XV: Cuma'nın Eğitimi
XV: Cuma'nın Eğitimi
Kaleme döndükten iki üç gün sonra Cuma'yı iğrenç beslenme alışkanlığından ve bir yamyamın iştahından vazgeçirmek için ona başka etler tattırmam gerektiğini düşündüm; bu yüzden bir sabah onu yanımda ormana götürdüm. Aslında kendi sürümden bir oğlak vurup eve getirmek ve hazırlamak niyetindeydim ama yolda giderken bir dişi keçinin, yanında iki oğlakla gölgede yattığını gördüm. Cuma'yı tuttum. "Dur," dedim, "Ses çıkarma." Kımıldamaması için işaretler yaptım; hemen tüfeğimi doğrultup ateş ettim ve oğlakların birini vurdum. Onun düşmanı olan vahşiyi öldürdüğümü belli bir mesafeden görmüş, ama bunun nasıl gerçekleştiğini anlayamamış olan zavallıcık hissedilir biçimde şaşırıp titreyerek öyle sarsıldı ve öyle bir hayretle bakakaldı ki yere yığılacağını sandım. Ateş ettiğim oğlağı görmemiş ya da onu öldürdüğümü kavrayamamış; ceketini yırtarak yaralanıp yaralanmadığına bakmış ve anladığım kadarıyla onu öldüreceğimi sanmıştı. Çünkü gelip önümde diz çöktü ve dizlerime sarılarak anlamadığım bir yığın laf etti, ama bunun kendisini öldürmemem için yalvarma anlamına geldiğini anlayabiliyordum.
Onu kendisine zarar vermeyeceğime ikna etmenin bir yolunu kısa sürede buldum ve elinden tutup kaldırarak ona gülümsedim; sonra öldürdüğüm oğlağı göstererek koşup getirmesini işaret ettim ki o da öyle yaptı, hayvanın nasıl öldüğünü anlamak için bakarken ben de tüfeğimi yeniden doldurdum. Çok geçmeden bir ağacın tepesinde, bir atımlık uzaklığa konmuş şahin gibi büyük bir kuş gördüm ve Cuma'nın ne yapacağımı azıcık anlaması için yeniden yanıma çağırdım ve benim şahin sandığım, sonradan papağan olduğu anlaşılan kuşu, tüfeğimi ve papağanın altındaki yeri göstererek onu yere düşüreceğimi, kuşa ateş edip onu öldüreceğimi anlamasını sağladım; ateş ettim ve ona da bakmasını buyurdum, papağanın düştüğünü gördü. Kendisine söylediğim onca şeye karşın, yine korkmuş gibi kalakaldı, daha da çok şaşırdığını anlamıştım; tüfeğin içine herhangi bir şey koyduğumu görmediğinden o şeyin içinde, ister yakında isterse uzakta olsun, ister insan, ister hayvan, isterse de kuş olsun herhangi bir şeyi öldürebilecek bir tür ölüm ve yok etme kaynağı bulunduğunu sanmıştı. Bunun onda yarattığı şaşkınlık uzun süre üzerinden atamadığı kadar büyüktü, ona izin verseydim bana ve tüfeğime tapardı sanırım. Tüfeğe gelince, üstünden birkaç gün geçinceye dek ona elini süremedi, ama yalnız başına kaldığında sanki kendisine yanıt veriyormuşçasına onunla konuşup durdu; sonradan öğrendiğime göre, ondan kendisini öldürmemesini diliyormuş.
Neyse, şaşkınlığını biraz yenince koşup vurduğum kuşu getirmesini işaret ettim; o da öyle yaptı ama bir süre orada oyalandı, çünkü tümüyle ölmemiş olan papağan düştüğü yerden epeyce öteye uçmuştu; yine de onu buldu, eline aldı ve bana getirdi. Tüfek hakkındaki bilgisizliğini daha önce kavradığımdan Cuma'nın yokluğunu fırsat bilip belki yine nişan almam gerekebilir diye tüfeği yeniden doldurdum ve beni bu işi yaparken görmesine izin vermedim, ama o sırada vuracak başka bir şey çıkmadı karşıma. Böylece oğlağı eve getirdim, akşam derisini yüzdüm, elimden geldiğince parçaladım ve amacıma uygun bir tencere seçip etin bir kısmını kaynatarak oldukça güzel bir et suyu pişirdim. Ben bir kısmını yemeye başlayıp adamıma da biraz verdim; bundan da çok mutlu oldu ve et suyunu sevdiği anlaşıldı, ama ona en acayip geleni benim bunu tuzladığımı görmesiydi. Tuzun yenilecek bir şey olmadığını anlatan bir işaret yaptı ve kendi ağzına azıcık tuz koyduğunda midesi bulanmış gibi tükürüp ağzından püskürttü ve ardından ağzını suyla çalkaladı; öte yandan ben de ağzıma tuzlamadan bir parça et aldım ve onun tuza yaptığı gibi ben de tuzsuz eti tükürüp çıkartacakmışım gibi yaptım, ama işe yaramadı: Ne etin ne de et suyunun yanında tuza gerek duydu; en azından uzunca bir süre, sonraları azıcık koymaya başladı.
Bu şekilde haşlanmış et ve et suyuyla karnını doyurduktan sonra ertesi gün de oğlağın bir parçasını kızartıp ona ziyafet çekmeye karar verdim; bunu İngiltere'de pek çok kişiden gördüğüm gibi ateşin önünde bir sicime asarak yaptım; her iki yana birer sırık dikip birini de bunların üstüne yerleştirerek sicimi üstteki sırığa bağlayınca et sürekli dönmeye başladı. Cuma buna hayran kaldı, sıra eti yemeye gelince bunu ne kadar beğendiğini anlatmak üzere çeşitli yollara başvurdu ve sonunda bana dili döndüğünce artık bir daha hiç insan eti yemeyeceğini söyledi ki bunu duymak çok hoşuma gitti.
Ertesi gün onu, daha önce anlattığım yöntemle biraz tahıl dövmesi ve elemesi için işe koştum ve kısa sürede bunu benim kadar iyi yapmayı kavradı, özellikle de bunun neye yaradığını, yani ekmek yapımında kullanıldığını anladığı zaman, çünkü bu işin peşinden hamuru nasıl yoğurup ekmek pişirdiğimi gösterdim ve kısa bir zaman içinde Cuma bütün işi benim kadar iyi yapacak hale geldi.
Artık beslenecek bir yerine iki boğaz bulunduğuna göre hasat için daha fazla yer ekmem gerektiğini düşünmeye başlamıştım; bu yüzden de büyük bir parça arazi belirleyip aynı önceki gibi burayı çevirmeye başladım. Cuma bu işte de yalnızca gönüllü olmakla kalmayıp, çok da sıkı çalıştı ve işi neşeyle yürüttü. Ona bunun ne işe yarayacağını anlattım, bu işi daha çok ekmek yapmamızı sağlayacak tahıl elde etmek için yapıyorduk; artık o da benimle olduğuna göre ikimize de yetecek kadar tahılımız olmalıydı. Bu kısmına gelince daha bir duyarlılık gösterdi ve ona kendimden daha çok emek harcadığımı, ne yapacağını söylersem benim için daha sıkı çalışacağını belirtti.
O yıl, orada geçirdiklerimin en keyiflisiydi. Cuma oldukça iyi konuşmaya ve adını söylediğim hemen her şeyi ve gitmesini istediğim her yeri anlamaya başlamıştı ve benimle de epeyce konuşuyordu; kısacası artık dilimi, daha önce pek de fırsat bulamadığım biçimde kullanmaya başlamıştım. Onunla konuşma keyfinin yanı sıra, çocuğun kendisinden de fevkalade zevk alıyordum; yalın, yapmacıksız doğası günden güne daha çok dikkatimi çekiyordu ve bu yaratığı gerçekten sevmeye başlamıştım; ona gelince, beni ömrü boyunca sevip sevebileceği herhangi bir şeyden çok daha fazla sevdiğine inanıyorum.
Bir keresinde, yurduna dönme niyeti olup olmadığını anlamak için onu sınamaya karar vermiştim; ona İngilizceyi hemen her soruma karşılık verebileceği kadar iyi öğrettiğimden halkının çarpışmalarda hiç zafer kazanıp kazanmadığını sordum. Bu soru üzerine gülümseyip şöyle dedi, "Evet, evet, biz her zaman daha iyi savaşmak;" kendilerinin savaşta her zaman daha iyi olduklarını söylemek istiyordu ve böylece aramızda aşağıdaki konuşma geçti:
Efendi – Her zaman en iyi siz savaşıyorsanız nasıl oldu da tutsak düştün Cuma?
Cuma – Benim halk hepsini yenmek.
Efendi – Nasıl yenmek? Senin halkın onları yendiyse sen niye ellerine düştün?
Cuma – Onlar benim halktan daha kalabalık, benim olduğum yerde; bir, iki, üç kişiyi ve beni almak; benim halk onları yenmek başka yerde, ben orada yok; orada benim halk bir, iki, bin kişi almak.
Efendi – Peki o zaman senin taraf niye düşmanların elinden kurtarmadı seni?
Cuma – Onlar bir, iki, üç kişiyi ve beni kanoyla kaçırmak. O zaman yok benim halkımda kano.
Efendi – Pekâlâ Cuma, senin halkın tutsak aldığı kişileri ne yapıyor? Bunların yaptığı gibi, onlar da tutsakları bir yerlere götürüp yiyorlar mı?
Cuma – Evet, benim halkım da yemek insan; hepsini yemek.
Efendi – Onları nereye götürüyorlar?
Cuma – Başka yere gitmek, neresi düşünürlerse.
Efendi – Buraya da geliyorlar mı?
Cuma – Evet, evet, buraya da gelmek; başka yere gelmek.
Efendi – Onlarla hiç buraya gelmiş miydin?
Cuma – Evet, şuradaydım (Adanın kendi tarafları olduğu anlaşılan kuzeybatısını gösteriyor).
Buradan anladım ki adamım Cuma da önceleri, kendisinin de getirildiği gibi, insan yeme amacıyla adanın uzak tarafında kıyıya çıkan vahşilerin arasındaymış. Bir süre sonra onu daha önce sözünü ettiğim gibi, benim de bulunduğum o tarafa götürecek cesareti topladığımda yeri hemen tanıdı ve bir keresinde yirmi erkek, iki kadın ve bir çocuğu yediklerinde kendisinin de orada olduğunu anlattı bana. İngilizce olarak yirmi diyemiyordu, fakat yere yirmi taş dizip bana göstererek o kadar olduklarını söylüyordu.
Bunları anlattım, çünkü sonraki olayları açıklıyor. Aramızda geçen bu konuşmanın ardından ona bizim adadan karşı kıyının uzaklığını ve kanoların sık kaybolup kaybolmadıklarını sordum. Bana hiçbir tehlike olmadığını, hiçbir kanonun kaybolmadığını söyledi, açık denizde biraz ilerleyince sabah bir yöne, öğleden sonra da ters yöne olmak üzere daima bir akıntı ve rüzgâr olduğunu anlattı. Bunun da birisi içeri, diğeri dışarı doğru iki gelgit akıntısından başka bir şey olmadığını anladım. Sonraları farkına vardım ki bu akıntılar heybetli Oroonooko Irmağının alçalıp yükselmelerinden ileri geliyordu ve yine sonradan anladığıma göre bu, bizim adamızın ağzında ya da körfezinde yer aldığı ırmaktı; batı ile kuzeybatıda bulunduğunu kavradığım o kara parçası da ırmağın ağzının kuzey ucunda uzanan büyük Trinidad Adasıydı. Cuma'ya adanın sakinleri, denizi, kıyıları ve yakınlarında bulunan halklar hakkında binlerce soru sordum; o da akla gelebilecek en büyük açık sözlülükle bütün bildiklerini anlattı. Kendi ırkına benzer birkaç ulusun adlarını sordum, ama Karibler dışında bir isim öğrenemedim ki bunların da haritalarımızda Oroonooko Irmağı'nın ağzından Gine'ye oradan da Saint Martha'ya uzanan yerde yaşayan Karayipliler olduklarını kolayca anladım. Bana ayın epeyce ilerisinde, yani ayın battığı yerin ötesinde ki onun ülkesinin batısı olmalıydı, daha önce değindiğim uzun favorilerimi göstererek benim gibi beyaz sakallı adamların yaşadığını ve pek çok adam öldürdüklerini anlattı; bütün bunlardan çıkarttığım, Amerika'daki zalimlikleri bütün kıtaya yayılmış, babadan oğla bütün uluslarca anımsanan İspanyolları kastettiğiydi.
Bu adadan ayrılıp o beyaz adamların arasına nasıl gidebileceğimi bilip bilmediğini sorguladım. Bana, "Evet, evet, iki kanoyla gidebilirsin" dedi. En az iki kano kadar büyük bir sandalı kastettiğini zorla keşfedinceye dek ne demek istediğini anlayamadığım gibi, iki kanoyla anlatmaya çalıştığı şeyi tarif de ettiremedim.
Cuma'nın konuşmasının bu kısmından bayağı hoşlanmaya başlamıştım; o andan başlayarak şu ya da bu zaman buradan kaçmanın bir yolunu bulabileceğime ve bu zavallı vahşinin de bana bir biçimde yardım edebileceğine yönelik birtakım umutlara kapılmıştım.
Cuma'nın benimle birlikte olduğu, konuşmaya ve beni anlamaya başladığı o uzun süre boyunca kafasına dinsel bilgi temelleri atmaktan da geri durmuyordum; özellikle de bir keresinde onu kimin yarattığını sordum. Zavallıcık beni pek anlayamadığından babasını sorduğumu sandı, ama meseleyi başka bir yönden ele alarak ona denizi, üstünde yürüdüğümüz zemini, tepeleri ve ormanları kimin yarattığını sordum. Bana, "O Benamuckee'dir, hepimizden uzun yaşar," dedi. Bu büyük adamın çok yaşlı olması dışında pek bir şeyini tarif edemedi, "Denizden ya da karadan, aydan ya da yıldızlardan daha yaşlı." Ben de ona, bu yaşlı kişi her şeyi yarattıysa o zaman niye her şeyin ona tapınmadığını sordum. Son derece ciddi görünüyordu ve katıksız bir masumiyetle şöyle dedi, "Her şey ona 'O' der." Ona ülkesinde insanların ölünce nereye gittiklerini sordum. "Evet, hepsi Benamuckee'ye gider," dedi. İnsan yiyenler de mi oraya gidiyor diye sordum. "Evet," dedi.
Bunun üzerine ona gerçek Tanrı bilgisini öğretmeye koyuldum; gökyüzünü göstererek, her şeyi yaratanın orada yaşadığını; dünyayı, onu yarattığı aynı güç ve hükümle yönettiğini; her şeye kadir olduğunu, bizim için her şeyi yapabildiğini, bize her şeyi verebildiğini, bizden her şeyi geri alabildiğini anlattım ve böylece aşama aşama gözlerini açtım. Büyük bir dikkatle dinledi ve İsa Mesih'in bizi kurtarmak için gönderildiği inancını, Tanrı'ya dua ediş biçimimizi ve gökyüzünde bile olsa onun bizi işitebildiği fikrini hoşnutlukla karşıladı. Bir gün bana güneşin bile ötesinde yaşadığı halde bizi duyabiliyorsa bizim Tanrı'mızın, daha yakında olduğu halde onları duyamadığı için kendisiyle konuşmaları gerektiğinde yaşadığı büyük dağlara çıkmak zorunda kaldıkları kendi Benamuckee'lerinden daha büyük olması gerektiğini söyledi. Onunla konuşmak için hiç oraya gidip gitmediğini sordum ona. "Hayır, hiç genç adam gitmemek. Hep yaşlılar gitmek," dedi. Bana açıkladığına göre din adamları sayılabilecek yaşlılarını Oowocakee diye adlandırıyorlardı ve bunlar 'O' söylemeye gidiyorlar (dua etmeyi bu biçimde anlatıyordu) ve sonra geri gelip Benamuckee'nin ne dediğini aktarıyorlardı. Buradan çıkarttığıma göre, dünyadaki en cahil putperestler arasında bile papazlık zanaatı bulunuyordu ve halkın din adamlarına saygısını korumak için dini gizemli hale getirme politikası yalnızca Romalılarda değil, dünyanın tüm dinlerinde, hatta en zalim ve barbar vahşilerde bile vardı.
Kendimi adamım Cuma'nın zihnini bu hilebazlığa karşı açmaya verdim ve ona, yaşlılarının dağlara gidip Benamuckee'ye dua edermiş gibi yapmalarının bir aldatmaca, oradan Tanrı'nın sözleriyle dönmelerinin de bir o kadar göz boyama olduğunu; herhangi bir yanıt aldılar ya da orada birisiyle konuştuysalar bile bunun bir kötü ruh olması gerektiğini anlattım ve ardından da ona şeytan, kökeni, Tanrı'ya isyan edişi, insana düşmanlığı, bunun nedeni, oralarda Tanrı'nın yerine, Tanrı olarak kendisine tapılması için dünyanın karanlık bölgelerine yerleştiğini; insanoğlunun mahvına yol açmak amacıyla onun gözünü boyamaya yarayan çeşitli manevralarını; tutkularımıza ve zaaflarımıza gizlice sızıp bizi kendi kendimizin baştan çıkarıcısı kılmak ve kendi seçimimizle kendi mahvımıza yol açmamız için kurduğu tuzağı niyetimize nasıl uydurduğuna ilişkin sıkı bir söylev çektim.
Beynine şeytan hakkında doğru fikirleri kazımanın Tanrı kavramını yerleştirmekten daha zor olduğunun farkına vardım. Doğa bütün savlarımı, hatta bir İlk Neden'in, son sözü söyleyen, yöneten bir Güç'ün, gizli bir takdiri ilahinin varlığını kanıtlamakta ve yaratıcımıza saygımızı eşit ve adil bir biçimde göstermemiz gerektiğini göstermekte bana yardımcı olmuştu. Fakat bir şeytan kavramının, kökeninin, varlığının ve doğasının ve hepsinden de öte kötülük etmek ve bizi de böyle davranmaya itmek eğiliminin bu türden bir kanıtı yok gibiydi ve zavallıcık, son derece doğal ve masum bir soruyla beni bir kez daha öyle bir şaşırttı ki ne diyeceğimi bilemedim. Ona epeyce, Tanrı'nın gücünden, kadiri mutlak oluşundan, günahı sevememesinden, günaha girenleri yakıp kül eden bir ateş olduğundan; bizi yarattığı gibi dünyayı ve bizi bir anda yok edebileceğinden söz etmiştim ve o da bütün bunları büyük bir ciddiyetle dinlemişti.
Daha sonra da ona şeytanın insanların yüreklerine Tanrı'ya karşı nasıl düşmanlık ekmeye uğraştığını, Tanrı'nın çizdiği güzel kaderi boşa çıkartmak ve İsa'nın yeryüzündeki krallığını yerle bir etmek için bütün fesatlığını ve yeteneğini nasıl kullandığını ve bunun gibi şeyleri anlatıyordum. "Peki," dedi Cuma, "Diyorsun ki Tanrı çok güçlü, çok büyük; şeytandan daha güçlü, daha kudretli değil mi?" "Evet, evet," dedim, "Cuma, Tanrı şeytandan daha güçlüdür; Tanrı şeytandan üstündür ve biz bu yüzden Tanrı'ya, şeytanı ayaklarımızın altına alalım, onun baştan çıkartmalarına karşı direnelim, ateşli oklarını savuşturalım diye dua ederiz." "Ama," dedi yeniden, "Eğer Tanrı daha güçlü ve kötü şeytandan daha kudretliyse niye Tanrı yok öldürmek şeytanı; böylece o daha fazla kötülük etmemek?"
Bu soruya gerçekten de çok şaşırdım ve sonuçta artık yaşlı bir adam olsam da din bilgini olarak yeniydim ve bu konuda yeterince iyi sayılamayacağım gibi, sorun çözmekte de pek becerikli değildim. Önce ne diyeceğimi bilemedim, bu yüzden de onu duymamış gibi davrandım ve ne dediğini sordum, ama sorusunu bir yanıt almayı geçiştirmeyecek kadar içtenlikle sormuştu; bu yüzden de tıpkı yukarıdaki gibi, kırık dökük sözcüklerle yineledi. Bu kez kendimi bir nebze toparlamıştım ve ona şöyle dedim: "Tanrı en sonunda onu ağır biçimde cezalandıracak; hüküm gününü bekliyor ve hiç sönmeyen ateşlerde yansın diye onu dipsiz kuyuya atacak." Bu Cuma'yı tatmin etmedi; "Sonunda cezasını bulacak!" anlayabilmek için sözlerimi yineleyerek bana döndü; "İyi de niçin şeytanı şimdi öldürmemek; neden daha önce öldürmemek?" "Sen aynı şekilde şöyle de sorabilirsin," dedim, "Ona karşı gelip kötü şeyler yaptığımızda Tanrı seni ya da beni niye öldürmüyor? Tövbe edip bağışlanalım diye esirgiyor bizi çünkü." Bir süre bunu zihninde evirip çevirdi. "Peki, peki," dedi epey sarsılmış bir halde, "Buna peki; demek ki sen, ben, şeytan, hepimiz kötü, hepimiz esirgenmek, tövbe etmek, Tanrı da hepsini bağışlamak." Bu noktada yine lafı ağzıma tıkamıştı ve bu da benim için, doğada olup bitenlerin aklı başında kişileri bir Tanrı bilgisine, yaradılışımız gereği Tanrı'nın yüce varlığına tapınıp sığınmaya yöneltse de, İsa Mesih'in öğretisini ve İncil'in kılavuzluğunda bize bahşedilen kurtuluşu, ancak ilahi bir ilhamın biçimlendirebileceğinin bir kanıtı oldu. Yani halkına kılavuzluk etsin, kutsasın diye indirilen efendimiz ve kurtarıcımız Yüce İsa'nın İncil'i, yani Tanrı Kelamı, kesinlikle Tanrı'nın kurtarıcı bilgisi ve kurtuluşun yolları bakımından insanoğlunun ruhuna yol gösterici bilgilerle doludur.
Böylece ben de sanki aniden dışarı çıkmamı gerektiren bir şey varmış gibi aceleyle yerimden doğrulup, adamımla aramızdaki tartışmayı saptırdım; ardından da onu uzakça bir yere bir iş görmeye yollayıp Tanrı'ya beni, bu zavallı vahşinin ruhunu kurtarmam için doğru şeyler öğretmeye kadir kılsın diye, yol göstericiliğiyle zavallı cahil yaratığın yüreğine Tanrı bilgisinin ışığını salmak, kendisini Tanrı düşüncesiyle uzlaştırmak için yardım etmesi ve bana da bilincini uyandırabilecek, gözlerini açacak ve ruhunu kurtaracak Tanrı Kelamı'nı aktarmakta yol göstermesi için ciddiyetle dua ettim. Yeniden yanıma geldiğinde ona, insanoğlunun yeryüzünün kurtarıcısı tarafından kurtarılması ve Tanrı'dan merhamet dileme, İsa Mesih'e inanış gibi, Tanrı tarafından indirilmiş Kutsal Kitap'ın öğretileri üzerine sıkı bir vaaz çekmeye giriştim. Sonra da becerebildiğim kadarıyla ona kutlu Kurtarıcımızın neden melek soyundan değil de İbrahim Peygamber'in tohumundan yaratıldığını ve bu yüzden de düşmüş meleklerin kurtuluşta payları olmadığını, İsa'nın yalnızca İsrailoğullarının kayıp koyunlarıyla benzerlerine gönderildiğini açıkladım.
Tanrı biliyor ya, bu zavallıcığın eğitiminde uyguladığım yöntemlerin hepsi bilgiden çok içtenliğe dayalıydı ve itiraf etmeliyim ki inandığım her şey, önünde açıkça olup biten şeylerle aynı ilkeye dayanıyordu; bilmediğim ya da daha önce pek üzerinde düşünmediğim ama arayış içindeyken doğal olarak aklıma geliveren şeyleri bu zavallıyı bilgilendirmekte kullandım ve bu sayede de bu meseleleri daha önce hiç hissetmediğim bir sevgiyle kurcaladım. Bu zavallı, sefil vahşinin işime yarayıp yaramaması bir yana, bana gönderilmiş olduğu için şükredecek başka yığınla nedenim vardı: Üzüntüm hafiflemişti, barınağım gözüme son derece rahat gözükmeye başlamıştı ve mahkûm olduğum bu münzevi yaşam üzerinde düşününce kendim de duygulanıp gökyüzüne bakmakla, beni buraya getiren eli aramakla kalmamış, yazgının cilvesiyle zavallı bir vahşinin yaşamını ve ruhunu kurtarıp, ona yaşamı sonsuz kılan İsa'yı tanıyabileceği biçimde din bilgisi verip bunu Hıristiyan öğretisini aşılayacak bir araç haline gelmiştim. Demem o ki, bütün bunlar üzerinde düşündüğümde ruhumun her yerinde gizli bir sevinç dolaşıyor ve eskiden buraya getirilmemi başıma gelebilecek belalar içinde en korkuncu diye düşünüp dururken artık sıklıkla buna seviniyordum.
Geri kalan tüm zamanımı bu minnettar ruh hali içinde geçirdim ve burada birlikte mükemmel biçimde ve elbet bu koşullar altında tam mutluluk diye bir şey mümkünse, tam bir mutluluk içinde geçirdiğimiz üç yıl boyunca Cuma'yla saatler süren konuşmalarımız da aşağı yukarı buna benzer şeylerdi. Bu vahşi artık iyi bir Hıristiyan olmuştu, belki benden bile iyi; her ikimizin de huzurlu ve kendini bulmuş tövbekârlar olmamızı umuyor, Tanrı'dan bunu diliyordum. Burada okumak için Tanrı Kelamı'na sahiptik ve Tanrı'nın bize yol gösteren varlığı, İngiltere'de olduğundan daha uzağımızda değildi.
Ona kutsal metni okurken okuduğum şeyin anlamını kavrayabilmesi için elimden geldiğince çaba gösteriyordum; o da ciddi merakı ve sorgulamalarıyla beni tek başıma okuduğum zamanlarda hiç olmadığım kadar iyi bir din bilgini olmaya yöneltiyordu. Burada dile getirmeden geçemeyeceğim, yaşamımın bu münzevi kısmındaki deneyimimden çıkarttığım bir başka şey de, Tanrı bilgisinin ve İsa tarafından kurtarılma öğretisinin sonsuz ve anlatılamaz bir kutsanma olduğunun, Tanrı Kelamı'nda açıkça belirtilmesi ve ulaşılıp anlaşılması son derece kolay kılınmasıydı. Kutsal metni yalın biçimde okumam bile beni günahlarımdan dolayı içtenlikle tövbe etmeye, yaşamla ruhun kurtuluşu için bir kurtarıcı aramaya, fiili bir dönüşüm geçirmeye ve Tanrı'nın bütün buyruklarına uymaya yöneltiyor, bu ödevimin yeterince farkına varmamı sağlıyor ve herhangi bir öğretmen ya da yol göstericinin, yani bir insanı kastediyorum, yokluğunda da gerçekleşiyordu. Aynı yalın bilgi bu vahşi yaratığın aydınlanmasını ve onun ömrümde pek az dengini gördüğüm kadar Hıristiyan olmasını da sağlıyordu.
Dünyada din hakkındaki bütün çekişmelere, kavgalara, çatışmalara ve iddialara gelince, kilise yönetiminin öğretileri ya da buyrukları ne kadar güzel olursa olsunlar bunların hiçbirisi bizim işimize yaramıyordu ve görebildiğim kadarıyla da dünyanın geri kalanı için de bu böyleydi. Bize cennetin kapılarını açan mutlak bir kılavuza, yani Tanrı Kelamı'na sahiptik ve Tanrı'ya şükürler olsun ki kelamıyla bize öğretip yol gösteren, bizi gerçeğe götüren ve bizi kelamının buyruğuna uymamız için hem gönüllü hem de itaatkâr kılan Kutsal Ruh da bizimleydi. Ben dünyada bu kadar karışıklığa yol açan, dinin tartışmalı noktalarının bilgisine en mükemmel biçimde sahip olsaydık bile, bunun bize zerre kadar faydası olmayacağını düşünüyordum. Ama olayları sırasıyla anlatmalı, her şeyi yerli yerinde ele almalıyım.
Cuma ile birbirimizi daha yakından tanıdıktan ve o da benim kendisine söylediğim hemen her şeyi anlayıp, kırık dökük bir İngilizceyle de olsa son derece akıcı biçimde benimle konuşmaya başladıktan sonra ona kendi hikâyemi, en azından buraya gelişimle ilgili olan kısmını, burada nasıl ve ne kadar süre yaşadığımı anlattım. Ona gizemli gelen barut ve kurşunun sırrını açıklayıp nasıl ateş edileceğini öğrettim. Ona bir bıçak verdim, buna çok sevindi; sonra da ona İngiltere'de kullandığımız kemerlere benzeyen bir kemer yapıp bir de ilik açtım ve bu iliğe assın diye, ona bazı durumlarda bir silah kadar iyi, başka durumlarda ise çok daha faydalı olabilen bir de nacak verdim.
Ona Avrupa kıtasını, özellikle de memleketim İngiltere'yi tarif ettim; nasıl yaşadığımızı, Tanrı'ya nasıl ibadet ettiğimizi, birbirimize nasıl davrandığımızı ve dünyanın her yanında gemilerle nasıl ticaret yaptığımızı anlattım. Ona bindiğim geminin enkazını tarif ettim ve yattığı yeri olabildiğince yakından gösterdim ama enkaz çok önce tümüyle dağılmış ve yok olmuştu. Gemiden kaçtığımız zaman bindiğimiz, o zaman bütün gücümle uğraşıp kendi başıma yerinden kımıldatamadığım, şimdi ise tümüyle parçalara ayrılmış batık sandalın kalıntılarını da gösterdim. Bu sandalı görünce Cuma bir süre durup düşüncelere daldı ve hiçbir şey demedi. Ona ne düşündüğünü sordum. Sonunda, "Ben görmek böyle bir sandal, yurduma gelmek," dedi.
Bir süre onu anlayamadım ama üstünde yeniden düşününce, sonunda bizimkine benzeyen bir sandalın onun yaşadığı ülkede kıyıya yanaştığını anladım; açıklamasına göre bu sandal oraya hava durumu nedeniyle sürüklenmişti. Hemen bir Avrupa gemisinin onların sahilinde batmış ve sandalın gevşeyip kıyıya sürüklenmiş olması gerektiğini aklımdan geçirdim, ama kalın kafalılığımdan enkazdan kaçan adamların oraya varmış olabilecekleri aklımın ucundan bile geçmedi; bu yüzden de yalnızca sandalın ayrıntılarının peşine düştüm.
Cuma bana sandalı güzelce tarif etti; ancak heyecanla "Biz beyaz adamları boğulmaktan kurtarmak," dediğinde durumu kavradım. Hemen sandalda onun dediği gibi beyaz adamlar olup olmadığını sordum. "Evet," dedi, "Sandal beyaz adam dolu." Kaç kişi olduklarını sordum. Parmaklarıyla on yedi olduklarını gösterdi. Sonra başlarına ne geldiğini sordum. Bana, "Onlar yaşamak, benim ülkede yerleşmek," dedi.
Bu durum aklıma yeni düşünceler getirdi, çünkü derhal bunların benim adamın, artık burasını böyle adlandırıyordum, karşısında batan geminin adamları olabilecekleri aklıma geldi; bunlar gemi kayaya bindirdikten ve kaçınılmaz biçimde batacağı anlaşıldıktan sonra kendilerini sandala atmışlar ve o vahşi ülkeye, vahşilerin arasına ayak basmışlardı. Bunun üzerine, bu adamların başlarına gelenler konusunda onu daha sıkı sorguya çektim. Hâlâ yaşadıklarına beni temin etti; yaklaşık dört yıldır oradaymışlar, vahşiler onlara ilişmemiş ve yaşamlarını sürdürmeleri için yiyecek vermişlerdi. Nasıl olup da onları öldürüp yemediklerini sordum. "Hayır, onlar kardeş olmak," dedi ki bunun bir ateşkes anlaşması anlamına geldiğini kavradım ve ardından da ekledi, "Yok onlar yemek adamları, savaş kavga olmadan." Bunun anlamı da, savaşmazlar ve tutsak almazlarsa hiçbir insanı yemedikleriydi.
Bu olaydan epeyce bir zaman sonra, bulutsuz bir günde anakara ya da Amerika kıtasını keşfettiğim tepenin üstündeydik; Cuma özlemle anakaraya doğru bakarken birden sevinçle sıçrayıp dans ederek, uzağında olduğumdan bana seslendi. Ne olduğunu sordum. "Ah, sevinmek!" dedi, "Memnun olmak! Orada görmek benim ülke, benim halk!"
Yüzünde olağandışı bir sevincin belirdiğini ve gözlerinin parladığını gördüm, yüzünde sanki yeniden kendi ülkesinde olmak istiyormuşçasına garip bir heves vardı. Bu gözlemim, başlangıçta yeni adamım Cuma'ya eskisi kadar rahat davranmama engel olan derin düşüncelere dalmama neden oldu; Cuma'nın kendi halkının arasına dönebilse yalnızca dinini değil, bana karşı yükümlülüğünü de unutacağından, hemşerilerine benimle ilgili bilgi vermekten geri kalmayacağından, yüz ya da iki yüz kadarıyla geri gelip tıpkı savaşta ele geçirdikleri düşmanlarına yaptıkları gibi, benimle kendilerine güzel bir ziyafet çekeceklerinden hiç kuşku duymuyordum.
Ama bu zavallı, dürüst yaratığa haksızlık ediyordum, bunu sonra büyük bir üzüntüyle anlayacaktım. Bununla birlikte kıskançlığım artıp birkaç hafta sürdüğü için ihtiyatlı davrandım; ona karşı eskisi kadar yakın ve kibar değildim. Bunda da hatalıydım, aklına hiç böyle şeyler getirmeyen namuslu, minnettar zavallı yaratık, sonradan memnuniyetle kavradığım üzere hem dindar bir Hıristiyan, hem de değerbilir bir arkadaş olarak erdemli davranışlarını sürdürdü.
Kıskançlığım sürerken, aklından geçirdiğinden kuşkulandığım yeni düşüncelerden herhangi birini keşfetmek için her gün ağzını aradığımdan emin olabilirsiniz. Fakat söylediği her şey öylesine dürüst ve masumcaydı ki kuşkularımı besleyecek hiçbir şey bulamadım, bütün huzursuzluğuma karşın sonunda beni tümüyle kendisine inandırdı; huzursuzluğumu hiç anlamadığından beni aldattığına yönelik herhangi bir kuşku da duyamadım.
Denizde hava puslu olduğundan anakarayı göremediğimiz bir gün aynı tepede yürürken ona, "Cuma, kendi ülkende, kendi halkının arasında olmayı dilemiyor musun?" dedim. "Evet," dedi, " Ben çok mutlu olmak halkımla olmaktan." "Ne yapardın orada?" diye sordum. "Yeniden vahşileşir, insan eti yer ve daha önceki gibi bir vahşi olur muydun?" Gayet ciddi bir şekilde kafasını salladı, "Hayır, hayır, Cuma onlara iyi yaşayın der, Tanrı'ya dua edin der; mısır ekmeği, hayvan eti, süt yiyin der; bir daha yok insan yemek." "Bak sen, o zaman da onlar seni öldürür," dedim. Bunu ciddiyetle düşündü ve ardından, "Hayır, hayır, yok öldürmek onlar beni, öğrenmeyi sevecek onlar," dedi. Öğrenmeye heveslenecekler demek istiyordu. Sandalla gelen sakallı adamlardan da çok şey öğrendiklerini ekledi. Ardından ona, onların arasına geri dönüp dönmeyeceğini sordum. Buna gülümsedi ve o kadar uzağa yüzemeyeceğini söyledi. Ona, kendisi için bir kano yapabileceğimi söyledim. Eğer ben de gelirsem gideceğini söyledi. "Ben de mi gideyim?" dedim, "Oraya gidersem beni yerler." "Hayır, hayır," dedi, "Ben izin vermemek onlara seni yemeye; ben izin vermek onlar çok sevmek seni." Onlara, düşmanlarını nasıl öldürdüğümü ve hayatını nasıl kurtardığımı anlatacağını ve böylece onların da beni sevmelerini sağlayacağını söylemeye çalışıyordu. Ardından bana, becerebildiği kadarıyla, canlarını kurtarıp karaya çıkan on yedi beyaz adama ya da onun dediği gibi sakallı adamlara ne kadar iyi davrandıklarını anlattı.
İtiraf etmeliyim ki bu andan başlayarak girişimde bulunmayı ve İspanyol ya da Portekizli olduklarından kuşku duymadığım o sakallı adamlara katılıp katılamayacağımı anlamayı kafaya koydum. Eğer oraya varabilirsem, orasının kıta olması ve benim karaya kırk mil uzaktaki bir ada yalnız ve yardım almaksızın yapabileceğimden daha iyi koşullarda, iyi bir ekip oluşturmakla oradan kurtulacak makul yöntemler bulabilirdik. Böylece birkaç gün sonra karşılıklı konuşarak Cuma'yı yeniden işe başlattım ve ona kendi ülkesine dönebileceği bir sandal vereceğimi söyledim, bu nedenle onu adanın öbür yanında bulunan yelkenlimin yanına götürdüm; içindeki suyu boşalttıktan sonra (çünkü onu her zaman suya batırıyordum) getirip Cuma'ya gösterdim ve ikimiz de sandala bindik.
Onun sandal idaresinde ne kadar becerikli olduğunu ve benim kadar hızlı gidebildiğini fark ettim. Böylece sandala bindiğinde ona, "Pekâlâ Cuma, şimdi halkına gidecek miyiz?" dedim. Bu sözlerim üzerine apışıp kaldı; belli ki sandalın o kadar uzağa gidemeyecek kadar küçük olduğunu düşünüyordu. Ardından da ona daha büyük bir sandalım olduğunu söyledim; böylece ertesi gün, yaptığım ama suya indiremediğim ilk sandalın yattığı yere gittim. Bunun yeterince büyük olduğunu söyledi, ama bu kez de berbat halde olduğunu gördük; sandala hiç özen göstermediğimden ve orada yirmi iki, yirmi üç yıl kadar yatıp durduğundan güneş onu çatlatıp kurutmuştu. Cuma bana bunun gibi bir sandalın çok işe yarayacağını ve onun deyimiyle, "Çok yeterli yiyecek, içecek, ekmek" taşıyacağını söyledi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro