Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

8


Savaş günü çok güzel bir ilkyaz günüydü. Sabahleyin yağmur yağmıştı ve okulda, ders aralarında çocuklar pencereden dışarıya hüzünle bakıyorlardı. Yağmur bütün savaşı berbat edecek sanıyorlardı. Ama öğleye doğru yağmur durmuş ve gökyüzü tertemiz olmuştu. Saat bire geldiği zaman ilkyaz güneşinin tatlı ışıkları parlıyordu. Kaldırımlar kurumuştu. Çocuklar okuldan eve giderken hava gene ısınmıştı ve rüzgâr Buda Dağları'ndan taze kokular getiriyordu. Bu, savaş için, istenebilecek en güzel havaydı. Kalelere yığılmış olan kumlar ıslanmış; fakat, öğleden sonra içi bir dereceye kadar da kurumuştu. Böylece, şimdi bombalar kullanılmaya daha elverişliydi.

Saat birde korkunç bir koşuşma vardı. Herkes eve koşmuştu ve saat ikiye çeyrek kala ordu Alan'da toplanmıştı. Öğle yemeğinden kalan ekmek hâlâ bir bölümünün ceplerindeydi; oradan atıştırıyorlardı. Ama şimdi heyecan bir gün önceki kadar büyük değildi. Bir gün önce, henüz ne olacağını bilmiyorlardı. Fakat elçilerin gelmesi tedirginliği gidermiş, onun yerini ciddi bir bekleme almıştı. Şimdi artık, ne zaman geleceklerini, savaşın nasıl olacağını biliyorlardı. Hepsinin yüreğinde savaşçılık ateşi yanıyor ve hepsi artık çarpışmanın içinde olmayı istiyordu. Bununla birlikte, son yarım saat içinde Bika savaş planında değişiklik yapmıştı. Çocuklar, toplandıkları zaman, 4 ve 5 sayılı kalelerin önünde uzun ve derin bir hendek uzandığını şaşkınlıkla gördüler. Daha korkakça olanlar, hemen, bunu düşman yapmıştır diye düşündüler ve Bika'ya koştular:

- Hendeği gördün mü?

- Gördüm.

- Kim kazmış?

- Bu sabah Yano kazdı. Benim buyruğumla.

- Ne olacak bu?

- Bununla savaş planının bir bölümü değişiyor.

Notlarına baktı; sonra A ve B taburlarının komutanlarını çağırdı:

- Bu hendeği görüyor musunuz?

- Görüyoruz.

- Siper nedir biliyor musunuz?

Pek iyi bilmiyorlardı. Bika anlattı:

- Siper; birlikler içine çekilsin, düşmandan kendini gizlesin ve ancak en uygun zamanda çarpışmaya başlasın diye yapılır. Savaş planımız değişiyor. Siz Pâl Sokağı kapısının yanında durmayacaksınız. Bunun iyi olmayacağını anladım. Siz taburlarınızla sipere girip saklanacaksınız. Düşmanın bu yana ayrılan bölümü Pâl Sokağı kapısından girdiği zaman kaleler hemen bomba atmaya başlayacaktır. O zaman düşman kalelere doğru gider; çünkü odun yığınlarının dibindeki siperi görmez. Siperlerin beş adım yakınına kadar geldikleri vakit siz hendekten başınızı kaldırıp ansızın onlara kum bombası yağdırmaya başlarsınız. Bu aralık kaleler gittikçe daha şiddetli ateş ederler. O zaman siz siperden çıkıp düşmana saldırırsınız. Onları hemen kapıya doğru kovalamazsınız; biz Marya Sokağı yanındaki bölümü haklayıncaya kadar beklersiniz ve ancak, ben saldırı borusu çaldırdığım zaman onları kapıya doğru sürersiniz. Biz Marya Sokağı yanındakileri kulübeye tıkar tıkmaz 1. ve 2. kalelerin yiğitleri öteki kalelere koşar; Marya Sokağı yanındaki birliklerimiz de sizin yardımınıza gelir. Özetle, siz yalnızca onların ilerlemesine engel olacaksınız. Anlaşıldı mı?

- Elbette.

- Ben o zaman saldırı borusu çaldırırım. O vakit onların iki katı oluruz; çünkü onların yarısı kulübeye kapatılmış olacak. Kurallara göre de, toplu olarak saldırıya geçtiğimiz zaman sayıca üstün olmamızda sakınca yoktur. Yalnızca kişisel çarpışmalarda iki kişinin bir kişiye saldırması yasaktır.

O bunları söylerken Yanoş yanına gitti; orasını, burasını birkaç çapa vuruşuyla düzelttikten sonra, içine, bir el arabası daha kum döktü.

Bu sırada, kaledeki çocuklar kendi hallerinde çalışıyorlar; odun yığınlarının üstünde hiç durmadan iş görüyorlardı. Kaleler o biçimde yapılmıştı ki odunların arasında çocukların yalnızca başları görünüyordu. Sık sık eğilerek gözden yitiyorlar; sonra gene ortaya çıkıyorlardı. Kum bombası yapmakla uğraşıyorlardı. Rüzgâr her kalenin üstünde minimini bir kırmızı-yeşil bayrak dalgalandırıyordu. Yalnızca köşedeki 3 sayılı kalede bayrak yoktu. Âtş Feri'nin vaktiyle alıp götürdüğü bayrak buradaki bayraktı. Onun yerine başkasını asmamışlardı; çünkü onu savaşta yeniden ele geçirmek istiyorlardı.

Evet, şimdi de anımsayabiliriz ki, başına birçok şey gelmiş olan bu bayrak son olarak Gereyb'in yanındaydı. Onu ilk kez Âtş Feri alıp götürmüş; kırmızı gömlekliler Bitki Bahçesi'ndeki yıkıntıya saklamışlardı. Nemeçek oradan almıştı ve yerde onun minimini izlerini bulmuşlardı. İşte o akşam küçük sarışın, ağaçtan, kırmızı gömleklilerin ortasına pat diye düştüğü zaman Pastorlar elinden almışlar ve bayrak yine kırmızı gömleklilerin gizli cephaneliklerine, savaş baltalarının yanına götürülmüştü. Oradan da, son olarak, Pâl Sokaklıların gözüne girmek için Gereyb almış, getirmişti. Ama o zaman Bika: "Biz çalınmış bayrak istemiyoruz" diyerek geri çevirmişti. Onlar bayrağı onurlu bir biçimde ele geçirmek istiyorlardı...

Bir gün önce, kırmızı gömleklilerin gönderdiği kurul Alan'dan ayrılır ayrılmaz bir Pâl Sokaklılar kurulu, bayrakla, Bitki Bahçesi'ne doğru yola çıkmıştı.

Onlar vardığı zaman bahçede büyük savaş kamutayı toplantı durumundaydı. Kurulu Çele yönetiyordu ve bunlar iki kişiydi: Vays ve Çonakoş. Çele'de beyaz bayrak vardı ve kırmızı-yeşil bayrağı Vays gazete kâğıdına sarılmış olarak götürüyordu.

Tahta köprüde nöbetçiler önlerine çıktı:

- Dur! Kimsin?

Çele, ceketinin altından beyaz bayrağı çıkarıp yükseğe kaldırdı. Ama, bir tek sözcük bile söylemedi. Nöbetçiler bu gibi durumlarda ne yapılacağını bilmiyorlardı. Onun için, adaya bağırdılar:

- Huya, hop! Burada yabancılar var!

Bunu duyar duymaz Âtş Feri köprüye geldi. O, beyaz bayrağın ne demek olduğunu biliyordu. Elçileri adaya götürdü:

- Elçi olarak mı geldiniz?

- Evet.

- Ne istiyorsunuz?

Çele öne çıktı:

- Bizden almış olduğunuz bu bayrağı geri getirdik. Bizim yanımızdaydı. Ama biz onu bu biçimde ele geçirmek istemiyoruz. Yarın savaşa birlikte getirin. Onu elinizden alabilirsek ne âlâ; eğer alamazsak sizde kalır. Generalim size bunu bildiriyor!

Vays'a işaret etti; o da, büyük bir ciddilikle, bayrağı sarılı olduğu kâğıttan çıkardı ve teslim etmeden önce öptü.

Âtş Feri:

- Cephanelik korumanı Sebeniç! diye bağırdı.

Fundalıktan bir ses:

- Burada yok, dedi.

Çele seslendi:

- Demin, elçi olarak bize gelmişti.

Âtş Feri:

- Doğru, bunu unutmuştum, dedi; öyleyse, koruman yardımcısı buraya gelsin!

Bodur bir ağacın dalları aralandı; küçük ve çevik Vendaver fırlayıp komutanın önüne geldi.

- Elçilerden bayrağı al; götürüp cephaneliğe koy.

Elçilere döndü:

- Bayrağı çarpışmada cephane korumanı Sebeniç taşıyacak. Yanıtım budur.

Çele, gideceklerini anlatmak için beyaz bayrağı gene havaya kaldırmak üzereyken, kırmızı gömleklilerin komutanı:

- Bayrağı size getiren her halde Gereyb'dir, dedi.

Ses yoktu. Kimse yanıt vermemişti.

Âtş Feri sordu:

- Gereyb mi getirdi?

Çele selam duruşuna geçerek, askerce:

- Bu konuda bir şey söylemeye yetkim yok, dedi. Sonra askerlerine bağırdı:

- Dikkat! Marş!

Komutanı orada bırakıp yürüdüler. Çele için "şıklığa düşkün" demeleri boşuna değildi; Çele'nin kibar bir çocuk olması da öyle. İtiraf etmeli ki bu işi askerce yapmıştı. Onda, düşmana karşı kimseyi, hatta kendilerini ele vereni bile ele verecek göz yoktu.

Bu anda Âtş Feri'nin biraz fiyakası bozulmuştu. Vendaver, elinde bayrakla orada durmuş, bakıyordu. Komutan ona öfkeyle çıkıştı:

- Aptal aptal ne bakıyorsun? Yerine götür bayrağı!

Vendaver koşa koşa giderken şöyle düşünüyordu:

- Şu Pâl Sokaklılar gene de yaman çocuklar be! İşte, korkunç Âtş Feri'ye ağzının payını verenlerin bu ikincisi oluyor.

Bayrağın gene onlara geçmesi bu biçimde olmuştu ve 3 sayılı kalede bayrak bunun için yoktu.

Gözcüler tahtaperdenin üstüne çıkmışlardı bile. Biri Marya Sokağı'ndaki, diğeri Pâl Sokağı'ndaki tahtaperdeye beygire biner gibi oturmuştu. Odun yığınları arasında koşuşan, gidip gelen, hazırlık yapan kalabalıktan Gereyb ileri çıktı; koşarak Bika'nın yanına geldi ve topuklarını vurdu:

- Generalim, saygıyla bildiririm, bir ricam var.

- Nedir?

- Generalim bugün bana, kale topçusu olarak 3 numaralı kaleye gitmek buyruğunu vermişlerdi; nedeni de, bu kalenin köşede ve en tehlikeli yerde bulunması, aynı zamanda, bir kez alıp getirmiş olduğum bayrağın bu kalede eksik olması.

- Evet, ne istiyorsun?

- Buradan daha tehlikeli bir yere verilmemi rica ediyorum. Sipere ayrılmış olan Barabaş'la anlaştım bile. O iyi bir atıcı. Kalede daha yararlı olabilir. Oysa ben siperden çıkıp ön safta serbestçe vuruşmak istiyorum. Lütfen bana izin edin.

Bika onu tepeden tırnağa süzdü:

- Gene mert çocuksun, Gereyb!

- İzin veriyor musunuz?

- Veriyorum.

Gereyb onu selamladı; fakat Generalin önünde kaldı. Beriki sordu:

- Ey, başka ne istiyorsun?

Kale topçusu biraz şaşırmış durumda yanıt verdi:

- Şunu söylemek istiyorum ki, "Mert çocuksun, Gereyb" demene pek sevindim. Fakat "gene" sözüne de çok üzüldüm.

Bika gülümsedi:

- Başka türlü yapamam. Bunun nedeni sensin. Alınganlığı bırak hele şimdi. Geriye dön! Marş! Doğru yerine git.

Gereyb yürüdü. Sipere sevinçle atlayıp gözden yitti ve hemen, ıslak kumlardan bomba yapmaya koyuldu. Bu aralık, siperden, toz toprak içinde bir gölge çıktı. Bu, Barabaş'tı. Bika'ya bağırdı:

- İzin verdin mi?

General bağırarak yanıtladı:

- Verdim!

Ne de olsa, çocuklar Gereyb'e pek güvenemiyorlardı. Bir kez doğruluktan ayrılanın başına gelecek budur. Doğruyu söylediği zaman bile onu denetliyorlardı. Ama generalin sözü bu kuşkuyu da ortadan kaldırmıştı. Barabaş köşedeki kaleye tırmandı. Kale komutanının karşısında selama durduğu aşağıdan da görülüyordu. Fakat, pek kısa bir zaman sonra her ikisi de sevimli başlarını kale duvarının arkasına çektiler. Onlar da çalışıyorlar; bombaları piramit gibi üst üste yığıyorlardı.

Böylece birkaç dakika geçti. Bu birkaç dakika, çocukların gözünde, birkaç saatti ve sabırsızlık o kadar artmıştı ki şöyle bağrışmalar duyuluyordu:

- Gözlerine kestiremediler mi yoksa?

- Korktular!

- Kesinlikle bir hile düşünüyorlar!

- Gelmeyecekler!

Saat ikiyi birkaç dakika geçe emir subayı koşarak bütün savaş mevzilerini dolaştı; "Her şey bitsin; herkes, dikkat! komutasını beklesin" diye bir buyruk bildirdi. Çünkü general son denetimini yapıyordu. Emir subayı son mevziye geldiği zaman Bika, sessiz ve ciddi bir tavırla, ilk mevzide görünmüştü. Önce, Marya Sokağı birliklerini gözden geçirdi. Burada her şey yerli yerindeydi. İki tabur büyük kapıdan sağa, sola doğru dizilmiş, dimdik duruyordu. Komutanlar ileri çıktılar. Bika:

- Çok güzel! dedi; görevlerinizi biliyor musunuz?

- Biliyoruz. Kaçıyormuş gibi yapacağız.

- Sonra... arkadan!

- Evet, generalim!

Bundan sonra kulübeyi denetledi. Kapıyı açtı. Kocaman paslı anahtarı dışardan kilide soktu ve işleyip işlemediğini anlamak için birkaç kez çevirdi. Sonra ilk üç kaleyi gözden geçirdi. Her kalede iki kişi duruyordu. Kum bombaları yığılmış, hazır durumdaydı. 3 sayılı kalede ötekilerin üç katı bomba vardı. Burası korunakların en önemlisiydi. General geldiği zaman burada üç topçu selam duruşuna geçti. 4, 5, 6'ncı kalelerde yedek bombalar vardı.

Bika dedi ki:

- Bunlara dokunmayın. Öteki kalelerin topçularını buyrukla buraya gönderirsem atacak bombaları olsun. Bu yedek bombalar onun için.

- Başüstüne, General!

Beşinci kalede heyecan o kadar artmıştı ki, general geldiği zaman, biraz fazla gayretli olan topçu neferi haykırdı:

- Dur! Kimsin?

Arkadaşı onu dürttü. Bika da ona bağırdı:

- Generalini de mi tanımıyorsun, eşek!

Sonra ekledi:

- Böylelerini derhal kurşuna dizmek en iyisi!

Buna öfkelenen topçu erini ölüm derecesinde bir korku almıştı. Kendisini burada kurşuna dizivermeleri olasılığı olmadığı o anda aklına gelmemişti. Hatta Bika bile, bu kez nasıl olup da böyle saçma bir söz söylemiş olduğuna üzgün görünmüyordu.

Yürümeyi sürdürerek, siperin yanına geldi. Derin hendekte iki tabur yere çömelmiş durumda duruyordu. Yüzünde sevinçli bir gülümsemeyle, Gereyb de aralarındaydı. Bika, siperin önündeki tümseğe çıkarak, coşkunlukla:

- Çocuklar! diye bağırdı. Savaşın talihi sizin elinizde! Eğer Marya Sokağı yanındaki birliklerimiz işlerini bitirinceye kadar düşmanı oyalayabilirseniz savaşı kazanırız! Bunu hiç aklınızdan çıkarmayın!

Buna, siperin içinden keskin bir haykırış yanıt verdi. Çömelen gölgeler birden coşmuşlardı. Siperin içinde, ayağa kalkmadan bağırır ve şapkalarını sallarken, insanı eğlendiren pek sevimli bir görünüşleri vardı.

General:

- Sessizlik! diye bağırdı ve yürüyüp Alan'ın ortasına gitti. Kolnai, borusuyla, orada bekliyordu.

- Emir subayı!

- Buyruğunuz?

- Biz öyle bir yere gitmeliyiz ki oradan bütün savaş alanını görebilelim. Başkomutanların çarpışmaya bir tepeden bakmaları gerekir. Bunun için, biz de kulübenin üstüne çıkacağız.

Bir dakika sonra artık kulübenin tepesinde bulunuyorlardı. Güneş Kolnai'nin borusunda parlıyor ve bu, emir subayına, korkunç bir savaşçı görünümü veriyordu. Kalelerden topçular birbirlerine gösteriyorlardı:

- Bak...

Bika, cebinden, bir kez Bitki Bahçesi'nde de işine yaramış olan tiyatro dürbününü çıkardı; kayışından omzuna astı ve bu anda onu büyük Napolyon'dan ayıran, yalnızca, önemsiz birtakım görünüş farklarıydı. Başkomutan olduğu kesindi ve bekliyorlardı.

Tarih yazan, kesin sayılar vermeli. Onun için biz de kesin olarak söyleyelim ki, altı dakika sonra Pâl Sokağı yönünden bir boru sesi geldi. Bu, yabancı bir boruydu. Bu ses üzerine taburlar kaynaşmaya başladı. Ağızdan ağıza:

- Geliyorlar! sözü dolaşıyordu.

Bika'nın rengi biraz uçmuştu. Kolnai'ye:

- Yurdumuzun yazgısı şimdi belli olacak! dedi.

Birkaç saniye geçince her iki gözcü tahtaperdenin üstünden yere atlayarak, üzerinde Generalin durduğu kulübeye doğru koştular; kulübenin önüne gelince durup selamduruşuna geçtiler.

- Düşman geliyor!

Bika:

- Yerinize! diye bağırdı ve gözcüler yerlerine koştular. Biri sipere, öteki Marya Sokağı yanındaki askerlerin yanına. Bika dürbünü gözlerine götürdü ve Kolnai'ye, yavaşça:

- Boruyu ağzına götür, dedi.

Bu yapıldıktan sonra, Bika dürbünü birden indirdi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Heyecanlı bir sesle:

- Çal! dedi.

Boru çınladı. Ülkelerinin her iki kapısının önünde kırmızı gömlekliler durdu. Güneşin ışığı ucu yaldızlı mızraklarında parlıyordu. Kırmızı gömlekleri ve kırmızı şapkalarıyla, kırmızı şeytanlara benziyorlardı. Onların borusu da saldırı işareti veriyordu ve şimdi hava insanı coşturan boru sesleriyle doluydu. Kolnai boyuna çalıyor, bir saniye bile durmuyordu. Kulübenin tepesinden sürekli boru sesi geliyordu.

- Tata... tra... trara...

Bika şimdi dürbünle Âtş Feri'yi arıyordu. Bağırdı:

- İşte orada... Âtş Feri Pâl Sokağı yönündeki çocuklarla gelmiş... Sebeniç de yanında... Bayrağımızı elinde tutuyor... Pâl Sokağı'ndaki askerlerimizin işi çok ağır!

Marya Sokağı yönünden gelenlere büyük Pastor komuta ediyordu. Kırmızı bir bayrakları vardı ve üç boru durmadan ötüyordu. Kırmızı gömlekliler, kapıların önünde, yanaşık savaş düzeninde duruyorlardı.

Bika:

- Plan kuruyorlar! dedi.

Emir subayı bir an için boruyu keserek:

- Vız gelir! diye bağırdı; fakat hemen gene, göğsünü şişire şişire boruyu öttürmeyi sürdürdü:

- Tata... tra... trara...

Sonra, kırmızı gömleklilerin boruları birden sustu. Marya Sokağı kapısından gelenler korkunç bir savaş çığlığı kopardılar:

- Huya, hop! Huya, hop!

Ve kapıdan içeriye saldırdılar. Berikiler, çarpışmayı kabul etmek istiyorlarmış gibi bir an karşılarında durdular; ama, birkaç saniye sonra, savaş planına uyarak, korkunç bir hızla kaçmaya başladılar.

Bika:

- Bravo! diye bağırdı. Sonra, birden, Pâl Sokağı yönüne baktı. Âtş Feri'nin askerleri kapıdan içeri girmiyorlardı. Hepsi, açık kapı önünde, sokakta kazık gibi dikiliyorlardı.

Bika korktu:

- Bu da ne?

Kolnai titreyerek:

- Bir hile olsa gerek! dedi. Sonra yine sola baktılar. Bizimkiler kaçıyor; kırmızı gömlekliler haykırarak arkalarından koşuyordu.

O zamana kadar, ciddi bakışlarla, adeta irkilerek, Âtş Feri tümenlerinin kımıltısızlığına bakan Bika, şimdi ansızın, öyle bir şey yaptı ki onun yaşamında buna benzer bir davranışı o ana kadar olmamıştı. Şapkasını havaya fırlattı; bir çığlık attı; kulübenin tepesinde, aklını oynatmış gibi dans etmeye başladı. Öyle ki, çürük yapı nerdeyse altında çökecekti.

- Kurtulduk! diye haykırdı. Kolnai'nin üstüne atılarak onu kucakladı ve öptü. Sonra onunla birlikte dans etmeye başladı. Emir subayı bundan bir şey anlamamıştı. Heyecanla sordu:

- Bu ne? Bu ne?

- Bu ne? Bu ne?

Âtş Feri'nin, askerleriyle birlikte kımıldamadan durduğu kapıyı gösterdi:

Onu görüyor musun?

- Görüyorum.

- Peki, bir şey anlamıyor musun?

- Yo...k!

- Aptal, sen de... Kurtulduk! Kazandık! Sen anlamıyor musun?

- Yo...k!

- Kımıldamadan durduklarını görüyor musun?

- Elbet görüyorum.

- İçeriye girmiyorlar... Bekliyorlar.

- Görüyorum.

- Peki, niçin bekliyorlar? Neyi bekliyorlar? Pastorun tümeni Marya Sokağı'nda işini bitirsin diye bekliyorlar. Onlar ancak o zaman saldırıya geçecekler. Birden saldırmadıklarını görünce ben bunu hemen anladım. Talihimizden, onlar da bizimkinin benzeri bir savaş planı güdüyorlar. İstiyorlar ki Pastor erlerimizin yarısını Marya Sokağı'na atsın da sonra, geri kalanlara ansızın saldırsınlar: Pastor arkadan, Âtş Feri önden. Amma, avuçlarını yalasınlar! Haydi gel!

Aşağıya doğru kaymaya başladılar.

- Nereye gidiyoruz?

- Sen gel benimle. Burada bakacak bir şey yok. Çünkü bunlar yerlerinden kımıldamıyorlar. Marya Sokağı yanındaki erlerimize yardıma gidelim.

Marya Sokağı yönündeki birlikler görevlerini eksiksiz bir biçimde yapmaktaydılar. Makine yapısı önündeki dut ağacının çevresinde bir o yana, bir bu yana koşuyorlardı. Hileyle iş gördükleri kesindi; çünkü şu biçimde bağrışmalar da duyuluyordu:

- Vay! Vay!

- Yandık!

- Hapı yuttuk!

Kırmızı gömlekliler korkunç çığlıklar atarak onları kovalıyorlardı. Şimdi Bika yalnızca tuzağa düşüp düşmeyeceklerine dikkat ediyordu. Bizimkiler makine yapısının yanında ansızın gözden kaybolmuşlardı. Erlerin yarısı hangara, öteki yarısı kulübeye kaçmıştı.

Pastor buyruk verdi:

- Peşlerini bırakmayın! Yakalayın onları!

Kırmızılar onlara saldırarak makine yapısının arkasına gittiler.

Bika haykırdı:

- Çal boruyu!

Küçücük boru öterek, kalelerin ateşe başlaması işaretini verdi. İlk üç kaleden ince çocuk seslerinin zafer haykırışları geliyordu. Birtakım boğuk sesler duyulmaktaydı. Kum bombaları havada uçmaya başlamıştı. Bika kıpkırmızıydı ve bütün vücudu titriyordu. Bağırdı:

- Emir subayı!

- Komutanım!

- Sipere koş da söyle, beklesinler. Onlar yalnızca beklesinler. Ateşe, saldırı borusu çaldırdığım zaman başlasınlar. Pâl Sokağı kaleleri de beklesin.

Emir subayı ok gibi fırlamıştı. Kulübenin yanına gelince, hâlâ kapının önünde kımıldamadan duran düşman askerleri görmesin diye, yüzükoyun yere yattı ve siper tümseğinin arkasından, sürüne sürüne sipere kadar ilerledi. En yakındaki askere buyruğu fısıldayarak bildirdi; sonra, geldiği gibi yüzükoyun sürünerekten, generalin yanına döndü.

- Buyruğunuzu yerine getirdim! dedi.

Makine yapısının gerisinde hava bağrışmalarla doluydu. Kırmızı gömlekliler yendiklerini sanıyorlardı. Üç kale kahramanca savaşıyor ve onların, odun yığınlarına saldırmalarına izin vermiyordu. En önemli olan, yandaki 3 sayılı kalede Barabaş, gömleğinin kollarını sıvamış, bir aslan gibi dövüşüyordu. Büyük Pastoru hedef tutmuştu; başka hiçbir şeye bakmıyordu. Yumuşak kum torbaları Pastor'un kara kafasında birbiri ardı sıra patlayıp dağılıyordu ve Barabaş her bombayı atarken:

- Al bir daha! diye bağırıyordu.

Yumuşak kumlar Pastor'un ağzına, burnuna doluyordu. O, bunları temizlerken çok kötü sinirleniyordu. Öfkeyle:

- Dur, şimdi geliyorum! diye haykırdı.

Barabaş:

- Hele gel! diye bağırdı; nişan aldı ve attı. Kırmızı gömleklinin ağzına, burnuna gene kum dolmuştu. Kalelerden korkunç bir "yaşa!" sesi yükseldi. Barabaş coşarak:

- Biraz kum ye! diye bağırdı. Bombaları iki elle sıkıyor ve hepsini Pastor'a atıyordu. Diğer iki arkadaşı da boş durmuyordu. Bu iki yönlü kale öyle çalışıyordu ki görenin göğsü kabarırdı. Piyadeler saklandıkları hangarda ve kulübede hiç ses çıkarmadan duruyor ve saldırıyaa geçmek için komut bekliyorlardı. Kırmızı gömlekliler şimdi artık kalelerin dibindeydiler ve bütün güçleriyle savaşıyorlardı. Pastor gene bir komut verdi:

- Odun yığınlarının üstüne!

Barabaş:

- Puf! diye bağırdı ve komutanın tam burnuna bir bomba yapıştırdı.

- Puff!

Bu parolayı öteki kaleler de birbirlerinden aldılar ve tırmanmaya hazırlanan düşman askerlerinin başına gerçek bir kum sağanağı boşalttılar.

Bika, Kolnai'yi kolundan tutarak dedi ki:

- Kumumuz bitmek üzere. Buradan görüyorum. Barabaş bile artık bir elle çalışıyor. Oysa bu kalede ötekilerin üç katı bomba vardı...

Gerçekten, ateş hızını yitirmiş gibi görünüyordu.

Kolnai sordu:

- Ne olacak şimdi?

Bika artık sakindi:

- Onları yeneceğiz?

Bu anda, 2 sayılı kale ateşi kesmişti. Kuşkusuz, kumları yoktu.

Bika haykırdı:

- Tam zamanı! Hangara koş! Saldırıya geçsinler!

Kendisi kulübeye koştu. Kapıyı hızla açarak içeriye haykırdı:

- Hücum!

İki tabur bir anda ileri atıldı: Biri, araba hangarından; öteki, kulübeden. Tam vaktinde yetiştiler. Pastor bir ayağını 2 sayılı kaleye atmış durumdaydı. Yakalayıp aşağıya çektiler. Şimdi kırmızı gömlekliler şaşırmışlardı. Onlar, kaçan askerlerin odun yığınları arasına sığındığını ve kalelerin görevinin düşmanı yığınların arasına bırakmamak olduğunu sanıyorlardı ve işte, demin önlerinden kaçmış olanlar şimdi onları arkadan vuruyordu...

Gerçek çarpışmaları izlemiş olan ciddi savaş gazetecileri derler ki savaşta en büyük tehlike düzensizliktir. Başkomutanlar yüzlerce toptan korkmazlar da; dakikadan dakikaya büyüyüp az zamanda genel bir bozguna dönüşmesi kesin olan en küçük kargaşadan çok kötü ürkerler. Karışıklık toplu, tüfekli gerçek orduları bile zayıf düşürdüğüne göre; kırmızı jimnastik gömleği giymiş birkaç yaya askerin bu yıkımdan yakasını kurtarmasına olanak var mıdır?

Durumu bir türlü kavrayamıyorlardı. Hatta, bunların demin önlerinden kaçan askerler olduğunu bile ilk anda anlayamamışlardı. Bunu yeni bir birlik sanıyorlardı. Ancak bunları birer birer tanıdıkları zaman, yine o askerlerle karşı karşıya olduklarını anladılar.

Pastor; güçlü iki kol kendisini ayaklarından yakalayıp da kaleden aşağıya çektiği zaman:

- Yerden mi bitiyor bunlar be? diye bağırdı.

Şimdi Bika da savaşıyordu. Kırmızı gömleklilerin birini yakalamış, onunla boğuşuyordu ve güreş sırasında onu yavaş yavaş ve ustalıkla kulübeye doğru sürüyordu. Kırmızı gömlekli, o anda, Bika ile başa çıkamayacağını anlamıştı. Onun için, kendini toparlayıp bir çelme taktı. Kalelerden, bu güreşi izleyenlerin karşı çıkma sesleri yükseldi:

- Kepazelik!

- Çelme takıyor!

Çelme yiyince Bika yere yıkılmıştı; fakat bir anda fırlayıp ayağa kalktı ve kırmızı gömlekliye bağırdı:

- Çelme takıyorsun! Kurala aykırıdır bu!

Kolnai'ye işaret etti; çabalanıp duran kırmızı gömlekliyi, birkaç saniye içinde kulübeye tıkıverdiler. Bika, üstüne kapıyı kilitledikten sonra dedi ki:

- Enayinin biriydi. Doğru dürüst güreş yapsaydı yenemezdim onu. Böyle yapmadığı için, ona karşı ikimiz birden davranmakta haklıyız...

Yeniden, gençlerin ikişer ikişer ayrılıp güreştiği savaş saflarına koştu. İlk iki kalede kalmış olan bir parça kumu topçular dövüşen düşmana karşı kullanıyorlardı. Pâl Sokağı'ndaki arsaya bakan kaleler susmuştu. Bekliyorlardı.

Kolnai tam güreşe başlayacağı sırada Bika bağırdı:

- Güreşme! Koş, buyruğu götür; birinci ve ikinci kalelerdeki gençler dördüncü ve beşinci kalelere yardıma gitsinler!

Kolnai dövüşenlerin arasından karşıya geçti ve buyruğu götürdü. İlk iki kaleden bayraklar hemen kayboldu; çünkü çocuklar yeni savaş hattına onları da birlikte götürmüşlerdi.

Zafer naraları birbirini izliyordu. Ama Çonakoş Pastor'u, korkunç ve yenilmez Pastor'un ta kendisini kucaklayıp da kulübeye doğru götürdüğü zaman en güçlü bağırdılar. Bir dakika sonra Pastor, kulübenin içinde, çaresiz bir öfkeyle homurdanıyordu...

Bunun üzerine korkunç bir gürültü koptu. Kırmızı gömlekli askerler yenildiklerini anlıyorlardı. Komutanları aralarından çıkınca akılları başlarından gitmişti. Şimdi artık bütün umutları Âtş Feri tümeninin bu gediği doldurmasında, bu boşluğu kapatmasındaydı. Gittikçe şiddeti artan ve boyuna yinelenen zafer çığlıkları arasında kırmızı gömleklileri birbiri ardısıra kulübeye tıkıyorlar ve sesleri, Pâl Sokağı kapısının eşiğinde kımıldamadan duran düşman birliğine kadar gidiyordu.

Cephe önünde bir aşağı, bir yukarı gezinen Âtş Feri, büyüklenen bir gülümsemeyle:

- İşitiyor musunuz? Şimdi işareti alırız, dedi.

Çünkü kırmızı gömlekliler arasındaki karar şöyleydi: Pastor'un tümeni, Marya Sokağı'nda işini bitirdiği zaman boru çaldıracaktı ve o vakit Pastor'la Âtş Feri birden saldırıya geçeceklerdi. Ama, Pastor'ların borazanı olan küçük Vendaver çoktan kulübeye tıkılmıştı ve borusu içine kum dolmuş olarak, üçüncü kaledeki savaş ganimetlerinin arasında rahat ve sessiz bir durumda yatıyordu...

Makine yapısının ve kulübenin çevresinde bu işler olurken Âtş Feri adamlarına sessizlik içinde güvence veriyordu:

- Hele biraz daha sabredin. Boru sesini duyar duymaz, ileri!..

Ama o kadar zamandan beri bekledikleri boru sesi bir türlü gelmiyordu. Bağrışmalar, haykırışmalar derece derece yavaşlamıştı; hatta bunların kapalı bir yerden yansıdığı artık kuşku götürmüyordu... Yeşil-kırmızı şapkalı iki tabur son kırmızı gömlekliyi de kulübeye tıktığı ve bunun üzerine, Alan'ın ömründe görmediği, en korkunç zafer çığlıkları koptuğu zaman Âtş Feri'nin tümeninde sinirli kıpırdanışlar göze çarpıyordu. Küçük Pastor sıradan öne çıkarak:

- Başlarına bir iş geldi sanıyorum, dedi.

- Niçin?

- Çünkü bu onların sesi değil. Bunlar hep yabancı sesler.

Âtş Feri kalktı. Gerçekten, bunlar ona da, yabancı hançerelerin müziği gibi gelmişti. Bununla birlikte, sakin görünerek:

- Başlarına bir şey gelmemiştir, dedi. Onlar sessiz dövüşüyorlar. Pâl Sokaklılar bağırıyorlar; çünkü kuyrukları kötü sıkıştı.

Tam bu anda, Marya Sokağı yanından, Âtş Feri'yi yalancı çıkarır gibi, pek açık olarak işitilebilen "Yaşasın!" sesleri geldi.

Âtş Feri:

- Vay canına! "Yaşasın!" diye bağırıyorlar, dedi.

Küçük Pastor kızarak söylendi:

- Başına iş gelen "yaşasın!" diye bağırmaz! Ağabeyimin askerlerinin kazanacağına o kadar kesinlikle inanmasaydık daha iyi ederdik...

Akıllı bir çocuk olan Âtş Feri hesaplarının doğru çıkmadığını şimdi artık anlıyordu. Hatta bununla bütün askerlerinin savaşı yitirmiş olduğunu artık sezmekteydi. Çünkü şimdi Pâl Sokaklıların bütün ordusuna karşı yalnız başına savaşmak zorundaydı. Son umudu, o kadar zamandır beklediği boru sesi de duyulmamıştı...

Ama bunun yerine başka bir boru ötmüştü. Bu, Bika'nın askerlerine işaret veren yabancı bir boru sesiydi. Ve, Pastor ordusunun, son erine kadar yakalanıp kilit altına alındığını, arsa yönünden saldırının başlamak üzere olduğunu bildiriyordu. Gerçekten, boruyla verilen işaret üzerine Marya Sokağı ordusu ikiye ayrılmış; bir bölümü kulübenin, diğer bölümü 6 numaralı kalenin yanında ortaya çıkmıştı. Giysileri biraz buruşmuştu; fakat gözleri, bir zafer savaşının ateşi içinde keskinleşmiş olarak, zafer neşesiyle parlıyordu.

Âtş Feri şimdi artık kesin olarak biliyordu ki, Pastor'un ordusu dayağı yemişti. Birkaç saniye, yeni gelen iki taburdaki askerlerin gözlerinin içine dimdik baktı; sonra, ansızın küçük Pastor'a dönerek, öfkeyle:

- Peki, dedi; onları tepeledilerse kendileri nerede? Onları sokağa attılarsa niçin gelmiyorlar buraya?

Gidip Pâl Sokağı'na baktılar; hatta Sebeniç, Marya Sokağı'na kadar koştu. Hiçbir yerde kimse yoktu. Marya Sokağı'ndan bir tuğla arabası geçiyor ve birkaç yolcu sessizce işine gidiyordu.

Sebeniç, çekingen bir tavırla:

- Kimsecikler yok dedi.

- İyi amma, onlara ne oldu?

Kulübe ancak şimdi aklına gelmişti. Öfkeyle kendinden geçerek bağırdı:

- Onları kapattılar! Onları tepeleyip kulübelerine kilitlediler!

Sözleri, deminki yalanlamaya karşılık, şimdi doğrulanmıştı. Kulübe yönünden birtakım boğuk gürültüler geliyordu. Tutsaklar yumruklarıyla tahtalara vuruyorlardı. Ama boşunaydı. Küçük kulübe bu kez Pâl Sokaklı çocukların egemenliği altındaydı. Ne kapısı, ne yanları kırılacak gibi değildi. Yumruk vuruşlarını sert bir direnişle karşılıyordu. İçeride tutsaklar bir cehennem konseri veriyorlardı. Gürültüleriyle Âtş Feri askerlerinin dikkatini oraya çekmek istiyorlardı. Borusu elinden alınmış olan zavallı Vendaver iki elini huni gibi yaptı ve boğazını yırtarcasına bir gayretle boru sesine öykündü.

Âtş Feri, askerlerine dönerek haykırdı:

- Çocuklar! Pastor savaşı yitirdi! Kırmızı gömleklilerin onurunu kurtarmak görevi bize düşüyor! İleri..

Oldukları gibi, geniş bir çizgi üzerinde arsaya girerek koşar durumda saldırıya geçtiler. Fakat Bika şimdi gene, Kolnai ile birlikte, kulübenin tepesindeydi. Ayaklarının altında gürültü eden, bağırıp çağıran ve kıyameti koparan cehennem müziğini gölgede bırakan bir sesle haykırdı:

- Çal boruyu! Hücum! Kaleler, ateeeş!..

Siperlere doğru koşan kırmızı gömlekliler birden şaşırarak durakladılar. Bir sıra üzerinde dört kale onlara bomba yağıdırmaya başlamıştı. Bir anda onları bir kum bulutu kaplamıştı; hiçbir şey göremiyorlardı.

Bika haykırdı:

- Yedekler, ileri!..

Yedekler toz kasırgasına, üzerlerine gelen düşman safına saldırdılar. Siperdeki piyadeler hâlâ hiçbir iş yapmadan çömeliyor; kendilerine sıra gelmesini bekliyorlardı. Kalelerden savaş hattına birbiri ardısıra bombalar atılıyor; bunlardan bazıları Pâl Sokaklı çocukların sırtında dağılıyordu.

Ama, Âtş Feri'nin askerleri taze bir güçle çarpışmaya başlarken bu ordu yorulmuş durumdaydı. Boğuşanlar dakikadan dakikaya siperlere yaklaşıyor gibiydi; bundan, onların, kırmızıları yerlerinde tutamayacakları anlaşılıyordu. Ve onlar siperlere ne kadar yaklaşırlarsa bombalarda isabet o kadar artıyordu.

Barabaş gene komutanı hedef tutmuştu. Şimdi Âtş Feri'yi bombalıyor ve haykırıyordu:

- Üzülme!..Ye bakalım! Tertemiz kumdur!

Yukarıda, kalenin tepesinde alay ederek ve avazı çıktığı kadar bağırarak, yeni bombalar için şimşek hızıyla eğilirken, o çabuk bir küçük şeytana benziyordu. Âtş Feri yedeklerinin torbalar içinde kum getirmesi boşuna bir zahmet olmuştu. Şimdi bunlardan yararlanamıyorlardı; çünkü savaş hattında bütün adamlarına gereksinimleri vardı. Bu nedenden, kum torbalarını hep atmışlardı.

Bu arada, her iki boru birden, insanı heyecana ve harekete getirecek biçimde öttü: Kolnai'ninki kulübenin üstünden, küçük Pastor'unki de birbirine giren kalabalığın içinden. Şimdi artık, siperden ancak on adım uzaklıktaydılar.

Bika haykırdı:

- Hey, Kolnai; ne becerin varsa şimdi göster bakalım! Sipere koş; bombalara kulak asma; orada yardım borusu çal. Siperden ateşe başlasınlar; kumları bitince saldırıya geçsinler!

Kolnai:

- Hahooo! Hoo!.. diye bağırdı ve kulübenin tepesinden yere atladı. Bu sefer yüzükoyun sürünmüyor; başını dimdik tutarak sipere doğru koşuyordu. Bika arkasından bağırdı; ama sesi ayaklarının altında kaynayan cehennemin gürültüsüne, Âtş Feri askerlerinin ardı arkası kesilmeyen boru seslerine ve bağrışmalara karışıp kayboldu. Yalnızca arkasından baktı; siperde saklananları kırmızı gömlekliler görmeden haberi götürebilecek mi diye baktı.

Boğuşanların arasından çok güçlü bir gölge çıkarak Kolnai'ye doğru koştu. Elinden yakaladı ve onunla güreşmeye başladı. Her şey mahvolmuştu; Kolnai buyruğu yerine getirememişti.

Bika, umutsuzluk içinde:

- Kendim giderim! diye bağırdı; kulübenin tepesinden o da atladı ve sipere doğru koştu.

Âtş Feri ona doğru haykırdı:

- Dur!..

Düşman başkomutanıyla çarpışması gerekirdi; fakat bununla belki de her şeyi tehlikeye atmış olacaktı. Onun için, sipere doğru koşmayı sürdürdü.

Âtş Feri de arkasından koşuyordu. Ona bağırdı.

- Korkaksın! Benden kaçıyorsun! Ama korkma, yetişeceğim!..

Yetişti bile. Hem de, tam, sipere atladığı vakit. Bika:

- Ateeeş! diye bağıracak kadar zaman ancak bulabilmişti.

Yanına gelen Âtş Feri, bir saniye içinde, kırmızı gömleğine, kırmızı şapkasına ve kırmızı suratına taptaze, on kadar bomba birden yedi ve:

- Siz şeytansınız be. Şimdi de yerin altından mı bombalıyorsunuz? diye bağırdı.

Artık, savaş hattından topçuların saldırısı adamakıllı kızışmıştı. Kaleler yukarıdan, siper aşağıdan bomba yağdırıyordu. Kumlar fırtına halinde savruluyor; gürültüye şimdi taze sesler karışıyordu. O zamana kadar susmak zorunda kalmış olan siperin de artık sesi çıkıyordu. Bika son ve kesin saldırı anının gelmiş olduğuna karar verdi. Hattın kıyısında o bulunuyordu ve Kolnai, bir kırmızı gömlekliyle, ondan birkaç adım ötede boğuşuyordu. Siperin kıyısına çıkarak son buyruğu verdi:

- Şiddetli hücum! İleri...

Gerçekten, yerin altından yeni bir ordu çıkmıştı. Hücum yürüyüşüyle saldırdılar ve ikişer ikişer güreşmek durumunu kabul etmemeye çok dikkat ettiler. Kırmızı gömleklilere doğru yanaşık düzende yürüyerek onları siperden uzaklaştırdılar.

Barabaş, kaleden aşağıya:

- Kum bitti! diye bağırıyordu. Bika, koşarken:

- Aşağıya inin! Hücum! diye yanıt verdi. Bunun üzerine kale duvarlarında eller, ayaklar göründü ve topçular aşağıya indiler. Bunlar da, ikinci sık savaş safını oluşturuyorlar ve birincinin arkasından adım adım yürüyorlardı.

Ama savaş artık çok kızışmıştı ve kırmızı gömlekliler yenileceklerini anladıkları için kurullara pek kulak asmıyorlardı. Onların, ancak, kurallara uygun bir savaşla da zaferi kazanacaklarına inandıkları sürece buna gereksinimleri vardı. Şimdi artık bütün kuralları bir yana bırakmışlardı.

Bu, tehlikeliydi. Pâl Sokaklıların yarısı kadar oldukları halde, onları bu biçimde haklayabilirlerdi.

Âtş Feri gürledi:

- Kulübeye! Kurtaralım onları!..

Bütün yumak yönünü değiştirerek kulübeye doğru yuvarlanmaya başladı. Pâl Sokaklılar bunu karşılamaya hazırlanmış değillerdi. Kırmızı gömleklilerin ordusu, önlerinde, raydan çıkmış bir katara benziyordu. Birisi çivi çakarken çekiç vuruşları altında çivi ansızın nasıl eğilirse, saldırı çizgisi de böylece sola doğru kıvrılmıştı.

Âtş Feri önde bilinçsiz bir hızla koşuyor ve zafer umudu taşan bir sesle:

- Koşun arkamdan! diye bağırıyordu.

O anda, önüne bir şey yuvarlamışlar gibi, ansızın durdu. Kulübenin yanından önüne küçük bir çocuk gölgesi fırlamıştı. Kırmızı gömleklilerin başkanı korkarak durakladı ve savaşçılar birbirine çarparak onun arkasında durdu.

Âtş Feri'nin önünde küçük bir çocuk dikiliyordu: Ondan bir baş daha küçük olan ufak bir çocuk. Bu zayıf, sarışın çocuk, yasak! der gibi, iki elini havaya kaldırdı. Ve incecik sesiyle bağırdı:

- Dur!..

Ani tehlike nedeniyle korkudan şaşırmış olan Pâl Sokaklı çocuklar, hep bir ağızdan:

- Nemeçek! diye haykırdılar.

Küçük sarışın, ince kemikli hasta çocuk bu anda kocaman Âtş Feri'yi kucakladı; sıtmadan, yakıcı ve çarpıntılı hummadan, bilinçsiz bir heyecandan aldığı korkunç bir güçle, ne yapacağını şaşıran başkomutanı boylu boyunca yere serdi.

Sonra kendi de baygın bir durumda onun üzerine yıkıldı.

O anda, kırmızı gömleklilerin arasındaki düzen bağları çözülüvermişti. Sanki başlarını kesmişler gibi, Başkanlarının düşmesiyle, onların da alnına sonlarının damgası vurulmuştu. Pâl Sokağı çocukları bir an süren şaşkınlıktan yararlandılar. El ele tutuşup kocaman bir zincir oldular ve ne yapacağını bilmeyen düşman ordusunu dışarıya doğru sürdüler.

Âtş Feri kalktı; öfkeli ve kıpkırmızı yüzle, ateş saçan gözlerle çevresine baktı. Giysisinin tozlarını silkeledi ve tek başına kalmış olduğunu gördü. Ordusu, şimdi artık, kapıya yakın bir yerde, kazanan Pâl Sokaklılarla birbirlerine karışmış bir durumda boğuşuyordu ve o, tek başına ve yenilmiş olarak burada duruyordu.

Nemeçek, yanıbaşında, yerde yatıyordu.

Son kırmızı gömlekliyi de dışarıya atıp kapıyı sürmeledikleri vakit yüzlerinde zaferin sarhoşluğu vardı. "Yaşasın!" sesleri ve zafer haykırışları havayı çınlatıyordu. Bika makine yapısı yönünden bekçiyle koşarak geldi. Su getirmişti.

Hepsi, yerde yatan küçük Nemeçek'in çevresine toplandılar ve biraz önceki güçlü "yaşasın!" seslerinin yerini bir ölüm sessizliği aldı.

Âtş Feri ayrı duruyor ve yenenlere somurtarak bakıyordu. Kulübede tutsaklar hâlâ gürültü ediyorlardı. Ama, şimdi onlara bakan kimdi!

Yano, Nemeçek'i özenle yerden kaldırarak, siper tümseğine yatırdı. Sonra, gözlerini, alnını ve yüzünü suyla yıkamaya başladılar. Ve birkaç dakika sonra Nemeçek gözlerini açtı. Solgun bir gülümseyişle çevresine baktı. Herkes susuyordu. Yavaşça:

- Ne var? diye sordu.

Fakat, herkes o kadar kendinden geçmişti ki, bu soruya yanıt vermek kimsenin aklına gelmedi. Ona, anlamı olmayan bakışlarla baktılar.

Çocuk:

- Ne var? diyerek sorusunu yineledi ve tümseğin üstünde doğruldu.

Şimdi Bika ona yaklaştı:

- İyice misin?

- İyiceyim.

- Bir yerin ağrımıyor ya?..

- Hayır.

Gülümsedi. Sonra şunu sordu:

- Yendik mi?

Bu soru üzerine, susmak şöyle dursun, hepsi birden yanıt verdiler. Bütün dudaklar birden:

- Yendik! diye bağırdı.

Âtş Feri'nin hâlâ bir odun yığınının dibinde durmasına ve Pâl Sokağı çocuklarının bu aile sahnesini ağır bakışlarla ve hüzünlü yüzle seyretmesine kimse aldırış etmiyordu.

Bika dedi ki:

- Yendik. İşin tam sonunda, hemen hemen başımıza bir yıkım geliyordu; bu yıkımın olmamasını sana borçluyuz. Sen birdenbire ortaya çıkıp da Âtş Feri'yi şaşırtmasaydın, kulübedeki tutsakları salıvereceklerdi ve o zaman kim bilir ne olurdu!

Küçük sarışın sanki bu söze içerlemişti:

- Doğru değil! dedi. Şimdi siz bunu ben sevineyim diye söylüyorsunuz. Hastayım da onun için böyle diyorsunuz.

Elini küçük alnında gezdirdi. Şimdi, yüzüne yine kan çıktığı için, kıpkırmızı olmuştu; hastalık ateşinin onu yakıp eritmekte olduğu besbelliydi.

Bika dedi ki:

- Seni şimdi hemen eve götüreceğiz. Buraya gelmekle delilik ettin. Annen, baban nasıl oldu da seni bıraktılar, aklım ermiyor.

-Bırakmadılar ki... Ben kendim geldim.

- Nasıl, nasıl?..

- Babam evden gitti; bir yere, prova için giysi götürdü. Annem de çorbamı ısıtmak için komşuya gitti. Giderken kapıyı kilitlemedi. "Bir şey gerekirse sesleniver" dedi. Ben yalnız kaldım. Yatağımda oturup çevreyi dinledim. Hiçbir ses duymadım. Ama gene bana, bir şeyler duyuyormuşum gibi geliyordu. Atların koşması, borular ve bağrışmalar işitiyor gibiydim. Çele'nin sesini de duydum. Sanki, "Gel, Nemeçek, başımız darda!" diyordu. Sonra, senin bağırmanı işittim: "Sen gelme, Nemeçek. Sana gereksinmemiz yok; çünkü hastasın, değil mi, zıp zıp oynadığımız ve eğlendiğimiz vakit gelebiliyordun da, ne yazık ki, şimdi savaşırken gelmiyorsun; savaşı yitiriyoruz!" Böyle dedin sen, Bika... Ben bunları söylediğini duydum. O zaman, hemen yatağımdan atladım. Atlarken de düştüm. Elbet ya! O kadar zamandan beri yatıyorum ki, büsbütün zayıfladım. Fakat yerden kalktım ve urbalarımı dolaptan çıkardım... Ayakkabılarımı da. Çabucak giyindim. Annem eve döndüğü zaman giyimliydim. Ayak seslerini duyar duymaz, hemencecik giysilerimle yat

ağa girdim; üstümdeki urbaları görmesin diye, yorganı burnuma kadar çektim. Annem "Bir şey istiyor musun, diye sormaya geldim" dedi. "Hayır" dedim. O gene dışarı çıktı. O zaman ben de evden kaçtım. Ama, ben bir kahraman değilim; çünkü böyle sıkışık durumda olduğunuzu bilmiyordum; ben de ötekilerle dövüşmek için buraya geldim. Fakat Âtş Feri'yi gördüğüm vakit düşündüm ki, onun bana soğuk suda banyo yaptırması yüzünden sizinle savaşa girememiştim. O zaman çok kötü kızdım. Kendi kendime: "Göreyim seni, Ernö, ya şimdi, ya hiçbir zaman!" (*) dedim; gözlerimi kapadım ve.. ve.. atıldım üstüne...

Küçük sarışın bunları öyle bir coşkuyla söylüyordu ki, büsbütün yorgun düştü. Öksürmeye başladı. Bika:

- Daha fazla konuşma; sonra anlatırsın. Şimdi seni eve götüreceğiz, dedi.

Yano'nun yardımıyla, kulübeden tutsakları birer birer salıverdiler. Kimde silah kalmışsa aldılar. Hepsi, Marya Sokağı kapısından, sırayla ve somurta somurta çıkıp gidiyordu. Küçük, siyah baca şimdi onlarla alay edercesine, durmadan öksürüp tükürüyor; bıçkı makinesi de, sanki savaşı kazanan Pâl Sokağı ordusunun dostuymuş gibi, arkalarından ıslık çalıyordu.

En son Âtş Feri kalmıştı. Hâlâ, bir odun yığınının dibinde durmuş, yere bakıyordu. Kolnai ile Çele yanına gittiler ve silahını almak istediler.

Bika onlara seslendi:

- Başkomutana dokunmayın!

Bunu söyledikten sonra o da Âtş Feri'nin yanına giderek:

- General, siz kahramanca dövüştünüz! dedi.

Kırmızı gömlekli ona hüzünle baktı: "Senin beni övmenin şimdi artık bana ne yararı dokunabilir!" demek istiyordu sanki...

Bika arkasına dönüp komut verdi:

- Selam!..

Pâl Sokağı ordusunda ses kesildi. Hepsi birden ellerini şapkalarına götürdüler. Bika, önlerinde dimdik duruyordu; o da elini şapkasına götürmüştü. Şimdi, zavallı Nemeçek'te de "er"lik ruhu uyanmıştı. Tümseğin üstünde güçlükle doğruldu ve elinden geldiği biçimde, yere dayanarak, o da dikkat duruşuna geçti ve selamladı. Zavallıcık, büyük hastalığına neden olanı selamlıyordu.

Âtş Feri selama karşılık verdikten sonra gitti. Silahını da birlikte götürdü. Silahını yanında götürebilen, yalnıca oydu. Geri kalan bütün silahlar: Ünlü ucu yaldızlı mızraklar, yaldızlı birçok savaş baltası kulübenin kapısı önünde bir tepe gibi yığılıyordu. Düşmandan geri alınan bayrak 3 numaralı kaleye yeniden dikilmişti. Onu, savaşın en şiddetli ve en heyecanlı anında, Sebeniç'in elinden Gereyb almıştı.

Nemeçek, gözlerini şaşkınlıkla açarak sordu:

- Gereyb burada mı?

Gereyb öne çıktı:

- Evet.

Küçük sarışın, Bika'ya, bir şey sorar gibi baktı. Bika yanıtladı:

- Kendisi burada. Ve yanlışını düzeltti. Ona üsteğmenlik rütbesini derhal geri veriyorum.

Gereyb kızararak:

- Sağ ol! dedi. Sonra, yavaşça ekledi:

- Ama...

- "Ama" da ne?..

Gereyb şaşırmış bir durumdaydı:

- Biliyorum ki buna hakkım yok; çünkü bu Generalin bileceği bir iş... Ama... ben düşünüyorum... ben biliyorum ki Nemeçek hâlâ erdir.

Derin bir sessizlik çöktü. Bunda Gereyb'in hakkı vardı. Büyük heyecan içinde, her şeyi üçüncü kez kendisine borçlu oldukları insanın hâlâ er olduğunu hepsi unutmuştu.

- Haklısın, Gereyb; dedi Bika, hemen bir şey yapmalıyız. Derhal atıyorum...

Nemeçek sözünü kesti:

- Ben atanmak istemiyorum... Bunun için iş yapmadım... Buraya bunun için gelmedim...

Bika sert görünmek isteyerek bağırdı:

- Niçin gelirsen gel, bunun önemi yok. Asıl önemli olan, buraya geldiğin zaman ne yaptığındır. Nemeçek Ernö'yü derhal yüzbaşılığa atıyorum.

- Yaşasın!..

Hepsi birden böyle bağırdılar. Teğmenler ve üstteğmenlerle birlikte hepsi yeni yüzbaşıyı selamladılar. Hatta, Generalin kendisi en öne çıktı ve elini öyle askerce bir şapkasına götürdü ki, görenler onu er ve küçük sarışını general sanırlardı.

Eski giysiler giymiş ufak tefek bir kadının, geri yanda, Alan'da bir baştan öbür başa koştuğunun farkına varmışlardı. Bu kadın şimdi onların önüne çıkıvermişti.

- Hey Tanrıım!.. -diye bağırdı.- Buradasın ha?.. Buraya geldiğini hemen anlamıştım zaten!..

Bu kadın Nemeçek'in annesiydi. Zavallı ağlıyordu; çünkü hasta yavrusunu her yerde aramıştı ve buraya, ancak, onun nerede olduğunu çocuklardan sormak için gelmişti. Çocuklar çevresini alarak onu yatıştırdılar. Kadıncağız yavrusunu sarıp sarmaladı; kendi atkısını boynuna doladı. Onu eve götürüyordu.

O ana kadar hiç ağzını açmamış olan Vays:

- Onu eve kadar götürelim! dedi.

Bu düşünce herkesin hoşuna gitmişti. Hepsi:

- Götürelim! diye bağırdılar ve toparlanmaya başladılar. Savaş ganimeti olan silahları çabucak kulübeye doldurdular ve bütün kalabalık, kendi vücudunun sıcaklığından da bir şey verebilmek için çocuğunu koltuğunda sıkarak eve doğru çabuk çabuk yürüyen kadıncağızın peşine takıldı.

Pâl Sokağı'nda, ikişer olmuş durumda arkasından yürüyorlardı. Akşamın karanlığı artık inmişti. Lambaları yakmışlardı ve dükkânlardan yaya kaldırımına güçlü bir ışık dökülüyordu.

Sokakta ivedi ivedi giden yolcular bu acayip topluluk yanlarından geçerken bir an durup bakıyorlardı: En önde; büyük bir atkıdan yalnızca burnu görünen küçük bir çocuğu koltuğunda sıkarak, ağlamış gözlerle, ivedi ivedi yürüyen zayıf, sarışın, ufak tefek bir kadın... Arkada; hepsi bir örnek yeşil-kırmızı şapka giymiş, asker adımıyla yürüyen, ikişer olmuş bir çocuk kafilesi.

Gülümseyenler de oluyordu. Bazı sokak delikanlıları kahkahayla gülüyorlardı. Fakat onların şimdi buna aldırış ettikleri yoktu. Başka zaman böyle bir gülüşe derhal ve en iyi biçimde karşılık veren Çonakoş bile, şimdi, arkadaşlarının arasında, şen kalfalara kulak asmadan, sessizce yürüyordu. Onlara göre bu, o kadar ciddi ve kutsal bir işti ki, bunu dünyanın en neşeli çapkını bile bozamazdı.

Nemeçek'in annesinin en küçük kaygısı bile, orduyla ilgilenmesine olanak vermeyecek kadar büyüktü. Bununla birlikte, Râkoş Sokağı'ndaki küçük evin kapısına geldikleri zaman, içeriye girmeden durmak zorunda kaldı; çünkü, çocuğunun inadı tutmuştu ve yeryüzünde, onu kapıdan içeriye sokacak güç yoktu. Annesinin kolundan kendisini kurtardı ve çocukların önüne dikilerek:

- Allahaısmarladık! dedi.

Çocuklar birer birer onun elini sıktılar. Elleri ateş içindeydi. Sonra, annesiyle birlikte kapıdan girip karanlıkta kayboldu. Avluda bir kapı kapandı; küçük bir pencerede ışık göründü. Ve sessizlik oldu.

Çocukların hiçbiri kapının önünden ayrılmamıştı. Kendileri sonradan bunun farkına vardılar. Birbirleriyle konuşmuyorlar; yalnızca avluya bakıyorlar; arkasında küçük kahramanı yine yatağa yatırdıkları aydınlık küçük pencereden gözlerini ayırmıyorlardı. Sonunda, içlerinden birisi pek acı bir biçimde göğüs geçirdi, Çele:

- Şimdi ne olacak? dedi.

Bundan sonra, ikişer üçer, karanlık dar sokaktan Üllö Caddesi'ne doğru yürüdüler. Şimdi artık hepsi yorgundu; savaş onlarda güç bırakmamıştı. Sokakta, eriyen karların soğuk soluğunu dağlardan getiren sert bir ilkyaz rüzgârı esiyordu.

Onların arkasından ötekiler de aşağıya, Ferens Vâroş'a doğru yöneldi. Kapının önünde, Bika ile Çonakoş'tan başka kimse kalmamıştı. Çonakoş, durduğu yerde sallanıyor, Bika'nın gitmesini bekliyordu. Ama Bika yerinden kımıldanmayınca, boynunu bükerek sordu:

- Gelmiyor musun?

Bika, yavaşça:

- Hayır, dedi.

- Kalıyorsun, demek?..

- Evet.

- Öyleyse... Allahaısmarladık.

Yavaş yavaş, ayaklarını sürüyerek o da gitti. Bika arkasından baktığı zaman onun birçok kez dönüp baktığını gördü. Çonakoş az sonra köşeyi dönüp kayboldu. Atlı tramvayların geçtiği gürültülü Üllö Caddesi'nin yanında kendi halinde uzanan küçük Râkoş Sokağı, şimdi karanlıkta, sessizlik içinde dinleniyordu. Yalnızca, bir baştan bir başa rüzgâr inliyor ve sokak fenerlerinin camlarını tüm gücüyle sarsıyordu. Ara sıra rüzgâr şiddetli estiği zaman, titrek ve dalgalı gaz alevleri birbirlerine gizli ve şıngırtılı birtakım işaretler veriyorlarmış gibi, birbiri ardı sıra hepsi şangırdıyordu. O anda, bu küçük sokakta, Bika Yânoş'tan, generalden başka kimse yoktu. Ve Bika Yânoş, general çevresine bakıp da yalnız olduğunu görünce yüreği öyle burkuldu ki, Bika Yânoş, general kapının kanadına dayanarak bütün yüreğiyle, acı acı hıçkırarak ağlamaya başladı.

Söylemeye hiçbirinin cesaret edemediği şeyi o da sezmiş, anlamıştı. Kendi erinin, ağır ve hüzünlü bir sönüşle nasıl eridiğini o da görüyordu. Bunun sonunun ne olacağını biliyor; bu sonun çok uzak olmadığını anlıyordu. O şimdi, zafere ermiş bir başkomutan olmasına aldırmıyor; bu sefer ilk kez olarak erkeklikten ve ciddilikten ayrıldığına aldırmıyor; içindeki çocuk ruhunun kendi benliğine egemen olmasına aldırmıyor; yalnızca ağlıyor ve ağlarken durmadan söyleniyordu:

- Küçük dostum... İyi yürekli şeker kardeşim... temiz yürekli küçük yüzbaşım...

Bu sırada bir adam gelerek seslendi:

- Neye ağlıyorsun, küçük?

Ona yanıt vermedi. Adam omuz silkip yoluna gitti. Biraz sonra, kolunda kocaman bir sepetle, yoksul bir kadın geldi; o da durdu, fakat bir şey söylemedi. Bir süre baktı; sonra o da gitti. Onun ardından, kısa boylu, ufak tefek bir adam geldi ve kapıdan içeriye girdi. Dönüp baktı. Tanımıştı:

- Sen misin, Bika Yânoş?

- Bika ona baktı:

- Benim, Bay Nemeçek.

Bu, zavallı terziydi. Kolunda giysi getiriyordu. Teyellenmiş urbaları prova için Buda'ya götürmüştü. Ama bu adam Bika'yı anlıyordu. Ona, ne, "Niçin ağlıyorsun, küçük?" diye sordu; ne de uzun uzun baktı. Yanına giderek akıllı küçük başını kucakladı ve onunla yarış edercesine, o da ağlamaya başladı. Öyle ki, Bika'da generallik ruhunu uyandırdı. Bika, terziye:

- Bay Nemeçek, ağlamayın... dedi.

Terzi elinin tersiyle gözlerini sildi; eliyle havaya doğru bir işaret yaptı. Sanki, "Benim için artık nasıl olsa hepsi bir. Hiç olmazsa biraz içimi boşalttım" demek istiyordu.

Generale:

- Tanrı senden razı olsun, yavrum. Haydi artık eve git, dedi ve avluya girdi.

Bika da gözlerini kuruladı ve göğüs geçirdi. Çevresine baktı. Eve gitmek istiyordu. Fakat, sanki bir güç onu bırakmıyordu. Hiç bir yararı olmayacağını bilmekle birlikte, öyle duyumsuyordu ki, şimdi burada kalmak ve can çekişen askerinin evinin önünde onur nöbeti beklemek kendisi için kutsal ve ciddi bir görevdi. Kapının önünde birkaç adım gezindi. Sonra, karşı yana geçip küçük eve oradan baktı.

Issız küçük sokağın sessizliği içinde şimdi ayak sesleri duyuluyordu. "Bir işçi evine gidiyor" diye düşündü ve karşı kaldırımda, başını önüne eğmiş olarak gezinmeyi sürdürdü. Kafası, o zamana kadar hiç aklından geçmemiş olan türlü türlü tuhaf düşüncelerle doluydu. Aklında yaşam ve ölüm vardı. Ve bu büyük sorunda hiçbir biçimde çıkacak yol bulamıyordu.

Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu; fakat şimdi, yürüyen, sanki adımlarını ağırlaştırmıştı. Kara bir gölge evlerin dibinden çekine çekine yürüdü ve Nemeçekler'in evinin önünde durdu. Kapıdan içeriye baktı. Bir an için, kapı kemerinin altına bile girdi; sonra gene çıktı. Durdu. Bekledi. Sonra, evin önünde, bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı ve ilk olarak bir gaz lambasının altına geldiği zaman rüzgâr ceketinin eteğini kaldırdı. Bika oraya baktı. Ceketinin altında kırmızı gömlek görünüyordu.

Bu, Âtş Feri'ydi.

Şimdi, iki başkan uzun süre, birbirlerine gözlerini kırpmadan baktılar. Yaşamlarında ilk kez olarak, böyle karşı karşıya ve göz göze bulunuyorlardı. Burada, bu yaslı evin önünde karşılaşmışlardı. Birisini yüreği, ötekini vicdanı buraya getirmişti. Birbirlerine bir tek sözcük bile söylemediler. Yalnızca birbirlerine baktılar. Sonra, Âtş Feri yürüdü ve evin önünde gezinmeyi sürdürdü. Uzun süre, çok uzun süre, kapıcı kapıyı kilitlemek için karanlık avludan çıkıncaya kadar gezindi. O zaman Âtş Feri yanına gidip şapkasını çıkardı ve ondan yavaşça bir şey sordu. Kapıcının yanıtı Bika'nın kulağına kadar geliyordu:

- Çok kötü! dedikten sonra büyük, ağır kapıyı kapadı. Çıkan ses sokağın sessizliğini bozmuştu. Ama biraz sonra, dağların arasındaki gök gürültüsü gibi sönüp gitti.

Âtş Feri yavaş yavaş kımıldadı. Sağa sola yürüdü. Artık Bika'nın da eve gitmesi gerekiyordu. Soğuk bir rüzgâr inliyor; başkomutanların biri sağa, öbürü sola gidiyordu. O zaman bile, birbirlerine bir tek sözcük söylemediler.

Sonunda, küçük sokak taze ilkyaz gecesinin sessizliğine gömülmüştü; orada rüzgâr, şimdi artık, fenerlerin camlarını sarsarak, sarı gaz alevlerinin parlak saçlarını dağıtarak ve paslı birkaç rüzgâr horozunu bağırtarak tek başına dolaşıyordu. Bütün yarıklardan içeriye üflüyor; zavallı küçük bir terzinin, masa başına oturmuş, gazete kâğıdına sarılı sucukla sessizce akşam yemeğini gevelediği ve küçük bir yatakta, ateşli yüzü ve yanan gözleriyle bir küçük yüzbaşının acıyla soluduğu bu küçük odaya da giriyordu. Pencereyi sarsıyor, gaz lambasının alevini dalgalandırıyordu.

Ufak tefek kadın çocuğunu örtüp bastırdı:

- Rüzgâr esiyor, yavrum.

Yüzbaşı hüzünlü bir gülümsemeyle ve ancak işitilir bir biçimde, adeta fısıldayarak:

- Alan yönünden esiyor. Sevgili Alan yönünden esiyor.. dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro