7.
O haftayı korkunç bir şekilde geçirmişti. Kendisi için bir acılar yüzyılı sayılan bu süre içinde, yüzüne bir az fazlaca bakanlara ve gecenin sırlı örtüsüne bürünerek en uzun özlem gecesinde görünen ve kaybolan hayâletler gibi sessiz sedâsız geçenlere şiddetle saldırarak, "O sende... O senin evinde... Verirsen seni ihyâ ederim! Saklarsan, seni öldürürüm!" demeyi alışkanlık edinmişti. Hattâ bir gün, kendisi için bir acılar yükü olan hayattan coşku ve neşe payı aldığını, yeni açmış bir çiçek gibi çevreye neşe saçan yüzünden ve arkadaşıyla durmadan gülüşerek konuşmasından anladığı bir genç adamın, ıssız sokağın birinde, üzerine saldırarak, "Sen neden bu kadar bahtiyarsın? Demek ki o... mutlak sende... Şimdi ikimizden birinin mahvolması lâzım geliyor!" deyince, genç adam kendisini savunmaya çalışarak, Celâl Bey'i polise teslim etmek üzere iken, kırk yıllık bir deneyime sahip olan arkadaşı, "Bırak şu zavallıyı..." sözüyle ayrıldı; bir az ileride, "Bu bîçâre genç, en istidatlı ressamlardan iken, sebepleri sözlerinden ziyâde sesinden, ifade tarzından anlaşılan bir muhabbet mahrûmiyetiyle bu hâle gelmiştir, sanırım," yolunda konuşarak, arkadaşının da acıma duygularını uyandırmıştı.
Yine bu hafta içinde bir sabah, Marmara'nın sevinçli yüzeyinde yüzen yeşil bir sala benzeyen Fener'den dönüyordu. Sabahın temizliğiyle pırıl pırıl olan göğe karşı rahat ve serbestçe soluk alarak, kırlara, köylere özgü bir dinginlik içinde bulunan yoldan yürüyordu. Bazen arka üstü çimenin üzerine yatıp gözlerini göğe dikerek; "Rabbim! Ben ne yapayım?" diye soruyordu. O dinginlik içinde epey yürüdükten sonra, Moda Burnu taraf larından geçerken bir evden ağlama sesleri işitti. Birdenbire durarak, "Bu evde ağlıyorlar... Demek ki Dilber burada..." dedi. Gidip evin kapısını çaldı.
Kapıyı açan yaşlı bir kadına, "Yukarıda ağlayan kim?" diye sorunca, kadın, eve her zaman gelen konuklardan olduğunu sanarak, "Ah, sorma! Efendi vefât etti" yanıtını verdiği sırada, cenâze için gelenlere, "Bırakın şu bîçâreyi! Asıl ölen benim. Beni defnedin," diyordu.
***
Bu felâket günleri içinde hiç bu kadar dalgın bir durumda olduğu yoktu.
Evin içinde üç günden beri hiç bir kimseye, tek bir söz söylememişti. Üçüncü gece ise, bir dakika bile gözlerini kapamayarak, sabaha kadar Dilber'i ilk gördüğü balkonda geziniyor ve ara sıra ufuklara doğru göz attığına bakılırsa, birisini beklediği anlaşılıyordu. Denizi coşturarak gelen rüzgâr, kayıtsızlıktan uzamış saçlarını dağıtarak yüzüne vurdukça sinirlerini bir kat daha oynatıyor ve kimi zaman durarak kıyılara çarpıp kırılan dalgaların sesini dinliyordu.
Hâlâ doğu yönü karanlık, batı yönü ise doğal olarak büsbütün karanlık içinde görünüyordu ki gittikçe artan rüzgârın kabarttığı deniz ayağının altında çığlıklar atarken, kendisi bu kıyâmetin üstünde kararsız olarak, belki de umudunun gerçekleşmesini, sabahın olmasında bekliyordu. Bir az sonra, oradaki koltuğa çöktü. Sabah bütün görkemiyle doğu yönünü aydınlatınca, yarı açık yarı kapalı gözlerini boş bir noktaya dikerek, birdenbire, "Buldum! Buldum!.." diye bağırmaya başladı. Gözünün önünden birdenbire geçen bir hayâl mi? Ya da perişan, acı çeken bir zihnin kuruntulu bakışına gösterdiği varlıklardan mıydı? Her ne idiyse, ayağa kalkarak, bilimsel olağanüstülüklerden birini keşfetmiş Arşimet gibi, başı açık ayağı çıplak... "Buldum!" diye evin içinde koşmaya başlayarak herkesi uyandırdı. Sokak kapısından çıkarken, geri çevirdiler. O sırada, belki de gözünün önündeki hayâl de büsbütün kaybolmuştu ki, donmuş gibi bir durumda yukarı çıkarak, annesinin, kız kardeşinin ve babasının bulunduğu odaya girdi. Gözleri herkesi görüyor, ama hiç kimseyi tanımıyordu. Annesinin, "Celâl! Annene acımaz mısın?" çığlığına karşı duygusuz bir durumda kapının önünde bekledi. Bir az sonra, yavaş yavaş kardeşine doğru giderek bir az durdu. Yalnız kendisini epeyce zorlayarak, "O şimdi... odalık!" dedi. Sonra ellerini birbirine kilitleyerek, birdenbire kardeşinin kucağına düştü, bayıldı. Annesi ile kız kardeşi, ağlaya ağlaya (onu) yatağa yatırdılar; hemen o sabah topladıkları doktorlar, hastalığın şiddetli bir beyin iltihâbı olduğunu ve hasta pek ağır bir hâlde ise de büsbütün ümitsiz olmadıklarını, tıbbî tartışmalarının kararı olarak bildirdiler.
***
Mısır'da, o dönemin ve tâlihin elverdiği ölçüde hesapsız servet yapan bir tüccarın, Elhamra sarayını taklit ederek güzel sanatların en yüksek derecesine alayla gülecek yolda bağışladığı neşe ve güzelliğine doyulmayan, Arap mimarlık biçeminin güzellik saltanatını her türlü ince çizgilerinin ve işlemelerinin yüce anlamını gösterir biçimde yaptırdığı bir evin baş köşesinde, abanoz üzerine çiçekler oyulmuş alçak ve rahat bir tahtı, köşelerinde Arap mimarlık güzelliğinin esâsı sayılmaya lâyık somaki direkleri, kırmızı ile açık mavi zemin üstüne som yaldız işlenmiş duvarlarıyla tavanlarının kenarında Afrika bahçeleriyle Nil'i öven beyitlerle süslü (olan) bir salonu, o gece Binbir Gece hikâyesinin perilerle ilgili bölümünü gerçeklerin dünyasına anlatır bir durumda sâzendelerle ve rakkâselerle dolu idi.
Salonun geniş, cennete benzeyen bahçesine açılan pencerelerinden, çiçekler içindeki portakal ağaçları, bahçenin çevresindeki yüksek duvarları yeşil, taze bir perde ile kapanmış gibi gösteren pek enli muz yaprakları arasından gözlere görünmez bir perinin nefesi gibi çıkarak bahar havasının içine hafiflik ve incelikle yayılan çok hoş kokular giriyor ve akşamları bahçenin ucundaki, bir kaç bin yıldan beri doğanın yıpratmalarına karşı sabırla direndiği gibi bütün varlıkları yok eden tûfânın sellerine (de) engel olmak isteyen bir set gibi görünen ehramların, arkalarından yaprakları yere doğru sarkarak sahranın üzüntü ve gamı vücutlarına bulaşmış sanılacak derecede sevgiyi arttıran büyük hurma ağaçlarının tepelerinden, Afrika'nın, o bütün çevreyi gül rengine boyayan uzun günbatımı ışığının yansıdığı ayna olan bir laktan, gecenin sessizliği içinde salona hafif ve hoş bir serinlik geliyordu.
Periler hikâyesi! O yüksek direklerin altında bağdaş kurarak, hepsi bir renkte beyaz atlaslar giymiş, doğal olarak bıraktıkları uzun saçları oturdukları küçük şiltelerin üzerine dökülmüş, Kafkasya'nın gözleri kamaştıran kızlarının ruhlara ferahlık veren sesleri, gökteki melekleri indirecek bir yücelik ve keman, ud, kanun gibi çalgılarla çalıp söylerlerken yirmi yirmi beş kadar eşsiz güzel, üzerine sırma işlenmiş açık mavi kadifeden saltalarıyla, dizlerine kadar inmiş dalgalı saçları, güzelliğe tapan bir bakışın günlerce üzerinden ayrılmak istemeyeceği billûrdan dökülmüş saydam (ve) beyaz göğüslerini gösteren açık yakalarıyla raksediyorlardı.
Yukarıda anlattığımız rahatlık ve mutluluk tahtının üzerindeki tüccar ise güzellikten, çiçekten oluşan gönül okşayıcı bir âhengin hafifçe dalgalandığı bahar havasının içinde büsbütün mest olmaya başlamıştı.
Peri hikâyeleri gibi bütün Avrupa'ya yayılmasıyla parlak bir hayâl haline gelen doğunun bu neşeli dünyasında en çok dikkati çeken (şey), sâzendeler arasında ud çalan bir kızın, beyaz atlas gibi saydam, renkli, güzel yüzünde hafif bir gölge yapan uzun kirpikleri arasından, ışık demetleri zayıf bir halde yapraklardan geçen sabah yıldızı gibi, ara sıra son derece gamlı bir biçimde açık pencerelerden bahçeye bakması; herkesin sevinç, neşe, coşku içinde bulunduğu sırada, sonbahara rastlamış bir gül yaprağının çevresinde dolaşan beyaz kelebekler gibi hassas bir yüreğin acılarına kanıt olacak biçimde bir az açılmış ve rengi uçmuş dudaklarının üzerinde gezinen hüzün verici gülümsemesi idi.
Hayatın bu kadar canlı güzellikleri arasında uzaktan, aklı şaşırtan ölçülü boy bosuyla dikkati çeken bu kızın renginin uçukluğunu abartılı olarak belirginleştiren koyu siyah saçlarının ağırlığına, ya da gecenin nemiyle etkisini arttıran çiçeklerin keskin, içe işleyen, sevda uyandıran kokularına yorulacak bir durumda, o küçücük başı ikide birde önüne doğru düşüyordu. Daha yakından dikkat edilebilseydi, bir yuvadan işitilen kuş yavrularının sesleri gibi, dudaklarının üzerinde dolaşan bir adı, pek gizli bir "Ah!"ın izlediği işitilirdi.
Bir genç kızın hâline, bir genç yüreğin sırrına saygı duyarak, bundan fazlasını merak etmeyelim!
Fakat neden bu kadar üzgün? Niçin bu kadar acılı? Bir karanlık köşede, büyük bir sütunun arkasında, uzun parmakları kıvırcık saçlarının içine girmiş düşünen ve yollarında canını fedâ edecek kadar efendilerine bağlı olan haremağalarından biri, bu kadar servet ve zenginliğe sahip efendisinin bu kızı çok beğendiğini hepsine söylemiş ve özellikle esirin kendisine de müjdelemişti.
Sırları incelemeye ve saklamaya saygı duyan kalemden, bundan fazlası için izin alamıyoruz. Aslında genç kızların büyük bir özenle gizledikleri sırları(nı), ya bir göz yaşı ya bir gülümseme açığa vurur.
Salonun en çok mutluluk ve neşe kazandığı bir zamanda, haremağasının, adıyla söyleyelim, Cevher Ağa'nın zihninden, bilmem ne türlü düşünceler geçiyordu ki yüzünün bir fırtınalı gece gibi korkunç, gözlerinin şimşek gibi parlak olduğuna bakılırsa, denilebilirdi ki belki de siyah olduğu için doğaya, hadım olduğu için Sudanlılara lânet ediyor.
Zavallı Cevher! Doğayı coşturacak ne bir yeşillik, üzerinde feryad edecek ne bir ağaç, yanıbaşında şarkı söyleyeceği ne bir su kıyısı olan çölden alıp da, çevresinde çağlayarak sular akan, lâcivert göğe doğru uzanmış yeşil ağaçlarla çevrili, içi her renkte bin türlü çiçeklerle dolu bir bahçenin içine kanatları kesilerek koyuverilmiş bir kuş gibi, (onu) her zaman kuru, her zaman yakıcı bir güneşin altında kül olmuş Sudan'ın toprakları üzerinden alıp Mısır'ın bu salonlarına getirmişlerdi. O kuş, o bahçede, üzerinden uçuşup geçen bulutlara, başka kuşlara, kuşların minberi olan ağaçlara nasıl özlemle bakarsa, bu da ışıklara boğulmuş salonlara, her biri bir güzellikler âleminden inmiş güzellere öyle yakıcı bir bakışla bakıyordu. O kuş, başının üstünde gördüğü sonsuz gökyüzüne karşı uçmak isteyip de kanatsızlığını anladığı zaman nasıl bir acı duyarsa, bu da ara sıra, o güzel kızın güzellik göğü olan ve kendisine sonsuz derinlikte görünen mavi gözleriyle karşı karşıya gelince, öyle bir cehennem yoksunluğunun ateşi içinde kalıyordu.
Cevher, sâzendeler arasında ud çalan ve biçimli boy bosu, saf güzelliği, ruhu besleyen çekiciliğiyle dikkati çeken bu kıza gözlerini dikmişti. Dikkatli bakışından uzak olmayan bu esirin hâlindeki üzüntüden, bakışındaki hüzünden, kendisini şüphelendiren bir şeyi çözümlemek, bir gerçeği anlamak istiyordu.
Afrika'nın kış mevsiminde (bile) Avrupa('nın) ve özellikle Londra('nın) gündüzlerinden daha parlak (olan) mehtaplı bir gecesinde, evrenin yaradılışının ilk sabahından bu âna kadar hâlâ mâsum bir çocuk olan aşkın aynası denilmeye lâyık bahçedeki gölün parlak yüzeyinde, sandal(ın içinde, kürek) çekiyorlardı.
Gölün başladığı taraftaki sünger taşlarından kaynayarak çevresinde bir hayret ve hayranlık içinde görünen ağaçların altından kendileri için ab-ı hayat olan çimenlerin aralarından küçük yollar yaparak geçen sular, düşünceleri mitolojik çağlara doğru götüren birer su yatağı sayılmaya lâyıktı. Çevresinde sessizlik ve dinginlik içinde gölge yapan ağaçların kararsız yansımalarını genişleten ve uzatan; ara sıra üzerine düşen bin renkte çiçek yapraklarını güzel kıyılarına doğru yönelten ve uzaklaştıran gölün üzerinde, sarı saçları ayışığı ile yaldızlanmış kızların sandalları arasından kürek çekerek geçen Cevher, bir kaç günden beri yanından ayrılmadığı esiri bir küçük sandalın içine almış, gizli bir yöne doğru çekilip gidiyordu.
Gölün bir yanında, gecenin ışığı ile bir kat daha parlayan pek uzun saçları mavi suların üzerinde dalgalanan bir akasya ağacının altında, sandalı bir köşeye bağlayarak durdu.
Cevher hâlâ hüzün verici düşünceler içinde bulunan kıza:
"Düşünüyorsun. Dâima düşünüyorsun! Fakat kimi? Benden korkma! Beni mahrem addet! Yüzüm siyah ise, ruhumun da karanlık olması mı lâzım gelir? Ben vücutça noksan isem de, bir kalbe de sahip değil miyim? Kimseye acımaz, kimseyi sevmez miyim? Beni bir dost, bir kardeş, istersen bir kız kardeş say. Seninle dertleşelim," (dedi).
Üzüntü ve kederlerine bu derece ortak olduğu için ona acımakla birlikte, gönlünün en gizli sırrını açmaya cesâret edemeyen kızın çevresine bakındığını gören Cevher:
"Çekinme! Kimseler işitmez. Korkma! Bu ağaçların, çiçeklerin ağzı sıkıdır. İnsan değil ki hıyânet etsin," dediği zaman yanındaki esirin gözleri dolmuştu.
"Kederimi, sırrımı sana söylemekte ne fayda var? Söyleyip de bana acıyan duygulu kalbini paralamak merhametsizlik olmaz mı?"
Cevher duygularının verdiği coşkunlukla:
"Oh! Yok. Yok. Seni kurtarırım! Derdine çâre bulurum. Söyle! Bana kıymetli anneciğinden nasıl ayrıldığını, eğer geleli çok olmadıysa, memleketinde bir nehrin kenarında başını sevgilinin kucağına dayayıp da üzerleri karla kapanmış dağ tepelerini seyrettiğin zaman gönlünde neler hissettiğini söyle! Ucu bucağı olmayan vahşi ormanların içinde, göklere doğru çıkmış büyük ağaçların altında, hiç sevgilini, nişanlını bekledin mi? Bekledinse, kalbin nasıl çarpıyordu? Ormanın iç taraflarında kuşlar nasıl ötüşüyordu? Eve döndüğün zaman, annen seni nasıl telâş içinde bekliyordu? Tarif et. Ben de sana memleketimde beni yakıcı bir güneşten, sahranın yırtıcı arslanlarından kurtaran anneciğimin zayıf kolları arasında ne kadar bahtiyâr olduğumu, çölün parlak gecelerinde mahzun mahzun şarkı söyleyerek başlarındaki testileriyle su almaya gelen kızların hâlâ kulağıma akseden seslerini anlatayım. Ah! Bilmezsin. Ben, çölün perisi olan bu kızlardan daha güzel mahlûk bu dünyada yoktur sanırdım. O ateşli çölde, bu gölgeli çehreler, bana ne kadar hoş gelirdi. Her varlığı, her eşyayı vaktinden evvel, haddinden fazla büyüten Afrika, benim de çocukluğumda duygularımı uyandırmıştı; ara sıra kendi kendime derdim ki: Sarmaşıklar gibi bir kere sarıldığı kalbi bir daha bırakmayan bu kıvırcık saçlar pek tehlikeli. Ah! Ne bileyim? Ben gökte uçuştuklarını işittiğim melekleri bile siyah zannederdim. Şimdi! Ah şimdi! Gel, istersen birbirimizin haline ağlayalım!"
Cevher sözünü bitirdiği zaman, genç esir başını eğip sinirli bir hareketle entarisinin koluyla oynayarak:
"Benim bir derdim yok. Yalnız burada oturmam. İstanbul'a gideceğim," dedi.
"İstanbul'a mı? Niçin? Niçin?"
"Çünkü..."
"Ah, anlıyorum! İtiraf et!"
"Çünkü ben burada kalırsam, yaşamam. Çünkü..."
Birdenbire şiddetle ağlayarak, Cevher'in kucağına kapandı. Cevher bu ışıklı güzelliğin biricik sığınak saydığı kucağına düştüğünü görür görmez, pek zayıf ve oransız derecede uzun olan kollarıyla kucaklayıp, yaslı yüzünü gökyüzüne kaldırarak dedi ki:
"Rabbim! Bîçâre Dilber'i görüyor musun?"
Afrika'nın bu yüce gecesinde, cennete benzeyen bir havuzun bir köşesine hoş gölgesini salan bir ağacın altını aşk itirafına en uygun yer olarak bulan Dilber, oraya geldiğinden beri kendisine acıyarak, bir kız kardeş gibi acılarına ortak, üzüntülerine dertteş olduğunu hep söyleyen Cevher'in kolları arasında ağlıyordu.
"Yeter! Kalbimi bin parça ettin. Yeter! (Kulağına doğru eğilerek.) Seni kurtarırım. Allah aşkına yeter."
Kurtuluşunu sağlayan bu ateşli sözleriyle Dilber'i yatıştırmaya çalışarak, o küçük sandalla dönüyorlardı. Gölün kıyısına çıktıkları zaman şurada burada top top olmuş ağaçların altında ud ve keman sesleri işitiliyor, artık köşke dönen kızlar ağaçların aralarından, çimenlerin ortalarından geçerlerken en büyük tabloların bulutlar ya da sisler içinde birbirine karışık olarak hayâle gösterdikleri melek topluluklarını andırıyorlardı. Köşke döndüler.
Cevher, o ışıklı güzelliğin gölgesi gibi, artık hiç yanından ayrılmıyordu.
Dilber yatağına çekildi; içinde sabaha kadar rahat edemediğinden alaca karanlıkta kalkıp da odasından çıkarken, orada... kapısının eşiğinde... siyah bir şey görünce, korkarak geri çekildi; bir az dikkatle baktıktan sonra üzüntü ve şaşkınlıkla, "Cevher! Niçin burada yatıyorsun?" diye sorduğu zaman, (Cevher) yattığı yerden kollarını kaldırarak, "Odanda rahat uyuyasın diye seni bekliyorum!" yanıtını verdi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro