden ağırca çekti ve tıpkı benim gibi şaşkınca kendisine bakan ablama çevirdi —fakat bu kez gözlerinde bambaşka duygular yer alıyordu.

"Günaydın Banu."

Ablam, Rüzgar abinin sesinde kendi adını duyduğu vakit yüzündeki yıllanmış şaşkınlığı bir kenara atıp bakışlarını bana çevirdi. Onun sesini duymak istemediğini fark etmiştim ama nedeninin üzerinde duramayacak kadar yorgundum.

"Bunu tekrar konuşacağız."

Başımı aşağı yukarı hafifçe salladım. Daha fazla uzatmaması için karşı çıkmamıştım, zaten o da bunu bekliyormuş gibi bakışlarını benden çekip sokağın sonundaki bir noktaya sabitlemişti.

Kime baktığını görmek için başımı arkaya doğru çevirdim ve kaldırımın üzerinde, tebessümle ona bakan erkek arkadaşını gördüm. Adının Sinan olduğunu bildiğim sarışın çocuk elini kaldırıp ablama selam verdiğinde dalgınca sordum. "Merallerle gitmeyecek miydin?" Gülen gözlerini sevgilisinin üzerinden çekip bana Yasin aptalı ile aynı ortamda bulunacağımı düşünmedin her halde temalı imalı bir bakış attı.

"Biz okula gitmeden önce caddenin üzerindeki kitapçıya uğrayacağız. Sinan'ın kardeşi için alacakları varmış. İstediğin bir şey var mı?"

Eğer kafam karman çorman olmasaydı o an ablamın Rüzgar abi karşısında nasıl böylesine sakin durabildiğini sorgulardım ancak şu an bunu düşünecek durumda değildim.

"Yok abla, sağ ol."

Mert ve Rüzgar abi aramızdaki konuşmayı dikkatle dinlerken ablam sanki yeminliymiş gibi bir kez olsun dönüp de başını Rüzgar abiye çevirmedi. Bunun yerine bana son kez gülümseyip Sinan abinin yanına doğru yürümeye başladı.

"Asla sarışın bir erkek arkadaşım olmayacağına garanti verebilirim."

Ablam henüz birkaç adım atmıştı ki Rüzgar abinin binlerce ima barındıran sesi üzerine durdu, daha çok yerine çivilenmiş gibi duruyordu. Birkaç saniye onunla konuşmamak için kendisi ile mücadele verdi, fakat yenilmiş olacak ki başını ağırca Rüzgar abiye çevirdi.

"Hiç büyümemişsin." Ablamın gözlerinin içine bakarken acımasızdı, halbuki asıl acımasız olanın ablam olması gerekiyordu. "Hala bir çocuksun."

Mavi gözlerini, kendisine karma karışık duygularla bakan yeşil gözlere diken ablamın çenesinin titrediğini fark ettim, bunun öfkeden mi yoksa kırgınlıktan mı olduğunu anlayamadım.

"Büyükler sözlerinde duruyor mu da, çocuklardan sözlerini tutmalarını bekliyorsunuz?'

Ablamın mesafeli sesindeki karlarla kaplı dağları sezdiğimde içim ürperdi.

Rüzgar abi yeşil gözlerini ablamın gözlerine dikmiş, öylece ona bakarken aşina olmadığım bir ses daha doldurdu kulaklarımı. Benim zihnimde hatırlanma olasılığı bile olmayan sesi ablamın hatırladığını gözlerinden anladım.

"Rüzgar hadi sevgilim, geç kalıyoruz. Daha yüzük bakacağız."

Başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde son derece tiz bir sese sahip olan kadını ancak hatırlayabildim: Yeşim Gamzeli. Rüzgar abiye mezuna kaldığı sene fizik dersleri veren mimarlık üçüncü sınıf öğrencisi. Rüzgar abi onun sayesinde fizik sorununu çözüp yurt dışında okumaya gidebilmişti. Görünen oydu ki sadece fizikteki boşluğu değil, özel hayatındaki boşluğu da kapamıştı. Aralarında hatırı sayılır bir yaş farkı yoktu, taş çatlasa üç ya da dörttü.

Hala üniversite zamanlarındaki gibi güzel, bakımlı, alımlı ve olgun duruyordu. Çoğu kıza göre uzun bir boyu ve endamlı bir fiziği vardı. Hani bir ortama girdiğinde tüm gözleri üzerine çeken nadir tipler vardır ya, işte onlardan birisiydi.

Maşalı siyah saçları omuzlarına dökülen uzun boylu kadın bize, daha doğrusu ablama kısa bir bakış atıp gözlerini sağ elindeki telefona çevirdi, sol elindeki anahtarla da arabanın kapısını açtı. Telefonu kulağına götürüp direksiyon koltuğuna geçerken çilek kırmızısı dudaklarına güzel bir gülümseme yerleştirmişti.

Ablamı tanımıştı. Rüzgar abi ile arasında koca bir engel olarak duran Banu Atladagel'i unutması mümkün değildi.

Ablam kadının dediklerine başını eğip gülümsemekle yetindi. Bunun bir gülümsemeden çok daha fazlası olduğunu biliyordum, onun da dediği gibi; kardeşler anlardı. Başını kaldırdığında az evvelki gülümsemeden kalan kırıntıların birkaçı halen dudaklarında duruyordu.

"İyi günler size," dedi ve arkasına dönerek Sinan abinin yanına doğru yürümeye başladı.

Ablamın Rüzgar abiye takındığı tavrın nedenini anlamak güç değildi: Bundan birkaç sene önce ablam Rüzgar abiye aşıktı, aslında çocukluğundan beri öyleydi ama ondan önceleri sadece hoşlantı olduğunu, işlerin lisenin ilk yıllarında ciddiye bindiğini söylerdi. Gerçi şimdilerde o zamanki duygularını da ergenlik zırvalıkları olarak görüyordu ama konumuz bu değil. Rüzgar abi ise ablamın kendisinden küçük olduğunu ve çocuklarla ilgilenmediğini söyleyerek onu istemediğini birçok kez belirtmişti. Çok koşmuştu ablam peşimden. Aklı başında olmayan bir genç kızsanız ve bir de üstüne aşıksanız felaketlerin ardı arkası yok demektir. Ablam neredeyse her gün türlü aptallıklarla Rüzgar abinin yanı başında bitiveriyordu. O lise birinci sınıfa geçtiğinde işler iyice ciddiye binmişti. Rüzgar abi mezuna kaldığı için deli gibi ders çalışıyor, Yeşim denen kızla sıkça vakit geçiriyordu. Ablamsa onca yoğunlukta onunla bir kez olsun karşılaşabilmek için saçma sapan şeyler yapıyordu. Günün birinde ise olanlar oldu; Rüzgar abi annesinin de okumuş olduğu Oxford üniversitesini kazandı ve mezun olana değin Türkiye'ye dönmemek koşuluyla burayı terk etti. Asla aşkından vazgeçmeyeceğini söyleyip duran ablam da Rüzgar abiyi kalbinden sonsuza dek sildi.

Şimdi karşımızdaydı —yıllar önce ablamı reddetmesindeki sebeple baş başa bir şekilde üstelik.

"Bir ara mutlaka görüşelim," diyen Rüzgar abiye cevap olarak yalnızca başımı sallamakla yetindim. Mert ve bana kısa bir bakış attıktan sonra Yeşim denen kadının yanına doğru adımladı. Onun uzaklaşmasının ardından ben de daha fazla Mert'in yanında kalmamak için yanından geçerek durağa doğru yürümeye başladım.

"Kamuran," dedi Mert ben çok uzaklaşmadan. Yürümeye devam etmeme rağmen sesini hafifçe yükselterek onu duymamı sağladı. "Bulacağım. Yemin ederim bulacağım."

Söylediklerini çok net duymama rağmen, duymamazlıktan gelerek adımlarımı hızlandırdım. Bunu yapan kişiyi bulup bulmamasının pek bir önemi kalmamıştı artık. Ben dün herkesi yargılamış, yetmiyormuş gibi bir de cezalandırmıştım nasıl olsa. Bundan sonra bulsa bile benim için hiçbir anlam ifade etmeyecekti.

Ben önde, o yaklaşık üç metre arkamda, yaklaşık beş dakika boyunca sessizce çevre yol üzerindeki durağa ilerledik. Benim sessizliğime ayak uydurarak yol boyunca suskun kaldı. Otobüs durağına varıp bir beş dakika da orada beklememize rağmen sakince eşlik etti bana. Nihayet okulun otobüsü geldiğinde derin bir nefes aldım. Diğer öğrenciler peş peşe otobüse binerken o öncelikle benim binmemi beklemişti. Binmediğimi fark edince başını bana çevirdi. Bana aynı serviste bulunmayacak kadar mı kötü aramız tarzında bir bakış attığında başımı ayaklarımın önüne indirdim ve ardından "Uğramam gereken bir yer var. Bekleme bin sen," dedim. Şoförün hayıflanmalarına daha fazla izin vermemek için gözlerimle otobüse binmesini işaret ettim. Nereye gideceğimi sorgulasa da otobüsü bekletmemek için içeri geçti. Okula giden aracın kapıları kapanıp boğuk bir tıs sesi ile uzaklaşırken ben de yerinden oynamamak için direten ayaklarımı çevre yolun karşısındaki durağa doğru sürükledim. Henüz durağa geçmiştim ki Mimarsinan otobüsü tam önümde durdu, içim titreyerek otobüse bindim.

Mert gideceğim yeri anlamasın diye onunla birlikte otobüs durağında beklemiş, çokça zaman kaybetmiştim. Lakin tabiat ana bana acımış olmalı, geçen zamanın telafisinin olmasını istercesine bu otobüsü karşıma çıkarmıştı. Başka bir zaman olsa buna sevinirdim, fakat şimdi benim için ölüme giden yolu kısaltan bir araçtan fazlası değildi.

Otobüsün varış noktama yaklaştığını anladığımda ayaklanıp düğmeye bastım. Nefesim sıklaşırken otobüs durağa yanaşmış ve saniyeler sonra aşağı inmem için kapılar açılmıştı. Kendimi ağırca dışarı attım ve sanki daha fazla üşüyebilirmişim gibi soğuk havayı içime çektim.

Boğazım yanıyordu.

Adımlarım hantal, yürüyüşüm aksak, bedenim yorgun bir şekilde namütenahi yolda yavaş yavaş ilerlerken buraya en son ne zaman geldiğimi düşünüyordum; belki iki yıl, belki iki buçuk, emin değildim. Aldığım tedaviden ve annemle babama bir daha eskisi gibi olmayacağıma dair söz verdikten sonra buraya gelmemiştim, doğrusu gelememiştim. Belki gelseydim, şu an bu halde olmazdım. Çünkü buraya gelemediğim için onu zihnimde, kalbimde yaşatmaya devam etmiştim; o defterimde can bulmuştu ve ben onu hiçbir zaman öldürememiştim.

İçimdeki onca asi fırtınaya rağmen şimdi yapamadığım o şeyi yapacak, içimdeki son parçasını da yok edecektim. Birbirimize karıştığımızı, onun uçuşunun benim kırılan kanatlarımla yere çakılışım olacağını bildiğim halde.

Ne kadar yavaş adım atarsam atayım, zaman bana yine acımadı; yanına varışım kısa sürdü.

Bembeyaz taşların arasında yapayalnız bir şekilde yatışını gördüğümde, sadece saatler önce kapıyı üzerine kilitleyen kızın kendini dışarı atıp buraya doğru koşuşunu hissettim en derinlerimde, kalbimi dayanamayacağım bir yük dövdü durdu.

Elimi sıkışan kalbime götürürken omzumdaki çantalardan birisi yeri, diğeri de dirseğimi boyladı. İçimdeki buzdan duvarların çatlayışı kulaklarımda öyle bir gürültü kopardı ki yer kabuğunun çatladığını düşündüm; oysa içimde harabeye dönen her şey gerçeğinden çok daha kötüydü o an. İçimde bir şehir değil, bir Dünya yok oluyordu. Gözlerimin üzerine kalınca bir sis perdesi çekilince ayaklarımı soğuk ve cansız toprağa doğru sürüdüm. Son nefesini vermekte olan bir hasta gibi dizlerim çamura bulana bulana adımladım.

Ayaklarımın tir titreyen bedenimi daha fazla taşıyamayacağını anladığımda kendimi beyaz mermerin baş kısmına çaresizce bıraktım; bu hayatta kalma mücadelesi veren korku dolu bir ruhtan ziyade, ölümü zavallı bir çaresizlikle karşılayan bir ruhun çırpınışıydı. Zemine ansızın düşen dizlerimden birisinin parçalandığının ve parçalanan deriden akan sıcak kırmızı sıvının, sabahın soğuğunda burada bir başına duran toprağa aktığının farkındaydım ancak içimdeki acı onu düşünemeyeceğim kadar kötüydü.

Kirpiklerimin arasında ne yapacağını düşünüp duran gözyaşlarım bir kalbime bir de karşısındaki manzaraya bakarak ne tarafa kaçmalarının onlar için daha az can yakıcı olduğunu sorguluyordular fakat öyle kararsızlardı ki ne aşağı düşüyor, ne de genzime doğru akıyorlardı. Ayaz, koyu kahve gözlerime çarpıp dururken başımı gökyüzüne doğru kaldırıp derince bir nefes aldım —bu soğuğun değil, onun kokusuydu; başımı omzuna her koyuşumda hücrelerimin dört bir yanını sarıp sarmalayan kokusu. Bu kokunun beni boğacağını, ölümüm olacağını, damarlarımda gezen o soğuk kana varana kadar hissediyordum.

Bütün benliğim onun tarafından çepeçevre kuşatılırken titreyen gözlerim gökyüzünde güneye doğru göç etmekte olan bir kuş sürüsüne takıldı. Kulaklarım onların ötüşleri ile dolarken alışıldık olmayan bir görüntü ile karşılaştım. Kuşlardan birisi sürüyü takip etmek yerine bedenini tersi yönüne çevirdi ve diğerlerinin yanından sıyrılarak kanatlarını benden tarafa doğru çırptı. Onu izlemek olağan bir şeymiş gibi hareketlerini takip ederken o az ileride duran bir çam ağacının üzerine konup, delici gözleri ile beni izlemeye başladı. Gökyüzünde bir çığlık şöleni yaratan ailesine başını çevirmeden öylece bana bakıyordu.

Kalbimi ağrıtan acı, bir sürahideki son birkaç damlanın bardağa düşüşü gibi ağırca içimden çekilirken ben bakışlarımı o küçücük kuşun koyu kahve gözlerinden çekemedim; uzun uzun baktım ona. Dudaklarımdaki titreme, boğazımdaki ağırlık, gözlerimdeki buğu ona her bakışımda yerini ince bir sızıya bırakırken küçük kuş bana son bir defa daha bakıp akabinde artık tekrar yukarı çıkması gerektiğini haykıran sürüsüne doğru kanat çırpmaya başladı.

Onun uzaklaşışının ardından gözlerimi yavaşça kapatıp kararsızlık içerisindeki göz yaşlarımın ayazın kızarttığı yanağımı ısıtmalarına izin verdim. Tercihimin karşılarındaki manzara olduğunu fark eden her bir tane apar topar ayaklanıp genzime kaçmaya çalıştılar, orası daha az acı verir umuduyla ancak o küçücük kuş öyle bir şey yapmıştı ki bana, kalbime ağır gelecek her hareket içimi değil, içinde bulunduğum Dünya'yı parçalıyordu şimdi —sanki ben yok olmayayım, ruhumu yok etmeyeyim diye konmuştu o ağaca.

Gözlerimden kayan damlalar yanaklarımda buz keserken kahvelerimi yeniden karşımdaki toprağa çevirdim. Ciğerlerimi birkaç dakika öncekinden çok daha kuvvetli bir koku kuşatırken az evvel sımsıkı kenetlediğim ancak şimdi aralık olan dudaklarımın arasından bir iç çekiş aldı başını gitti. Bu yüreğimden, bu ruhumdan değil; bu çok daha başka yerlerden kopup gelmişti belli ki. Bana öğüt veren kuşun bu saklı yerden haberinin olmadığını hissettim o an çünkü aynı sancı yeniden kalbime nüfuz etmişti. Canım lime lime olurken gözlerimden kayan göz yaşları eşliğinde titreyen elimi soğuk toprağa bıraktım. Dokunur dokunmaz bir nefes daha terk etti bedenimi, bedenime sığmayan bir sevgiyi kusuyordum sanki; ruhuma büyük gelen bir hasret yüzünden boğuluyordum.

İnsanların düşünceleriyle oluşturduğu kalıplara uyan bir ruhumun olmadığını biliyordum, fakat o an ilk defa kalıpların tek düze yaratılmasına yükledim suçu.

Karışmasalardı ruhumun büyüklüğüne, bu koca hasreti taşıyabilmeye yeterdi gücüm belki de.

Sol elim kalbimde, sağ elim toprağın üzerinde öylece dururken omzumun üstünde tutmakta güçlük çektiğim başımı usulca soğuk toprağın üzerine koydum ve iç çekişlerim boynuna bir atkı atıp ısınırken ilk hıçkırığımı toprağın üzerine yorgunca bıraktım. Bedenim inceden inceden sarsılıp rüzgar hıçkırıklarıma fon müziği olurken orada sessizce kaç dakika ağladığımın farkında değildim. Bedenimin artık tir tir titrediğini, hıçkırıklarımın evrenin fon müziğini bastırdığını, ellerimdeki kemiklerin avuçladığım toprağın üzerinde bir kaya gibi sertleştiğini görene değin zamanın farkında değildim.

Hıçkırıklarım arasından adeta yalvardım toprağın altındaki bedene.

"Ne olursun kalk artık Ali. Soğuktur orası."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro