2
Petersburg'un kül rengi göğü hepten karardığında ve bütün memurlar gelirlerine, zevklerine uygun bir şekilde yemeklerini yiyip karınlarını doyurduklarında; yani, dairelerde tüm gün süren kalem gıcırtıları ve koşuşturmalar sona erdikten, kendilerine ve başkalarına ait yapılması gereken işler tamamlandıktan, hatta iş aşkıyla yanıp tutuşan memurların gönüllü olarak üstlendikleri 'fazladan' görevler bile yerine getirildikten sonra 'artık' dinlenme zamanı gelip çattığında, hâlâ harcayacak enerjisi olanlar, işten arta kalan zamanı keyifli şeyler yaparak geçirmek için acele ederlerdi. Eğlence düşkünleri uçarcasına tiyatronun yolunu tutarken, diğerleri son moda kadın şapkalarını incelemek için kendilerini sokaklara atardı. Kimileri bir grup memurun gözdesi olmuş alımlı, genç bir hanıma kur yapma sevdasıyla bir gece davetine katılır, kimileri ise (ki en çok rastlanan da buydu) üçüncü ya da dördüncü katta bulunan, iki küçük oda ve bir antre ya da mutfaktan oluşan, modaya uyma hevesiyle birçok etkinlikten feragat edip para biriktirerek güçbela edinilen bir lambanın veya değişik bir biblonun süslediği, yakın bir arkadaşın evinin yolunu tutardı. Kısacası bütün memurların tanıdık evlere dağılıp, hararetli bir şekilde kâğıt oynadığı, üç kuruşluk kurabiyeler eşliğinde çaylarını yudumlayıp uzun pipolarını tüttürdükleri, kâğıtlar dağıtılırken yüksek sosyeteye dair son dedikoduları birbirlerine anlattıkları (ki bu dedikodular Rus insanının hiçbir zaman ve hiçbir koşulda vazgeçemeyeceği şeylerdir), hatta konuşacak bir konu kalmadığı zaman, kendisine 'Bakır Atlı' heykelindeki atın kuyruğunun kesildiği söylenen kumandan hakkındaki ardı arkası gelmeyen anekdotlar havalarda uçuştuğunda; yani herkes elinden geldiğince eğlenmeye çalışırken, Akakiy Akakiyeviç bu eğlencelerden hiçbirine katılmazdı. Kimse onu, hayatının herhangi bir döneminde, herhangi bir davette görmüş olduğunu söyleyemezdi. Yazıları temize çekme hevesini yeterince tatmin ettikten sonra yatağına yatar, ertesi gün Tanrı'nın kendisine bahşedeceği temize çekme görevlerini düşünerek, yüzünde beliren gülümsemeyle uykuya dalardı. İşte, kaderine yazılan 'yılda dört yüz rublelik gelirle' memnun olmayı becerebilen bir adamın sakin yaşamı böylece sürüp gitmekteydi. Belki de sadece yazıcıların değil, düzeltmenlerin, müdür yardımcılarının, müdürlerin, kendileri kimseye bir şey danışmadıkları gibi, kendilerine de hiçbir şey danışılmayan danışmanların, yani herhangi bir kademede görev yapan memurların ilerlemekte oldukları yaşam yolu üzerine serpilmiş çeşitli felaketler olmasaydı, Akakiy Akakiyeviç'in hayatı da ilerideki yaşlılık günlerine kadar aynı şekilde sürüp gidecekti.
Yılda dört yüz ruble kadar gelir elde eden herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı amansız bir düşman vardır Petersburg'da. Söz konusu düşman, her ne kadar insan sağlığına iyi geldiği söylense de, bizim ünlü kuzey ayazından başka bir şey değildir. Sabah dokuzda, yani tam da işlerine gitmeye çalışan insanların caddeleri doldurduğu saatte ayaz, herhangi bir ayrım yapmadan hepsinin burunlarına keskin fiskeler indirmeye başlar, zavallı memurlar burunlarını nereye sokacaklarını şaşırırlardı. Böyle zamanlarda, yüksek mevkilerde bulunanların bile soğuktan alınları sızlar, gözlerinden yaşlar boşanırken, zavallı sıradan memurlar çoğu zaman ayazda tamamen savunmasız kalırlardı. Tek çareleri, daireye ulaşmak için geçmek zorunda oldukları beş ya da altı sokağı, eskimiş, ince paltolarının içinde mümkün olduğunca hızlı bir şekilde aşmak ve kapıcı odasına ulaşır ulaşmaz yolda tamamen buz kesmiş ayakları çözülünceye ve tıpkı ayakları gibi soğuktan işlemez hale gelmiş memuriyet becerileri yeniden işler duruma gelinceye dek ısınmaya çalışmaktı. Akakiy Akakiyeviç de daireye ulaşmak için katetmesi gereken yolu mümkün olduğu kadar hızla geçmeye çabalamasına rağmen, bir süredir özellikle sırtının ve omuzlarının soğuktan donduğunu hissetmeye başlamıştı. Sonunda sorunun paltosundan kaynaklanabileceği geldi aklına. Eve dönünce paltosunu iyice inceledi; sırtında ve omuzlarında iki ya da üç yerin kalbura döndüğünü keşfetti. Kumaş o kadar incelmişti ki, diğer tarafı bile görmek mümkündü, ayrıca astar da artık gerçekten miadını doldurmuştu. Yeri gelmişken Akakiy Akakiyeviç'in paltosunun memurlar arasında dalga konusu olduğunu da belirtmek gerekir. Hepsi de bu harap olmuş kumaş parçasının 'palto' ismini hak etmediği, ona ancak 'sabahlık' denilebileceği konusunda fikir birliğine varmıştı. Doğrusu, Akakiy Akakiyeviç'in paltosunun pek paltoluk hali kalmadığı da ortadaydı hani. Yakası, diğer yerlere yapılacak yamalar için kaynak olarak kullanıldığından her geçen sene biraz daha ufalmıştı. Hem yamalar da maharetli bir terzinin elinden çıkmış, göze hoş gelen türden değildi; kaba ve çirkin görünüyorlardı. Sorunun kaynağını anlayan Akakiy Akakiyeviç, paltosunu Petroviç'e götürmeye karar verdi. Petroviç, arka merdivenlerden çıkınca dördüncü katta oturan bir terziydi; gören tek gözüne ve yüzündeki çiçekbozuğu izlerine rağmen pantolon ve ceket tamiri konusunda oldukça başarılı bir adamdı. Tabii bu başarısı, ayık olmasına ve zihnini kurcalayan herhangi bir şey olmamasına bağlıydı. Bu terzi hakkında uzun uzadıya bilgi vermeye elbette gerek yok, ancak madem öykülerde bulunan tüm karakterleri etraflıca tanıtmak bir gelenek olmuş, okumakta olduğunuz satırlara Petroviç'i de buyur etmekten, onun hakkında bir çift laf etmekten başka seçeneğim yok.
Önceleri kendisine sadece Grigoriy denilmekteydi ve bilmem hangi toprak ağasının yanında çalışan bir köleydi. Özgürlüğünü elde ettikten ve bayramlarda zilzurna sarhoş olana dek içki içmeye başladıktan sonra Petroviç diye anılmaya başladı. İlkin sadece büyük bayramlarda içiyordu; ama sonraları büyük küçük demeden takvim sayfalarında yanına haç işareti konulmuş bütün kutsal günlerde kafayı çekmeye başladı. Bu yönüyle aile geleneğini bozmadığını, sağa sola sapmadan dedelerinin izinden gittiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Karısı ile ağız dalaşına girdiğinde ona 'maddiyatçı kadın' ya da 'Alaman karısı' diye söverdi. Eee, madem Petroviç'in karısının da adını andık, onun hakkında da bir iki çift laf etmek farz oldu bize. Gelgelelim bu kadıncağızla ilgili pek dişe dokunur bir bilgi yok elimizde ve bildiklerimizi olduğu gibi aktarmak gerekirse, kuracağımız cümleler şunlardan ibarettir sadece: Petroviç'in bir karısı vardı; baş örtüsü kullanmazdı, bere takardı ve öyle dillere destan bir güzelliği de yoktu. Doğrusu, bıyıklarını burarak ve alışılmadık sesler çıkararak yanına yaklaşan muhafız askerleri dışında kimse yüzüne bakmazdı.
Akakiy Akakiyeviç, Petroviçler'in evine giden merdivenlerden çıkarken (yalnız hakkını vermek lazım, Petersburg'da bulunan tüm diğer evlerin arka merdivenleri gibi bu merdivenler de su ve çamur içindeydi ve her tarafına kesif bir amonyak kokusu sinmişti)... ne diyorduk... Akakiy Akakiyeviç merdivenlerden çıkarken, bu iş için Petroviç'in ne kadar isteyeceğini kestirmeye çalışıyor ve kendi kendine iki rubleden bir kapik fazla vermemeyi tasarlıyordu. Petroviç'in karısı balık kızarttığı için evin kapısını ardına kadar açık bırakmıştı. Mutfakta o kadar çok duman vardı ki, etrafta gezinen hamamböceklerini seçebilmek bile mümkün değildi. Akakiy Akakiyeviç ev sahibesine görünmeden mutfağın içinden geçip koridorun sonundaki odaya girdi. Petroviç büyükçe, boyasız bir ahşap masada, Türk paşaları gibi bacaklarını altına toplamış oturuyordu. Ayakları, iş başındaki tüm terzilerde gelenek olduğu üzere çıplaktı. Akakiy Akakiyeviç'in gözüne çarpan ilk şey; önceden de görüp bildiği ayak başparmağı oldu. Üzerindeki tırnak son derece biçimsiz, kaplumbağa kabuğu gibi sert ve kalın görünüyordu. Boynunda bir çile ipek ve iplik asılıydı; kucağında da eski püskü bir kıyafet duruyordu. Dakikalardır elindeki ipliği iğne deliğinden geçirmeye çalışıyordu, ancak bunu bir türlü beceremediği için karanlığa ve hatta elindeki ipliğe kısık sesle sövüp duruyordu: "Yabani şey, sakın geçme e mi! Tükettin beni be, seni deyyus!" Petroviç'in tam da sinirli olduğu bir anda oraya gittiği için Akakiy Akakiyeviç'in canı sıkıldı. Oysa siparişini Petroviç'in keyfinin yerinde olduğu bir anda ya da karısının deyişiyle "tek gözlü şeytanın kafası kıyakken" vermek isterdi. Eğer o keyifli anını yakalayabilse, Petroviç kendisine önereceği parayı hemencecik kabul etmekle kalmaz, bir de yerlere kadar eğilerek selam verip, teşekkür üstüne teşekkür ederdi. Gerçi sonra karısı sızlanarak gelir, kocasının sarhoş olduğunu, bu yüzden çok ucuza anlaştığını söylerdi, ancak on kapiklik bir ilaveyle bu sorunu da çözmek mümkün olurdu. Ama görünüşe bakılırsa o gün, Petroviç gayet ayık durumdaydı; bu yüzden de son derece aksi ve anlaşmaya uzak bir tavır sergiliyordu. Kim bilir paltoyu yamamak için ne kadar para isteyecekti. Akakiy Akakiyeviç tehlikenin farkına varır varmaz gerisingeri dönüp oradan gitmek istedi, ama artık bunun için çok geçti. Petroviç gören tek gözüyle Akakiy Akakiyeviç'i baştan aşağı dikkatle süzdü ve zavallı memurumuz da istemeye istemeye konuşmak zorunda kaldı:
"İyi günler Petroviç!"
"İyi günler dilerim efendim," dedi Petroviç, ne tür bir ganimetle geldiğini anlamak için gözlerini Akakiy Akakiyeviç'in ellerine dikerek.
"Ben sana Petroviç... şey... şunu..."
Bilinmesi gereken konu şudur ki, Akakiy Akakiyeviç çoğu zaman kendini özürlerle, bahanelerle ve son tahlilde herhangi bir anlam taşımayan muğlak sözlerle ifade ederdi. Eğer zorlanacağı bir konuda konuşması gerekirse, kurduğu cümleleri yarım bırakmak onun belirgin özelliklerindendi. Bu yüzden çoğu kez söze, "Bu gerçekten de, bilirsiniz..." diye başlayıp, devamında hiçbir şey söylemez, işin kötüsü bunun farkına da varmayıp, söylenmesi gereken her şeyi söylediğini zannederdi.
"Ne oldu?" diye sordu Petroviç. Bu esnada gören tek gözünü Akakiy Akakiyeviç'in üzerindeki üniformanın yakasından başlayıp kollarına, oradan da sırt ve bel bölümüne, düğme iliklerine doğru gezdirerek inceliyordu. Hepsi kendi elinden çıkmış olduğu için gördükleri son derece tanıdıktı. Bu tavır terzilere has bir alışkanlıktır aslında; birisiyle karşılaştıklarında ilk yaptıkları şey budur.
"İşte bak Petroviç... palto, kumaşı... görüyorsun, diğer yerleri aslında sapasağlam... biraz tozlanmış, o yüzden eski gibi görünüyor, oysa yeni... şey... sadece bir yerinde biraz... sırtında, bir de omzunun tekinde küçük bir delik var... şey... diğer omzunda da bir tane var, küçük ama... gördün mü? Hepsi bu. Fazla işi yok..."
Petroviç 'sabahlığı' eline aldı; önce onu masanın üzerine yaydı, uzun uzun inceledi, başını salladı ve kapağında bir generalin resmi olan yuvarlak enfiye kutusunu almak için pencere pervazına doğru uzandı. Resmin hangi generale ait olduğunu kestirmek mümkün değildi, yüzünün bulunduğu yer, parmak darbeleriyle delik deşik olduğundan kare şeklinde bir kâğıt parçasıyla yamanmıştı. Bir tutam enfiye çektikten sonra Petroviç iki eliyle 'sabahlığı' iyice gerdi, havaya kaldırdı ve ışığa doğru tutarak baktı, yine başını salladı. Sonra astarı dışa gelecek şekilde 'sabahlığı' tersyüz etti ve yine başını salladı. Tekrar, üzerine kâğıt yapıştırılan general resminin olduğu kapağı kaldırdı, burnunu tabakaya yaklaştırarak bir nefes daha çekti, kapağı kapattı, kutuyu elinden bıraktı.
"Hayır, bunu onarmak mümkün değil: Eski püskü bir süprüntü bu!" dedi.
Bu sözler karşısında Akakiy Akakiyeviç'in yüreği duracak gibi oldu.
"Neden mümkün değil, Petroviç?" diye sordu, bir çocuk gibi sızlanarak. "Sadece omuzları biraz yıpranmış... şey... nedir ki, sende küçük kumaş parçaları vardır yama için..."
"Evet, parça bulmak mümkün, parça bulunur bulunmasına da, bu kumaş dikiş tutmaz. Çoktan çürümüş gitmiş, iğne değdiremezsin buna, değdirirsen parçalanıp gider."
"Varsın parçalansın, hemen yamayıverirsin sen de."
"Yama filan yapılmaz buna; yamayı tutacak bir şey kalmamış, çok yıpranmış. Kumaşlık hali kalmamış, yamasan bile en ufak esintide dağılır gider."
"O zaman, bir şekilde sağlamlaştırsan... Eminim ben... gerçekten... bu..."
"Hayır," dedi Petroviç kararlı bir şekilde. "Yapılacak hiçbir şey yok. Paltoluk hali kalmamış bunun. Hatta bana kalırsa, bunu şeritler halinde kesip kendinize dolak gibi bir şey yapın, daha iyi olur. Soğuklar bastırınca ayağınızı sıcak tutar hiç olmazsa. Çoraplar hiç işe yaramıyor. Zaten çorap dediğiniz nedir ki? Gözü doymak bilmez Alman milleti iki kuruş daha kazanmak için icat etti şu çorap denilen şeyi. (Petroviç, fırsat buldukça Almanlar hakkında atıp tutmaya bayılırdı.) Palto meselesine gelince, yeni bir tane diktirmeniz gerekecek."
'Yeni' kelimesini duyar duymaz Akakiy Akakiyeviç'in gözleri karardı; odadaki tüm eşyalar, her şey etrafında dönmeye başladı. Artık, Petroviç'in enfiye kutusunun kapağının üzerinde bulunan general resminin yüzünü kaplayan kâğıt parçasından başka bir şey seçemiyordu gözü.
"Yeni bir palto mu?" diye sordu, hâlâ yaşadıklarının bir kâbustan ibaret olduğunu sanarak. "Bunun için yeterli param yok ki benim."
"Evet, yeni bir palto," diye yanıtladı Petroviç, insanı dehşete düşüren bir soğukkanlılıkla.
"Peki... yeni bir palto diktirmek... yenisi acaba kaça...?"
"Kaça mal olacağını mı soruyorsunuz?"
"Evet."
"En az yüz elli rubleyi gözden çıkarmak lazım," dedi Petroviç ve anlamlı bir şekilde dudaklarını büzdü. Sözleriyle karşısında bulunan kişiyi afallatmayı, sonra da göz ucuyla yüzünün aldığı şekli izlemeyi pek severdi.
"Bir palto için yüz elli ruble mi!" diye bir çığlık attı zavallı Akakiy Akakiyeviç. Belki de hayatı boyunca attığı ilk çığlıktı bu, zira kendisi hep ses tonunun yumuşaklığıyla tanınan bir adamdı.
"Evet," dedi Petroviç. "Tabii ücret, istediğiniz paltonun özelliklerine göre de değişecektir. Eğer yakasına kürk koyacaksam, ipek astarlı bir kapüşon ekleyeceksem, o zaman fiyatı iki yüz rubleye kadar yükselir."
Akakiy Akakiyeviç, Petroviç'in söylediklerini ne duyuyordu ne de duymak için bir çaba sarf ediyordu. Ağlamaklı bir şekilde, "Petroviç, lütfen... bir şekilde onar şunu, hiç değilse bir süre daha idare etsin beni," dedi.
"Mümkün değil; bu miadını doldurmuş artık! Verilen emek de, harcanan para da boşa gider," diye yanıtladı Petroviç. Bu sözleri duyan Akakiy Akakiyeviç, dağılmış bir halde oradan ayrıldı.
Petroviç ise Akakiy Akakiyeviç'in gidişiyle birlikte yeniden işe koyulmadan önce, uzunca bir süre daha dudaklarını anlamlı bir şekilde büzerek öylece durdu. Hem bir müşteri karşısında kendini küçük düşürmediği, hem de terzilik sanatının şerefini alçaltmadığı için halinden memnundu.
Akakiy Akakiyeviç sokağa çıktıktan sonra bile, görmekte olduğu bir kâbustan henüz uyanamamış gibiydi. "Şu işe bak!" diye söyleniyordu kendi kendine. "Böyle olacağı aklıma bile, gelmezdi... Şu işe bak!" Bir anlık sessizlikten sonra devam etti söylenmeye: "Şu işe bak! Ne ummuştum, ne buldum! Hey Tanrım!" Uzun süren bir sessizliğin ardından, "İşe bak! Hiç tahmin etmezdim böyle olacağını... Bunlar... kimin aklına gelirdi ki... Ne fena bir durum..." Bunları söylerken eve doğru yürüyeceğine, ne yaptığını bilmez bir halde tam da aksi istikamete doğru yöneldi. Yolda, bir baca temizleyicisi ona çarparak bütün omzunu kurum içinde bıraktı; inşaat halindeki bir binanın altından geçerken de tepesine bir miktar kireç boşaldı. Ama Akakiy Akakiyeviç bunların hiçbirinin farkına bile varmadı. Neden sonra, tabakasından nasır tutmuş avucuna bir nefeslik enfiye almak için elindeki sopayı bir kenara koyan bekçiye çarptığında adam, "Ne diye insanın tepesine çıkıyorsun, koca sokakta başka yer mi kalmadı be adam!" diye çıkışınca, kendine gelir gibi oldu. Toparlandı, etrafına bakındı ve eve doğru yöneldi. Ancak o zaman düşüncelerini toparlayabildi; içinde bulunduğu durumu gerçekçi bir gözle değerlendirdi ve kendi kendine akıllı, içten bir dostuyla dertleşir gibi konuşmaya başladı: "Yok, yok... Petroviç'le bugün konuşmak hataydı," dedi. "O, herhalde... karısı muhtemelen hırpalamıştı onu. İyisi mi pazar sabahı gideyim ben. Cumartesi gecesi sünger gibi içer nasıl olsa, ertesi sabah da hâlâ ayılmamış olur. Kendine gelmek için bir tek daha atması gerekir, ama karısı da ona kapik koklatmaz. İşte o sırada ben eline on kapik sıkıştırdım mıydı, hemen yumuşayıverir ve belki de paltoyu..."
Aldığı bu kararla cesareti yerine gelen Akakiy Akakiyeviç, pazar gününü beklemeye koyuldu. Sabah, terzinin karısının evden çıktığını görür görmez soluğu Petroviç'in yanında aldı. Tam tahmin ettiği gibi cumartesi gecesi sabaha kadar içki içen terzi hâlâ ayılamamıştı. Sağlam kalan tek gözü kayıyor, kafasını bir türlü dik tutmayı başaramıyordu. Yine de Akakiy Akakiyeviç'in hangi konu için oraya geldiğini anladığı an içindeki şeytan uyanıverdi. "Mümkün değil," diye çıkıştı. "Yeni bir palto diktirmelisiniz." Akakiy Akakiyeviç hemen eline on kapik tutuşturdu. Petroviç ise "Teşekkürler bayım, bir kadeh de sizin sağlığınıza içeceğim. Yeni palto konusunda sakın ola endişelenmeyin; eskisinden artık hayır gelmez. Sizin için, adınıza yaraşır bir palto dikeceğim; bana güvenebilirsiniz," diye yanıtladı onu.
Akakiy Akakiyeviç, yeni bir palto dikmek yerine eskisini onarması için bir iki laf daha edecek olduysa da Petroviç onu dinlemeyerek, "Yeni bir palto... Size kesinlikle yeni bir palto dikeceğim; bana güvenebilirsiniz; elimden geleni yapacağım. Hatta modaya uygun bir şey bile çıkarabiliriz; yakası gümüş renginde gizli kopçalarla tutturulan bir palto mesela," dedi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro