9
18
Bilâl'in türküsü Sinekli Bakkal'dan bir humma salgını gibi gelip geçtikten sonra, kendisinin hayali de Rabia'nın hafızasında söndü.
Tevfik hastaydı. Tifoya tutulmuştu. Baş humması diyorlardı. Konağın doktoru her gün geliyor, bol sulfata, İngiliz tuzu veriyor ve akşamları terletiyorlardı. Rabia babasının yanından ayrılmadı, o Ramazan hiç mukabeleye gitmedi. İmam'ın eline de beş para girmedi.
Tevfik'in her şeyi gibi, hastalığı da mahallenin başlıca hadisesioldu. Son senelerde belli başlı bir hastalıktan kimse ölmemişti. Kızıl, kızamık gibi çocuk salgınları, bir de yaşını başını almış adamlar. Yalnız bu aslan gibi genç Tevfik, İstanbul'un biricik Karagözcüsü ve meddahı, mahallede bu kadar meşhur bir hastalıktan yatıyordu. Kadınlar her vakitten ziyade bakkal dükkânını yabancılara biraz gururla gösteriyorlardı. Bu, hem mahallelinin komşuluk tesanüdünü gösterecek, hem de şöhretini arttıracak bir vak'a idi.
Doktor sükûn tavsiye etmişti. Sokak hemen sustu.
Çocuklar topaçlarını, toplarını aldılar, öteki mahalleye geçtiler.
Her ev, sıra ile bir yemek pişirip Rabia'ya götürüyor, hiç olmazsa bir çorbacık pişiremeyecek kadar, bu büyük dramın haricinde kalacak kadar –şükür– kimse fakir değildi. Öyle bir dram ki hepsinin şefkat, iyilik rolü oynamasını icap ettiriyor ve herkes rolünü büyük bir sadelik ve realizm ile yapıyordu.
Rabia Tevfik'in, Rakım Rabia'nın esiri. Çingene Penbe her gün Rakım'a yardım için orada... Merdivenleri silerken Tevfik'in bağıra bağıra sayıkladığını duyardı. Hep Emine... Hep ilk gençlik günleri... Bir iki defa da Zâti Bey'i Gelibolu bahçelerinde eğlendirdiği geceleri tekrar etti. O zamanlar Rabia, kendini yirmi yaş büyümüş hissetti.
Nihayet hastalık devrini yaptı, geçti. Tevfik iskelet gibi, nekahat devrinde bile Rabia'yı gözünün önünden ayırmak istemedi. Şükriye Hanım elinde bir sepet yemiş her gün Hanımefendi namına hatır sormaya geliyor.
— Bu akşam mutlak gelmelisin, Tevfik Efendi'nin yanına Penbe'yi bırakırsın.
Rabia mutfakta Şükriye Hanım'a kahve pişiriyor, kadın da karşısında küçücük iskemlede, önünde sepet, oturuyordu.
— Bu akşam ne var ki...
— Hem kandil, hem kına gecesi. Mihri Hanım'la Bilâl Bey nişanlanıyor. Perşembe günü nikâh olacak.
— Bahçıvan çırağı nihayet damatlığı elde etti.
— Niçin öyle söylüyorsun, Rabiacığım? Oğlan bir güzelleşti ki... Mihri Hanım gene o Mihri Hanım. Bilâl Bey'e selâmlıkta oda hazırladık. Damat Bey aşağı, Damat Bey yukarı... Oğlandaki kurumu görme.
Şükriye Hanım dedikodu halinde geçen Rabia-Bilâl macerasını bilmiyor değildi. Fakat bunları hiç de kıza nispet vermek için söylemiyordu. Rabia kendi gibi fukara, çalışan sınıfın kızıydı. Onlara fenâ haber verilirken zaman kollamak, mukaddimeyapmak lâzım değildi. Sırf Rabia ile dedikodu yapmak için bunları söylüyordu.
Rabia gözlerini ateşten kaldırmadı. Kapanık yüzünde ne düşündüğünü anlamak kâbil değildi. O, kafasında Mihri'nin kaçık çenesini, fersiz gözlerini, soluk ve porsuk dudaklarını düşünüyordu... Bilhassa dudaklarını... Onları Bilâl –kendi dudaklarını bir defa öptüğü– gibi öpecekti. Kuş gagası gibi dokunup kaçan temas... İçi sızladı.
— Babamı daha bırakamam, Şükriye Hanım, Hanımefendi'nin eteklerinden öperim, kuzum darılmasın.
Sepetten bir tabağa yemiş koydu, Şükriye Hanım'm elinden, bir eliyle fincanı aldı. Acele acele yukarıya gidiyordu.
Akşama doğru Dede ile Peregrini hastayı yoklamaya geldiler. Dede yukarı çıktı, piyanist Şükriye Hanım'ın oturduğu iskemleye oturdu, gene kahve pişiren kızı eğlendirmeye çalıştı. Çocuğun gözleri dalgındı, yüzü solgundu. Kahve pişince:
— Sizin kahvenizi de yukarı çıkarayım mı, dedi.
— Hayır, ben biraz daha burada otururum.
Rabia onun fincanını önüne bıraktı, tepsiyi aldı. Vehbi Dede'nin kahvesini götürdü.
Peregrini mangalın yanında uzanan tekir kediyi okşarken, dükkândan sesler işitti. Akabinde Rakım, perişan gözlerle mutfağa daldı:
— Dün akşam Rabia'nın anası ölmüş, Sinyor, kıza nasıl söylemeli?
— Ne kadar olsa papazlık ettikti.
— Rakım Amca, Vehbi Dede nargile istiyor. Dükkân kapısını aralık bırak da gel, götür, sen yokken müşteri gelirse ben bakarım.
Nargileyi hazırladı, Rakım'ın eline verdi. Yanakları kırmızı, gözleri parlıyordu.
Piyanist, kızın biraz evvelki durgun yüzünün değişmesi için mutlak yeni bir şey olduğunu zannediyordu.
— Tevfik çok neşeli, Vehbi Dede ile eskisi gibi şaka etti. Siz ne vakit çıkacaksınız?
Peregrini cevap vermedi. Gözleri merhametle yaşarmış, kızın ta gözlerinin içine baktı. Belki merhametten başka bir şey de vardı, belki kendi de varlığından haberdar olmadığı bir hissini kıza gösteriyordu. Her nedense kız sıkılmıştı, kirpiklerini indirdi, dizlerinin üstünde duran ellerine bakıyordu. Bir an evvel Bilâl'in hatırası nasıl içini sızlattıysa Peregrini'nin bu garip bakışı da aynı tatlı sızıyı yapıyordu. Bu ne demekti?
Piyanist yerinden kalkınca kalbi şiddetle çarpmaya başladı. Ani bir korku ile yüzünü elleriyle kapadı.
Piyanist geldi, iki sert el Rabia'nın omzuna dokundu, sonra da kızın ellerini yüzünden çekti:
— Annen ölmüş, kızım.
Rabia, ağlamadı. Gözleri kupkuruydu, fakat piyaniste bakışında öyle bir acı vardı ki... Niçin ağlamıyor? Niçin bir şey söylemiyor?
O, koskoca adam kendi yaşlarını güç zapt ediyor. Niçin, niçin elinde büyüyen bu çocuğun omuzlarını okşamaya cesaret edemiyor? Nihayet Rabia ağzını açtı:
— Acaba Tevfik de ölür mü?
— Niçin ölsün? Fakat sen, herhalde bu kara haberi iyileşinceye kadar sakla. Senin için zor ama... İçini dökmek istersen benimle konuşursan, ben ana ne demek bilirim, benim de memleketimde bir anam var...
— Sahi mi?
— Ya ihtiyar çalgıcılar anasız mı doğarlar?
— Siz ihtiyar değilsiniz ki...
Neden Rabia'nın onu ihtiyar bulmamasından bu kadar sevinmişti? Bunuyor muydu? Rabia derin bir tecessüsle soruyordu:
— Hiç annenizi görmeye gitmez misiniz?
Şimdi de bu tehlikeli çocuk eli, Peregrini'nin gömdüğü hayallerin kefenlerini yırtıyordu. On beş senedir kimseye bahsetmediği mâzisini bu çocuğa anlatmak, ona ne tatlı gelecek. Akşam, tamamen mutfağa inmişti. Her şey gölge içinde, mangalın içindeki ateşler yumuşak karanlıkta kıpkırmızı, yerde Tekir yavaş yavaş hırlıyor.
Rakım'ın başı aralık kapıdan göründü:
— Sizi Vehbi Dede çağırıyor, dedi.
19
Tevfik'in yatağını düzeltirken elini, yüzünü silerken Rabia'nın neşesi yerinde görünüyordu. Fakat gene babası gözlerinin etrafındaki mor halkalara dikkat etti.
— Bu Ramazan hiç mukabele okumadın. Acaba İmam ne yaptı? İhtiyarın çok fakir olduğunu söylüyorlar. Tuhaf, Emine'yi gece rüyamda gördüm.
— Her gece başka rüya görüyorsun, rüyalarından bıktım.
Babasının karışık saçlarını okşadı:
— Rakım Amca, bu sabah seni tıraş edecek, sakal, bıyık birbirine karışmış, umacıya dönmüşsün. Yo... Yooo... Öpmek falan yok, sakalın sinirime dokunuyor.
— Emine bir şeyler anlatmak istiyordu.
— Emine, Emine... Artık sus bakalım. Amca, sen sabunlamaya başla. Uslu durmazsan ellerini tutacağım.
— Anneni kıskanıyor musun, şekerim? İnadıma ben onun lâkırdısını edeceğim. Kurban bayramında mutlak gidip elini öpeceksin, anladın mı?
Sonra, dalgın dalgın:
— Acaba ne anlatmak istiyordu? Bir türlü hatırlayamıyorum, diyordu.
— Sabun kâsesini ben tutayım mı Amca?
Tevfik sokaktan gelen tekbir seslerini dinliyordu:
— Cenaze geçiyor, Rabia, pencereden bak, kadın mı, erkek mi?
Rabia'nın yüzü cama yapıştı, kaldı. Onca yıl onun başını yiyen, rahat huzur vermeyen kadın, şu şalların altındaki ince tabutun içinde miydi? Üstünde penbe ipek krep belki Tevfik'e hoş görünmek için bağladığı krepti. İmam'ın başında en kocaman sarığı, arkasında en bol siyah lâtası... Kendisi ne kupkuru ne çöp gibi. Etrafında birkaç tane kendine benzeyen ihtiyar sarıklı imam daha... Kalabalık bir cenaze değil... Tabut, kısık seslerle Kuran okuyan birkaç zavallı ihtiyarın çökük omuzlarında.
Rabia, yüzüstü kapandı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ve:
— Sakın sen ölme Tevfik, sakın sen ölme Tevfik, diye boğuk boğuk inliyordu.
Hasta gülümsedi. Yüzündeki endişe geçmişti.
— Ben de neden o kadar korktum. Demek erkek cenazesi; merak etme Rabiam, ben, sen sağken hiç, hiç ölemem.
O gün öğleden sonra uzun uzun uyudu. Rabia mutfakta uzun uzun ihmal ettiği hesapları düzeltiyordu. Rakım, onun süzülen zavallı yüzünün yorgun ifadesine bakarken aşağı yukarı dükkânda dolaşıyordu.
Dükkâna uzun, kırmızı fesli, sırtlan gözlü bir yabancı girdi. Bakkal kız başını kaldırdı, baktı. Sonra görmemiş gibi gene kurşun kalemini tükürükledi, yazmaya başladı.
Müşterinin canı sıkılmış gibi etrafını hiddetli hiddetli süzdü. Rakım'ın gözleri korkuyla açılmış, olduğu yerde mıhlanmış, kalmıştı. Fakat kendini çabuk topladı. Müşterinin etrafında dönmeye başladı. Pırtlak gözlü adam ayağının altında sürünen cüceye bir solucanmış gibi baktı:
— Tevfik'in dükkânı burası mı?
— Evet Efendim, evet Efendim.
Bu patlak gözlü, kurumlu herife Rakım'ın korkuyla bakması Rabia'nın sinirine dokunmuştu. En aksi sesiyle sordu:
— Ne istiyorsun?
Yabancı, kıza cevap vermeye tenezzül etmedi, cüceye emretti:
— Söyle, buraya gelsin.
— Gideyim, haber vereyim, Beyim. Uyuyor.
— Vay babasının canına... Herif bakkal mı, paşa mı?
— Hastaydı, Beyim. İsterseniz sizi yanına götüreyim.
— Ne, ne? Ben ayağına mı gidecekmişim?
Gözleri kısıldı, boynu eğildi, hücuma hazırlanan kudurmuş bir boğaya benziyordu:
— Sen, kimle konuştuğunu biliyor musun, herif? Ben, Zâti Bey tarafından geliyorum.
— Babam Zâti Bey'i bilir.
— Öyle mi, Hanım Abla?
Bıyıklarını büktü, galiz gözlerle kızı süzdü.
— Seni külhanbeyi köpek, seni... Kendini nerede zannettin?
Yabancı biraz geriledi, cüceye döndü:
— Bu Hanım Abla, Zâti Bey'in kim olduğunu sahiden biliyor mu?
— Ne bilsin, birader... Babasının hastalığı çocuğu şaşırttı, kusuruna bakma.
— Birader ha! Seni köstebek kerata seni... Hadi önüme düş.
Rakım önde, yabancı arkada, yukarıya çıktılar. Havada âdetâ bir felâket ağırlığı vardı.
Kapıdan kısık bir ses:
— Rabia Abla, yalnız mısın, diye sordu.
— A... Sen misin Sabit Beyağabey?
Rabia, bayağı sevinmiş, yüreklenmişti:
— Bir şey mi istiyorsun?
— O nemrut suratlı, domuz oğlu domuz, dükkânı sordu. Arabasını köşede bıraktı. Belki lâzım olurum, diye geldim. Sokaktan kuş uçmuyor, kervan geçmiyor... Köpek herifin lanetli fesi, dünyayı ürküttü.
— Kim olduğunu biliyor musun, Ağabey?
— Fesinden kim olduğunu anladım. Burada ne sordu?
Rabia da nihayet anlamıştı. Uzun kırmızı feslerin hafiyelerealâmet olduğunu işitmişti. Fakat Sinekli Bakkal'da onlara benzer adam görmediği için unutmuştu.
— Zâti Bey babamı çağırtmış.
— Silsilesinin mezarına... Dinine, imanına...
— Dine sövülmez, Ağabey, derken birdenbire elini ağzına götürdü, işaret etti.
Merdivenden ayak sesleri geliyordu. Ağabey şimdi tezgâha dayanmış:
— Bir okka sabun, bir okka soğan... Hatırına gelen şeyi ısmarlıyordu.
Tevfik, pırtlak gözlü yabancı ile Rakım'ın arasında sallana sallana yürüyerek dükkâna geldi:
— Akşama gelirim, Rabia, merak etme, bir yanlışlık olacak, diye kızı tatmine çalıştı.
Hafiye kolundan çekti, Rakım arkalarında sokağa çıktılar.
Tekerlek sesleri kesilinceye kadar Rabia ile Sabit Beyağabey, kapının önünde durdular. Sonra başlarını çıkardılar, sokağa baktılar. Hakikaten kuş uçmuyor, kervan geçmiyordu. "Kırmızı fes" Sinekli Bakkal'da musibet yeli gibi esmiş, fakir fukarayı damlarının altına sığındırmıştı.
20
Dâhiliye Nazırı önündeki jurnali onuncu defa okudu.
"Âcizleri, Sinekli Bakkal imamı... ubudiyet ve sadakatinden naşî..." diye başlayan bu klasik jurnali zihninde tahlil ve tasnif ettikten sonra elindeki kırmızı kurşun kalemiyle, işine yarayacak noktaları çizdi, bir taraftan da boş bir kâğıda bazı şeyler yazdı.
İhtiyar rakibi Selim Paşa aleyhinde kullanabileceği en kuvvetli noktalar hangileriydi? Paşa halkı dilgîr ediyor, ümmet-i Muhammed'e zulüm ediyormuş... Puf, bu, ne Hünkâr'ın ne de Zâti Bey'in umrunda. Paşa'nın oğlu Jöntürkmüş, geceleri arkadaşlarıyla toplanıp fesat, fitne tertip ederlermiş... İşte yakalanacak bir nokta... Kırmızı kalem hemen altından geçti. "Allah'tan korkmadan, Peygamber'den utanmadan, meleksimat Efendimizin ihsan ettiği mevki ve kudretin arkasında bu makûle erbab-ı fesadı saklıyor..." Bunların altına ikişer çizgi.
Jurnalin Selim Paşa'nın konağına ait kısmı Zâti Bey'i hayli eğlendirdi. Karısı sevici imiş, büyücü imiş, kocasını Padişah'a şirin göstermek için büyü yaparmış... Hadi bu satırların altına da birer çizgi. Zat-ı şâhâne bu nevi gizli kuvvetlerden huylanır. Yoksa Ebulhüda ve avanesi gibi dilenci alayını üfürük, efsun, muska yaptırmak için niçin başına toplasın?
— Bu ne, bu ne?
Şimdi jurnal Kanarya adlı sarışın bir halayıktan bahsediyor. Bu kız oyuncu diye Saray'a verilmiş. Maksat, onun vasıtasıyla Padişah'a yakından nüfuz etmek. Kız taife-i nisaya mahsus bilcümledesayis ve hile ile mücehhez... Kırmızı kalem havada kaldı. Bu, Zâti Bey'in çok zayıf olduğu bir nokta.
Dâhiliye Nazırı okudukça Selim Paşa'nın bu çapraşık jurnalde mevkiini biraz ikinci derecede, hattâ kaza ile jurnale sokulmuş buluyor. İmam'ın anlaşılan başlıca kaygusu, Tevfik'i yere vurmak. Onu "menfadan avdetinden beri mübarek topraklarımızı huzuruyla telvis, ahlak-ı umumiyeyi ifsat edennabekâr merkum" diye tavsif ediyor.
Hakikatte İmam'ı sabık damadını jurnal etmeye sevk eden sebeplere meşru denilemezse bile, insanî denilebilirdi. Rabia'dan para kesilince çok sefalet çekmişti. Bunun üstüne Emine'nin hastalığı ve yoksuzluk içinde can verişi... Ve ömrünün son nefesine kadar Tevfik'e beddua edişi, İmam'ın esasen perişan olan kafasını bütün bütün alt üst etmiş, Tevfik'e gayzını körüklemişti. Bununla beraber, gene son çareye başvurmadan Paşa'ya müracaat etti, halini anlattı.
O günlerde kendi derdiyle meşgul olan Paşa, birdenbire:
— Ömrünün sonuna kadar bir karış çocuğun sırtından geçinecek değilsin ya, başının çaresine bak, diye hayli dürüşt bir tavırla İmam'ı başından def etti. Ve ancak o zaman Hacı İlhami Efendi, Selim Paşa'yı da, intikam almak için fırsat beklediği Tevfik'in listesine ithal etti. O günlerde halk arasında Selim Paşa'nın yıldızının söndüğü ve Zâti Bey'in yıldızının parladığı da pek kuvvetle şayi idi. Kim bilir, belki böyle bir jurnalle Zâti Bey'e de çatabilirdi.
Zâti Bey Selim Paşa'ya ait fıkraları not ettikten sonra Tevfik'e taallûk eden kısımları bir daha dikkatle okumaya başladı.
Tevfik, Selim Paşa'nın adamı imiş, Hilmi ve avanesi dükkânın üstündeki odada toplanırlarmış... Bunlar okumaya değmez. Tevfik, Kabasakal Kıraathanesi'nde meddahlık ederken yepyeni bir "Mirasyedi" hikâyesi söylüyormuş. Bu yeni "Mirasyedi"nin Zâti Bey olduğu herkes tarafından söyleniyormuş. "Gelibolu bahçelerinde sefâ" diye öyle sefahat ve gılzet sahneleri yaratıyormuş ki...
Bunu Zâti Bey hiç beğenmedi. Tevfik'i mutlak mahvetmeye karar verdi. Fakat nasıl? Eski padişahlar devrinde olduğu gibi dilediği ferdi asmak, boğdurmak kudretini haiz bir vezir olmak ömrünün on senesini fedâya hazırdı. Fakat bu artık mümkün değildi.
İki kahve ısmarladı, on kadar sigara içti. Hiç olmazsa herifi istediği yere sürer ya! Peki ama vilayetlerde Dâhiliye Nezareti'ne göz dikmiş nice valiler var... Tevfik bunların birine çatarsa... Hayır, hayır... En doğrusu Tevfik'in gözünü korkutmak, sanatını icradan menetmek... Hattâ mümkün olursa Tevfik'i, Selim Paşa'nın konağını, oğlunu daha yakından tetkik içinkullanmak. Bu daha siyasî bir hareket, Zâti Bey gibi akıllı bir adama bu daha çok yaraşan bir tedbir. Ve işte o gün Nazır Bey sivil memuru Tevfik'i getirtmek için yolladıktan sonra zihninde böyle bir karar almıştı.
Tevfik, tırabzanlara tutuna tutuna kendini üç kat merdivenlerden zorla yukarıya sürükledi. Dizleri titriyor, gözleri kararıyor, korkudan âdetâ kendinden geçecek hale geliyordu. Fakat bununla beraber gözleri Zâti Bey'in yeni evindeki başkalığı teferruatıyla zapt ediyordu. Bu, Gelibolu'daki tangır tangır boş, eğreti eşyalı evden çok başka bir evdi. Her yer sarı yaldızlı endam aynaları, konsollar ve masalarla dolu. Döşemeler münasebetli, münasebetsiz birbirinin tepesine çıkar gibi tıklım tıklım doldurulmuş. Herif âdetâ Beyoğlu'nun dükkânlarını evine nakletmiş. Hele duvarlarda üniformalı, üniformasız, boyalı, boyasız bir Zâti Bey serisi. O zamanın alafrangalığa özenen yeni zengin evi... Nerede Selim Paşa'nın sadeliğe, genişliğe, ışığa istinat eden dürüşt zevkli evi! Hattâ Zâti Bey'in "Eski Türk odası" diye özenip bezenip döşediği oda bile, antikacı Hayım'ın dükkânının bir köşesine benziyor.
Evin hizmetçileri de, eşyası ve tanzimi gibi özenti... Bir lüzûma istinat etmeden, üst üste yığılan bir kalabalık. Tevfik'in önü, ardı sıra, aşağı yukarı seğirdip duruyorlar. Bir kısmı merdivenlerde durup birbiriyle çene yarıştırıyor, bir kısmı mânâsız mânâsız gülüyor, bir kısmı mânâsız mânâsız Tevfik'e ikram etmeye çalışıyor, bir kısmı küstah ve şımarık!
Bir mûsikî-şinâsın kulakları, acemi bir orkestranın yaptığı falsolardan nasıl muazzep olursa, Tevfik'in dürüşt, yerli zevki de bu özenti insan ve eşya ahengindeki falsolardan öyle ıstırap duydu.
Zâti Bey'in huzuruna girince, eski efendisinin kıyafetinde ve tavrında aynı değişikliği buldu. Eski Zâti Bey' in yakası buruşuk ve kirliydi, ceketinin düğmeleri nadiren iliklenirdi, fesi dâima biraz arkaya atılı, tavrı lâubali ve oldukça galiz bir adamdı. Fakat kendi başına bir şahsiyetti. Şimdi, yeni kıyafetinin, yeni mutaazzım tavrının arkasında gene eski Zâti Bey parçaları sırıtıyordu, fakat yeni Zâti Bey artık muayyen bir şahsiyet değildi.
Siyaset setresi sıkı sıkı iliklenmiş, potinleri parlak, gömleğinin kolası daha parlak, kol düğmeleri elmas...
Tevfik'e, bu yeni Zâti eşyası ve evi gibi rol kesmeye çıkan, fakat beceremeyen bir aktör gibi geldi.
Karşısında Tevfik'e yer gösterdi. Devlet umuruyla meşgul bir büyük adamın Tevfik gibi bir pespaye ile konuşmasındaki tenezzülün ne kadar ulvî, ne kadar âlicenap bir hareket olduğunu olanca kuvvetiyle ihsas etti:
— Senin bakkal dükkânı işliyormuş, diyorlar... Selim Paşa'ya dalkavukluk da epeyce para getirir... Moruk zengindir ha!
— Ben, daha ziyade Mahdum Bey'le konuşuyorum, Beyim.
— Kızın da Hanımefendi'ye dalkavuk yazılmış... İcabında göbek de çalkarmış... İkiniz beraber epeyce para kazanıyorsunuz, değil mi?
Tevfik'in sarı yüzünün elmacık kemikleri yeniden tifolanmış gibi parça parça kızardı. Yutkundu, dizlerinin üstünde duran elleri kımıldadı:
— Ben onlardan para almam, Beyim.
— Niçin?
— Ben sürgünde iken kızıma çok iyilik etmişler... Terbiyesine, tahsiline bakmışlar.
— Kızının meselesini şimdi geçelim. Sen, şükret ki ben Dâhiliye Nazırıyım... Yoksa?
— Ben ne kabahat işlemişim, Beyim?
— Seni Padişah'a benim vasıtamla jurnal ettiler, bereket versin jurnali daha vermedim...
Sesi tehditle doluydu, masanın üstündeki kâğıtlara vurdu:
— Hilmi Bey'le arkadaşları odanda toplanıyorlarmış, geceyarılarına kadar Padişah'ın aleyhinde dolap kuruyor, mefsedet tertip ediliyormuş... Anlarsın ya, bizim her yerde gözümüz, kulağımız var.
— Hep yalan Efendim, onlar hiç öyle adam değiller. Hem ben gider gitmez söylerim, bir daha bizim eve gelmezler.
— Olmaz, söyleme...
Zâti Bey'in gözleri mânâlı mânâlı Tevfik'e baktı:
— Eskisinden daha çok gelsinler, söylesinler, önlerine dökül, ağızlarını ara, bana gel, ne söylediklerini haber ver. İhya olursun be Tevfik.
— Hafiyelik edeyim, diyorsunuz Beyim, bu iş elimden gelmez.
— Vay, bizim eski soytarının burnu ne kadar havada.
— Estağfurullah Beyim. Ben, ben böyle şeyler yapamam.
Kurbağa, sümüklüböcek, domuz yemek teklif edilince nasıl bazı adamların midesi dönerse –hattâ en büyük lokantalarda ve altın tabaklarda– hafiyelik teklif edilince de midesi bulanan adamlar vardır. Tevfik bunlardandı. O kadar istikrah duydu, o kadar zaafının, aczinin, hastalığının tesiriyle bu istikrah arttı ki birdenbire bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
— Pekâlâ, pekâlâ... Bu meseleyi şimdilik kapayalım. Asıl sadede gelelim. Sen Karagöz oynatıyor, meddahlık ediyormuşsun!
Tevfik'in yaşları kurudu. Beklediği ve asıl korktuğu darbe nihayet beynine inmişti. Kabahatli adamların şaşkınlığını ne olursa olsun Zâti Bey'den saklamak istedi. içinden "Nereden bu işe girdim, nereden bu herifin taklidini yaptım? Kapalı yaptım sanıyordum ama demek hafiyeleri çakmış," diyor fakat gözleri alık alık, mânâsız mânâsız Zâti Bey'e bakıyor ve dudakları "Emrederseniz hepsini terk ederim beyim," diyordu.
— Terk etme de gör. Büyüklerle eğlenmek Nef'i Efendi'ye kaça mal olduğunu bir hatırına getir.
— Nef'i Efendi'yi tanımam, beyim.
— Tabîî tanımazsın. Biraz eskidir. O da bir nazırı hicvetmekistedi, Babıâli'de boğdular, cesedini denize attılar. Dünya yüzünde mezarı bile yok. Hem de senin gibi kırtipil bir meddah değil, büyük bir şairdi. Neyse, telaş etme. Bu asırda artık böyle şeyler geçti. Fakat bil ki seni istersem cehenneme sürerim. Fakat çoluk çocuk sahibi bir adamsın. Acırım. Malûm ya, biz yürek sahibi adamlarız...
Tevfik ellerine bakıyordu. Dişlerini sıkmış bir şey söyleyemiyordu. Zâti Bey geldi, eski günleri hatırlatan lâubaliliğiyle omuzlarına vurdu.
— Aklımdayken sorayım, kızını niçin getirip bizim Hanım'a etek öptürmedin, nankör herif?
Sesi biraz kısık Tevfik gözlerini kaldırmadan cevap verdi:
— Terbiyesi Hanımefendi'nin huzuruna çıkmaya müsait değil, Beyim.
— Hani Paşa'nın konağında terbiye görmüştü?
Kızı... Kızı... Ah kızı olduğunu bu müstekreh herife bir unutturabilse... Şimdi gene safdil bir adam tavrıyla Zâti Bey'e bakıyor.
— Doğru, Beyim. Fakat ne olsa bizim kız mahalle imamının torunu... Aksırmış burnundan düşmüş, malûm ya, hafızdır, Beyim.
— Bana iyi şarkı söyler dediler...
Zâti Bey biraz müteredditti. Acaba jurnalde şarkıdan bahis var mıydı?
— Nerede Beyim! Sade aşır okur, ilahi okur... Mukabeleye de gider. Mevlid filan olursa...
Zâti Bey eliyle Tevfik'in lâkırdısını kesti. Rabia hakkında birdenbire hâsıl oluveren tecessüsü aynı süratle zail oluvermişti.
— Hanıma söyleyeyim. Benim böyle şeyler fenâ halde içimi sıkar. Bilirsin ya, dinle hiç alışverişim yoktur.
Saatine baktı, fırladı.
— Ben Saray'a gidiyorum. Sana, senin iyiliğin için bir daha söyleyeyim: Karagöz oynatmak, meddahlık etmek filan yok... Bir daha şikâyet gelirse sen bilirsin.
Tevfik de kalkmıştı. Siyah setrenin eteğini öptü, temenna etti.Bu defalık ucuz kurtulmuştu.
Zâti Bey ellerini çırptı, pırtlak gözlü hafiye odaya girdi.
— Tevfik Efendi'yi araba ile evine götür. Al şu beş lirayı da benden kızına ver. Çocuk belki korkmuştur. Hadi Allah selâmet versin Tevfik. Bir sıkıntın olursa bana gel.
Omuzları ileride, elleri yanında odadan çıkarken civanmert,cömert bir adam olduğuna kendi de inanmıştı.
21
Yüzü, ancak on dördüncü asır ressamlarından birinin tahayyül edebileceği bir İsa'ya benzerdi. İnsanlara kardeşlik ve iyilik yapmak için gökten yere inmiş bir hali vardı. Ruhu on yedinci asırda yaşardı. Kendisi İkinci Abdülhamid'in sarayına mensuptu. İkinci Mabeyinciydi.
Saray muhitinde onu, vazifesini bir makine intizamıyla yapan bir adam diye tanırlardı. Orada hiçbir dostu, hattâ ahbabı bile yoktu. Husûsî hayatında bile çok az söyleyen ve resmî olan bu adam Mabeyin'de daha resmî, daha sessizdi. Fakat şahsiyetini, kalın perdeler arkasından hissedilen bir ışık gibi, etrafına sezdirmişti.
Evinde antika hançerler, kitap ciltleri ve eski İngiliz saatleri koleksiyonu yapardı. Bundan başka de yalısının bahçesinde nadide güller yetiştirir, bazân da sandal ağacından arka kaşağıları oyardı. Bu iki merakı, bütün Saray'a girip çıkan yabancılar arasında onu en çok Selim Paşa'ya yaklaştırmıştı.
Fakat bütün bu işler hep hayatının dışında kalan şeylerdi. On yedinci asrın ilim dünyasına boş zamanını vakfeden bu ruhun heyecansız havasının derin bir yerinde hiç umulmayan azıcık müphem, azıcık mistik bir köşe vardı. Ve o köşede Mevlana'nın Mesnevî'sine bir gün bir nazire yazabilmekiçin yaşayan bir emel vardı.
Bundan dolayı Vehbi Dede'ye çok merbuttu... Bundan dolayı Fransızca kütüphanesinin bir tarafında eski Türk, Acem, Arap sırrîlerinin eserlerinin zengin koleksiyonu vardı. Fakat İstanbul'un, o en zengin kütüphanesinde zamanına ait bir tek kitap yoktu.
Bu çeşit bir adamın İkinci Mabeyinci olması, hem de Padişah'ın teveccüh ve emniyetini haiz olması, göründüğü kadar izahı müşkül bir mesele değildi. O, içtimaî nizamı, tıpkı tabiatın nizamı gibi değişmez ve mutlak telakki ederdi. Padişah, ona göre, içtimaî ve siyasi nizamın bir mümessiliydi. Padişah terbiyeli bir adamdı. Sesini yükseltmez, kimseye dürüşt muamele etmez, hattâ en müzlim cinayetleri bile mütebessim ve terbiyeli bir havada hazırlardı. Terbiye eksikliğini günahların en affedilmezi addeden İkinci Mabeyinci, efendisinin bu çirkin, feci tarafını görmemezliğe gelirdi. İktidar sahiplerinin rekabet entrikaları, haddi aşan hırsızlıkları, memleketi soyup soğana çeviren, apaşikâr alınan ve satılan imtiyaz rezaletleri, rüşvetler, pazarlıklar... Bunların hepsine o mevsimlerin muayyen fırtınaları gibi bakardı. Nasıl o, şimşek çakıp gök gürlediği zaman perdeleri indirir, ince parmaklarını kulaklarına tıkarsa, bu ma'nevî kasırgalar ve musibetler etrafında eserken, dimağında inen kalın bir perde, dimağının kulaklarını tıkayan iki ma'nevî parmağı vardı.
İkinci Mabeyinci, esasen Saray'ın çirkin safhasıyla doğrudan doğruya alâkadar değildi. Padişah zarif adamların sohbetinden hazzettiği için onunla ekseri münakaşa eder ve onu umumiyetle nişan, ihsan, mahzuziyet ve selâm-ı şâhâne tebliğinememur ederdi. Bu mükâfatların ne gibi kepazelik, fazahat mukâbili olduğunu İkinci Mabeyinci düşünmeye mecbur değildi. Hem o, hiçbir zaman, dünyayı düzeltmek, değiştirmek istememişti, böyle bir lüzûma da inanmamıştı. Değişiklik onca intizamsızlık, anarşi demekti. Bunun için ve şöhret, itibar, nam ve şan hırsını tatmamış olan bu adamın, o dönek havalı Saray'da mevkii herkesten sağlamdı. Padişah ancak böyle ihtirassız bir adamın yanında kendini emniyette, suikasttan masunhissediyordu.
O gün tebliğe memur olduğu şey onun pek içini rahatsız ediyordu. Bu defa iltifat değil tekdir tebliğ edecekti, hem de hoşlandığı Selim Paşa'ya, hem de hiç hoşlanmadığı Zâti Bey huzurunda. Masasının başında ayakta, dar setresinin içinde ipince, dimdik, renklerini tayin etmek müşkül olan gözleri uzaklarda, ince parmakları bir kalemtıraşla oynuyordu. Koltukta kolunu bacağını sallayarak konuşan, bir sokak satıcısı kadar şamata yapan adamı hiç dinlemiyor gibiydi.
Selim Paşa, omuzları biraz çökük, kaşları çatık içeri girdi. Koltuktaki adama soğuk bir selâm verdi. Mabeyinci ona masasının yanındaki koltuğu gösterdikten sonra kendisi oturmadan lâkırdıya başladı:
— Son zamanlarda memlekete mutattan ziyade teşviş ve tehdiş-i ezhan-ı mucip gazete ve risale girdiğini Padişah'a arz ediyorlar.
Selim Paşa Zâti Bey'i manidar ve müstehzî gözlerle süzdü. Ve Mabeyinci'nin sesindeki gizli istifhamdan istifade ederek hemen dedi ki:
— Ecnebi postaları vasıtasıyla giriyorlar. Ecnebi müesseseleriyle, genç ve icabatı zamana muttali olan Dâhiliye Nazırı biraderimiz meşguldürler (sakalını tuttu). Yaşım, eski kafam, beni Padişah'ın düşmanlarına –ecnebi bile olsalar– fazla sert muameleye mecbur ediyor. Bilhassa emniyeti şâhânemevzubahis olursa süferayı bile falakaya çekmekten çekinmem. Halbuki biraderimizin ecnebilere, bilhassa Genç Türklere zaafı –estağfurullah– nezaketi âlemce müsellem.
Zâti Bey:
— Genç Türk denilen zat, mahdumı âlileri olursa ne buyurulur? Son zamanda bütün muzır risaleler mahdum Bey namına geliyor, dedi.
— Lütfen ispat buyurun.
— Maalesef edemem. Mahdum Bey namına gelen evrak, ecnebi postalarından geçiyor. Ecnebilerin üstlerini aratmak bize mümkün değil. Kapitülasyon denen çok acı bir hakikat ve mania var.
Selim Paşa, İkinci Mabeyinci'nin gözlerini aradı. O olanca nezaketiyle dedi ki:
— Padişah sadakatinizden şüphe etmiyor. Belki namına gelen muzır evraktan Mahdum Bey haberdar değildir. Nazır Bey'in ifadelerine nazaran bunu haber veren Fransız postası memurlarından bir ecnebi zat. İsmin mektum tutulması elzem. Siz bir defa Mahdum Bey'i isticvap ediniz.
— Af buyurunuz Beyefendi. Oğlum eğer Zatı Şâhâne'nin düşmanlarına iltihak ettiyse bunu en çok benden saklamaya gayret edecektir. Benim bildiğimi anlarsa yalnız inkârla kalmaz, şerikini, belki şeriklerini de haberdar eder. Tahkikatin bu iptidaî safhasında mücrimin, kendinden şüphe edildiğini bilmemesi, en basit polis kaidesidir.
Selim Paşa sustu.
Onun Padişah'a sadakati –Zâti Bey'deki gibi– sade maddî menfaatlere istinat etmiyor. Onda bir "devlet" mefhumuvardı ki ona âdetâ "mistik" bir heyecanla bağlıydı. Yalnız Padişah'la bu devlet mefhumunu birbirinden ayırmaya kadir değildi.
— Devlete hıyanet eden kim olursa olsun alimallahtabanlarına öyle bir sopa çekerim ki etleri hallaç pamuğu gibi darmadağın olur. Değil kendi oğlum, hain olan Zat-ı Şâhâne'nin gözbebeği bir şehzade bile olsa Fizan'a yaya yollamaktan çekinmem.
Gözlerinden ateş çıkararak söylediği bu sözlerden sonra daha hürmetkâr bir vaziyet aldı. Mabeyinci'ye döndü.
— Şu maruzatımı lütfen Padişah'a bildiriniz: Aflarına mağruren Nazır Bey'in bu meselede vazifelerini yapmadıklarına kailim. Şüphe hâsıl olur olmaz oğlumu ve bütün dostlarını göz hapsine almaları, şayet Fransız postahanesine girerlerse çıkar çıkmaz üstlerini aratması lâzımdı.
Zâti Bey kendini müdafaa için yerinden fırladı. Fakat İkinci Mabeyinci oda kapısına doğru yürüyordu. Kapıyı arkasından kapadı gitti. Huzura girerken Selim Paşa'nın "sopa ile etleri hallaç pamuğu gibi atılan tabanlardan" bahsinin ne kadar münasebetsiz, ne kadar terbiyeye muhalif olduğunu düşünüyordu.
Yirmi dakika sonra geldi. Odanın ortasında, ayakta bir iradedaha tebliğ etti:
— Şevketmeap ikinize de selâmı şâhânelerini gönderiyor. Evrak-ı muzirre ithalatı meselesinin tetkikine şimdilik Selim Paşa kullarını memur buyurdular. Zâti Beyefendi'nin bu nazik meseleyi hall için tecrübelerini kâfi bulmuyorlar. Maalesef talebe arasında, bilhassa askerî talebe arasında muzır bir heyecan var. Siz, Paşa Hazretleri, meseleyi tetkik ediniz, lâzım gelen tedabiri alınız ve Padişah'ı günü gününe haberdar ediniz. Zannedersem ikiniz de meşgul olacaksınız, daha ziyade alıkoymayayım.
Kapıya yürüdü, açtı. Zâti Bey önden çıktı. Bir kırmızı atlas kese gene Paşa'nın avucunu buldu. İkinci Mabeyinci kulağına eğildi, "Teveccüh-i Şâhâneleri'nin bir nişanesi," diye fısıldadı.
Bu, Paşa'nın parmaklarını yakan ilk ihsan kesesi oldu. Hattâ parmaklarından kalbine doğru giden bir ateş parçası tutmuş oldu. Devlete ve devletlûya sadakati onu oğlunu takibe mecbur eden acı bir vaziyete düşürmüştü. Bunu kabul ediyordu. Fakat bunun için para almak! "Hükümdar yakınlığı, yakıcı bir ateştir" diyen şair ne kadar haklıydı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro