Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Fırtınalı Bir Gece

Şarkı: Kina Grannis - Iris

Yalnızca babasının prensesleri oyun oynarken düştüğünde ağlar ve kalkmak için yardım beklerler. Ben her düştüğünde yerden kendi kalkan, yaraları kendiliğinden kuruyan bir kız çocuğuydum. Peri masallarına inanmıyordum. Karşılıksız iyiliklere inanmıyordum. Hayatta sadece iyilerin kazandığına da inanmıyordum.

Ne düşünürsem, nasıl bir yön izlersem izleyeyim aynı yola çıkıyordu adımlarım. Kenan Dorukan'ın varlığına her zaman düşman olacaktım. Değiştiremeyeceğim gerçeğim buydu benim. İçimdeki bu nefret, iyilikten nasibini almıyordu. Unutamazdım geçmişimi. Çünkü unuttuğum gün, benden bir şey kalmazdı geriye. Atlas'ı tanıdıkça, onun dürüstlüğüne inandıkça sırf kötü bir adamın oğlu olduğu için ona zarar vermeyi doğru bulmadığıma karar vermiştim. Babasıyla bir bağı olmadığını bile bile ona zarar vermek yanlış gelmişti. Hem kendimden, hem ondan, hem de beni evimden uzaklara taşıyan ideallerimden vazgeçmiştim. Herşeyden vazgeçmiş ve kendimi bile isteye kör kuyulara atmıştım. Fakat şimdi bu vazgeçişin hiçbir anlam ifade etmediğini açıkça görebiliyordum.

Ben kendi payıma yazıp, çizip, oynarken, kararlarımla kaderi güldürdüğüm bir kez daha ortadaydı.

Birilerinin tarafını seçtiği bu kaotik savaşta, Atlas'ın babasının yanında yer almaya karar vermesi kalbimi tıpkı kendi elleriyle ikiye bölmesi gibiydi. Onu ne kadar seversem seveyim, düşmanımın oğlu olduğu gerçeğini değiştiremeyecektim. Göz göze geldiğim çözülmez düğümüm, aramızdaki sorunları çözmek isterken ben yeniden çıkmaz sokakta kalışıma, açılmayan kapıları yumruklayışıma yandım. Konuşmamıza kaldığımız yerden devam üzere evine giden yolda içimde bir şehir yandı, ateşe verdiğim umutlarım yandı, meşaleyi tutan ellerim yandı. O hiç bilmedi ve hiç anlamadı.

Kaderin kartlarının bir kez daha dağıtıldığı yeni günün şafağında farklı bir aydınlanmanın etkisiyle karıncalanıyordu zihnim.

İyi niyete inananların mutlu olduğu bir hikaye değildi bizimkisi. Hayatta her zaman dürüstlüğün ödüllendirilmediğini bilecek yaştaydım. Atlas'ın evinin kapısından içeri girerken, bu kez kısa süreliğine orada olduğumu gayet iyi biliyordum. Yüreğimdeki çığlıkları susturmuyordu bu bilinç. Bu yüzden bir dilek diledim. Benim gibi karanlıkta kalmış ruhlar için bir yardım çağrısı. Geleceğine döşenen taşları, bir başkasına zarar vermeden yürüyemeyeceğini bilenlerin görebileceği karanlık bir yıldız diledim. Tüm uğursuz anlaşmalarda olduğu gibi yolumun sadece kısa süreliğine aydınlanacağını bile bile diledim dileğimi. Kısacık sürecek bir mutluluk uğruna, geri kalan hayatımı hiçe saymaya razı geldim.

Atlas'ın evinden içeri girerken o gün ben hayatımın en bencil kararını verdim. Özgür irademle, babasıyla ilgili savaşın içinde benim de bulunduğum gerçeğini ondan gizlemeyi seçtim. Tunç meselesini aşamayacağımızı biliyordum. Ama olur ya, yüreğinde bunu aşacak kadar güç varsa, beni kabul ettiği gün onunla tüm karşıt düşünceleri susturarak mutlu olmayı diledim.

Birlikte kurduğumuz kahvaltı sofrasına otururken, kendi adıma endişelerim yatışmıştı çoktan. Kaybedilecek herşeyi açık ve net olarak gördüğüm ve zihnimde aştığım için, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir insan kadar rahattım. Onunsa endişe bulutlarıyla puslanan gözlerinde soru işaretleri vardı. Oturduk karşılıklı.

"Senden ayrılmamın sebebi, ailemle ilgiliydi." dedim. "Annemle babam boşanmadılar, benim babam öldü. Küçüktüm. Hayatın zorluklarına karşı annemle bir başımıza kaldık. Güç şartların içinde büyüdüm. Annemin yeterince derdi olduğunu bildiğim için yıllarca kendi dertlerimi içimde tutmaya alıştım. Kimseyle dertleşmek istemedim. Bazı psikolojik problemler yaşadım bu yüzden. Panik atağım da o yıllarda ortaya çıktı. Yine de üstesinden geldim, bir şekilde ayakta kaldım. Ben kendime yeterim inancı gelişti bende o günlerin ardından. Kimseye ihtiyacım yok sanıyordum. Sonra seni tanıdım. Sonra seni sevdim. Tüm dirençlerimi parçalayarak geldin sen, hiç ummadığım kadar güçlü girdin hayatıma. İstemiyordum böyle olmasını. Planladığım hiçbir şeye uymuyordu sana aşık olmak. Çok korktum, çok bocaladım. Bu yüzdendi kaçıp gidişim. Ayrılık konuşmasını yaparken, eğer seni sevmediğime ikna olursan, peşimden gelmezsin diye düşündüm. Sorgulamazdın gidişimi. Öyle de oldu. İnandın söylediklerime. O zaman anladım ki, aslında istemiyormuşum inanmanı, istemiyormuşum meğer gitmeni. Her ne olursa olsun, senin olmak istiyormuşum ben. Algıladığımdan da büyük yer kaplamışsın meğer. Çok dağıldım sensiz geçen bir buçuk ayda. Atlas ben mahvoldum sensizlikte. Hatalar yaptım. Anlatacağım sana. Eğer ki kabullenebilirsen beni bütün olanlara rağmen, yine de seversen, ben seninim. Ama istemezsen, sindiremezsen içine, razıyım ona da. Hak veririm, hayatından tereddütsüz çeker giderim. Yüzümü görmek istemezsen eğer görmezsin bir daha."

Bir solukta anlattıklarımı, sözümü kesmeden, adeta nefesini tutarak dinlemişti. Son cümlelerimle birlikte, gözlerinden geçen o çocuksu ifade içimi acıtıyordu. Ben ne kadar karanlıksam, biliyordum, hissediyordum, o tam tersine masumdu. Haketmiyordum sevgisini. Yine de istiyordum. Tek bir mutluluk şansım varsa hayatta, o da onun kalbindeki yerimde saklıydı. Sadece ve sadece kalbine tutunarak yaşayabilirdim. Bu yüzden çaresiz ve aciz bir canlı gibi o kalbi istedim. Tüm bencilliğimle onun tarafından sevilmeyi diledim.

"Korkutuyorsun beni." dedi. Onun kadar cesur bir adamı korkutabildiğime inanmak güçtü. Bir başarı değil, yenilgiydi bu kesinlikle. "Hele ki şu anlattıklarından sonra senden vazgeçemeyeceğimi bile bile, vazgeçmemi sağlayacak bir şey söylecek gibisin. İnan hiç istemiyorum duymayı. Mümkünse anlatma diyecek haldeyim. Yine de..." Masada öne eğilip ellerini yüzünden geçirdi. "anlamamızın tek bir yolu var, değil mi?" diye sordu.

Onayladım. O hala elleri çenesinin altında birleşik halde gözlerini üzerime dikmiş bakarken, nereden bulabildiğimi bilemediğim bir cesaretle girdim cümleye.

"Yılbaşı gecesi, Sedef ve Tunç'un ısrarıyla onlarla birlikte dışarı çıktım." Tunç kelimesini duyması yetmişti. O ölümcül kasveti gözlerinden okudum. Yine de devam ettim. "Sedef'in yanımızda olmadığı bir andı. Çok alkollüydük ikimizde. Yan yana oturuyorduk. Ben seni düşünüyordum. Ne çok özlediğimi...yüzünün her santimini geçiriyordum aklımdan. Dayanamayacakmışım gibi geliyordu yokluğun. Hissettirdiklerinin özlemi, yokluğunla gelen o boşluk beni derinine çeken dipsiz bir kuyu gibiydi. Tam anlamıyla karanlıktaydım. Sadece bir an için Tunç'a dokunarak, sana dokunduğumda hissettiklerimi hissedip hissedemeyeceğimi anlamak istedim. Elimi yanağına uzattım..."

Karanlıktı bakışları. Kopkoyu, okunması imkansız bir karanlık halini almıştı. Ve konuştuğunda sesi, aynı karanlığın ürperten tonuyla sarmalanmıştı.

"Hissettin mi peki?" diye sordu. "Benimleyken hissettiklerini."

Tek bir kılıç darbesi gibiydi cümlesi. Tek bir cümleyle ikiye ayrılmış gibiydim karşısında. Konuşabilir miydim ki bunun üzerine? Daha da artık ne söylenirdi ki?

"Mümkün mü?" diye geveledim gözlerimi kaçırarak.

"Mümkün mü, değil mi? Bir şans verecek kadar merak eden sensin. Sen söyle mümkün mü?"

Derin bir of çekerek arkasına yaslandı. Duvardan bile katı, kaskatıydı. Bitti işte, diye düşündüm. Bunu sorgulamış olmam bile yeterliydi onun için. Ve haklıydı, daha büyük bir hakaret olmazdı bence de yaşadıklarımıza.

"Hiçbir şey hissetmedim. Hiçbir şey. Sonra beni öptüğünde..."

"Öptüğünde?" dedi tek kaşını kaldırarak.

Zorlukla dayandığım bakışlarının esaretinde infazım gerçekleşiyordu. O darağacı her saniye yeniden kuruluyor, her saniye yeniden gözlerinden düşüyordum. Ölemiyordum da adeta can çekişiyordum.

Kafamı salladım.

"Öptüğünde de hiçbir şey hissetmedim."

"Başka?"

"Başka bir şey yok."

"Sen beni düşünüyordun. Onun yanağına dokundun ve o da seni öptü. Hepsi bu kadar, öyle mi?"

"Hepsi bu kadar."

"Tamam." dedi sakinliğiyle kanımı dondurarak.

Tepkisi yetersiz geldiği için bocaladım.

"Tamam olan ne? Bu mu tepkin?"

"Masayı filan mı devirmemi bekliyorsun? Sana hakaret mi edeyim? Değmez." Kafasını boş bomboş dercesine iki yana salladı. "Ne düşünüyorum biliyor musun? Bir haftadır kıvranmanın gerçek sebebini nihayet anladığımı düşünüyorum. Benden ayrılmak değildi seni rahatsız eden, bin kere uyarmama rağmen, alkollüyken Tunç'la yakınlaşmanın pişmanlığını yaşıyorsun. Kusura bakma, özür dileyerek ya da geç kalınmış bir dürüstlükle vicdanını temizleyemezsin. Bu olay benim için cılız bir hayalkırıklığı sadece. Hiçbir şey hissetmiyorum şuan gerçekten. Çoktan söküp attığın kalbi bir kez de yerde tekmelemişsin ne farkeder? Böyle hissediyorum işte şuan. Tamamen hissizim sana karşı."

"Atlas..."

"Bence yeterince konuştuk. Ekleyeceğin başka bir şey yoksa..."

"Tamam." dedim ne demek istediğini anlayarak. Sırtımdan aşağı inen bir elektrik akımına yakalanmış gibi oldum. Hızla kalktım oturduğum masadan. Kapıya bakan yöne oturmuştum zaten. Birkaç hızlı adımda kapıya ulaştım. Montumu giydim. Ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Bağcıklarımı bile bağlamadan kapıyı ardımdan çektim ve yola düştüm.

Son gördüğüm hali kalmıştı gözümün önünde. Masanın diğer ucunda, arkasına yaslanmış bir halde kaskatı bir ifadeyle bakıyordu yüzüme. Keskin soğuğun ve gözlerimin önünden gitmeyen yargılayıcı bakışlarının etkisiyle tir tir titreyerek yürüdüm sahile kadar. Beklediğim gibiydi tepkisi. Yine de derin dondurucuya konulmuş gibi buz kesmemi engellemiyordu. Geri dönülmez büyüklükte bir hataydı yaptığım. Üstelik daha en başından beni uyarmasına ve geçmişte bir örneğinin yaşandığını anlatmasına rağmen göz göre göre düşmüştüm bu hataya.

Atlas'la yüzleşene kadar geçen zamanda, olayın Sedef'i inciten yönüne daha çok kafa yormuş, kendimi daha çok Sedef üzerinden yargılamıştım. Olay gerçekleştiği esnada Atlas'la ayrı oluşumuz ve onun çok uzaklarda oluşu, ondan gelecek fırtınayı düşünmemi ertelemişti.

Sahi ne bekliyordum? Nasıl bir tepki verecekti ki? Bir büyük klişe ve kendi deyimiyle cılız bir hayal kırıklığından ibarettim artık sadece.

Sanırım bana en çok koyan da bu olmuştu işte.


************


Sessiz sedasız yurda girdiğimde Hande odada değildi. Sedef'te uyanmış ve muhtemelen kalan kedi tüylerinden arındırmak üzere kendi odasına gitmişti. Montumu çıkarıp, biçimsiz, halsiz bir şekilde yatağıma sokuldum. Değil geleceği bir an sonrasını bile düşünmek istemiyordum. Her şey öylesine boş, öylesine anlamsızdı. Yorgun ruhum gözlerimin kapanmasına yardımcı oldu. Kolayca uyuyakaldım.

Saatler sonra uyandığımda, Hande yatağın baş ucundaki masada oturmuş, bilgisayarında bir şeyler yazıyordu. Uyandığımı farkedince dikkatini verdiği işten sıyrıldı.

"Selam." dedi. "Nasılsın?"

Pek alışkın değildim onunla normal iki insan gibi selamlaşmaya. Anlaşılan o bile iyi durumda olmadığımı farkederek insaniyet namına sormak istemişti. Omuz silktim.

"Sen uyurken, dün gece burada kalan arkadaşın seni görmeye geldi. Uyandığında beni bulsun dedi. Etüd odasında olacakmış."

"Sağ ol."

Biraz daha ayılıp kendime geldiğimde yanıma ders notlarımı da alıp Sedef'i görmek üzere etüd odasının yolunu tuttum. Boş bir masaya eşyalarımı bıraktım. Sedef yine kulağında kulaklıklarla kendini kaptırmış ders çalışıyordu. Geldiğimi farkedince kulaklıkları çıkardı.

"Selam. Seni merak ettim. Sabah erkenden dışarı çıkmışsın." dedi.

"Spora gitmiştim." dedim. Cümle ağzımdan çıkarken bile harf harf döküldü. Yüzümden okunuyordu muhtemelen. Hiç uzatmadan doğruca,

"Atlas'la mı konuştun?" diye sordu. Kafamı salladım.

"Biraz dışarı çıkalım mı? Anlatacaklarım var burada olmaz."

"Tamam."

Bir süre sonra yurttan çıkmış, okulun sınırları dahilinde Haliç kıyısında yürümeye başlamıştık. Tıpkı iyi arkadaş olduğumuz günler gibiydi. En çok da böyle zamanlarda Sedef'in tüm iyi niyetiyle bana Atlas konusunda akıllar verdiği o başıboş günlerimizi özlüyordum. Şimdi yeniden yan yana yürüyorduk ve beni dinliyordu ama elbette eskisi gibi değildi bir şeyler. Bana bakışları bile değişmiş, onarılması güç şekilde kırılmıştı bazı şeyler.

Ona, Atlas'la karşılaştığım andan itibaren kahvecinin önünde yaşadığımız tartışmayı anlattım. Atlas'ın babasının tarafında yer aldığını öğrendiğim an kim olduğumu gizlemeye devam etme kararımı eleştirmedi. Sanırım bu konuyu, ben anlatmazsam Atlas'a anlatacağı konusunda blöf yapmıştı. Asıl merak ettiği, Tunç olayını öğrendiğinde verdiği tepkiydi.

"Böyle davranmasını bekliyordum aslında." dedi.

"Ben de." diyerek onayladım.

"Sence bundan sonra ne olacak?"

"Hiç bilmiyorum. Kafam hiç almıyor."

"Eğer buna rağmen seni kabul etseydi, ona geri döner miydin?"

Deniz kenarında bir banka oturmuştuk. Dirseklerimi dizlerime dayayıp yumruk biçimindeki ellerimi göz çukurlarıma bastırdım.

"Ah Sedef...en çok da şu koşullar altında geri istiyorum onu. İmkanı yok biliyorum. Hakkım da yok...ama olsaydı, eğer bir şansım olsaydı..." Ciğerlerim sökülüyordu sanki devamını getiremedim. Bir süre sessiz kaldıktan sonra,

"Seni yargılamıyorum kesinlikle." dedi.

"Yaşattıklarım için çok üzgünüm." dedim bir kez daha. Gözleri cam gibi olmuş, kendi içinde dalıp gittiği düşünceler yüzünden puslanmıştı. "Sen de Tunç'u hala seviyorsun." dedim.

Bakışları önüne sabit haldeyken gözlerini kırptı. İnci tanesi gibi bir damla yaş döküldü sadece. Belli belirsiz omuz silkti.

"Bir önemi yok artık." dedi. "Kaç kere mesaj attı o günden sonra. Konuşmak istedi yeniden, ben reddettim. Sınav takvimimi bulmuş. Her sınavımdan önce başarı mesajı yolluyor. Ona yeniden kapılmak çok kolay biliyor musun? Hiç iyileşmeyen bir hastalık gibi içimde. Birlikte ne kadar eğlendiğimizi, onun evinde geçirdiğimiz vakitleri düşündükçe...ama onun için bende yer ettiği kadar derin yer etmediğini biliyorum. O yine eğlenir, bir başkasıyla da iyi vakit geçirir. Şu an sadece utanıyor olmalı yaptığından. Affedilmek istiyor. Affedildiğini duyduğu an bırakacak peşimi."

"Belki ciddidir hislerinde."

Kafasını iki yana salladı.

"Kalkalım mı artık? Benim yarın zorlu bir sınavım var." dedi.

Dalgın düşünceli adımlarla yurdun önüne varmak üzereydik ki, sessizlikte çalan telefonumla birlikte ikimiz de irkildik. Buket'in aramasından daha şaşırtıcı olan aramayı yanıtladığım andaki panik dolu sesiydi.

"İpek! Yurtta mısın? Acilen buraya gelsen iyi olur!"

"Ne oluyor? Sakin ol. Geleyim, geleyim de sen neredesin?"

"Atlas Tunç'a saldırdı. Ayıramıyorum ne olur yardım et!" Patırtı kütürtüye eşlik eden Buket'in çığlığı yüzünden aklım başımdan gitmişti korkudan. "Kulüp odasındayız." dediği an,

"Hemen geliyorum." diyerek telefonu kapattım ve koşmaya başladım. Buket'in telefondan taşan sesini ve çığlıklarını Sedef'te duymuştu. O da benimle beraber koşmaya başladı.

Soluksuz koştuğumuz birkaç dakikanın ardından kulüp odalarının bulunduğu binaya gelmiştik. Kapıları nasıl açtım, içeri nasıl girdim ben bile bilemedim. Her zaman kulüp toplantılarını yaptığımız toplantı odasında iki iri yarı silüet birbirine yumruklar indirirken, Buket ve tanımadığım birkaç kişi onları ayırmaya çalışıyordu. Bir an için kavganın sebebi olduğumu düşünmek bile yetti.

"Atlas! Napıyorsun? Kendine gel." diyerek ona doğru koştum. Sedef de aynı şekilde Tunç'a doğru ilerledi.

"Ayrılın. Kendinize gelin. Neyin kavgası bu?"

Benim sesimi duyunca bir sersemleyen Atlas'ı üç erkek zor durdurdu. Tunç bu esnada avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

"Hiçbir suçum yok. Birdenbire üstüme saldırdı hayvan."

"Senin ben suçlarını bir bir s..."

"Atlas yeter! Yeter nolur!"

Sedef ve benim kendimizi ortaya siper etmemizle beraber Atlas nihayet kendini az da olsa kontrol edecek hale gelmişti. Yine de öfkesi burnunda tütüyordu hala.

"Derdin ne anlamadım." diye bağırdı Buket. "Burada oturmuş Tunç'la sayım yapıyorduk. Bana mesaj atıp yerimizi öğrenmenin sebebi bu muydu?"

Atlas işaret parmağını Tunç'a doğru sallayarak,

"O ne yaptığını çok iyi biliyor!" dedi. "Seni bir daha uyarmam demiştim."

Tunç, patlamış dudağından ve burnundan akan kanı yere tükürdü. Ben ilk kez o an bir fena oldum.

"Adamakıllı konuşmak yerine bu yaptığını yapman mı gerekirdi?"

"Siktir git. Seninle konuşacak neyim kaldı benim? Fırsatçı orospu çocuğu seni."

"Atlas!"

"Bırak. Bırakın beni." Silkelenip onu tutanlardan kurtuldu. "Gidiyorum, tamam."

Bir an için bitti sandım. Sonra Tunç, her kavgada olan o son sözü söyleme inadına yenildi.

"Gidersin işte böyle." dedi.

Gerçekten giden adamı ancak böyle yolundan döndürebilirdi. Atlas neredeyse kapıya varmak üzereydi, geriye döndü ve bir an için havada uçtuğuna yemin edebilirdim , bir an sonra ise bir kez daha Tunç'un üstüne çökmüştü. Bu kez durdurulabilecek gibi de görünmüyordu, Buket'in çığlıklarıyla ayırmaya gelen adamlar bile kenara çekilmişlerdi. Tunç gerçekten tepki verecek halde değildi artık. Yaşadığım korku, o dehşet damarlarıma sızmış, kanımı dondurmuştu. Sedef ve Buket'in çığlıkları karşısında ben susmuş kalmıştım. Gözlerimin önünde benim yüzümden birinin öldürülesiye dövülüşüne şahit oluyordum ve elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Bir yumruk. Sıçrayan kan. Bir yumruk daha. O burnun şekli hiç normal görünmüyordu. Bir yumruk daha. Tunç'un güçsüz bir hareketle elini kaldırışını gördüm. Ölüyor, dedim, gerçekten ölüyor. Çok fazla kan vardı. Dayanamadım, içim sıkıştı. Odanın bir ucunda, bir yere tutunma ihtiyacıyla geriledim. Gerimde duran elim kalorifer peteğine değdi. Olay yerine arkamı döndüm ve sıcak demirlere dokunarak nefes almaya çalıştım. Dizlerim tutmuyordu. Gözlerim kararıyordu. Sendeledim. Ayakkabımın yerde kayma sesi. Bir cismin sert bir nesneye çarpma sesi. Ve bende görüntü koptu.

Kulağıma hayal meyal kendi adımın seslenilişi geldi.

Gözlerimi açtım. Baya bir kişi vardı tepemde. Neler olduğunu hatırlayarak hemen kalkmaya çalıştım.

"İyiyim ben. İyiyim." Doğrulduğum anda beynim direnç gösterdi resmen geriye devrildim. Başım çatlarcasına ağrıyordu ve alnıma sert bir baskı uygulanıyordu.

"Okulun ambulansı geliyor."

Zaten siren sesini hepimiz duyabiliyorduk. Fakat benim için olmadığından çok emindim. Aklım Tunç'un o son görüntüsündeydi. Bir kez daha doğrulmaya çalıştım. O an alnıma tişörtünü bastıranın Atlas olduğunu farkettim. Sedef'in az ileride yerde oturan Tunç'la ilgilendiğini gördüm. Tunç'u oturur halde görmek derin bir nefes almama sebep oldu. Aynı anda sağlık görevlileri salona girdiler. Ona,

"Yürüyebilir misiniz?" diye sordular. Tunç Sedef'ten destek alarak yerden doğruldu. Koluna giren ikinci kişinin yardımıyla dışarı doğru yürüdü. Burnundan çeşme misali kan aktığını görünce bir kez daha içim geçer gibi oldu. Başka yöne çevirdim bakışlarımı. Buket, bir diğer sağlık görevlisine beni sedyeye almaları gerektiğini söyleyince,

"Gerek yok. Benim bir şeyim yok." diye efelendim bir kez daha.

"Kafanı çarptın. Bir sakin olur musun?" diye söylendi Atlas. Duyduğuma inanamayarak ona döndüm. Biçimli yüzü Tunç'un kendini savunma girişimiyle attığı yumruklardan nasibini almıştı. Çürük ve morluklar anında kendini göstermeye başlamıştı.

"Bunu sen mi söylüyorsun?" dedim. Öfkeli bir biçimde burnundan soludu.

"Nasıl düştün anlamadım."

"Beni kan tutar."

"Gelmeseydin o zaman."

"Sen haklısın yani yaptığında?!"

"Haklıyım." diye mırıldanışını bir tek ben duymuştum. Güçlü elleriyle yerden havalandım. Görevlilerin hazırladığı sedyeye yatırılırken benim de üzerimde kan olduğunu farkettim. Atlas'ın kanıdır muhtemelen, bakma, dedim kendime, bakma.

Bütün bu kavganın ardından Tunç, Sedef, ben ve Atlas'ın aynı ambulansın içinde oluşumuz son derece ironikti. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hastanede yapılan ilk müdahalenin ardından taburcu olduk. Tunç'un burnu kırılmıştı. Ertesi gün ameliyat olacak şekilde alçı yaptılar. Ben fenalaşarak düşerken alnımı kalorifer peteğine çarpmıştım. Üç dikiş atıldı. Atlas'a da moraran yerleri için buz torbası verdiler.

Hep birlikte oradan çıkıp polis merkezine gittik. Basit yaralama konulu olay tutanağına şikayetçi olmadığımızı yazıp imzaladık.

Okula dönerken yine aynı ekip taksideydik ve ortama yine aynı soğuk sessizlik hakimdi. Aramızdaki ilişkilerin çarpıklığını düşündüm. Sedef'le Tunç ayrılmışlardı, konuşmuyorlardı. Atlas'la ben ayrılmıştık, konuşmuyorduk. Sedef hala beni affetmiş sayılmazdı. Ve Atlas az önce Tunç'un burnunu kırmıştı. Aynı taksinin içinde uslu uslu oturmamıza rağmen birimizin birine selam vermeyecek halde oluşumuz komiğime gitti. Tutamadım kendimi. Saçmasapan gülmeye başladım. Yanımda oturan Sedef'te aynı şeyleri düşünüyor olacak ki o da patladı. Dikiz aynasından göz göze geldiğim Atlas bakışlarıyla adam öldürürken Sedef ve ben yol boyunca kıkır kıkır gülmeye devam ettik.

Erkekler taksiden kampüsün otoparkında inerken, Atlas adamın parasını ödedi ve bizi yurdun girişine kadar bırakmasını istedi.

"Hayır." dedim kapıyı açarak indim peşinden. "Daha fazla olay yaratmadan motoruna bindiğinden emin olmak istiyorum."

Gözlerinde alaycı parıltılarla baktı şöyle bir. Sedef benim aksime taksiden inmeyip yurda devam etmeyi seçmişti. Tunç ise yanımızda fazladan bir saniye daha kalmayıp kendi aracını park ettiği yere doğru ilerledi. Biz Atlas'la öylece durduk ve birbirimize baktık.

"Geçti mi hırsın?" diye sordum.

"İyi hatırlattın, geçmedi." dedi ve Tunç'a gidecekmiş gibi arkasını döndü. Anında koşup durdurdum. Bana döndüğünde bu kez belli belirsiz bir gülümseme vardı yüzünde. Dalga geçtiğini anlamıştım. "Hadi yurda dön." dedi.

"Sen de evine git."

İkimiz de kıpırdamadık. Yüzündeki morluklara rağmen, hala çok çekici görünüyordu gözüme. Alnımdaki kanamayı durdurmak üzere çıkardığı kanlı tişörtünü geri giymişti. Her ne kadar bakmaya dayanamasam da üzerinde bana ait bir şeyler taşımasından garip bir haz duydum. Nereye baktığımı, daha doğrusu bakamadığımı farketti.

"Daha önce hiç kan tutan birini görmemiştim." dedi.

"Ben de hiç böyle bir kavga görmemiştim. Umarım bir daha da görmem."

Söylediğimi umursamadı.

"Yurda kadar kendin yürüyebilir misin? İstersen seni bırakayım."

Benimle gelmesini istiyordum ama bunu sesli dile getirmeyecektim. Sadece omuz silktim ve yürümeye başladım. O da iç çekti ve yanımda yürümeye başladı.

"Bu hafta sınavın var mı?" diye sordum.

"Üç tane. Senin?"

"İki tane kaldı. İlki yarın. İkinciyi ta cumaya koymuşlar sağ olsunlar. Bir tane sınav için bir hafta bekleyeceğim."

"Antalya'ya mı gideceksin sonra?"

"Evet. Sen ne yapacaksın tatilde?"

"Yarı amatör bir grupla anlaştım. Onları tırmanışa götüreceğim."

"İş zamanı iş diyorsun."

"Öyle."

Yurdun önüne gelmiştik. Eskiden olsa beni evine götürmek için binbir ısrar ve oyun peşinde koşacak Atlas bir an önce vedalaşıp gitmemi istiyor gibiydi. Bense tam tersine, içeri girmemek için ayak diretiyordum. Benimle gelir misin diye sorsun istiyordum. İçim içimi yiyordu. Bendeki bu telaşı farketmediğini sanmak kendini kandırmak olurdu kesinlikle. Farkındaydı ve sormuyordu. Çünkü beni kesin olarak istemiyordu. Bunu içimden kendime söylediğim an, daha fazla orada durup da o ela gözlerin içinde yanıp kül olmamın bana fayda sağlamayacağını anladım. Bitti, diye tekrarladım içimden. Seni istemiyor işte görüyorsun, bitti. Gözlerimin doluşunu gizlemek istedim ama fazla başarılı olamadım. O herşeyi görüyordu.

"Şey, o zaman, kendine iyi bak." dedim.

"Sen de."

"Sınavlarında başarılar."

"Sana da."

Karanlık geceyi aydınlatan bir şimşek çaktı. Korkulu gözlerle göğe baktım, saniyeler sonra yeri göğü inletecek şekilde gök gürledi. Tam yurdun demir kapısını açmak üzere arkamı dönmüştüm ki Atlas,

"Fırtınalı bir gece olacak." dedi.

"Öyle görünüyor." dedim.

"Korkarım dersen eğer..." dedi sustu. Kapıyı açmadan durdum. Tekrar ona döndüm. Bile bile bekleyişine, beni böyle uca kadar taşıyıp, zalimce bekletişine karşılık hiçbir şey söylemeden o aşık olduğum yüzüne baktım.

Her hakkı vardı bunu yapmakta ve ustalıkla da yapıyordu. Çünkü tam şu anda, ne söyleyeceğini tahmin etmeme rağmen ağzından çıkacak her harfi hayatım buna bağlıymışçasına bekliyordum.

"Bana gelebilirsin istersen." dedi.

"Sadece gök gürlemesinden korktuğum için mi?" diye üsteledim.

Bana doğru bir adım attı. Kalbim göğüs kafesimin içinde hapis kalmış vahşi bir hayvan gibi gürledi. Bir kez daha şimşek çaktı. Gök gürledi. Atlas'ın büyüleyici güzellikteki dudakları,

"Hem o hem de konuşmak için." diye cevap verdi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro