4
Sabah erkenden emniyet müdürünün evine yollandı; ancak müdürün henüz uyanmadığını söylediler. Saat onda tekrar gitti; müdür hâlâ uyuyordu; saat on birde gitti, müdürün evde olmadığını söylediler; öğle tatilinde gitti, ama bu kez de bekleme odasındaki görevliler onu içeri almak istemediler; müdürle hangi konuda görüşeceğini, oraya geliş nedenini, olayın tüm detaylarını anlatması için ısrar ettiler. Durum böyle olunca Akakiy Akakiyeviç, hayatında ilk defa kişiliğini ortaya koymaya çalışarak kendinden emin, tavizsiz bir ses tonuyla müdürü bizzat görmesi gerektiğini, bunu engellemeye cüret edemeyeceklerini, bir hükümet meselesini görüşmek üzere bir devlet dairesinden gönderildiğini, onlar hakkında şikâyette bulunursa hepsinin gününü göreceğini söyledi. Bunun üzerine görevliler tek kelime bile etmeye cesaret edemedi; içlerinden biri müdüre haber vermeye gitti. Müdür, paltonun çalınmasıyla ilgili hikâyeyi son derece tuhaf karşıladı. Asıl konuyla ilgileneceği yerde, Akakiy Akakiyeviç'e konuyla ilgisi olmayan sorular sormaya başladı: Neden evine o kadar geç bir saatte dönüyormuş, yoksa şu malum evlerden birine mi gidiyormuş, yoksa olay vuku bulduğunda o evlerden birinden mi dönmekteymiş... Bu sorular karşısında Akakiy Akakiyeviç o kadar utanıp sıkıldı ki, paltosuyla ilgili bir soruşturma açılıp açılmayacağını bile öğrenmeden oradan ayrıldı. O gün, memuriyet hayatında ilk kez daireye uğramadı. Ertesi gün beti benzi atmış bir halde ve sırtında, artık daha da acınacak bir durumda olan eski 'sabahlığıyla' daireye gitti. Paltonun çalınma haberi, her ne kadar aralarında Akakiy Akakiyeviç'le dalga geçmek için bu fırsatı bile kaçırmayı göze alamayan bazı memurlar olsa da, dairedekilerin çoğunun yüreğini parçaladı. Ona yardım etmek için aralarında para toplamaya karar verdiler, ancak pek de işe yarar bir meblağ toparlamayı beceremediler. Çünkü o ay hem müdürün portresinin yapılmasına katkıda bulunmak, hem de şube müdürünün tavsiye ettiği bir kitabı satın almak için (ki kitabın yazarı kendilerinin yakın arkadaşıydı), oldukça yüklü miktarda para harcamış bulunmaktaydılar. Bu yüzden de toplanan para, lafı bile edilemeyecek kadar cüzi bir miktardı. Akakiy Akakiyeviç'in haline acıyan memurlardan biri, hiç değilse bir yol göstererek ona yardım etmeye karar verdi ve mahalle karakoluna gitmemesini söyledi. Çünkü onların, sırf amirlerinin gözüne girmek için paltosunu bulmayı başarsalar bile, paltonun kendisine ait olduğuna dair kati deliller sunamadığı takdirde, paltoya el koyacaklarını, bu yüzden yapılacak en iyi şeyin bir mühim adama başvurmak olduğunu, çünkü mühim adamın gerekli yerlerle yazışarak, gerekli kişilerle bağlantıya geçerek, işin istediği doğrultuda sonuçlanmasını sağlayabileceğini söyledi. Akakiy Akakiyeviç çaresiz, mühim adama gitmeye karar verdi. Mühim adamın tam olarak ne işle meşgul olduğu, bugüne kadar hâlâ netlik kazanmayan bir konudur. Şunu da belirtelim, kendileri yalnızca kısa bir süre önce mühim adam olmuştu ve daha önceleri mühim bir adam değildi. Aslında kendisinden daha 'mühim' olan diğer adamlarla karşılaştırılınca, bu adamın konumu hâlâ, pek de 'mühim' olarak değerlendirilemezdi. Gelgelelim, bu gibi 'aslında mühim olmayan adamların' çevresinde, onların mühim adam olarak görülmesini sağlayan insanlar da her daim var olmuştur. Kaldı ki, bizim sözünü ettiğimiz mühim adam da bulunduğu konumun önemini diğerlerinin gözünde elinden geldiğince yükseltmek için türlü çarelere başvurmuştu; örneğin daireye geldiğinde, emrinde çalışan tüm memurların kendisini karşılamak için merdivenlere çıkmasını buyurmuş; kimsenin, gerekli işlemler harfiyen yerine getirilmeden huzuruna çıkmaya cüret etmemesini emretmişti. Önce görüşmek istedikleri konuyu kayıt memuruna bildirmeliydiler, kayıt memuru bunu yazmana, yazman da düzeltmene ya da ast üst ilişkisine göre sırada kim varsa ona iletmeliydi; konu, ancak bu sıra izlenerek kendisinin görüşüne sunulmalıydı. İşte, Kutsal Rusyamız taklitçilik hastalığına bu derece kapılmış durumda; herkes amirlerine özeniyor, herkes birbirine amirlik taslıyor. Bakın, şöyle bir olay duydum geçenlerde; bir kalem memuru küçük bir daireye kalem şefi olarak atanmış; atanır atanmaz da kendisine özel bir oda hazırlatmış, kapısına 'bölüm şefi' diye tabela astırmış, girişe de kırmızı yakalı, kravatlı bir odacı konuşlandırmış. Adamcağız eli kapının kolunda 'hazır ol'da bekleyip, içeri gireceklere kapıyı açıyormuş; işin komik yanı, bu 'şef odası' normal boyutlarda bir yazı masasının bile güçbela sığdığı, ufacık bir odaymış.
Bizim sözünü edeceğimiz mühim adamın alışkanlıkları gösterişli ve ciddi, fakat çok da karmaşık değildi. Çalışma sisteminin temelinde disiplin yer almaktaydı. "Disiplin, disiplin ve yine disiplin," der dururdu ve son kelimeyi söylerken genellikle konuştuğu kişinin yüzüne, hükmeden tarafın kendisi olduğunu vurgulamak için dik dik bakardı. Aslında bunu yapması için bir neden de yoktu, çünkü şefliğini yapmakta olduğu kalemde işlerin yürümesini sağlayan topu topu on memur vardı ve hepsi de onun karşısında lüzumundan fazla korkuya kapılır; uzaktan, geldiğini gören herhangi biri derhal işi gücü bırakır, o odadan çıkıncaya dek tüm dikkatini ona yöneltmiş bir şekilde ayakta beklerdi. Kendinden alt seviyedeki memurlarla hep onları azarlar gibi konuşur ve söylediği şeyler genelde şu üç cümleyle sınırlı kalırdı: "Bu ne cüret! Siz kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var farkında mısınız?" Aslında, özünde iyi bir adamdı; arkadaşlarıyla iyi geçinir, yardımlaşmayı severdi. Ancak aldığı terfi onun başını döndürmüştü. Terfi eder etmez adama bir şeyler olmuştu; kafası karışmış, dengesi bozulmuş, nasıl davranacağını hepten şaşırmıştı. Eğer kendi seviyesindeki kimselerle birlikteyse, yine son derece terbiyeli, kibar biri oluyor; onlarla arasındaki ilişkiyi düzeyli bir şekilde sürdürebiliyordu. Ancak kendisinden bir derece bile alt seviyede bulunan memurların arasına girer girmez bambaşka biri oluveriyordu; ağzını bıçak açmıyor, bir köşede öylece oturuyordu. Bu hali, etrafındakilerin kendisine acımasına neden oluyor; bu da bir yana, aslında zamanını çok daha keyifli bir şekilde geçirebileceğini o da fark ediyordu. Bazen gözlerinden, etrafında sürüp giden ilgi çekici sohbetlere katılmak için güçlü bir istek duyduğu okunabiliyordu. Ancak bu davranışın, bulunduğu konuma uymayacağı, laubaliliğe ortam hazırlayacağı ve itibarını zedeleyeceği endişesiyle hep kendini geri çekiyordu. Vakur bir edayla hiç sesini çıkarmadan bir köşede oturuyor, ağzından nadiren bir iki kelime dökülüyordu. Bu yüzden de 'son derece sıkıcı biri' diye anılma şerefine nail olmuştu.
İşte dostumuz Akakiy Akakiyeviç'in yardımını rica ettiği mühim adam böyle birisiydi ve bu rica için ona, en uygunsuz zamanda gitmişti. Gerçi zaman Akakiy Akakiyeviç açısından uygun değildi, yoksa mühim adam o sırada gayet müsaitti. Odasında, yıllardır görmediği çocukluk arkadaşıyla son derece neşeli bir şekilde sohbet ediyordu. Bu esnada Başmaçkin adında birinin geldiğini ve kendisiyle görüşmek istediğini öğrendi. Ters ters "Kimin nesiymiş peki?" diye sordu. "Bir memur," diye yanıtlandı sorusu. "A! Bekleyebilir öyleyse. Şu anda hiç vaktim yok," dedi mühim adam. Bu noktada, vakti olmadığını söyleyen mühim adamın yalan söylediğini belirtmek zorundayız; aslında vakti vardı. Arkadaşıyla, konuşabilecekleri her şeyi çoktan konuşmuşlar ve sohbetleri artık son derece uzun süren suskunluklarla bölünmeye başlamıştı. Yalnızca arada bir, birbirlerinin dizlerine neşeyle vurup, bozuk plak gibi "İşte böyle İvan Abramoviç!", "Ya, demek öyle Stefan Barlamoviç!" diye sayıklıyorlardı. Buna rağmen, sırf birkaç sene önce memuriyeti bırakıp köye yerleşen arkadaşına memurların kendisiyle görüşmek için ne kadar uzun bir süre beklemeleri gerektiğini göstermek için, Akakiy Akakiyeviç'i bekletmelerini emretmişti. Nihayet, arkadaşıyla uzun uzun konuştuktan, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat koltuklarında arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kâğıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, "Ah, bu arada... bir memur bekliyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin," dedi.
Akakiy Akakiyeviç'in mütevazı halini ve eskimiş üniformasını görünce, terfi edip şef olmadan önce odasında aynanın karşısına geçip binlerce kez kendi kendine provasını yaptığı sert, hükmeden ses tonuyla "Ne istemiştiniz?" diye sordu.
Odaya zaten çekine çekine giren Akakiy Akakiyeviç, bu tavır karşısında biraz daha afalladı ve elinden geldiğince, ama her zamankinden daha çok "şey", "işte" diyerek, yepyeni bir paltosu olduğunu, acımasızca kendisine saldıran hırsızların onu çaldığını, bu yüzden kendisi gibi yüksek mevkideki birine, mesela emniyet müdürüne ya da başka birine paltosunu bulmaları için bir dilekçe yazmasını rica etmeye geldiğini anlattı. Şef kendisine doğrudan doğruya başvurulmasını büyük bir saygısızlık olarak değerlendirdi, "Başka emriniz Paşa Hazretleri?" diye çıkıştı, "Hiç yol yordam bilmez misiniz siz? Bu makama doğrudan doğruya başvurabileceğinizi mi sanıyorsunuz? İşlerin nasıl yürüdüğünden haberiniz yok mu? Önce bir dilekçeyle kaleme başvurmalıydınız, dilekçeniz masa şefine iletilmeliydi, oradan bölüm şefine, oradan da sekretere ve sekreterden de bana ulaşmalıydı..."
Akakiy Akakiyeviç'in her yanını ter basmıştı; büsbütün kırılmak üzere olan cesaretini toplamaya çalışarak, "Ama sayın Ekselansları..." dedi, "Size... şey... zahmet vermek cüretini gösterdim yüce Ekselansları, çünkü sekreterler... şey... onlara pek güvenilmez de..."
"Ne? Ne? Ne?" diye çıkıştı mühim adam, "Bu cesareti nereden buluyorsunuz? Kim sokuyor kafanıza bu düşünceleri? Amirlerine, büyüklerine karşı saygı diye bir şey kalmadı şu gençlerde!"
Görünüşe bakılırsa mühim adam, Akakiy Akakiyeviç'in elli yaşının üzerinde olduğunu fark etmemişti, çünkü Akakiy Akakiyeviç'e 'genç' diyebilmek için onu ancak yetmiş yaşında birisiyle karşılaştırmak gerekirdi.
"Bu ne cüret! Siz kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var farkında mısınız?"
Bunları söylerken ayağını sertçe yere vuruyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Akakiy Akakiyeviç korkudan taş kesilmişti, sendeledi, tüm vücudu zangır zangır titremeye başladı, ayakta duramıyordu. Eğer odacılar yetişip onu tutmasaydı, olduğu yere yığılacaktı; odadan çıkardıklarında artık kendinde değildi. Mühim adama gelince, beklediğinin de ötesinde bir etki yaratmaktan, bir çıkışıyla karşısındaki adamı ayakta bile duramaz hale getirebildiğini görmekten alabildiğine hoşnut, olan biteni nasıl karşıladığını görmek için arkadaşına kaçamak bir bakış fırlattı. Onun da tedirgin olduğunu, hatta biraz da korkmaya başladığını görünce mutluluğu ikiye katlandı.
Merdivenlerden nasıl indi, sokağa nasıl çıktı, bunlara dair hiçbir şey hatırlamıyordu Akakiy Akakiyeviç. Ne kollarını ne de bacaklarını hissediyordu. Hayatı boyunca bir şeften, üstelik de başka bir dairenin şefinden böyle ağır bir azar işitmemişti. Dışarıda şiddetli bir tipi vardı; uğuldayarak esen rüzgâr sokakları esir almıştı. Akakiy Akakiyeviç ağzı bir karış açık halde yürürken ayağı kaldırıma takıldı: rüzgâr, Petersburg'da her zaman olduğu gibi, dört bir yandan, bütün sokak başlarından üzerine doğru esiyordu. Hemen boğazı ağrımaya başladı; eve vardığında tek kelime bile edecek gücü kalmamıştı; kendini yatağa attı. İşitilen esaslı bir azar kimi zaman insanı bu hallere düşürebiliyor işte!
Ertesi gün, Akakiy Akakiyeviç'in ateşi iyice yükseldi; sayıklamaya başladı. Eksik olmasın, Petersburg ikliminin cömert yardımları sayesinde, hastalığı tahmin edilemeyecek kadar hızlı ilerleme kaydetti. Kendisini muayene etmek için gelen doktor, Akakiy Akakiyeviç'in nabzına baktıktan sonra, derdine derman olacağından filan değil de, sırf hastası tıbbi yardımın nimetlerinden mahrum kalmasın diye ona lapa salık verdi ve yalnızca iki günlük ömrü kaldığını söyledi. Sonra, ev sahibesine dönerek, "Siz de anacığım, vakit kaybetmeden bir çam tabut siparişi vermelisiniz, zira meşe tabut onun gibi birine pahalı gelecektir," dedi.
Akakiy Akakiyeviç bu meşum açıklamayı duymuş muydu, eğer duyduysa bu sözler gerçekten onu sarsmış mıydı, orası belli değil... O sırada zavallı adamcağız ateşler içinde yanıyor, sürekli bir şeyler sayıklıyordu. Gözünün önünde hiç durmadan birbirinden tuhaf sahneler beliriyordu: Petroviç'i görüyor, ona üzerinde hırsızları yakalamak için tuzaklar bulunan bir palto dikmesi için sipariş veriyordu; hırsızların yatağının altında saklandıklarını sanıyor ve yorganının altına kadar giren bir hırsızı yakalayıp oradan çıkarması için ev sahibesini yanına çağırıp duruyordu; bazen, yepyeni bir paltosu olmasına rağmen neden karşısında eski 'sabahlığının' asılı durduğunu soruyordu; bazen de şefin karşısında ayakta durup ondan esaslı bir papara yediğini sanıyor ve "Affedersiniz Ekselansları", "Haklısınız Ekselansları" diye sayıklıyordu, bir süre sonra hiddetleniyor; ağza alınmayacak sözleri birbiri ardına sıralıyordu. Akakiy Akakiyeviç'in ağzından bu tür sözler döküldüğüne hiç şahit olmayan yaşlı ev sahibesi endişeyle istavroz çıkarıyordu. Kadıncağızı daha çok dehşete düşüren şey de bu küfürlerin hemen ardından "Ekselansları" sözünün geçiyor olmasıydı. Bir süre sonra iyice saçmalamaya başladı, söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu; yalnız şurası açıktı: Zırvaladığı lafların tümü paltoyla alakalıydı. Nihayetinde zavallı Akakiy Akakiyeviç ruhunu teslim etti. Odasına da, eşyalarına da mühür vurulmadı, çünkü ne bir mirasçısı vardı ne de geriye 'miras' diye adlandırılabilecek bir şey bırakmıştı. Tüm eşyası, bir deste divit, iki düzine beyaz kâğıt, üç çift çorap, pantolonundan düşen iki ya da üç tane düğme ve okuyucuların zaten aşina olduğu o eski 'sabahlıktan' ibaretti. Bu 'büyük servet' kime nasip oldu, orasını Tanrı bilir; doğrusu öykünün yazarı bile bu konuyu araştırmak için çaba sarf etmemiştir. Akakiy Akakiyeviç toprağa verildi ve Petersburg onsuz kaldı; sanki bu kentte böyle biri hiç var olmamıştı. Davasına kimsenin sahip çıkmadığı, kimsenin yakınlık göstermediği, bir iğnenin ucuna yerleştirdiği sıradan bir sineği bile alıp mikroskop altında incelemeyi ihmal etmeyen doğa bilimleri uzmanlarının dahi dikkatini çekmeyen bir yaratık, ömrünün son günlerinde de olsa palto biçimine bürünmüş ışıl ışıl bir misafir tarafından ziyaret edilmiş, yoksulluk içinde geçen kasvetli yaşamı bir an için bile olsa renklenmiş, sonra da çarların ve dünyadaki diğer tüm hükümdarların üzerine çöken felaket onun da karşısında belirmiş, yıllarca dairedeki arkadaşlarının acımasız alaylarına sabırla katlanan Akakiy Akakiyeviç bir hiç uğruna bu dünyadan sessizce göçüp gitmişti.
Ölümünden birkaç gün sonra, Akakiy Akakiyeviç'in evine, çalıştığı daireden bir odacı gönderildi; şefi hemen işinin başına dönmesini emrediyordu. Odacı daireye geri döndüğünde, Akakiy Akakiyeviç'in artık işe gelemeyeceğini bildirdi. Kendisine "Neden?" diye sorulunca da, "Şey, gelemez çünkü ölmüş; dört gün önce toprağa vermişler," diye cevap verdi. Akakiy Akakiyeviç'in ölümünden dairedekiler bu şekilde haberdar oldu; ertesi gün ise yerinde başka bir memur oturuyordu. Yeni memur Akakiy Akakiyeviç'e göre oldukça uzun boyluydu, ama yazısı onunki gibi düzgün değil, daha çarpıktı.
Akakiy Akakiyeviç ile ilgili anlatacaklarımızın bu kadarla kalmayacağı kimin aklına gelirdi ki... Yaşadığı süre boyunca kimsenin farkına bile varmadığı bu adamın, ölümünden sonra birkaç gün daha bu dünyada varlığını hissettirme şansının kendisine bahşedileceğini kim düşünebilirdi! Ama oldu işte... Ve anlattığımız hazin hikâye beklenmedik bir şekilde fantastik bir sonla noktalanıyor.
Birdenbire Petersburg'da birtakım söylentiler yayılmaya başladı: Anlatılanlara göre, Kalinkin Köprüsü civarında geceleri memur kılığında bir hortlak görülmeye başlamıştı. Hortlak, çaldırdığı paltosunu arıyor ve rütbesine ya da unvanına bakmadan karşısına çıkan herkesin sırtından paltosunu çekip alıyordu. Paltonun özellikleri hakkında da herhangi bir ayrım yapmıyordu; yakası kedi ya da kunduz kürkünden olmuş, vatkalı olmuş, vatkasız olmuş, rakun kürkünden ya da tilkiden ya da ayı postundan olmuş, fark etmiyordu; kısacası insanoğlunun kendi bedenini örtmek için kullandığı her türden deri ve kürkten yapılmış paltoya el koyuyordu. Dairedeki memurlardan biri hortlağı kendi gözleriyle gördüğünü ve ilk bakışta onu Akakiy Akakiyeviç'e benzettiğini söylüyordu; ancak adamcağız o sırada öyle büyük bir korkuya kapılmıştı ki, oradan elinden geldiği kadar hızlı bir şekilde koşarak uzaklaştığı için, hortlağı adamakıllı görememiş; sadece uzaktan parmağını tehdit eder gibi kendisine doğru uzattığını seçebilmişti.
Şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyordu; sadece sıradan memurların değil, üst düzey görevlilerin bile paltoları sırtlarından zorla çekilip alındığı için, hepsinin boynu ve omuzları soğuktan tutulmaya başlamıştı. Polise, derhal ne gerekiyorsa yapılıp, ölü ya da diri bu hortlağın yakalanması ve diğerlerine ibret olsun diye en sert şekilde cezalandırılması emri verildi; neredeyse bunu başaracaklardı da... Şöyle ki, Kiryuşkin Sokağı'nda bir bekçi, eskiden flüt çalan emektar bir müzisyenin paltosunu çalmak üzereyken hortlağın yakasına yapışmıştı. Sonra da iki bekçi arkadaşını yardıma çağırdı. Diğer bekçiler gelince onlara, soğuk kış gecelerinde tam altı kez donan burnunu kurtarmak için çizmesinin içindeki enfiye kutusunu çıkarması gerektiğini, bu süre zarfında hortlağı tutmalarını söyledi. Ancak enfiyenin cinsi o kadar sertti ki, değil bir canlı, bir hortlak bile bu kokuya dayanamazdı. Bekçi sağ burun deliğini parmağıyla kapatıp soldakine henüz enfiye çekmişti ki, hortlak üçünün birden suratına doğru şiddetle hapşırdı. Bekçiler suratlarına savrulan salya sümükleri temizleme derdine düşünce, bunu fırsat bilen hortlak ortadan kayboldu. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, bekçiler hortlağı gerçekten yakalayıp yakalayamadıklarından emin bile olamadılar. O günden sonra da, hortlağın verdiği korku onları öyle çok etkiledi ki, değil bir ölüyü, bir canlıyı bile yakalamaya çekinir oldular; uzaktan "Hey sen! Buralarda dolaşma, yoluna git, hadi!" diye bağırmaktan ileri gidemediler. Böylece hortlak-memur Kalinkin Köprüsü'nün diğer tarafında da cirit atmaya ve bütün yüreksiz adamlara korku salmaya başladı.
Yalnız, hortlaktan bahsetmeye o kadar daldık ki, tamamen gerçeklere dayanan bu hikâyenin fantastik bir sonla noktalanmasına neden olan mühim adamı hepten unuttuk. Her şeyden önce, konumum mühim adama karşı adil davranmamı ve onun içinden geçenleri olduğu gibi sizlere aktarmamı gerekli kılıyor. İşittiği azardan dolayı altüst olan Akakiy Akakiyeviç odadan çıkar çıkmaz, mühim adamın yüreği biraz burkulmuştu aslında. Zaten acıma duygusu ona çok da uzak olan bir şey değildi; her ne kadar bulunduğu yüce mevkii, hissettiklerini açığa vurmasını genelde engellese de yüreği insani duygulara açıktı. Ziyaretine gelen arkadaşı makamını terk eder etmez, zavallı Akakiy Akakiyeviç'i düşünmeye başladı ve o andan itibaren neredeyse her gün, kendisinden işittiği paylamaya dayanamayan zavallı Akakiy Akakiyeviç'in beti benzi atmış görüntüsü gözlerinin önünde canlandı. Biçare Akakiy Akakiyeviç hakkındaki endişeleri öyle baş edilemez hale geldi ki, bir hafta sonra dayanamayıp yanında çalışan memurlardan birini adamcağızın ne durumda olduğunu, hâlâ yardımına ihtiyacı olup olmadığını öğrenmesi için çalıştığı daireye göndermeye karar verdi. Akakiy Akakiyeviç'in beklenmedik bir şekilde ateşler içinde sayıklayarak ruhunu teslim ettiği haberini alınca, kendini çok kötü hissetti, bütün gün vicdan azabı içinde kıvrandı ve bir türlü toparlanamadı. Kafasını dağıtmak ve bu nahoş olayın etkisinden kurtulmak için, o gece bir arkadaşının vereceği davete katılmaya karar verdi. Oraya vardığında hatırı sayılır insanlardan oluşan bir toplulukla karşılaştı, her şeyden önemlisi orada bulunanların neredeyse hepsi kendisiyle aynı seviyede kişilerdi; bu yüzden istediği gibi hareket edebilirdi, davranışlarını kısıtlamak zorunda değildi. Keyfi yerine geldi. Gevşedi; güler yüzlü, hoşsohbet biri oluverdi; yani oldukça güzel bir gece geçirdi. Yemekte iki kadeh şampanya içti, ki bilindiği gibi insanın neşelenmesinde hiç de yabana atılmayacak bir etkiye sahiptir şampanya. İşte bu etki sayesinde mühim adam doğruca eve gitmeyip bir hanım arkadaşını, Karolin İvanovna'yı ziyaret etmeye karar verdi.
Mühim adam, aslen Alman olan bu hanımefendiye karşı tamamıyla arkadaşça duygular besliyordu şüphesiz. Ayrıca hemen belirtmekte fayda var; kendileri, gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış olan mükemmel bir eş ve saygın bir aile reisiydi. İçlerinden biri memur olarak çalışan iki yetişkin oğlu ve her sabah uyanır uyanmaz elini öperek "Bonjour Papa" diyen, biraz kemerli olmakla beraber güzel, küçücük bir burnu olan on altı yaşında sevimli bir kızı vardı. Hâlâ genç ve güzel olan karısı, öpmesi için önce kendi elini uzatır, sonra da kocasının eli üstte kalacak şekilde çevirir ve onunkini öperdi. Mühim adam yaşadıkları aile saadetinden büyük bir memnuniyet duyuyor olsa da, kentin diğer yakasından 'sadece dostane duygular beslediği' bir hanım arkadaş edinmenin de sakıncası olmayacağını düşünmüştü. Oysa bu hanım arkadaş, karısından daha genç ya da daha güzel değildi, ancak bildiğiniz gibi yeryüzünde bu gibi şaşırtıcı olaylara sık sık rastlanmaktadır ve bunları eleştirmek de bizim işimiz değildir. Her neyse, arkadaşlarından ayrılan mühim adam merdivenlerden indi, kızağına bindi ve sürücüye "Karolin İvanovna'ya sür" talimatını verdi. Son derece şık, insanı sıcacık tutan kürk paltosuna sarınmıştı ve hâlâ geçirmiş olduğu keyifli gecenin etkisi altındaydı. Bir Rus için, birbirinden hoş düşüncelerin herhangi bir çaba sarf etmeden; insana, arkalarından koşma zahmeti vermeden, kendiliğinden zihnine üşüşmesinden daha iyi bir şey yoktur. Keyifle, geçirmiş olduğu gecenin en neşeli anlarını, çevresindeki samimi topluluğun kahkahalarla gülmesine neden olan tüm esprileri teker teker anımsadı; birçoğunu da kısık sesle kendi kendine tekrarladı ve hepsini de ilk anlatıldıkları andaki kadar komik bulduğu için, bir kez daha içten kahkahalar atmaktan kendini alıkoyamadı. Gerçi zaman zaman, aniden şiddetlenen, nereden ve neden estiği belli olmayan rüzgâr onu rahatsız ediyor, yüzünü bıçak gibi kesiyor, paltosunun yakasını bir yelken gibi havaya kaldırıp, birden beklenmedik bir güçle onu kafasına geçiriyor ve bundan kurtulmak için debelenip durmasına neden oluyordu.
Mühim adam, birinin ansızın çok güçlü bir şekilde yakasına yapıştığını hissetti. Arkasına dönüp bakınca, üzerinde eski püskü bir memur üniforması bulunan kısa boylu bir adamla burun buruna geldi. Kar gibi bembeyaz yüzlü adamın Akakiy Akakiyeviç olduğunu fark edince dehşete kapıldı. Bir de hortlak-memurun konuşmak üzere ağzını açtığını görüp, o ağızdan burnuna doğru yönelen çürümeye başlamış ceset kokusunu duyduğunda mühim adam korkudan bayılacak gibi oldu. Hortlak, "Sonunda buradasın işte! Sonunda... şey... senin de yakana yapıştım. Asıl senin paltondu aradığım; benimki çalındığında parmağını bile kıpırdatmadın, yardım istedim diye bana demediğini bırakmadın! Bu yüzden şimdi bana kendi paltonu vereceksin!" dedi. Zavallı mühim adam korkudan neredeyse ruhunu teslim edecekti. Oysa dairede, özellikle de kendinden düşük seviyedeki memurların önünde ne kadar da kuvvetli ve kudretli duruyordu, erkeksi tavırlarını ve görünüşünü gören herkes, "Of be! Ne adam ama!" demekten kendini alamıyordu. Ancak şu an içinde bulunduğu durumda, başkalarının gözünde kahraman gibi görünen birçok mühim adam gibi korkudan tir tir titriyor ve bu korku yüzünden bir yerine inme ineceğini sanıyordu. Hemen paltosunu çıkarıp elinden geldiğince uzağa fırlattı ve alışılmadık bir ses tonuyla arabacıya bağırdı: "Eve sür!" Yalnızca hayati durumlarda duyduğu ses tonunu ve devamında daha sert uyarıların gelebileceği ihtimalini deneyimleri sayesinde iyice kavramış olan arabacı, olası azarlara karşı önlemini alarak omuzlarını yukarı doğru kaldırdı; kamçısını şaklattı ve kızak, bir ok gibi yerinden fırladı. Beş altı dakika sonra mühim adam evinin kapısına gelmişti bile. Karolin İvanovna'ya gideceği yerde, solgun, korkudan dili tutulmuş ve paltosuz bir şekilde kendi evine vardı. Zar zor kendini odasına attı ve bütün gece sıkıntıyla bir o yana bir bu yana döndü durdu. Zorlu geçen gecenin izlerini yüzünde taşıdığı için, ertesi gün kahvaltıda kızı, "Bugün çok solgun görünüyorsun babacığım," dedi; ama zavallı babacığı suskunluğunu bozmadı ve önceki gece başına gelenlerden, nerede olduğundan ve nereye gitmeyi planladığından kimselere bahsetmedi. Yaşamış olduğu bu olay onu derinden etkiledi. Hatta emrinde çalışan memurlara "Bu ne cüret! Benim kim olduğumu biliyor musunuz?" türünden sözleri pek seyrek söyler oldu. Böyle çıkışlar yapsa bile öncelikle olan biteni en ince ayrıntısına dek öğrenmeye gayret ediyordu.
Daha da ilginç olan şey, o günden sonra hortlak-memur bir daha ortalarda görünmedi; anlaşılan mühim adamın paltosu üzerine tam oturmuştu. En azından, artık insanların sırtlarından paltolarının zorla alındığına dair haberler duyulmuyordu. Yine de böyle mevzulardan keyif alan kimi işgüzarlar, rahat durmayı beceremediler ve kentin ücra yerlerinde hortlak-memurun hâlâ ortalıklarda dolaştığını anlatıp durdular. Örneğin, Kolomna'da bir mahalle bekçisi hortlağın, gözünün önünde bir evin arkasından süzülerek ortaya çıktığını görmüş, ancak kendisi oldukça çelimsiz bir adam olduğu için (ki bir keresinde henüz sütten kesilmemiş normal büyüklükte bir domuz yavrusu evin tekinden aniden dışarı fırlamış ve etraftaki arabacıların kahkahaları eşliğinde bekçiyi bir vuruşta yere sermişti; gerçi bekçi de yapmış oldukları bu saygısızlıktan dolayı arabacıların her birinden enfiye parası niyetine iki kapik toplayıvermişti), işte bu kadar çelimsiz biri olduğu için hortlağı durdurmaya cesaret edememiş, bunun yerine karanlıkta onu takip etmeyi tercih etmişti. Bir süre sonra hortlak, birisi tarafından izlendiğini fark etmiş, birdenbire arkasına dönüp 'bu dünyada' yaşayan hiçbir adamda göremeyeceğiniz kadar büyük olan yumruğunu havaya kaldırarak "Ne istiyorsun?" diye bağırmıştı bekçiye. O da, "Hiiiç" diye cevap vermiş ve derhal olay yerinden uzaklaşmıştı. Söylenenlere bakılırsa bu son derece iri yarı ve pala bıyıklı bir hortlakmış. Obukhov Köprüsü'ne doğru ilerlemiş, sonra da gecenin karanlığı içinde yitip gitmiş.
SON
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro