
1 | ❝eyşanlar ölmez, yalnızca şekil değiştirir❞
Arkadaş edinme deneyimlerimin hüsranla sonuçlandığı sıkıcı bir yaz tatilinin ardından okulların açılmasına sadece bir gün kalmıştı ki bir felaket nüksetti.
Cumartesiyi pazara bağlayan gece kuzenim Meral'den içeriği romantizm olan ve kesinlikle hoşuma gitmeyen bir mesaj aldım. Yaklaşık yarım saattir üzerinde çalışıyor olduğum blokaj kaldırma meditasyonum bile sinirlerimin arşa çıkmasına mani olamadı. On bir metrekarelik huşuyla dolu odamda küçük çaplı bir sinir krizi geçirdim.
Meral: Kuzen gece gece rahatsız ediyorum ama acil yardımın lazım.
Meral: Sanırım fena halde grip oldum. Kolumu kımıldatacak halim yok. Birileri dün gece kemiklerimi kırıp un ufak etmiş sanki. Ölüm döşeğinde gibi hissediyorum. Sahaba çıkar mıyım muamma.
Meral: Tat ve koku henüz gitmedi ama Ümran ve Hüseyin korona olduğumdan şüpheleniyor. Yeni varyant mı ne, o halta yakalanmış olabilirmişim.
Meral: Tipik grip belirtileri gösterenlerin bile çoğunu test yapmadan "korona belirtileri bunlar, ilaçlarınızı yazıyorum, dinlenmek şart, bir süre kendinizi izole edin" deyip eve gönderdikleri için henüz hastaneye gitmedim. Sabah durumuma bakıp ona göre karar alacağım.
Meral: Neyse, asıl mevzu başka.
Meral: Yarın Hatice ile birlikte çifte randevuya gidecektim ama... Şu halime bak! Nasıl gidebilirim? Beni bu halde randevuya götürtecek kişinin taş kalpli olması lazım.
Meral: Uzun lafın kısası...
Meral: O poponu kaldırıp randevuya senin gitmen lazım.
Eğer kalbi pamuk şekerden yapılmış bir barbie girl olsaydım bu yalana inanır ve saatin kaç olduğuna aldırmadan teyzemlerin evinin yolunu tutardım. Ama ben ne bir barbie, ne bir candy, ne de bir princess olarak tasvir edilebilirdim. Ben sade Fatma'ydım ve sade Fatmalar asla ve asla bunun gibi yalanlara kanmazdı. İşin içine Meral'in akıl almaz derecede bir üçkağıtçı olduğunu da katarsak, inanmak için aptal olmanız lazımdı.
İnananlar üstüne alınabilir.
İşin aslına gelecek olursak... On altı yıllık derin yalnızlığıma son vermek isteyen sevgili kız kuzenlerim bir araya gelmiş ve benim için çifte randevu dedikleri şu popüler zımbırtıdan birini ayarlamışlardı. Hedef bendim ama bu saçma randevuyu bana doğrudan kabul ettiremeyecekleri için işin içerisine Meral'i katmışlardı. Güya randevu Meral ve Hatice içindi ama Meral ne hikmetse son anda yataklara düşmüştü. Tabii Hatice sevgilisine ve sevgilisinin arkadaşına rencide olmasın diye de acilen bu randevuya birisi gitmeliydi. Ah, işe bakın, en uygunları da bendim.
Doğrusu daha orijinal bir yalan beklerdim.
Tabii ki başta bu komplocu şıllıkların planını kabul etmedim.
Bu evrende ne kadar Eros olsanız da, okun ucu size dokunduğu zaman bir Hades olup çıkıveriyordunuz. Ve günün sonunda Hades'in hazin sonunu yaşıyordunuz.
Ben de karşı çıktım. Cesedimi çiğnemeleri gerektiğini söyledim. Bunun hiçbir vicdana sığmayan büyük bir komple olduğunu haykırdım. Direndim... Tabiri caizse bir taraflarımı yırttım. Lakin onca yakınışa rağmen kazanan, yüce Zeus'umuz Meral oldu. Çünkü bizim aile sarsılmaz bir gerçek üzerine kuruluydu: Meral her zaman haklıdır.
Bu randevu saçmalığını öylesine kusursuz planlamışlardı ki giyeceğim kıyafetlere kadar hazırlamışlardı. Bu acı verici gerçekle dolabımın üçüncü çekmecesini açınca karşılaştım. Çünkü dolabımda alnıma silah da dayasanız giymeyeceğim, kesinlikle bana ait olmayan midi boy, sarı bir etek ve balon kollu, turuncu bir bluz vardı.
Elbette yetmişlerden fırlamış o abidik gubidik şeyleri giymeyecektim. Hatta ve hatta sırf inat olsun diye en sevdiğim, düz siyah eşofman takımımı giyecek, zapt etmemi söyledikleri kıvırcık saçlarımı özgür bırakacak, ayaklarıma o kokoş turuncu topuklular yerine beyaz sneakerslarımı geçirecek, güneş kremimin yanına bıraktıkları çilekli küpeler ve bileklikleri kenera iterek gümüş zincir kolyemi, sol kulağımı süsleyen gümüş nokta küpelerimi ve siyah şapkamı takıp çatlak kuzenlerime meydan okuyacaktım.
Ben, Kamuran Atladagel, bu aptal randevuyu sabote edecek ve asıl çöpçatan nasıl olunurmuş onlara gösterecektim.
Kafamın içerisindeki minik şeytanı uyandıran onlardı ve pek tabiii yaşanacak şeylerden de mesul değildim.
Bu nedenle düşündüğüm her şeyi eyleme döktüm ve onların isteğine tezat bir şekilde hazırlanıp randevuya geldim.
Siyah bisikletimin frenlerine basıp olay mahalinin önündeki bir köşeye aracımı park ettim. Çöpçatanlık deneyimlerine dayanarak söyleyebilirim ki; kesinlikle randevu için uygun bir mekan değildi. Dışarıdaki ergen güruhuna bakarsak daha çok toplama kampı gibi duruyordu. Hoş, burası Talas'tı.
Allah aşkına, kim sevgilisiyle dedikodu isimli bir kafede buluşmak isterdi ki?
Tamam, kuzenlerle sık sık uğradığımız bir mekandı ama adından da anlaşılacağı üzere burada dedikodu yapmak için toplanırdık.
Şu çocukların nasıl bir fantezi dünyası vardı, merak etmiyor değildim doğrusu.
Dünya üzerinde herhalde bir Yargı Ceylin'in bir de benim kullanmaya devam ettiğim kablolu beyaz kulaklığımın sağ tarafını serbest bırakıp siyah sırt çantamı sol omzuma astım ve kafenin önüne doğru yürümeye başladım. Dışarıdaki masada oturan bazı gençleri dokuzuncu sınıftan gözüm ısırıyordu. Kapıya doğru ilerlerken dönüp bakan bir iki kişi ile yanılmadığı anladım. Onlarla aynı liseye gidiyorduk.
Nihayet kapının önüne geldiğimde bir süre otomatik kapının beni görmesini bekledim. Her zaman yaptığı şeydi. Ama bu kez uzun sürdü, aptal kapı beni bir türlü görmedi. Lanet olası kapıların benimle derdi neydi? Bakın abartmıyorum, otuz dört saniye, evet, koca bir otuz dört saniye boyunca -ki bu rezil olmak için yeterince uzun bir süredir- kapı beni görmedi. Ter döktüğüm bu çetrefilli saniyelerde ne ben elimi kaldırmak gibi gurur kırıcı bir hareket yaptım, ne de dışarıda oturanlardan birisi yardımcı oldu.
Tam arkadaki serserilerden birisi "Merak etme tatlım. Her minyon kızın yakışıklı bir kurtarıcısı vardır," gibi manyakça bir şeyler söyleyip sandalyesini çekiyordu ki arkamda başka bir beden hissettim.
Ve işte o an, sadece dizi ve film izlerken değil, aynı zamanda kitap okurken de adeta anıra anıra güldüğüm bir sahnenin ortasında kaldım.
Özellikle Wattpad kitaplarında adından çokça söz ettiğimiz, odunsu ve baharatlı bir koku burnumu doldurdu, göğsünden saçlarıma doğru bir sıcaklık yayıldı ve bir kıvılcım bütün bedenimi ele geçirdi.
Ben olayın saçmalığı karşısında "Nasıl ya?" diye fısıldadığım sırada, elimi ayağıma dolaştıran bedenin sahibinden yukarı doğru bir şey uzandı. Beyaz, kaslı ve güçlü bir kol. İrkilerek kafamı kaldırdım ve avucunu açıp kırmızı sinyalin üzerinde hareket ettiren genci izledim. Donmuş bir vaziyette ona bakarken neden sonra gözlerim bileğindeki bir detaya takıldı.
Orada, baş parmağının yarım karış kadar aşağısında, tam bileğinin üzerinde, kaligrafik bir stille işlenmiş, son derece çekici bir yazı vardı.
Onsra...
Bu kelimenin anlamını biliyordum.
Son aşk...
Bir zamanlar sevdiğim bir çocuğun göğsünde yer alıyordu.
Gözlerimi kapatıp açtım. Başımı biraz daha kaldırıp beyaz boynunu, keskin çene hattını ve bir heykel ustasının elinden çıkmışçasına kusursuz olan yüzünü inceledim. Yeşil gözlerinin önüne düşen ve her hareketinde uçuşan koyu kumral saçları... Biçimli burnu, güzel dudakları... İçimdeki kıvılcım bir ateşe dönüştü. Fakat beni can evimden vuran bunların hiçbirisi değildi.
Ayaklarımı yerden kesen şey; büyüleyici sesiydi. Görüntüsü bir prensi, ses tonu ise bir korsanı andırıyordu. İşte acı verici düşüşümün nedeni bu iki kelimelik cümleydi.
"Şimdi oldu."
Ömrüm hayatım boyunca böyle bir ses işitmediğime, geleceğimin üzerine yemin edebilirdim. Kalın ve kırmızı dudaklarından yayılan bu güçlü ses adeta bedenimi titretti. Kulaklarımdan kalbime doğru yumuşak bir yol alarak göğüs kafesimin üzerinde siper aldı ve saniyeler sonra elindeki tetiği çekti.
Beni vurdu.
Kalbimdeki kapalı odaların kilidini kırdı.
Derin uykuya yatırdığım kelebeklerimden birini uyandırdı.
Ve o kelebek, imalı bir gülüşle sıska ellerini birbirine sürttü.
Hadi oradan!
Bu çekicilik karşısında öylesine bozguna uğradım ki, kapının açılarak arkamdaki bedenin içeri girdiğini bile fark edemedim. Ne zaman ki birisi omzuma çarptı ve "Uğur! Beklesenize oğlum!" diyerek merdivenleri arşınlamaya başladı ancak o zaman kendime gelebildim. Yine de, içlerinde sarışının da bulunduğu bu beş kişilik arkadaş grubu gözden kaybolana değin sersemlik halini üzerimden atamadım.
Yüzümü son derece geniş bir deşet ifadesi kapladı.
Bu iğrenç kalp çarpıntısının nedenini biliyordum: Çıplak popolu Yunan Tanrısı geri dönmüştü.
Histerik bir nefes koyverdiğim sırada Hatice'nin sesini duydum. "Kamuran! Buradayız kuzen!" Kendime birkaç saniye izin verip üzerimdeki sersemliği silkeledim.
Sonuçta bugün büyük bir ders için buradaydım. Bana yamamaya çalıştıkları çocuğu başkasına aşık edecektim.
Bir Yunan Tanrısı kadar yakışıklı olan çocuk üzerinde daha sonra düşünebilirdim. Bu nedenle derin bir nefes alıp başımı çevirdim ve sesin geldiği yöne baktım.
Hatice, sevgilisi ve sevgilisinin arkadaşı olduğunu düşündüğüm kişi merdivenin sol tarafındaki bölmede oturuyorlardı. Ve şunu net olarak söyleyebilirim ki, ben de oturduğum vakit masada bir karakter karmaşası yaşanacaktı. Bunu damarlarımda gezinen sıkıntılı frekanstan anlamıştım.
Hatice, Meral'in benim yaşımdaki küçük kız kardeşi. Masanın Afrodit'i. Koyu kahve saçları, ela gözleri, kusursuz cildi, ince ve uzun bedeni ile her erkeğin hayalindeki prenses.
Ekrem, Hatice'nin erkek arkadaşı. Kısa boylu, vücudunun yukarısı kastan ibaret olan, ince bacaklı sarışın çocuk. Masanın Johnny Bravo'su.
Ve...
Dağınık, siyah saçlı çocuk. Sırtı bana dönük. Yüzünü göremediğim için onu pek seçemiyorum ama gözümde bir yerlerden ısırmıyor değil. Çok tanıdık. Bir dakika ayağa kalktı. Başını bana doğru çeviriyor. Mavi gözleri, solgun beyaz teni, gece karası saçları ve ihtişamlı duruşuyla hedefindeyim. Hem bir beyefendi, hem bir serseri... Bana çapkın bir gülüş sunuyor. Mert Sean Schwarz; en büyük aşkım, en büyük düşmanım... Kuşkusuz masanın çakma Johnny Depp'i.
Tam karşımda duruyor.
"Sen..."
"Merhaba."
Yüzümü bir tiksinti kapladı. Hissettiğim nefret midemi bulandırdı. Bu nefret öyle yoğundu ki, öfke bir volkan gibi kanımı kaynatırken Mert'in çapkın gülüşünün an be an soluşunu izledim.
"Ne işin var burada?"
Yeniden gülümsemeye çalıştığı sırada, yüzünde bir tebessümle "geri döndüm," dedi.
Verdiği cevabı umursamadan başımı Hatice'ye çevirdim.
"Şaka mı bu?"
Hatice ayağa kalktı. "Aşırı tepki vermeden önce bir dinle. Yanlış anladın." Yüzümdeki ifade onu endişelendirmiş görünüyordu.
Yerinde olsam endişelenirdim de.
"Neyi dinleyeceğim?" İnsanların hakkımda ne düşüneceğini umursamadan sesimi yükselttim. "İliklerime kadar nefret ettiğim bir insanla beni nasıl aynı ortama soktuğunuzu mu? Yoksa utanmadan bir de onunla randevu ayarladığınızı mı?"
"Kamuran yanlış anlıyorsun. Ekrem'in arkadaşı Mert değil, Çınar. Bak." Lavaboların oradan bize doğru gelen kumral çocuğu gösterdi. "Mert geçerken uğradı."
Mert'in Çınar'a olan öfkeli bakışlarını izlerken Hatice'nin doğru söylediğini anladım ama bu onu aklamazdı. En büyük düşmanımı masaya davet etmişti. Bunun hesabını daha sonra soracaktım.
Her şeyden bir haber olan, Çınar dedikleri çocuk önümde durup elini uzattı ve kocaman bir gülümseme ile "merhaba," dedi. "Ben Çınar. Tanıştığımıza memnun oldum."
Bir eline, bir yüzüne, bir de arkadaki garip üçlüye baktım. Ortamın saçmalığı karşısında yere yatıp katıla katıla gülmek ve merdivenlerin dibine çöküp içim çıkana değin ağlamak arasında kaldım. Sanırım bir sinir krizinin eşiğindeydim.
"Biliyor musun Çınar?" Karşımdaki sevimli çocuğun koyu kahve gözleri heyecanla titredi. "Ben hiç memnun olmadım."
Yüzü düştü. "Anlamadım..."
Elimi omzuna koyup "Maalesef aradığın kişi ben değilim," dedim. "Senden hoşlanmıyorum. Kişisel algılama, tanışmak da istemiyorum. Eminim ilerleyen zamanlarda senin için doğru kişiyi bulacaksın." Can yakıcı olduğunu bildiğim ama söylemekten de gocunmadığım sözlerin ardından arkamı döndüm ve çıkışa doğru ilerlemeye başladım.
"Kamuran!" Mert ve Hatice'nin ortak sesini duydum, durmadım.
İçlerinden yalnızca birisi bana yetişip kolumdan tutma cesaretinde bulunabildi. Tahmin etmek zor değil; Mert Sean Schwarz.
"Bekle."
"Bırak kolumu."
"Yeterince uzun süre nefret etmedin mi?"
"Hayır ve seni temin ederim, bir asır daha senden nefret etmekte son derece kararlıyım."
"Geri döndüm Kamuran." Sessiz kaldım. "Bu senin için hiç mi bir şey ifade etmiyor?"
"Etmiyor. İnan bana hiç dönmemeni yeğlerdim." Mavi gözlerinden bir hüzün bulutu geçti. "Sensiz her şey daha iyiydi."
Yalan. Her şey çok kötüydü ama bunu ona söylemeyecektim.
Gözlerimin içine hüzünle bakıp gülümsedi. Keşke gerçekten de doğruları söylüyor olsaydın, der gibiydi. O an, yalan söylediğimi anladığını fark ettim. Beni bir kitap gibi okuyabiliyordu ve ben bundan nefret ediyordum. Ona dair her şeyden nefret ediyordum.
"Öyle mi?"
"Öyle."
Aramızdan bir sessizlik rüzgarı esti geçti. Ne o konuştu, ne ben çekip gidebildim. Neden sonra dudaklarını araladı ve beni öfkelendirecek yeni bir cümle kurdu.
"Nefret insanı yıpratır Kamuran. Daha fazla birbirimizi yıpratmayalım."
"Yıpratmak mı?"
Dudaklarımın arasından bir hayret nidası koptu.
"Sen beni mahvettin Mert. Sen, beni, mahvettin. Hayatımın içine ettin. Bana yaşattığın cehennemin aynısını sana yaşatmış olsaydım, senden geriye hiçbir şey kalmazdı. Biliyorsun değil mi?"
Gözlerini kapattı. Acı çekiyordu. Bu konuyu her açışımda sessiz kalıyordu.
Derin bir nefes aldım ve sinirlerime hakim olarak tane tane konuştum.
"Her neyse. Ben seni sildim. Senden de aynı performansı bekliyorum. Karşıma çıkma. Benimle konuşma. Görmezden gel. Yok say."
"Yapamam."
"Yaparsın," diyerek yüzüme samimi olmayan bir gülümseme yerleştirdim. "İnsanları görmezden gelmekte üstüne yoktur. Hatta öyle bir görmezden gelirsin ki, bazı insanlar bunu kaldıramaz."
Canını yakmak, onu incitmek bana haz vermeliydi ama söylediklerim karşısında daha çok benim canım yanıyordu.
Ellerini üzerimden çekerken sesindeki enerji kayboldu ama konuşmaya devam etti. Pişmanlık, perişanlık, umut... Birçok duyguyu yakaladım sesinde.
"Seni seviyorum. "
Yüzümü buruşturdum. "Kes şunu." Bir zamanlar delicesine duymak istediğim bu iki kelime artık bana ızdırap veriyordu. Çünkü inanmıyordum, inanamıyordum. Mert'in sevgisi benim nezdimde gerçek değildi. Ben bunu görmüştüm, yaşamıştım. Sadece eskiden beni sevebildiğini düşünecek kadar kördüm.
"Kamuran..."
"Eyşanlar ölmez, yalnızca şekil değiştirirler..."
Kaşlarını anlamamazlık içerisinde kaldırdı.
"Başıma gelene kadar bir sosyal medya repliği olarak görürdüm." Güldüm. "Sen de benim hayatımdaki Eyşan'dın Mert. Bana ihanet ettin, beni mahvettin. Ben de seni yok ettim. Kabul et artık."
Başını hafifçe geriye itip dediklerimi anlamaya çalışır gibi kaşlarını çattı ama bir şey anlamadı.
Hoş. Ben de anlayacağını düşünerek söylemedim zaten.
İddialı bir finalin ardından onu derin düşüncelerde bırakıp çıkışa doğru adımladığım sırada yan tarafımdaki masada bir gürültü koptu. Bir tokat ve hemen sonrasında sıvının tene çarpma sesi. Ayaklarımın ucuna bir kahve fincanı yuvarlanırken başımı çevirip kavganın olduğu yere baktım.
Benim yaşlarımdaki sarışın bir kız, kendisinden yaklaşıp on santimetre kadar uzun bir oğlana doğru gözlerinden kıvılcımlar çıkararak "bitti," diye bağırıyordu.
Onları tanıyordum. Yaz tatilimin büyük bir kısmında, üzerinde çalışmış olduğum favori çiftlerimdi; Melisa ve Harun. Onları bir araya getirmek neredeyse üç haftamı almıştı. Ve şimdi en iyi shiplerimden birisi gözümün önünde yok oluyordu.
Melisa'nın önümden gözleri yaşlı bir şekilde hızla geçişine hayretler içerisinde bakarken, elimi kalbime götürüp "üstüme sağlık, daha neler" diyeceğim bir şeye daha şahit oldum.
"Şükürler olsun kurtuldum. Allah'ın çatlağı ya..."
Ben Harun'a şok içerisinde bakarken arka taraflardan bir kız şu cümleyi kurdu.
"Kalk gidelim Selçuk. Aynı anda iki ayrılık. Burası lanetli olmalı."
***
Kafamın içerisinde bugünkü sahneleri oynayıp duran aşk hayatım ve yaşadığım yılların gençleri arasında oldukça popüler bir aktivite olan hayatı derinden sorgulama eşliğinde odama giriyordum ki, adımlarımı sekteye uğratmama ve gözlerimi büyütmeme neden olacak bir görüntüyle karşılaştım.
"Kamuran! Schwarzalar tatilden dönmüş, şeref yoksunu ağabeyleri hariç tabii. O hala vatan topraklarında doktorculuk oynuyor olmalı."
Sevgili ablam, Banu Atladagel, uçları mavi çiçek desenleriyle kaplı tül perdemin arasına tünemiş, elinde pembe dürbünüyle karşı apartmanı izliyordu.
Bu benim için son derece beklenmedik bir durumdu çünkü Tanrı aşkına Banu Atladagel'den söz ediyorduk. Atladagellerin en az Albert Einstein kadar zeki, Marilyn Monroe kadar çekici, Elizabeth Bennet kadar mağrur, Sherlock Holmes kadar pragmatist ve Captain Marvel kadar cesur üyesinden. Bu muhteşem karakterin böylesine bir aptallık yapmasının kabul edilebilir bir yanı yoktu. Bu ailede bu tarz şapşallıkları yalnızca ben yapabilirdim, uzaktan yakından dahi benzemediğim ablam değil.
Hızlı adımlarla yanına gidip onu kenara ittim ve elinden dürbünü kaptım. "Abla, ne yapıyorsun?" Dişlerimi sıkarak konuşmam Banu Atladagel'in üzerinde hiç de etkili olmadı.
Dalgalı sarı saçlarını elinin tersiyle arkasına atıp deniz mavisi gözlerini bana dikti ve kibirli bir ifadeyle burnunu kıvırdı.
"Aman canım, ne var sanki?"
Yemin ediyorum, sadece bir saniyeliğine, bakın gerçekten sadece bir saniyeliğine, onun o sarı saçlarından tutup balkondan aşağı sallandırma hissiyle doldum ama sonrasında bu korkunç düşünceden hızlı bir şekilde kurtuldum.
Çünkü bu gülünç dedektifçilik oyununu neden kendi odasında değil de benim odamda oynadığını biliyordum. Eğer kendi odasından onları dikizleseydi, vakti zamanında büyük bir gol yediği malum kişiye yakalanma olasılığı vardı. Ve bu, mağrur kişiliğinden gram ödün vermeyen ablam için hiç de yakışa kalmazdı.
Eh, neticede Schwarz erkeklerinin Atladagel kızlarını yaralamak gibi sinir bozucu bir huyları vardı ve ablam da kurbanlarından yalnızca biriydi.
Elimdeki dürbünü çabucak çekmecelerden birisine koyarken çıkıştım. "Bizi ilgilendirmez." Fakat dediklerimi hiçbir şekilde umursamadı. Evin içerisinde dahi geçilmediği havasıyla odamı terk etti.
Zor bir ailedeyaşıyordum.
"Ya sabır," diyerek kendimi yatağa bıraktım ve yastığımın altındaki defterimi çıkarıp Melisa ve Harun'un bulunduğu sayfayı çevirdim. En sevdiğim çiftime koca bir çizik atarken yüzümde garip bir hüzün vardı. Onları Aslı Güngör'den Son Öpücük ile uğurlamayı çok isterdim ama olanlar yüzünden hiç havamda değildim.
Defteri aldığım yere koyup sehpanın üzerinde duran telefonumu elime aldım. Eve geldiğimden bu yana titreyip duruyordu. Sevgili kuzenlerim bugün hakkında bol saymalı ve sövmeli bir konuşma yapıyorlardı anlaşılan. Onlar konuşadursun, ne aramalarını açtım ne de mesajlarına yanıt verdim. En sonunda zaten grubu sessize almıştım. Bir süre, uzun bir süre trip atacaktım.
Bunu hak etmişlerdi.
Kafamdaki düşüncelerle birlikte sosyal medyadan gelen birkaç bildirimi kontrol ederken kulaklarımı bir melodi doldurdu. Whatsapp'tan gelmiş olmalıydı. Telefonun bildirim çubuğunu indirip mesaja göz attım.
Yeni bir gruba eklenmiştim.
+90507******* sizi ekledi.
Hangi işsiz beni bir gruba eklerdi ki? Sonuçta kuzenler dışında arkadaş diyebileceğim kimsem yoktu. Biraz şüphe biraz da merakla mesaja tıkladım.
Görmez olaydım...
10-A Erkekler adında bir gruba eklenmiştim. Sınıfın erkeklerine ait bir gruba. Muhtemelen onlarca erkeğin olduğu bir gruba. Bakın tekrar ediyorum. Erkeklerin olduğu bir gruba!
Tek kız olarak.
Yaşadığım şok karşısında telefonum elimden kayıp yatağa düşerken ela gözlerimi karşımdaki duvara diktim.
Bu talih kuşu olamazdı.
Çıplak popolu Yunan Tanrısı kesinlikle geri dönmüştü.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro