Korkuları Aşmak
Şarkı: Linkin Park - Leave Out All The Rest ♥️
Benim Tunç'un evinde çığlık kıyamet canıma kıymayı denediğim 10 Mayıs günü Atlas, dünyanın ana tanrıçası adı verilen Chomolungma'da zirve tırmanışına başlamıştı.
Sevdiğim adam, insanın limitlerini zorlayan manevi yolculuğunda adım adım yükselirken ben, yükseklerden inen bir çığ misali gittikçe artan bir hızla düşüyordum.
Zirve tırmanışı için hem manevi anlamda hem de fiziksel olarak güçlü bir beden, kararlılık, sebat, tutku ve tecrübe gerekiyordu. Bunların hepsinin onda mevcut olduğunu birinci elden tanımış, deneyimlemiştim. Geriye kalan, hesaplanması mümkün olmayan bir unsur olan şanstı ve o da Atlas'tan yanaydı. Tırmanışta hava koşulları son yılların en iyisiydi. Birlikte gittiği ekipten birkaç dağcı ciddi ölüm tehlikesi atlatmış fakat kimse ölmemişti. Ekibin yarısına yakını zirveyi görmüş, geri kalanlar ise bazı teknik sebeplerle ve sağlık sebepleriyle yarıda bırakmıştı. İçinde bulunduğu ortamın moral motivasyonu genel olarak oldukça yüksekti.
Bütün bunları benimle, 8848 m yükseklikteki zirveye ulaşmasından iki gün sonra döndüğü ileri ana kampta uydu telefonuyla yaptığı kısacık bir aramada paylaştı. Kulağıma dolan sesi tüm haklı sebepleriyle birlikte o kadar heyecanlı ve o kadar mutluydu ki, ben de ondan bana yansıyan bu heyecanla birlikte içinde bulunduğum kötü psikolojiyi unuttum. Birdenbire olduğum yerde zıplamaya, ellerim ağzımda sevinç çığlıkları atmaya başladım.
"Everest'in zirvesine ulaştın! Aşkım sen yirmi dört yaşında dünyanın en yüksek noktasına tırmandın!"
Elbette onun da farkında olduğu bu gerçeği bilinçsiz bir coşkuyla sayıklıyordum çünkü ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım kulağa hala çok güzel ve bir o kadar da inanması güç geliyordu. Aramızda kuş uçuşu on binlerce kilometre mesafe ve tam olarak deniz seviyesinde olan bana göre 6400 m yükseklik olmasına rağmen pırıl pırıl gelen ses tonu ve keyifli gülüşleri hayat veren bir soluk gibiydi. Dakikalar içerisinde yerden göğe kadar mutluydum.
Oysa içine düştüğüm dehlizde yankılanıyordu sesim, bu koyu, kopkoyu ve ne berbat bir çelişkiydi.
Aşk ve nefret; birbirini acıtan ve aynı zamanda birbirini tamamlayan iki parçasıydı aynı bütünün. Atlas'a dair duygularım her zaman bir uçtan bir uca sürüklenip durmuştu. Fakat hiçbir zaman şimdi olduğu kadar yakıcı, birbirini bileyleyen boyutlara ulaşmamıştı. Son günlerde, her gece kalbimde aşkıyla ve ona dair inancımla birlikte uykuya dalmış, her sabah acaba'larla dolu anksiyete krizleriyle, karın ağrıları içerisinde kıvranarak uyanmıştım. Benim sevdiğim adam, sadece nefret ettiğim bir adamın oğlu değildi. Bir ihtimal daha vardı ve o hepsinden beterdi. İki gün önce o nefret ettiğim adamın bir diğer oğlu, hiç bilmediği gayrimeşru çocuğu Tunç önüme yenilmez yutulmaz bir olasılık sunmuştu, o günden beri Atlas'ın sesini duyana kadar kendime gelebildiğim söylenemezdi. Fakat artık içimde yükselen bir ses vardı, hep kuytularda duran, yüzeye çıkmak için umut kollayan o ses Atlas'ın hiçbir şekilde herhangi bir insana zarar veremeyeceğini söylüyordu -değil ki babama. Ve ben o sese inanmayı tüm kalbimle istiyordum.
Telefonu kapattığımız anda ruh halimdeki keskin değişim beni yıpratan boyutlardaydı. Sevdiğim adam, bir insanın ömründe ulaşabileceği en büyük zaferlerden birini kuşanmış halde eve dönüş yoluna geçerken manik depresif bir tempoyla gökten yerlere düştü sevincim. Bana kalan karmaşalarım, yüzleşmekten kaçınmayı tercih edeceğim derecede yoğundu. Atlas'la geçmişi konuşmaya hiçbir zaman geleceği arzuladığım kadar hazır olamayacaktım fakat artık kaçınılmazın da onunla birlikte adım adım yaklaştığını görebiliyordum.
Zamanın görünmez ipleriyle bağlıydık birbirimize. Atlas ve ben, henüz birbirimizden habersizken bile yaklaşmaktaydı adımlarımız birbirine. Henüz çocukken aynı yerlerde farklı zamanlarda, az mı bulunmuştuk hiç bilmeden?
On beş yaşındaki Atlas, yan yana yürüdüğü babamın anlattıklarını dinlerken yana eğdiği başıyla, ciddi yüzüyle, gözlerinde hayranlık dolu bir ifadeyle babama bakıyordu. On yaşındaki İpek, babasının elinden tutarak seke seke yürüdüğü bir doğa gezisinde yanında dev bir silüet gibi duran babasına hayranlıkla bakıyordu.
Babamın Atlas'ın başarısıyla ne kadar gurur duyacağını düşünüyordum. Tunç'un evinde izlediğim videoda gördüğüm babam yanındaki gencin başarısıyla sonuna kadar gurur duyardı. Ve benim için o video aslında orada son buluyordu. Ne bugün ne de ileride dahasını izlemeyi kaldırabileceğimi sanmıyordum. Peki ya duymayı?
Aklımı kemiren sorgular içerisinde yanıp tutuşurken düşüncelerim hiç gitmemesi gereken uçlara ulaşıyordu. Elimde değildi, düşünmeye engel olamıyordum. Belki de diyordum, vakti zamanında Timur'a aşık olan Sude'nin oğlu Timur'un kızına hiç aşık olmamalıydı.
Ve elbette Timur'un kızı da Kenan'ın oğluna hiç aşık olmamalıydı.
Sevmeselerdi birbirlerini, hem de ömürlerini adayacak kadar sevmeselerdi belki herkesin gidebilecek başka bir yolu olurdu ve yaklaşmakta olanı daha az hasarla atlatabilirlerdi.
*******************
Kapının zili çaldı.
Ocaktaki yemeğin altını kapattım. Portmantodaki aynada görüntüme baktım. Kapüşonlü yeşil bir sweatshirt altına siyah tayt giymiştim. Dalgalı saçlarım yüzümün iki yanına dökülüyordu. Atlas havalimanına gelmemi değil onu evimizde karşılamamı istemişti. Farketmeksizin kendimi ona hazırladığım derin bir nefes alarak Everest'in zirvesinden dönen kocamı karşılamak üzere kapıyı açtım.
Tam karşımdaydı. Yüzünde iki aylık sakalı, öne dökülen gür kumral saçları, yeşil, kahve ve kızılların dans ettiği gözleriyle...ciddi, suratsız suratında beni büyüleyen bakışlarıyla... o muhteşem gözler sıcacık bakıyordu. Soğuk bir kış günü sığınılan sıcacık bir ev gibi. Karlar altında insanın içini ısıtan bir kupa dolusu sıcak çikolata gibi. Sarılıp sarmalanılan konforlu bir battaniye gibi... sıcacık... Özlemiyle yoğrulan kalbim bakışlarının etkisiyle öyle bir kanatlandı, öyle bir büyüdü ki içimde, ne kontrol edebildim ne de söz geçirebildim. Karşısında ilk anda tutuldum kaldım. Ve bu hep böyle oldu diye düşündüm, gitmeye çabaladığım her defasında beni varlığına daha da bağımlı kılan varlığım. En büyük korkularım ve en büyük mutluluklarım. Bu hep böyle oldu, hep de böyle olacak ve ben senden asla gidemeyeceğim.
Kalbim patlarcasına bir hızla çarparken heyecanımı hisseden sevgilimin yüzünde en karanlık geceyi bile aydınlatacak kadar geniş bir gülümseme belirdi, o anda çözülerek kollarına atıldım. Yüzümü boynunun kuytusuna gömdüm, tenine olan hasretimin ateşini körükleyen bir öpücükle birlikte kokusunu ciğerlerime doldurdum. Nasıl özlemekti bu ama nasıl özlemekti? Kollarının arasında, yüzüm, gözüm, saçlarım ve gözyaşlarım Atlas'a bulanmış bir haldeyken içim sımsıcaktı. Eriyordum...bana hissettirdikleri yüzünden eriyordu içim. Benim dağıldığım gibi o da dağılmıştı beni kollarına aldığında. Daha kapının eşiğini geçememişken birbirimize geçmiştik. Şöyle hafifçe bir geri çekildi beni uzaklaştırmadan, yüzüme bakmak istemişti. Saçma sapan bir duygusallıkla baştan aşağı ürpererek ağlıyordum tabi ki.
"Bebeğim." dedi masumane bir tavırla gözlerini gözlerime kenetlerken kafasını yana eğdi. Kalbim kanatlarını büktü o an. Gülünce kısılan gözleri ne güzeldi. "Ağlamasana ben geldim." dedi.
Sen geldin ve beni benden aldın. Sen geldin hayatıma ve benden yeni bir ben yarattın. Tahtaya çakılan bir çivi gibi saplandın kalbime, bir gün seni söküp atsam bile, bir daha asla eskisi gibi olamayacağımı biliyorum. Bu kaderi biz yazmadık ve biz yönetmiyoruz, biliyorum. Bugünse seni sevmemin vakti, seni bugün sonsuza kadar seveceğim. Bir geleceğimiz varsa ve o gelecekte mutluysak ben seni o gelecekte de sonsuza kadar seveceğim. Bir geleceğimiz yoksa, bugünün yarını yoksa, biliyorum, biliyorum ki ben seni yine de...yine de... çünkü benim kalbim bir tek seni tanıdı, bir tek sana sığındı. Bu yüzden...
"Hoş geldin."
Karanlıklarımın içinde aydınlık olmaya, aydınlıklarımı karanlığa boyamaya, benimle birlikte ölmeye ve benimle birlikte sağ kalmaya ve yıkılmaya, gerekirse daha çok yıkılmaya ve yalanlara ve doğrulara ve acılara ve kederlere ve sırlara hoş geldin.
Beni de kanatlarının altında sürüklediği bir büyük adımla evin içine girdi, çantasını kapının girişinde yere bıraktı, ayağının gerisiyle kapıyı kapattı ve az önceki sahte masum tavrına tamamen zıt, neredeyse vahşi bir isteklilikle beni kucağına aldı. Ve bunun acılarımı söküp atacak tek yöntem olduğunun bilinciyle ben de bacaklarımı beline kenetlemekte bir an bile zaman kaybetmedim. Kollarımı boynuna doladım, ensesine değdi parmak uçlarım. Parmak uçlarımın doğrultusunda uysalca yüzüme doğru eğildi başı. Önce gözlerimiz birleşti ardından dudaklarımız. Nefes almak kadar büyük bir ihtiyaçla içime çektim soluğunu. Tüy gibi hafif hissediyordum kollarında. Elli küsür kiloluk sırt çantasıyla Everest'e tırmanan bir adam için beni kucağında taşımak fazla zor olmasa gerekti. Sırtımı duvara yasladığında duruşumu destekleyerek bedenimi iyice bedenine bastırdı. Üstündeki herşeyi çıkarıp atmak ve teniyle hasret gidermek için yanıp tutuşuyordum. Fakat vakit kaybetmeden hızlı bir bütünleşmeye de itirazım olmazdı.
"Çok gurur duyuyorum seninle." diye sayıkladım soluğum soluğuna karışırken. "Çok ama çok..." Bir nefeslik sürede ayrılan dudaklarımız birleşti. Yeniden ayrıldı. Sesim düştü düştü kırıldı parçalandı."...ama çok özledim."
"Ya ben?" dedi kocaman bir iç çekerek. "Ya ben! Tükendim özleminden."
Gözlerinin içine baka baka hafifçe geriye verdim sırtımı. Bacaklarımın belindeki tutunuşunu sıkılaştırdım. Bu ona, beni tutmakla meşgul ellerini özgür kullanma imkanı tanıdı. Bu sayede taytımı yeteri miktarda sıyırabildi. Onun üzerindeki eşofman engelinden kurtulmak daha kolaydı. Ve hepsi bu kadardı. Temasını hissedebiliyordum ve hissettiğim tutkunun şiddetinden içim titriyordu.
Ellerimle omuzlarından güç alırken beni yavaşça havaya kaldırdı, sonra üzerine indirdi. Bir an için gözlerim karardı. Geçici bir körlük anı gibiydi yine de gözlerine tutundum. Yüzümdeki ifadelerin hiçbirini kaçırmak istemezcesine dikkatle bakıyordu ve o gözlerde beni delirten bir arzu, bütünleyen bir aşk vardı. İlk andaki yavaşlığını biraz sürdürdü. Kontrollü tavrı yüzünden beynime vuran bir etkiyle an be an eriyor, sıvılaşıyordum adeta. Yetmeyen, yetemeyen, daha fazlasını isteten yavaşlığı yerini alıştığım kontrolsüz bir sertliğe bırakırken dudakları da şiddetle dudaklarıma kapandı. Hızlanan ritmiyle aklımı uçurması çok zaman almadı. Boğuk çığlıklarım dudaklarının arasında can bulurken hiç durmadı. Ne zamanki yeniden soluk alıp vermeye başladım, işte o zaman durdu.
"Neden durdun?" dedim şaşkınlıkla. Gülümseyerek hafifçe çenemi ısırdı.
"Ben böyle gelmeyeceğim." dedi. Teması kesmeden hala kucağındayken beni salona taşıdı. Koltuğun üzerine yatırdı. Çok kısa süren bedensel ayrılığımız esnasında fazlalık giysilerimizden kurtulduk. Tırmanış esnasında kilo kaybetmişti, buna rağmen sımsıkı vücudu öylesine kusursuzdu ki, yattığım yerden onu izlemek bile başlı başına bir tutkuydu. Ve sonra üzerime eğildiğinde kollarının arasında küçücük kaldığımı hissettim. Bütünleşmek kelimenin tam anlamıyla bir bütündü. Aramızda santimlerle bile mesafe kalmasına dayanamıyordum. Tenimi ürperten sakallarla kaplı güzel yüzünü ellerimin arasına alarak kendime doğru çektim.
"Dudaklarına bayılıyorum." dedim. Dudaklarımız yeniden birleştiğinde tam anlamıyla birleşti bedenlerimiz, çok geçmeden yeniden gökteki yıldızları saymaya başlamıştım. O nasıl sabrediyordu bilmiyordum, ikinci kez yükseklere taşınırken ben kesinlikle dayanamıyordum fakat bitmesini de istemiyordum. Tırnaklarımı sapladığım sırtını sanki bedenini tamamen içime katmak istercesine tüm gücümle kendime doğru çektim. Ön sarsıntılarla titremeye başlamıştım ki bir kez daha durdu. Zevkten değil bu kez yoksunluktan kıvrandım. Çok yakındım, gerçekten çok yakın ve bu şekilde durdurulmak dayanılmazdı.
"Şimdi olmaz!" diye söylendim. Söylenişime güldü ardından tam gaz devam ederek istediğimi elde etmeme izin verdi. Ve ben kayalara çarpan kopkoyu bir derin deniz dalgası misali şiddetle, gözlerinin içine baka baka, ona çarpa çarpa parçalandım. Yeniden kendime gelebilmem bu kez biraz daha fazla zaman aldı, o bu esnada iradesine hayran bırakan bir yavaşlıkla hareketini sürdürdü. Gözlerimi yeniden odaklayabildiğimde,
"Şimdi olur mu peki?" diye sordu. Kısıtlı tecrübelerime rağmen sorusu hayatımda duyduğum en erotik cümleydi. Tüm varlığımla onu tatmin etmek istiyordum. Fakat konuşabilecek durumda değildim, hala kesik kesik nefesler alıyordum, kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Pratik ve hızlı bir hamleyle beni tam tersime çevirdi. Koltuğun üstünde, ellerim ve dizlerimden destek alarak doğruldum. İki elini kalçalarıma dayadı.
"İpek..." diye sayıkladı üstüme eğilirken. "O kadar güzelsin ki..." Saçlarımı tek bir tarafta toplarken boynumun açıkta kalan sol tarafından başlamak üzere tüm sırtıma öpücükler kondurdu. Ensemden itibaren tüm tüylerim diken dikendi. Dizlerim titriyordu. Bu gücün nereden geldiğini bilmiyordum ama ona bir türlü doyamıyordum. Bir kez daha bedenlerimiz bütünleşirken baştan ayağa ürperdim.
Sırtımı gövdesine yasladığında yeniden kavuştuğum sesimle, "Bu senin." diye fısıldadım. "Benimle istediğini yapabilirsin. Bu seferki tamamen senin."
"Demek öyle." dedi keyifli bir tonla. Becerikli elleri beni mahvetmeye and içmişçesine zulmüne devam ederken aslında bir kez daha gelebileceğimi hissediyordum ama kendime sözümdü bu sefer onundu. Bu yüzden kendimi koyvermedim. Belimi iyice eğdiğinde kalçalarım yükseldi, yüzümse koltuğun yüzeyiyle buluştu. Sırtımdaki parmaklarının tenimi iz bırakacak kadar sıkı kavradığını kendisi muhtemelen farketmiyordu. Son birkaç sert darbenin ardından adımı sayıklayarak üstüme yığıldığında ben de artık tutmayan dizlerimin üstüne devrildim. İkimiz birlikte neredeyse koltuktan aşağı düşecektik o anda ve bu çok komikti.
Eliyle koltuğun başlığını kavrayarak kendi düşüşünü engellemişti. Beni de diğer eliyle yakalayarak son anda düşmekten kurtardı. Bırak kendimi düşmekten korumayı benim daha fazla kıpırdayacak halim kalmamıştı.
"Pertin çıktı." diye gülerek koltuğun üstünde yan döndü, beni de üstüne çekti. Hiç itirazsız şekilde göğsüne sığındım.
"Bana göre çok dayanıklısın ve tahmin edemeyeceğin kadar da ağırsın." diye tatlı tatlı söylendim.
"Sen çok minyonsun." diye karşılık verdi.
"Değilim."
"Hiçbir sözünü tutmamışsın. Protein ağırlıklı beslenecek, kilo alacaktın. Kaslarını sıkılaştıracaktın."
"Spor yapsam da yapmasam da görüntüm değişmiyor." diyerek kendimi savundum.
"Beni mi kandırıyorsun?" diye sordu. Adam Everest'in zirvesinden dönmüştü. Vücudunda işe yaramayan tek bir kas grubu yoktu. Yani belli ki kandıramıyordum.
"Biraz çalıştım, hiç çalışmadım denemez." dedim.
"Belli; biraz." diye söylendi. Elinin tersini bacaklarımda gezdiriyordu. "Kollarında ve bacaklarında morluklar var. Ben geliyorum diye birden aşırı mı yüklendin kendine?"
İstem dışı şekilde gerildim. O morluklar Tunç'un evinde yaşanan olayın hatıralarıydı. Hatta bir çoğuna kendime zarar vermemem için beni zaptetmeye çalışan Tunç sebep olmuştu. Böyle bir şey Atlas'ın aklına hayaline gelmezdi tabi.
"Seninleyken daha iyi çalışıyorum." diye geçiştirdim.
"İyi de ziyan olan zamanı nasıl telafi edeceğiz şimdi? Pobeda'yı bu fizikle çıkaramazsın."
"Kendime güveniyorum." diyerek geçiştirdim bir kez daha. Sıkıntılı bir soluk bıraktı. Kafamı kaldırdığımda yüzünde çatılmış kaşlar gördüm.
"Sana şaka gibi geliyor herhalde ama bu işin şakası yok."
"Olmadığının farkındayım. Başka bir gün tartışamaz mıyız? Cidden daha eve yeni girdin! Şu an için farklı planlarım var benim." dedim. Ruh hali derhal değişirken kaşları havalandı.
"Sahiden mi?" diye sordu. Aslında daha çok yeniden mi der gibiydi. Hep onun bana yaptığı bir şakayı tekrarlamak istemiştim.
"Yemek yemek gibi." dediğimde güldü.
"Sen ne istersen ben onu yaparım." dedi. Ben de güldüm.
"Senin için yemek hazırladım. Aç mısın?"
"Ben hep açım."
Homurdandım.
"Bendeki de soru."
Oysa yemek için dahi yerimden kıpırdamak istemiyordum. Çıplak tenlerimiz birbirine değiyordu. Nefes aldıkça yükselip inen sıcak gövdesine sarılarak uzanmanın, yüreğimi dolduran mutluluğu en üst seviyelere taşıyan bir tadı vardı. Parmak uçlarımı göğsündeki açık renkli kıl öbeğinde gezdirmeye bayılıyordum. Saatlerce kıpırdamadan böyle kalabilirdim. Onun da itirazı yoktu. Birbirimizden çok ayrı kalmıştık. Bu hasret kolay kolay geçmezdi.
Peki bizim ne kadar daha vaktimiz vardı? Hasret gidermek için, hayal kurmak için... Bir gün birbirimizi zamansızca sevmekten öte kaygılarımızın olmadığı bir hayatımız olacak mıydı? Ne kadar belirsiz bir gelecekti önümüzde uzanan, ne kadar da kasvetliydi. Endişelerimi içime tıkarak bayıldığım göğsüne nihai bir öpücük kondurdum. Kalkmak üzere hareketlendiğim sırada gövdeme sarılı kollarının tutuşunu sıkılaştırdı.
"Gitme kal. Doyamadım sana. Yemeği sonra yeriz." dedi.
"Olur." dedim itirazsız. Koltuğun ayak ucunda duran battaniyeye uzanıp üzerimize çektim. Göğsüne sığındım bir kez daha bu sefer daha bir sokuldum yakınına. Biraz daha yan dönerek o da beni saran tutuşunu rahatlattı. Yüz yüze bakıyorduk. Gözleriyle sever miymiş bir insan? O an Atlas'ın beni gözleriyle sevdiğini hissediyordum ve yüreğim katışıksız bir aşkla yüreğine akıyordu. Hafifçe yukarı uzanıp dudaklarına kavuştum. Telaşsız, sakin dokunuşlarla öpüşümü karşıladı. Bedenlerimizin ateşi birbirini ısıtırken ağır ağır öpüşmeyi sürdürdük. Bir zaman sonra gözlerim kapanmaya başladı. Beni içine çeken çok tatlı bir uykuydu fakat dudaklarımı ayırmak istemiyordum. Hareketlerim durdu. Gözlerim kapandı. Dudaklarımız ayrılmadı. Ben öylece uyuyakaldım.
Uyandığımda hava kararmıştı. Birkaç saattir uyuyor olmalıydık. Atlas hala derin nefesler alarak uyuyordu. Nefes alışverişini dinliyordum. O nefes aldıkça nefes alıyordum. Nefes verdikçe nefes veriyordum. Uykuda bilinçsiz eli bileğimi sarmıştı ve tuttuğu yer ince ince sızlıyordu. Bıçağı tuttuğum elimdi. Tunç'un bıçağı bırakmam için morartana kadar sıktığı bileğimdi. Düşüncelerimi savuşturdum. Atlas uykusunu alana kadar uyurken duş alıp, yemeği hazırlamak üzere kalkmaya karar verdim. Kıpırdandığım ilk anda gözlerini açtı.
"Kalkıyor musun?" diye sordu.
"Duş alsam iyi olacak." dedim. Kafasını salladı. Neredeyse kalkmıştım yerimden eli hala bileğimi bırakmamıştı. Gözlerim, iyiden iyiye acımaya başlayan bileğimden ayrılıp bakışlarına ulaştı. O ise ciddi bakışlarla bileğime bakıyordu.
"Burası çok kötü görünüyor." dedi.
"O kadar kötü değil." diyerek geçiştirmeyi denedim. Ciddiyeti ürkütüyordu beni.
"Nasıl oldu?" diye sordu. Bu işin peşini bir an önce bırakmasını diledim.
"Şınav çekiyordum..." diye uydurdum. Yeterli olmasını umduğum bir cevaptı ama değildi çünkü inceleyici bakışları altında devam etmemi bekliyordu. "bileğime de ağırlık bağlamıştım. Üstüne düştüm sonra."
Elimi bıraktı. Yattığı yerden doğruldu hafifçe, sırtını koltuğun kenarına yasladı.
"Nasıl düştün? Göster."
İçin için kıvranıyordum artık.
"Ya Allah Allah! Neyi soruyorsun?" Çıplaklığımı işaret ettim. "Şınav çekecek halde miyim şu an?"
"Tamam git hadi git." dedi, yüz hatları nihayet tatlı bir gülümsemeyle yumuşamıştı. "Hareketi yanlış yapıyorsun muhtemelen, onu gösterecektim. İncecik bileklerin. Yanlış bir hareket yaparsan ağırlığını taşımaz tabi. Kırılabilir bile."
Derin bir nefes alarak rahatladım.
"Ne çok biliyorsun ya?"
"Sen konuş böyle konuş. Pobeda'yı ancak rüyanda göreceksin bu gidişle."
"Hıı çok."
İçimde gittikçe artan endişelerim boğazımı sıkarken banyonun yolunu tuttum. Sıcak su tenimi yakarak dökülüyordu ve ben Atlas'ın yüzüne baka baka bu oyunu sürdüremeyeceğimi düşünüyordum. Artık bitmeliydi. Tunç'un oynattığı bir kukla değildim ben. Benim adımlarımı o kontrol etmiyordu. Kendisi Kenan'la ilgili planını yürürlüğe koymadan önce ben çoktan Atlas'la konuşacaktım ve sonrasında olacaklar umrumda bile değildi. Çünkü artık dayanamıyordum. Sevdiğim adamın gözlerinin içine bakan bir yalancı olarak yaşamaya katlanamıyordum.
Kurulandığım havluyu vücuduma sardım. Banyonun kapısını açtım. İçeriden Atlas'ın sesi geliyordu. Belli ki telefonla konuşuyordu. Salona doğru ilerledim. Üzerine eşofmanını geçirmiş halde odanın içinde dolaşıyordu. Hislerimin bütün boğuculuğuna rağmen evde olmasının yarattığı baskın duygu huzur veriyordu. Konuştuğu kişi her kimse,
"Yuh! Bugün döneceğimi nereden öğrendin? Ben yarın diye duyurmuştum." dedi. Karşı tarafın verdiği cevapla birlikte bakışları salon kapısında dikilen beni buldu. "Doğrudur tabi." dedi. "Yok da...zirveden ineli günler oldu, hala acayip yorgunum. Günlerce uyuyacakmış gibi hissediyorum." dedi. Sonra, "Bilmiyorum." dedi. "Neden? Önemli bir şey mi var? Anladım... Seninle ayrıca bir ara, ben yokken olan biteni konuşmamız gerekiyor. Çok vaktim yok. Bu hafta çılgın bir tempoyla oradan oraya koşturacağım. Ardından finaller. Sonra zaten... tamam. Tamam tamam. Yarın akşam üzeri uğrarım öyleyse. Haberleşiriz."
Telefonu kapattı. Kiminle konuştuğunu anlamıştım çoktan. O yine de,
"Tunç." diyerek açıkladı. Kafamı salladım.
"Ne diyor?"
"Bugün döneceğimi Sedef'le konuşmuşsun, o da Tunç'a haber vermiş."
Sedef'le konuşmamıştım. Bizzat Tunç'la konuşmuştum.
"Mümkün olan en kısa sürede kulübe gitmem gerekiyormuş." dedi. Fakat kurduğu cümlenin içeriğini kendisi hiç önemsiyormuş gibi görünmüyordu.
"Neden?"
"Seni ilgilendiren önemli bir durum var, diyor."
"Yaa." dedim endişem gittikçe artarak. "Gitmeden önce uğraştığın konularla mı ilgili?"
"Olabilir." dedi dudaklarını birbirine bastırdı. "Olmayadabilir." Gülümsedi.
"Gitmesen olmaz mı?" diye sordum onun aklından geçenleri ve bu muzip tavrının sebebini anlayamayarak. Tunç söz konusuydu ve içim hiç rahat değildi.
"Gitmeliyiz bebeğim." dedi.
"Biz?"
"Evet. Tunç senin de gelmen gerektiğini söyledi." Bir şey söyleyemedim ama yüzümün düştüğünü hissedebiliyordum. "İyi misin sen?" Atlas'ın kaşları çatılmıştı.
"İyiyim." dedim. Şunu düşünüyordum o anda; sırrımı anlattığım anda Atlas'la konuşmam için üzerimde baskı kuran Sedef'in varlığı beni hep huzursuz etmişti. Fakat artık Tunç da bütün sırlarıma hakimdi ve bugüne kadar Sedef'le ilgili endişelerim Tunç'un yarattıklarının yanında yok hükmündeydi. Ona kalırsa bu yolda ortaktık ama bence işine geldiği takdirde beni de yakmaktan hiç çekinmezdi. Hala kendini güvenli konumda tutarken üstelik... Hedefleri doğrultusunda beni ya da Atlas'ı harcamak Tunç için konu bile olmazdı. Ona elbette güvenmiyordum. Atlas herşeyi benden önce Tunç'tan duyarsa zaten tartışılabilir bir haklılığa sahip konumumdan, kesin olarak haksız konumuna düşerdim.
Ona ben anlatmalıydım. Onu ben dinlemeliydim. Gerekirse hemen. İçimde dalga dalga yükselen bir panik vardı.
Tam o esnada salon sehpasının üstünde duran telefonumun ekranı gelen mesajla aydınlandı. Atlas bana bakıyordu, telefonumsa hemen yanında duruyordu bu yüzden o farketmemişti. Sehpaya doğru birkaç adım attım, telefonumu aldım. Sonra sevgilime döndüm. Farketmeksizin yaklaşan bedenlerimiz tereddütsüz şekilde birbirine karıştı. Yüzünü ıslak saçlarımın arasına gömerken,
"Canını sıkan ne?" diye sordu. Omzunun üstünden elimde tuttuğum telefonumun ekran tuşuna bastım. Tek bir mesaj vardı orada. Tunç'tandı.
"Bu gece değil." yazmıştı. Bu gece değil. Derin bir nefes aldım. Onu dinlememem gerektiğini biliyordum yine de dinledim. Atlas'a,
"Kulübe gideceğiz şimdi baban orada olacak filan." dedim. Bıkkın bir tavırla geri çekilip yüzümü avuçlarının arasına aldı.
"Babam orada olmayacak aşkım." dedi. "Geri dönüşümü kutlamak için sürpriz parti hazırlıyorlar. Selcen arasa çok bariz olur. Anlamayayım diye Tunç arıyor. Ne zaman gelirsin diye saatine kadar sormasından anlaşılmıyor sanki. Bu Tunç kendini çok akıllı sanıyor ha." diyerek kendi yaptığı çıkarıma güldü. "Seni de bu yüzden çağırıyor, yoksa niye çağırsın?"
Yoksa niye çağırsındı sahiden? Kollarının arasına iyice sokularak rahatlamaya çalıştım. Genç kadro arasında düzenlenen bir partiyse Kenan'ın katılmaması normaldi. Zaten Atlas da her zamanki gibi kendinden emin konuşuyordu.
"Baban neden orada olmayacak?" diye üsteledim.
"Babam konusunu açıkça konuşacağız." dedi apansız. "Everest yolundayken, kendi başıma yürüdüğüm yollar boyunca çok sorguladım kendimi. Bazı kararlar aldım. Söylenmeyen herşey dallanıp budaklanıyor. Eşiz biz. Sana da anlatamayacaksam kime anlatacağım ben kendimi? Veya sen, benimle paylaşamadıkça nasıl aşacaksın korkularını? Ben sustukça ister istemez sen olmadık senaryolar kurdun kafanda bunca zaman. Artık aramızda sır kalsın istemiyorum gerçekten. Bugüne kadar sorup da cevabını alamadığın herşeyi anlatacağım sana. Ve seni dinlemek istiyorum uzun uzun. Seni bugününe ulaştıran herşeyi, babanı kaybettiğin günden beri gelişen kaygılarını... aşarsak ancak böyle aşabiliriz aile mevzusunu ki ben aşmak istiyorum. Evlendik biz. Annen konusunda seni yine zorlayamam ama benim ailemle tanışmanı istiyorum artık." dedi.
İçim büyüdü önce korkudan...sonra endişeden ve belki biraz da heyecandan. Bir şey söyleyemedim.
"Ama bu gece değil." diye ekledi af dilercesine. "O kadar yorgunum ki, bu gece doya doya hasret giderebilmem için müsade et bana. Tatsız konuları sonraya bırakalım. Nasılsa bundan sonra her gün bizim."
İçim içimi yemekle meşgulken benim bir türlü başlatamadığım konuşmayı yapmaya dünden razı olduğunu ve sorun saydığımız şeylere çözülebilir gözle baktığını öğrenmek umabileceğimin ötesinde bir rahatlamaydı. Gülümseyerek onu onayladım.
"Haydi o zaman duşa." dedim dudaklarına minik bir öpücük bırakarak. Yaramazlık konusunda dur durak tanımayan elleri popomu mıncıklamak suretiyle geri çekilmeme müsade etmedi. "Ama böyle olmaz ki." diye söylendim. Dudaklarını dudaklarımdan çekmeden güldü.
"Nasıl olur aşkım?" dedi parıldayan gözlerle. Hiç masum bir soru değildi. Zaten hemen ardından üzerimdeki havluyu çözüp attı. Elleri yeniden az önceki yerini aldı.
"Olmaz böyle." diye tekrarladım.
"Nasıl olur?" Tek eli aşağıdan yukarıya çıplak sırtımda gezinmeye başlamıştı. Beni kendisinden uzaklaştırmadan, bedenimi bedeniyle birlikte sürükleyerek bir adım ileri yürüdü.
"Çok kötüsün." diye mızmızlandım. Ellerinin ve dudaklarının kapanına kısılmıştım. O ilerledikçe ben kapıya doğru geri geri yürüyordum.
"Benimle duşa gelsene." dedi.
"Yorgundun hani?"
"O ayrı bu ayrı."
"Yedek depon filan mı var senin?"
"Sorun sensin. Beni delirten sensin."
"Hmm." dedim. Tek hamlede sıçrayarak kollarımı boynuna bacaklarımı beline doladım. "Sorun bende değil sende."
Bir yandan beni zaptederken bir yandan eşofmanını çıkarmakla meşguldü. Boynundan çözdüğüm tek elimde ona yardım ediyordum. Bir telaş banyonun kapısına ulaşmıştık bile.
"Seviyeli bir iletişimde karar kılmalıyız bence." dedi duşa kabinin kapısını aralarken.
"Bence de." dedim yüzümü boynuna gömerek.
"Sence de demek, öyle mi?" dedi hesabını soracağım dercesine.
Belli ki hayatımızdaki uzun gecelerden biri olacaktı. Bu seferki sadece iyi anlamdaydı.
************
Atlas haklıydı.
El ele kol kola bir halde kulübün kapısını çaldığımızda, konfetiler, ıslıklar, alkışlar yüzümüzde patladı. Tanıdık yüzlere kahkahalarla gülerken Atlas'ın kolundan sıyrılıp son anda içeri sızdım. Erkek kadrosu dayak atmaktan hallice bir coşkuyla daha girişte Atlas'ın üzerine atladılar. Karambol yapıldı ve bir süre bu fazla gelişmiş erkek çocuklarının saçma haline gülmekten iki büklüm oldum. Çok kalabalık ve süslüydü etraf. Birileri ağzımıza yüzümüze doğru kocaman bir Türk bayrağı sallıyordu ve Artun'un o kocaman sesiyle başı çektiği grup onuncu yıl marşını sulandırarak söyleyerek Atlas'ın Everest zaferini kutluyordu. Kalabalığın hala içinde ama tehlikeli hareketlerin bir adım dışında durarak eğlenceyi izlemeye başladım. Selcen de hemen yanımdaydı. Birlikte el çırparak eşlik ediyorduk.
Kulübün büyük odası Atlas için süslenmiş tam bir parti atmosferine dönüştürülmüştü. Bir masanın üstünde kekler, börekler, pastalar ve içecekler duruyordu. Aç değildim ama görünüşlerinin güzelliği karşısında midem guruldadı.
Marşlar sustu, kahkahaların tonu normal konuşma düzeyine indi. Kalabalık şöyle bir açıldı o an ve kulağıma uzunca zamandır hiç duymadığım, duymak da istemediğim bir adamın sesi doldu.
İlk coşkunun yatışmasını bekleyen Kenan Dorukan bunca zamandır belli ki oradaydı. Atlas'la göz göze gelince bir adım öne çıktı ve kollarını açarak,
"Hoşgeldin oğlum." dedi.
Gözlerinde apaçık bir gururla övündüğü oğluna sarıldı. Hiçbir zaman sahiplenmediği diğer oğlu aynı anda yanı başında yüzünde açıklaması güç bir ifadeyle onları izliyordu. Ve ben de şoktan uyuşmuş bir halde onları izliyordum.
Birdenbire nefes alamayacak kadar tıkandığımı hissettim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro