3.
Sabah saat dörde gelmişti ki, esirci aşağıya inerek, Dilber'in oda kapısını vuruverdi. Yanıt alamadı, yeniden kapıya vurarak, "Dilber, Dilber!" dedi. Yine yanıt yok. Dilber, uykusuzluğun verdiği güçsüzlük, korkunun yarattığı baygınlıktan bitkin bir durumda uyuyordu. Üçüncü kez, daha şiddetle, "Dilber, Dilber!" diye kapıyı vurup da yanıt alamayınca, büyük bir telâşla bir iskemlenin üstüne çıkarak kapının aralığından iç taraftaki üst sürmeyi, iskemleden inerek alt sürmeyi çekince, kapıyı şiddetle itti. Kapı açılırken çıkan gürültüden Dilber uyandı. Esirci, "Dilber, sana ne oldu? Niçin bu kadar uyuyorsun?" diye sorduğu zaman, Dilber, gözleri yaşla dolu olduğu hâlde, "Ben bu gece pek korktum. Bu oda pek fena!" dedi. Esirci korkudan Dilber'in sağlığının bozulma ve sarsılmasıyla ticâret ve çıkarına zarar geleceğini düşünerek, "A kızım, korkacak ne var? Ben senin bu kadar korkak olduğunu bilseydim, bu odada yalnız bırakır mıydım? Bundan sonra her gece benimle yat," diyerek gözlerinden öptü. Sonra okşayarak, "Hadi, kalk kızım. Senin için hayırlı müşteriler geldi, yüzünü yıka, değiş," (dedi.)
Esirci gittikten sonra Dilber yukarıya çıkıp da bir yabancı hanımın eteğini öptüğü zaman, esirci kızın ud çalmaktaki ustalığından, okuma-yazma bildiğinden ve bir kaç günden beri yakalandığı nezleden söz ederek, renginin uçukluğunu nezlesine, vücudunun bu zayıflığını derslerine çok bağlı olmasına ve çok çalışmasına yorarak, bir hafta denemek üzere bırakacağını ve eğer bir kusuru çıkarsa, tekrar kabul edeceğini söyleyip Dilber'i yüz elli liraya sattı. Eğer bir az çirkince olmasaydı, iki yüz lira isteyeceğini ekledi. Gerçekten Dilber çirkinleşmişti. Kaderin çizdiği yolda devam eden hayatının, gelişme yaşında uğradığı duraklamalar ve dramlar, yüzüne pek hafif, karanlık bir örtü çekmiş, güçlükler ve sefâletler, zamanından önce açılmış gül yaprakları gibi küçük küçük buruşuklar yaratarak, yanakları seçilecek biçimde sarkmış, on iki yıllık vücudun üzerinde elli yıllık bir yüz meydana gelmişti.
Bir hafta sonra idi ki, esirci, Dilber'in bedeli olan akçayı tamamıyla aldığını belirten belgeyi teslim etti.
***
"Küçük! Ne güzel bu siyah gözler! Çehre, ağız, dudaklar. Güzel, güzel. Bu uçuk renk, bu gamlı bakış, hüzün verici bir tabloya model olacak... Keyifsiz misin?"
"Hayır."
"Rengin neden bu kadar uçuk?"
"Bilmem."
"Yaşın?"
"On beş."
"Kafkasya'dan mı? İzmit'ten mi?"
"..."
"Şu koyu yeşil ağaçlara, ormanlara, siyah gözlerinle mavi semâya bak. Bu renkteki memleketten mi geldin?"
"Evet."
"İsmin?"
"Dilber."
Akşamları güneş ışığının ve insanların gürültülerinin sessizliğe dönüştüğü gece yarıları, perilerin yıkandığı Marmara'nın koyu mavi güzel yüzeyi üzerine yıldızların sırça renkli gökyüzünden âşıkça bakışlar gibi yolladıkları nurdan izleriyle gece, denizin yüzüne inci işlenmiş mavi atlastan örtüsünü örtmüştü. Parlak yıldızların çokça biriktikleri gök parçasını yansıtan suların üzerinde hafif ay ışığını andırır bir yıldız parıltısı oluşarak, daha ilerisi denizin (yüreği çarparak sevdiğinin dudaklarından öpen âşık gibi) çırpına çırpına sevdalı bir biçimde ufuklara dokunan küçücük dalgaların mavi karaltılar içinde kalışını, kıyıdaki bir yalının balkonundaki koltukta sigarasını içerek seyreden Celâl Bey, o saatte Paris'te öğrenimi sırasında geçirdiği beş altı yıllık süreyi ve hiç bir kederle zehirlenmemiş yirmi üç yıllık hayatının neşeli anılarını, yine Paris'te iken bulunduğu uygarlık kaynaşmasının kimi gizli köşelerinde bir güzel gülümsemeyi, bir tatlı bakışı, yüreği duygulardan boşanmış olarak düşünüyor ve bunların hepsinin, önündeki denizden, esrarlı aynalardan dalgalana dalgalana geçtiğini seyrediyordu.
Resim sanatına olan üstün yeteneği, uygarlığın yüceltici eğitimi sâyesinde özlediği yüksek konuma ulaşarak, Boğaziçi'nin sevdalı bir hüzün içinde akan sularına kapılmış bir üç çifte kayık, içinde ince yaşmaklarından gül rengindeki yanakları kıvılcımlar saçan parlak siyah gözleri görünür iki hanım, kenarları saçaklı bir şalla örtülü kayığın arkasında bir haremağası resmi yaparak, Salon'a takdim etmişti.
Oradaki jüri, Jerom'un bu yetenekli öğrencisini beğenerek, yalnız, Boğaziçi'nin maviliği ile gökten başak demetleri gibi dökülen ışığın bolluk ve parlaklığının çok abartılı resmedildiğini yerdikleri zaman, (Celâl Bey, jüri üyelerine) bir mektup yazarak, "Dikkatle bakılsa, tabiatüstü uçuşan ulvî varlıkların gözle görülecek kadar şeffaf olduğu nurlu bir semânın altında neşeyle uzanan Şark'ın ışıklı bir gününde, hiç bir rengin mübalâğa edilmesi kaabil olmayacağından" söz ederek yapıtını Salon'a kabul ettirmek mutluluğuna ulaşmıştı.
Kendisi şişmanca, büyük elâ gözleriyle sinirli yaradılışının kararlılık ve dayanıklılığını gösteren geniş yüzünü boyadığı kırmızı renkle, Romalıları andırıyordu. Sağlığının pek iyi oluşuyla hayatın her zaman okşayışını gördüğünden, neşeli, şen bir yaradılışa sahip olarak, geldiği yerlerde çiçekleri açan bahar gibi, geçtiği gönüllerde aşk uyandıran gençliğinin en parlak, coşkun bir döneminde bulunduğu halde, yüreğinde aşk ve gönül ilgilerine bir yetenek, bir eğilim duymuyor ve sanatından başka bir güzel sevmediğini hep bir gurur ve ara sıra gizli bir acı ile itiraf ediyordu. Yalnız, kimi zaman bir ilâhî meşâle gibi, geçmiş yüzyılların koyu karanlığını yararak eski Yunan'ın parlak hayâllerinin kutsal tapınaklara yerleştirdiği ve doğu bahçelerinin çiçeklerle taç giydirdiği bir güzellik meleğinin saltanatlı çekiciliğine kapıldığını, yüreğinin gizli duyguları, ara sıra kendisine gizli gizli söylüyordu.
Mısır'da bir çok memurluklarda bulunarak uzun süre oturan ve büyük servet kazanan babası(nın) şimdi Moda burnu taraflarında çok para harcayarak yaptırdığı Avrupaî binanın deniz tarafındaki manzarayı göstermesine karşılık; kara tarafında(ki) çınar, kestane, zeytin gibi insanı düşündüren ve esriklik içindeki hayâle lâcivert göğü gösteren yüksek ağaçlar, güneşin ışığını dalgalandırarak, uzun gölgeleri ve hoşlukları hiç bir tarafla bağlantısı olmayan bahçeye ruhun aradığı rahat ve huzuru veriyordu. Bahçeye bakan tarafın alt katında bir salon, salonda mermerden büyük bir ocak, ocağın kenarları(nda) mermer üzerine işlenmiş mitolojik tasvirlerden (olan ve) bellerinden aşağısı balık şeklinde iki çıplak kız, ocağın üstünde büyük bir ayna, önünde bir ayı pöstekisi, ortada XIV. Louis zamanına özgü sanatlı ve incelikli bir masa, çevresinde ayakları ve arkaları yaldızlı iskemleler, yine o dönem sanatının güzel ürünlerinden ufak bir yazı masası, küçük konuşmalara, gizli görüşmelere uygun, birbirine karşı konularak birbiriyle bağlantılı olan koltuklara benzeyen kanapelere; kanapelerin arkasında odanın köşelerinde, eski madenler taklit edilerek yapılmış saksılar içinde Afrika ve Hint doğasının coşkunluk ve bereketini gösteren, uçları tavana dokunacak kadar büyük çiçeklerle, salonun zemini Anadolu güzel sanatlarından olan küçük halılarla döşeli olmakla birlikte, üzerinde pek az bulunur hayvanların pöstekileri; yaldızlı koyu kırmızı kâğıtlı duvarlarında Fatih'in İstanbul'a girişini olanca görkem ve büyüklüğüyle gösteren pek güzel bir tablo, öteki yanında Saint-Hélène'i sisler, dumanlar içinde kalmış kayalarının üzerinde, şâhâne bakışlı bir kartal gibi istilâ edici bakışını Avrupa tarafındaki ufuklara dikmiş düşünen Birinci Napoléon'un görkemli ve gösterişli portresi... Bu biçemde döşenmiş salondaki ocağın sağındaki köşesinde büyük bir piyano, geceleri on dokuz yaşındaki kızın (aşkın gizli sarayının süslü kapılarını açmaya hazırlanmış) parmakları ile ruhu okşayarak, gizli duyguları uyandıracak bir aşk ezgisiyle neşe ve sevinç saçardı. Akşam yemeğinden sonra, salona girdikleri zaman, bütün aile, lâmbaların renkli karpuzlarından yansıyan pek açık mavi bir ışığın altında toplanarak gazetelerini, kitaplarını okurlar; sonra ailenin reisi olan Âsaf Paşa, haremiyle kimi zaman kâğıt oynar, yukarıda dediğimiz gibi kızı piyano çalar, Celâl Bey yaşlı Fransız mürebbiyesiyle birlikte resimli gazeteleri karıştırarak, bir yandan da piyanoyu dinlerdi. Salonun pencerelere yakın küçük kapısından bir seraya girilir, seradan da yukarda sözünü ettiğimiz bahçeye çıkılırdı. Yine alt kattaki salonun hizasındaki yemek odasının yere kadar inen büyük pencerelerinde, uçları yerlere kadar sarkmış mavi atlastan perdelerin bıraktıkları aralıklardan, gözler çiçekler içinde dolaşır, lâkın kıyısında düşünür; ağaçların tepelerinde dalar; ormanın yeşil karanlığı içine kadar bitkin olarak işlerdi.
Celâl Bey'in kız kardeşi Tesliye'nin mürebbiyesi olan bu yaşlı Fransız hanım, on yıldan beri İstanbul'da bulunduğu halde Türkçe olarak, "Bakalım... kısmet... yavaş yavaş..." gibi bir iki sözcük ve cümleden başka bir şey bilmez, ama misyonerlerin Protestanlığı yaymak için gösterdikleri derecede bir tutuculukla kendi ulusunun dilini herkese öğretmek isterdi. "Voltaire'in, Hugo'nun, Jean Jacques Rousseau'nun dilini bütün insanlık âlemi öğrenmeye mecburdur," derdi. Türkçe'nin kendisine özgü bir edebiyatı olduğunu işittiği zaman tam anlamıyla buna inanmamışsa da, yine şaşırmıştı. İstanbul'a ilk geldiği günlerde, sofrada dil konusu geçerken, "Türkçe, Bizanslıların söylediği dilden alınmış değil midir?" deyip de çevresindekilerin gülümsediklerini görerek, "Yoksa Mısır'da şimdi söylenen Arapça'dan mı?" (diye sormuş), sonra kızarak, "Bilinmez ki, Şark'ta her hakikat, kadınlar gibi örtülü..." demişti. Londra'dan söz edildiği zaman, yanı başında o parlak Paris varken, senenin büyük bir kısmını sisler ve dumanlarla çevrili karanlık bir memlekette geçirenlere şaşar ve kendisinin mürebbiyelik göreviyle Londra'da geçirdiği kış mevsiminin bir pazar gününe sözü getirerek, "Büyük bir şehrin üzerine çöküp de damlara dokunan bir siyah bulutun karanlığı altında kalan sokaklardan kimse geçmez; kiliselerden başka açık bir yer bulunmaz; dört milyon nüfusu olan bir şehrin âniden, birdenbire öldüğünü görmek isterseniz, aralık ayının bir pazar gününde Londra'ya gidiniz. Karanlık bir duman içinde bir hayâl gibi sessiz ve tek tük geçenlerin, o büyük parklara girerek, durmadan yağan bir yağmurun altında, ölümden bahseden vâizleri dinleyip de bir sokağın bir ucundan öbür ucuna gidinceye kadar İngiliz hastalığı olan karasevdaya uğramaması mümkün müdür?" sorusunu çok söylemek ve söyledikleri sözlerde pek az olarak zekâ ve söz ustalığı göstermek gibi Fransızlara özgü bir tavır ile anlatırdı.
Hangi gün gözlüğünü takarak bir Fransız gazetesi okusa, eski diplomatların millet meclislerindeki nutuklarını andırır görkemli ve gururlu bir tavırla, "Çok sürmez. Önümüzdeki baharda Almanlara harb ilânı muhakkaktır"; ya da ne zaman birisi, "Bu günkü havadisi işittiniz mi?" dese, "Nedir? Fransa Almanya'ya savaş mı ilân etti?" diye sorardı. Evin hanımı tarafından Dilber'e de ders vermesi, kendisinden rica edilmişti.
Dilber bu evde mutluydu. Sabahları evin hanımıyla kızının odalarını düzeltir ve kendisinin çalışkanlığına ve dikkatine bırakılan bir kanaryanın kafesini temizler, yemini verir, suyunu değiştirirdi. Ara sıra sabahları kafesin yanına gidip de kanaryanın ürkmeden içinde çırpındığını gördüğünde, çocukların pek neşeli oldukları zaman kendilerine özgü mâsum tatlılıklarıyla gülerek, "Sarılar giymiş küçük halayık! Sarayında rahat otur. Yaramazlık edersen seni Tarâvet'in yanına gönderirim," derdi. Fakat en yumuşak ve nâzik olan zamanında yüreğine giren korku, sâbit bir fikir gibi yerinden kımıldamadığı için, evde efendilerinden biri "Dilber!" diye çağırdığı zaman, yukarıya titreyerek çıkardı. Her ne hizmet etse mutlak dayağı ya da azarlanmayı hak edecek bir kusur ettiğine inanır, o sırada birisi, "Buraya bak" dese, hemen şaşırır, "Ben onu düzeltirim, ben her hizmete gelirim," yanıtını verirdi.
Sonra karşısındakinin, "Sen hiç bir kusur etmedin!" sözünü işiterek, rahatlardı. Evin hanımı, almış olduğu uygar terbiye dolayısıyla kendisine dâima iyilik ve nezâketle muamele ediyor idiyse de, halayıklar konusunda bağlı olduğu Mısır ailelerinden kendisine geçen derin bir üstten bakma ve halayıkları aşağı görme duygusu, insanlığın şiddet ve aşağılayıcı davranışlarıyla deneyim kazanmış olan Dilber'in gözünden kaçmazdı. Câriyeler konusundaki af ve hoşgörüsünde bu hakaret ve aşağılayıcı bakışının büyük rolü olduğu için, örneğin kimi küçük suçlarını bağışladığı zaman, "Ne olacak! Halayık parçası," der ve bu aşağılayıcı bağışlama Dilber'i acımasız bir ceza kadar etkilerdi. Özellikle Celâl Bey'in(ki)... Her türlü geçici heveslerine boyun eğmek bu ressamın her saat değişen bir takım çocukça isteklerine ve eğlencelerine araç olmak, insanlık onurunu yaralıyordu. Bu küçük, acı çeken yaratık genç, tâlihli, yüksek (ve) mutlu olan bu beyin bir "oyuncağı" idi. Kimi günler o, oyuncağını eski Mısır kılığına sokar, başını
çiçeklerle donatır, bir odaya kor, odanın denize bakan tarafındaki penceresini açarak Marmara'nın ötesinde mavi, pembe bir takım sisler içinde batmakta olan güneşin ve odanın içine yansıyan ruh besleyici bir çok renklerle süslü ve parıltılı görünen Dilber'in resmini yapardı. Dilber, her türlü duygulardan uzak olan bu "Roma" heykelinin karşısında saatlerce oturarak, ikide birde, "Yerinden kımıldanma! Çiçekleri dağıtma!" ara sıra da, sanat adamlarının çalışmaları sırasında rastladıkları güçlüklerin verdiği acımasız öfkeyle, "Nefes alma!" tehditlerine uğradıkça, sarayının en ıssız bir köşesinde yalnız başına sıkılan bir kraliçe gibi, başını sallayarak, "Of... Yârabbi!" derdi. Dilber, vücutça gördüğü rahat ve huzurun etkisiyle haftalar ve aylar geçtikçe güzelleşiyordu. Güzel boy bosu olağanüstü bir düzenle uzamakta ve yüzündeki renkler hoşluk kazanarak gözleri okşayıcı bir görünüme girmekteydi. Yaz günleri çoğu kez öğle üstü, elinde Fransızca bir kitap olduğu hâlde bahçenin akasya ağaçlarıyla zümrüt bir kafese benzeyen kameriyesindeki yalnızlık köşesine çekilir; bu yalnızlık ve sessizliği hiç kimsenin bozmaması için, dışarda dikilecek bakışlardan gizlenerek en gizli bir yerinde oturur; çevresindeki ağaçların dallarından sanki kendisini seyretmek için küçücük başlarını uzatarak ötüşen kuşların şarkıları başının üzerinde bir tatlı âhenk yarattığı zaman, Paul ve Virginie'yi okurdu. Oh! Bu küçük Virginie ne mutlu! Hayatının en büyük mutluluğu olarak pek gururlu Mısırlı bir hanımın esiri; tâlih, mutluluk ve gençlikten başı dönmüş, çok şen bir beyin oyuncağı olduğunu düşünerek, ruhunun en derin bir köşesinde, böyle ateşli bir sevgiye nasıl büyük bir gereksinme duyuyordu. Fakat Paul'ün gitgide gökyüzüne ulaşarak, Tanrı'nın eşiğine yüz süren okyanusun heyecan verici dalgaları içinde yok olduğunu okuduğu zaman, Virginie'nin hâlini göz önüne getirmiş ve kitabın üzerine bir iki damla yaş dökülmüştü.
Yine bir öğle üzeri idi ki, güneşin oluklardan dökülür gibi yere düşerek taşan ışığıyla her yerin ateşin içinde kaldığı bir günde, dinginlik veren yalnızlık köşesine çekilmişti. Bütün evrende yalnız başına olduğunu duyumsayan Dilber'e, çevresinde gölge veren akasya ağaçlarının tazeliği içinde ötüşen kuşların tatlı âhengi ve üzerinde soluk alan çiçeklerin kokularıyla bir perinin gizli yuvası denilmeye uygun olan bu kameriye, dünyanın her türlü gürültü ve kederlerinden uzak biricik sığınağı idi. Buraya girer girmez, kız çocuklarında doğuştan var olan işveli bir incelik ve güzelliklerden anlayan bir özen ile Celâl Bey'in odasında görerek pek beğendiği bir tabloyu taklit ederek başını çiçeklerle donatmış, yavaş yavaş şarkı söylüyordu. Yarım saatten beri evin içinde arayıp da bulamayınca, bahçeye çıkarak, "Dilber! Dilber!" diye kendisini çağıran Celâl Bey'in sesini işittiği hâlde, hiç yanıt vermedi. Durmadan Dilber'i, oyuncağını arayan Celâl Bey yanından geçerken, o sırada esmesiyle tatlı bir neşe veren poyraz rüzgârı, akasya ağaçlarının dallarını sallayarak, bu küçük kaçağın, bu gizlenen yaramazın saklandığı yalnızlık yuvasını ortaya çıkarınca, kendisine hiç rahat vermeyen bu bey, yanına gidip başındaki çiçeklerle yapılmış tacına kahkahalarla gülerek, "Hadi kalk, Kleopatr!" dedi. Zavallı Kleopatr bu İskender'in esiri olduğundan kendisini zorla çekerek evin altındaki taşlığa götürdü. Arkasını bir mermer direğe dayatarak, üzerine bir çok yerleri yamalı, göğsüne, kollarına rastlayan yerleri parçalanmış, yırtılmış bir entari giydirmek istiyordu. Dilber iki eliyle yakasını sıkı sıkıya tutarak:
"Yok! Yok! Mümkün değil, giymem" (dedi).
"Rica ederim Kleopatr."
"Hayır, istemem... İstemem diyorum size..."
Böyle oyuncakları kıracak kadar güçlü olan ellerini Dilber'in omuzlarına koyarak, elbiseyi giydirdi. Kendisi karşısına geçerek bir dilenci kızın acıklı resmini yaparken, Dilber, o fildişinden dökülmüş gibi lekesiz, kusursuz kollarını gösteren ve şafak resmi gibi pembe-beyaz saydam göğsünü örtemeyen o parça parça entarinin içinde, omuzunun üzerine, vücudunun çıplak yerlerine, arkasına, dağınık olarak dökülmüş koyu siyah saçlı olan başını, kendisini savunmada yenildiği için gücü olmadığını anlatır bir biçimde, o yıkık sütuna dayamış, pek sessiz, pek yavaş bir tavırla ağlıyordu. Ağlamak. Başarı! Betimleme
ve tasarlamaya model olarak seçilen bir dilenci kızının ağlaması, ressamın fırçasından dökülen boyalar kadar başarı sağlayan sanat gereçlerinden idi. Bu kollar... Tatlı bir ilkbahar sabahında, mine renkli gökyüzüne karşı tan yerinin gül renkli kapılarını açar gibi görünen nurlu sütunları andıran bu kollar... Aşağıya doğru eğimi belli belirsiz yuvarlakça omuzlar... Üzerinden geçen yüzyılların darbelerinden kurtularak, olanca renk ve tazeliğiyle güzelliğinin olağanüstülüğünü gösteren (Eski) Yunan'ın mermerden heykellerinde görülebilen bu göğüs... Hayret! Kadınların ve özellikle genç kızların beden ve yüz olarak en büyük değişme dönemi olan on beş ile on yedi yaş arasında, refah içinde geçen iki yıllık hayatın en verimli etkisiyle, güzelliğin ruhsal anlamının bu derecelerde güç ve özellik kazanacağı nereden bilinecekti? Bu büyük ressam, fırçasını bir yana bırakarak, oturduğu yerde kolunu dizine (yaslayıp) ve parmaklarını saçlarının içine sokup, başını koluna dayayarak, karşısında pek sessiz ağlayan perişan kılıklı dilenci kızına, güzelliğe tanış olan bakışını dikmiş, şaşkınlıkla bakıyordu. Bir dakika... üç dakika... altı dakika... Hâlâ ağlıyordu. Kendisini tâlih ve servet sahiplerinin sonu gelmez heveslerine bırakan esirliğin, insanlık erdemini alçaltmasından, gönlünün ne kadar kırık, ne kadar üzüntülü bir durumda olduğunu gösteren baygın gözleriyle, sayılmak, sevilmek gibi kadınların dayanamadıkları son derece şiddetli isteklerin aşağılamalarla ayaklar altına alınmasından gelen üzüntü ve acıyı, o durumunda, uçları aşağıya doğru kıvrılmış, duyarlı olduğunu gösteren incecik dudaklarından anlayarak, ne kucağında ağlayacak bir annesi, ne kendisini koruyacak bir baba ve erkek kardeşi olduğunu anımsamak... Ve bu kısacık esirlik süresindeki serüvenini, gördüğü şiddet ve aşağılamaları... mâsum istekleri... küçücük umutları, emelleri... kısacası insanlığın terk edilmiş bütün hayat serüveni(nin) gözünün önüne gelmesinden doğan üzüntüyle iskemleden kalkarak:
"Affını rica ederim Kleopatr. Madem ki istemiyorsun, ben de bu fırçayı kırarım... İşte affet diyorum, tarziye veriyorum sana... Yine niçin sessiz (sessiz) ağlıyorsun?"
Dilber kendi kendisine kalıp da giysisini giyerek dışarı çıktığı zaman, her türlü üzüntüye karşı kapalı dayanıklılık heykelini, o gözler... o göğüs... o dudaklar... sevgi ışığı saçan hüzünlü gözlerinden ruhuna doğru akan o yaşlar... bütün insanlık kimliğini, yatışması olanaksız bir karışıklık içinde bırakmıştı. Hayat yolunu cesâret ve dayanma gücüyle geçmek, kendisi için en büyük gurur ve övünç nedeni iken, yüreği tam bir dinginlik ve kayıtsız bir neşe içinde bulunmasına rağmen, başlı başına, ruhsal işlevini yaptıkça, üzüntüsünden buz kesilmiş elini, zihninde ilk ışığını yaymaya başlayan sevda alevinin sıcaklığıyla ateş içinde olan alnına koyup bir az düşündükten sonra, kendi kendisine, "Bu oyuncak bana niçin bu kadar dokundu," diyerek, yukarı kata çıkıyordu. Birdenbire uğradığı bu duygu sarsıntısının şiddetli etkilerini azaltmaya ve hafifletmeye çalışarak, bu duygusal mücadele sonucu, bir iki günü düşünmekle, bir kaç geceyi uykusuzlukla geçirdi. Bu süre içinde Dilber'e rastladıkça, daha önce yaptığı şakalara karşı hiç bir şey söylemeyerek, yalnız gizli ve sevgi dolu bir bakışla baktıktan sonra düşünüyordu. Dilber artık oyuncak değildi. "Kleopatr", "Julitte"ye dönüşmekteydi. Birbirini izlemekte olan tereddüt günleri içinde bir takım garip, kendinden geçiren duygularla karışık düşüncelere uyarak, gözünün önünde açılmakta olan nurlu bir ufka, bir aşk âlemine doğru koşuyordu. Garip bir değişiklik! Her şey gözünde başkalaştı. Yalnız yatak odasına çekilip de şâirce tasarılar ve âşıkça hayâller arasında dolaşan perilerin ayak sesleri işitilecek sanılan yalnız gecelerde, tereddüdün ve şaşkınlığın sabahlara kadar uykusuz bıraktığı gözlerine, her türlü acıları yatıştıran uykunun girmemesi, kendisini rahatsız etmekte idi. Yine bir gece, kararsız olan sevgi hayâlleriyle yatağın içinde uykusuz iken, birdenbire ayağa kalkarak, "Bir kere daha," dedi. Bir kere daha görecekti. Bu gün uygarlık dünyasını hayran bırakan heykellere örnek olan göz okşayıcı (eski) Yunan kızlarından başka kimseyi beğenmeyen ve gönlüne yanlış haber vererek hâinlik eden güçbeğenir bakışını düzelterek ve inandırarak heyecan ve acılarını yatıştırmak istiyordu. Giyinmeye başladı. Heyecanlandığı sırada ansızın gelen bu düşüncenin yönlendirmesiyle aşağı inerek Dilber'in yattığı odanın kapısına gelince durdu... Helecan... Oh! Hiç bir aşk girişimini rahat bırakmayan bu helecan... ellerinde kapının tokmağını çevirecek kadar güç bırakmayarak nefesine durgunluk veriyor, zihnine bir çok düşünce hücum ediyordu. Bu kadar genç bir kızın nâmus ve insanlığın kapısında beklediği yatak odasına, yabancılara yasak olan nâmus ve saflık sarayına gece yarısı girmek, bir haydut gibi vicdânın en temiz ve kutsal olan bu kanununu ayaklar altına almak... Cinâyet! O anda, bütün gözlerin kapandığı o karanlıkta, kendisine öfkeli bakışını çeviren vicdanının karşısında, büyük bir utangaçlıkla kolunu yüzüne kapayarak, hele esir olduğu için gücünün üstünde hizmetlerde vücudu, sağlığı hiç düşünülmediği gibi, her türlü saldırıya karşı nâmus yatağı da koruyucusuz olduğundan, (ondan) yararlanmaya kalkışmak kötülüğüne karşı titreyerek geri çekilmeye başladı. Ne yazık! Sevginin üstün gücünün karşı konulmaz biçimde birden ortaya çıkması, bütün bu düşünceleri tâ temelinden sarsarak, bir güzelliği beğenmek, Meryem'e özgü bir temizliğe hayranlığını göstermek niyeti ve bir kutsal düşüncenin rehberliği ile odanın içine girerek yatağın başında durdu. Uyumuş... Baş ucunda, bittiği için sönmüş bir mum... Arka üstü yatarak derin bir uykuya dalmasından, durumunda bir güçsüzlük görünüyordu. Yanında yanan kandil ışığıyla görünen gözlerinin çevresindeki bir iki ince çizgi, bu genç yüreğin gizli bir acısını açıkça söylüyordu... Sevgiyle dolu bakışının sevdalı gölgesi olan uzun kirpikler yaş içinde... Ağlamış... O anda dağınık saçlarının arasında, şaşkınlık ve takdir ile açılmış gözlerine bir şey ilişerek dikkat etti. Bir resim! Kimin? Bir kez bakmak! Ne için? Bir zavallı esirin, belki en değerli bir hâtırasını, en kutsal bir sırrını, uykuda bulunduğu zaman araştırmak, kendisine en büyük vicdansızlık görünüyordu. Belki dünyada tek avuntu olan annesinin? Babasının? Ya da sevdiğinin? Heyecan ve acı içinde olan zihninden geçen bu son düşünceye karşı, dayanma gücünü büsbütün yitirerek resmi aldı. Bu uyuyan güzelliği şâirce bir hava vererek aydınlatan kandilin yanına götürüp de baktığı zaman, yüzü kül gibi olmuştu. Kendisinin resmi idi. Hemen ellerini yüzüne kapayıp ağlaya ağlaya ayaklarına kapanmak istediyse de, uyandırmak ve belki gece yarısı odasına geldiği için gücendirmek korkusuyla resmi aldığı yere bırakarak odasına çıktı. Yatağına girdiği zaman, yirmi üç yıllık hayatında ilk olarak, sevgi yolunda o kararlılığı ve dayanma gücünü ve belki acımasızlığı gösteren gözlerinden, kendisini tutamayacak biçimde yaşlar dökülmeye başladı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro