Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

19

14

Ev biraz içerlek, önünde bir avlu var. Onun için Sinekli Bakkal'da olan arka cephesi öteki evlerin hizasına fırlamıştı. Evin ilk iki katı avlunun yüksek duvarıyla örtülüyor, içinde adam olduğuna dair bir emare ancak üçüncü katın pencerelerinde görülebilirdi.

Osman, biraz geriye çekildi, evin üst katını gözden geçirdi. Kafeslerden birinin altından bir patiska perde ucu dışarıya fırlamış, rüzgârla sallanıyordu. Orada bir pencere açıktı. İmam'ın odası olabilirdi. Kapının tokmağını yakaladı, vurmaya başladı. Cevap alamadı.

— Yandaki ipi çek, Amca Bey.

Döndü. Elleri deri önlüğünün altında Muharrem onu seyrediyordu. Hemen kapıya yaklaştı, ipi çekti. Avluda bir çıngırak çalmaya başladı ve açık pencerenin kafesinin arkasından biri seslendi. İmam'ın sesiydi:

— Kim o?

Muharrem cevap verdi.

— Sizi ilmühaber için biri görmek istiyor, İmam Efendi.

Başını çevirdi, Osman'a göz kırptı.

— Mutlak işin ucunda mangiz olmalı Amca Bey, yoksa içeriye giremezsin.

İkisi de içeriyi dinlediler. Avluda birisinin yürüdüğünü duyunca Muharrem İmam'ın pes ve makamlı "Kim o?" sesini taklit ederek uzaklaştı.

İhtiyar kapıyı aralamış, homurdanıyordu:

— Ne istiyorsun?

— Burada söyleyemem, İmam Efendi.

— Öyleyse içeriye gir.

Toplu bir avludan geçtiler. Sıra sıra teller gerilmişti.

Üzerleri paslı. Mutlak vaktiyle orada çamaşır yıkamaya meraklı bir kadın yaşamıştı. Avlunun ötesinde berisinde toprak çanakları içlerinde sular vardı. Birkaç serçe ve bir güvercin İmam'ın ayaklarının altında sıçrıyorlardı. Dini, kini olan bu adamın kuşlara dostluğu Osman'a biraz garip geldi.

— Pabuçlarını çıkar.

Osman evin kapısında pabuçlarını çıkardı. İmam'ın arkasından mermer bir taşlık geçti. Merdivenleri sükût içinde çıktılar. İmam tırabzanlara tutunuyor, sık sık soluyordu. Başında beyaz takkesi, arkasında gecelik Şam hırkasıyla daha kuru, daha çökük bir hali vardı. Osman'ı üçüncü katta küçük bir odaya aldı.

Bir köşe minderi, eski ceviz bir dolap, bir rahle odanın bütün eşyasını teşkil ediyordu. Köşe minderine, karşı karşıya oturdular, birbirlerinin yüzüne baktılar.

İmam hâl hatır sormadı. En aksi sesiyle:

— İşin ne? Ne istiyorsun, söyle bakalım.

— Ben Rabia'nın kocasıyım. Damadınız Osman.

Bunu söylerken Osman, kendini ne aptal, ne acaip buluyordu.

— Benim Rabia isminde hatunla hiçbir alakam yok.

— Ben size biraz yardım etmek isterdim.

— Yardım mı dedin?

İmam'ın tümsek gırtlağı zayıf boynunda aşağı yukarı işlemeye başladı.

— Hakkımı iade demek istiyorsun. Nihayet nedamet etti,hakkımı vermek istiyor, öyle mi?

— Rabia benim buraya geldiğimi bilmiyor bile. Ben kendi hesabıma size hakkınızı iade edeceğim, Efendibaba.

Mademki ihtiyar bu yardımı bir hak diye tefsir etmekistiyordu, Osman'ın artık onu "yardım" kelimesiyle iz'aç etmesinde mânâ yoktu. Fakat tecessüs Osman'ın en zayıf noktasıydı.

— Rabia'nın kazancı neden sizin hakkınız oluyor? Affedersiniz ama, sırf merakımdan soruyorum.

— Neden mi? Para sarf ettim, emek sarf ettim, vakit sarf ettim. Onu ben hafız yaptım. Sayemde para kazandı. Babası bir metelik yollamadığı senelerde evimde yatırdım, besledim, giydirdim, kuşattım. İhtiyarlığımda beni aç ve bîilaç bıraktı. Kuran okuyarak kazandığı paranın her kuruşu benim, anladın mı? Yoksa ruz-ı cezada on parmağım yakasında olacak.

— Ben size ayda beş yüz kuruş tahsis edeceğim. Ne de olsa karımın büyükbabasısınız. Sefalet çektiğinizi istemem.

— Hakkımı veriyorsun, anladın mı? Yoksa sadaka kabul etmem, merhamete ihtiyacım yok. Yoksa ağzımı aramaya mı geldin? Öyle ise haydi çek arabanı...

Kapıyı açmış, Osman'ı açıktan açığa kovuyordu. Fakat o, oturduğu yerden kımıldamadı. Cebinden cüzdanını çıkardı, içinden beş sarı altın çıkardı, İmam'a uzattı.

İhtiyarın iskelet parmakları şayan-ı hayret bir süratle liraların üstüne kapandı. Fersiz gözlerinde koyu ışıltılar hâsıl olmuştu. Kaç yıldır sarı para yüzü görmemişti. İlmühaber için gelenlerden beş kuruş koparmak için çekişe çekişe pazarlık ediyordu. Koynundan yıpranmış örme bir kese çıkardı. Parmakları titreye titreye altınları içine koydu. Kesenin ağzını büzdü, etrafını dikkatle sardı, tekrar koynuna koydu. Ancak ondan sonra Osman'a garip bir tecessüsle sordu:

— Bu kadar parayı Ümmet-i Muhammed'in evlâdına şeytan icadı çalgılar meşk etmekten mi kazanıyorsun?

— Evet.

— Yaaa... Başka bir işin yok mu?

— Yok. Vaktiyle ben de bir nevi imamdım.

— Papaz demek istiyorsun. Küffarı hâkisarın cehennem rehberi!

— İstersen öyle olsun, Efendibaba. (Artık senli benli olmaya başlayacak kadar ihtiyarı orijinal buluyordu.) Fakat torununu almak için Hak dinini kabul ettim. (Biraz gülümsedi. Aklına gelen şeyi tuhaf bulmuştu.) Belki cennette komşu olacağız, Efendibaba.

İmam'ın dudakları nihayetsiz bir istihfafla büküldü.

— Hulyâ kuruyorsun... Rabia da, sen de, hattâ Sinekli Bakkal'ın halkı da hepiniz cehennemlik... Hiçbiriniz Hak dininin ne idüğünü anlamış değilsiniz. "İnanmayanlar sürü sürü cehenneme sevk edilecekler" ayetini güldür güldür okudu.

Osman, Arapça olduğu için bir şey anlamadı. Fakat ihtiyarla cennet ve cehenneme dair münakaşanın çok meraklı olacağına emindi. Sırf onu daha fazla söyletmek için:

— Sinekli Bakkal halkı bana Allah'tan korkar adamlar gibi geliyor, Efendibaba, dedi.

— Korkuları bile onları ateşten kurtaramaz... İhtiyarın dişsiz ağzı biraz daha içeriye çökmüş, halkın ateşte yanması hayaline keyifli keyifli gülüyordu.

— Niçin Efendibaba?

— Niçin mi? Çünkü müminin kalbi ahüzarla, nedametle dolu olmak gerek. Bu mahallede saz sesinden, türküden, kahkahadan geçilmiyor. Senin karın olacak o iblise yok mu? Boyu bir karış iken bile gözü çalgıda, oyundaydı... Hıfzına çalışırken bile gözlerinin içi gülerdi. Bir tanesi ateşten kurtulamayacak... Bir tanesi bile...

İmam kollarını açtı. Osman'ın gözünün önünde ordu ordu cehenneme sürülen bir insaniyet uyandı. Cenneti, İmam'dan başka sekenesi olmayan hâlî bir yer gibi görüyordu.

İhtiyar birdenbire mahalleyi ve Rabia'yı unutmuş gibi sordu:

— Ay başına bizim beş altını kim getirecek?

— Gene ben getiririm, Efendibaba.

Sokakta Osman'ın dimağının gözü bu korkunç ihtiyarla Rabia'nın geçirdiği seneleri görüyor gibiydi. Acaba Rabia'nın güneşli, sakin mizacında İmam'ın muzlim, kindar varlığından bir şey saklı mıydı? Olamazdı. Kız Tevfik'in kızıydı. Gülüşünün tatlılığını birdenbire hatırladığı o sevimli ve cazip komiğin kızı. Bununla içi biraz teselli buldu.

Haziran ayında şehrin üstünden büyük bir sıcak dalgası geçiyordu. Sokaklar hamam gibi. Rutubetli bir sıcak insanın kemiklerine nüfuz ediyor, parmaklarının ucuna kadar terletiyor. İnsan, hayvan her canlı mahlûk nefes alabilmek için sığınacak gölge, serinlik arıyor. Köpekler saçakların altına serilmişler. Sergüzeşt arayan köpek yavruları gölgeden ayrılınca dilleri dışarda, karınları körük gibi inip çıkıyor.

Çocuklar artık oynamak için hep mescidin avlusundaki küçük mezarlığın servilerinin yeşil gölgesine iltica ediyorlardı.Sinekli Bakkal Sokağı'nın, saçaklar arasındaki ışık yolunda binbir sinek vızıldıyor. Ve sokak kokuyor... Öyle bir kokuyor ki...

Osman, Boğaziçi'nde yazlık bir ev tutmak, sıcaklar geçinceye kadar gitmek için, Rabia'yı kandırmaya çalıştı. Rabia cevap bile vermedi. Kafasını salladı. Olamaz! Sinekli Bakkal'da yazlığa giden bir tek ev var mıydı? Bunlar bid'at mı çıkaracaklar, âlemi kendilerine mi güldürecekler? Akşamlar serin olmuyor muydu? Oluyordu. Bahçe hakikaten latifti. Cuma günleri de konağın bostanına gidiyorlardı. Dolap dönüyor, billûr gibi sular akıyor, Rabia ayaklarını, sebze sulamak için açılan su dolu harklarasokuyor.

Bütün bunlara rağmen Osman'ın içi içine sığmıyordu. Uzak yerdeki derslerine gitmek için çok zahmet çekiyor. Ve Köprü'den tuttuğu arabadan iki sokak geride inip Sinekli Bakkal'a yaya geliyordu. Oraya araba ile gelmeye cesareti yoktu. Sinekli Bakkal efkârı umumiyesi buna müsait değildi. Kendilerinden servet seviyesi nisbetsiz surette fazla görünen, kim olursa olsun, mahallenin sihirli husûsiyyetine giremez. İçlerinden birçoğu ömürlerinde arabaya binmemiş adamlardı. Halbuki Osman'a iki sokağı bile yaya geçmek bu havada bir azaptı. Sokaklar ne kadar, ne kadar kokuyor...

Rabia hep yürürdü. Ekseri eve, teri yeldirmesinin sırtına geçmiş, kirpikleri tozdan bembeyaz gelirdi. Fakat gusl-hâneye girer, bir soğuk su dökünür, temiz ve dinlenmiş bir yüzle bir şey olmamış gibi meydana çıkardı. Osman ilk defa olarak, Sinekli Bakkal'da fukara adam rolü yapmanın sıkıntılı tarafları olduğunu hissetti. Fakat Rabia'ya bir şey söylemedi. Yalnız sık hırçınlaşıyor, kıza âdetâ çıkışıyordu. Neden onun karısı hâlâ ders vermek iptilasından vazgeçemiyor? Mevlid okumak, mukabele okumak, bunlar onun sanat tarafı, fakat ders vermek inadı bir çocukluk. Osman'ın hepsine, hattâ Tevfik'e de bakacak serveti var.

Bir akşam bu noktaları mantıkî bir şekilde, sakin bir sesle Rabia ile münakaşa etmek istedi. Kızın dudakları sımsıkı, kilitli gibi, gözleri yabancı ve uzak, hiç cevap vermedi. Uyuşamadıkları noktalarda onun bu anûd sükûtu Osman'ın pek sinirine dokunuyordu. Söylemek istemediği şeyler ağzından kaçtı, sesi ilk defa mutfaktan duyuldu. Fakat yalnız onun sesi!

15

Haziranın on beşinci günü, Vehbi Efendi Sinekli Bakkal'a geldi. Konya'dan henüz dönmüştü. Ve düğün gününden beri Rabia'yı görmemişti. Kızın sevinci aşikârdı. Fakat Osman'ın sevincinde daha taşkın, daha ateşli bir şey vardı. Vehbi Efendi'nin boynuna sarıldı, iki yanağından öptü. Hasret kaldığı fikrî konuşmalara kavuşacak. O akşam hepsi birden yemeğe kalmasını, akşamı beraber geçirmesini rica ettiler.

Penbe bahçeyi süpürdü, her zamandan daha itinalı suladı. Cevizin altındaki hasırın üstüne bir halı yaydı, üstüne yer minderleri dizdi. Onun şen mizacı, Rabia'dan ziyade Osman'ın rahat düşkünlüğünü sezmişti. Hayatta tadılabilecek her zevki tatmayı insanın birinci vazifesi olduğuna kaniydi. Rakım portakal renkli kâğıt fenerleri dolaptan çıkardı, Penbe merdiven getirdi, beraber çardağı âdetâ donattılar. Çünkü o akşam ay aydınlığı yoktu. Yalnız koyu mor gökte, iğne ucu gibi ufak, altın ışık noktaları serpintileri!

Rabia patlıcan kızarttı, bol sarmısaklı bir cacık hazırladı. Osman'la Vehbi Efendi ezana kadar yukarıda oturdular, bol bol konuştular. Arada Rakım onlara kahve pişirdi.

Yemekten sonra hepsi gene eski cevizin altında toplandılar. Vehbi Efendi nargile istedi, sırtını ağacın köküne dayadı, gözleri yarı kapalı nargilesini içti. Fakat kafasının gözleri dört açılmış Rabia'nın evlilik hayatının açık ve kapalı cephelerini tetkik ediyordu. Herhalde aralarındaki dirlik düzenliğe diyecek yok. Kızın her vaz'ından halinden memnun olduğu hissediliyor. Orta yaşlı, evli bir kadının kanaati, derûnî uyuşukluğu bile başlamak üzere. Kızın içinde hayat herhalde biraz yavaşlamış. Ruhundaki eski daraban hissedilmiyor. Fakat ev kadınlığına da kusur bulmak imkanı yok. Kocasının maddî ihtiyaçlarını en küçük teferruatına kadar tatmin ediyor. Böyle bir patlıcan kızartması, böyle bir cacık değme kadının kârı değil.

Osman'ın yeni hayatında ne şekil aldığını anlamak o kadar kolay değildi. Yukarıdaki odada eski günlerden fazla bir ateşle konuşmuştu. Fakat mutfağa iner inmez, aile arasına karışır karışmaz yeni bir sükûtîlik gösteriyordu. Ve şimdi halının üstüne uzanmış, başı kollarının üstünde biraz kalkmış, yüzü gökte. Batıda ağırlaşan sıcaklık havadan üstlerine iniyor. Ne bir rüzgâr ne bir nefes!

Osman evvelâ lâkırdıyı açtı.

— Rabia'nın şu meşhur büyükbabasını nihayet gördüm.

Rabia biraz gururla anlattı.

— Osman şimdi arada cuma namazlarına gidiyor, Efendim.

Osman duymamış gibi devam ediyor.

— Bihakkın imam. Sesi orkestra davulu gibi. Kuran okurken sesinde atan o korkunç kin bile şayan-ı hayret...

Osman kin kelimesini âdetâ kindar bir zaferle telaffuz etti. Rabia biraz ters:

— Sen zaten etrafına zulmeden, eziyet eden adamlardan hoşlanırsın.

— Öyle mi? Tecessüsü uyanıyor. Herhalde "Büyükbaba"nın kininde bir azamet bir heybet var. Bütün insanları hiç affetmeyen, hepsini günahkâr ve cehennemlik addederek sevinen bu kin kadar kudretli bir insan hissi görmedim.

— Osman Bey kitap gibi konuşuyor. Âlâ, âlâ. Fakat, sen onun torunu ve şakirdi olaydın küçük yaşında tımarhaneyi boylardın, Osman Bey!

Rabia'nın serin sesine ihtiras ateşi giriyordu. Rakım endişelendi. Penbe, "Üsküdar'a giderken aldı da bir yağmur"u olanca neşesiyle söylemeye başladı.

O susunca Rakım:

— Allahaşkına bir tatlı tarafından açalım, diyordu. Fakat Osman, Rabia'yı rahat bırakmak istemiyordu.

Âdetâ kızın ruhunun iç perdesi sallanıyor gibi, ucunu kaldırıp içini görmek istiyor. Osman Garb'ın çocuğu. Ulemasının canlı mahlûkatın içini yarıp hayat sırlarını öğrenmeye çalıştıkları toprakların mahsulü. Osman, bir insan ruhunun sırlarını öğrenebilmek için diri bir göğsü yarıp açmaya razı olacak kadar fikrî tecessüsün esiri.

— Mesela büyükbaban hastalansa, ölecek olsa, elini öpüp duasını almak istemez misin, iki gözüm?

Rabia'nın ruhuna neşteri biraz daha sokuyor.

— Onun duası sanki dua mı? Varsın ölsün, semtine bile uğramam. Şom ağzını toprak kapasın, İnşaallah.

— Sus, Rabia...

Vehbi Efendi, Rabia'nın bu katı cephesinden müteessir oldu.Fakat kızı susturamadı.

— Fakat çoluğu çocuğu bütün gün korkuturdu, Efendim. Bilseniz neler çektim. İnsana ne rahat ne huzur verirdi. Bütün gün ölüm, cehennem, zebani konuşurdu. İçime koyduğu korkudan bir türlü kurtulamıyorum, belki ölünceye kadar kurtulamayacağım...

Sıcak, ağır havada kızın âdetâ titrediği hissediliyor.

Turuncu ışıkta yüzü cehennem azabını tatmışların acılığı ile takallüs etmiş.

Vehbi Dede ağzından marpucu çıkardı, doğruldu.

Karı kocanın dil dalaşını sükûtla dinlemişti. Fakat Rabia onun kendi şahsına temas ediyordu. Büyükbabasının divanecehezeyanlarının daladığı ruhunun hasta tarafı feryat ediyordu. Ve Vehbi Efendi kendisini Rabia' nın ruhunun bekçisi telakki ederdi.

— Beni dinle, Rabia. Hiçbir zaman korkunun kalbinde, kafanda başkaldırmasına meydan verme. İnan ki kâinatta Halik'in halk etmediği bir tek şey korkudur. İnan ki korkuyu ilk hayvanlar, ilk insanlar acizlerinden, çaresizliklerinden kendi kendilerine, kendi içlerinde yaratmışlardır. Korku, efsane cinsinden bir ejderhadan başka bir şey değildir.

Osman yattığı yerden seslendi:

— Bu ejderha neye benzer acaba?

Vehbi Dede, mütecessis, arsız bir çocuğa masal söylüyormuş gibi mütebessim ve müstehzî başladı, fakat sesi gittikçe şiddetlendi, bahçenin iğne atılsa duyulacak sükûnu içinde daraban etmeye başladı:

— Binlerce, binlerce kolu olan bir ahtapota benzer. Gözsüz, kulaksız, şekilsiz, yaş ve korkunç bir ahtapot. Kolları her insanın yüreğinde sarılı. Bir tanesini keserseniz on tanesi hâsıl olur. Rabia'nın büyükbabası gibi ruhanîler insanoğlunu korkutmak için bu ahtapotu yalancı ilahlar, zebaniler, cinler ve periler kıyafetine sokar. Dünyanın başına belâ olan her zalim hükümdar bu bin kollu ahtapotu kullanır. İnsan şeklinde vampir ruhlu münferitkatiller, vampire benzeyen kanlı fikirler, hep bu ahtapotun kollarıyla habasetlerini icra ederler. Bu ejderhayı öldürmeden, insan ırkı için ne sulh vardır ne hürriyet.

Osman ıslık çaldı.

— Bir Rus mûsikî-şinâsı için ne zengin mevzu!

Vehbi Efendi sustu. Bahçenin sessizliğinde gizli bir hayat, bir fikir hayatı atıyor gibiydi. O gözlerini göğe kaldırdı. İçinden dua ediyordu.

— Senin samedanî ülkende korku yok, ey rahîmlerin rahîmi! Bize, zavallı çocuklarına kendi icat ettiğimiz bu çirkin, korkunun bin başını ezmek için kuvvet ihsan et!

Penbe diyordu ki:

— Korku olmasa insanlar hiç rahat durur mu, Efendim? Ben mesela, cehennemden korkmasam, Sabiha Hanım'ın zümrüt yüzüğünü çoktan çalardım. Rabia'nın zümrüt küpelerini de.

Rakım, Penbe'nin eteğini çekti. Bu mübahase onu fenâ halde sıkmıştı.

— Sen garip bir Çingene'sin, Teyze. Başından büyük lâfa ne karışıyorsun?

Fakat Vehbi Dede, müsamahakâr ve gene biraz müstehzî, Penbe'ye de fikrini anlatmaya çalıştı:

— Sen, Tanrımızı, maksadını icra için, zindanlara, ateşlere, cellatlara muhtaç mı sanıyorsun, Penbe Hanım? O dünyaya iyiliği, saadeti kendi bildiği gibi, kendi yollarından yollayacak.

— Kalk, şu limonataları getir, Teyze.

Rakım kocaman mendille alnını sildi.

— Galiba sıcak bize bu ejderhaları, cehennemleri düşündürüyor. Bu yaşa geleli böyle sıcak görmedim.

Vehbi Dede:

— Hazır Rakım hatırıma getirmişken söyleyeyim. Konya'ya gitmeden evvel Satvet Bey'in süt ninesi İkbal Hanım bana yazı, korularındaki beyaz evde geçirmenizi teklif etmişti. Sıcak lâkırdısından şimdi hatırladım. Hakikat Sinekli Bakkal bu yaz biraz sıcak.

— Bana da söyledi. Fakat ben kabul etmedim.

— Yaaa... Bana hiç söylemedin!

Osman'ın sesi çok acıydı, tahammülün sonuna gelmiş bir adam gibi söylüyordu.

— Rabia'yı bu yaz bir yere gitmek için kandırmaya ben de çalıştım. Fakat ne olsa İmam'ın torunu, onun kadar inatçı...

Vehbi Efendi, Rabia'ya:

— Ben olsam giderdim, Rabia... diyordu. Penbe Hanım'ı götürürsün, Rakım dükkâna, eve bakar...

Penbe yalvardı:

— Kuzum, kuzum Rabia. Köpeğin olayım... Rabia:

— Pekâlâ, pekâlâ, dedi. Kadere teslim olur gibi umumî ısrara teslim oldu. İçinden:

— Âdetâ Sinekli Bakkal'a tahammül edemeyecek hâle geldi. İnat edersem belki bu sefer sahiden beni bırakıp kaçar. Zenginlik, kibarlık da bir illet galiba, diyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro