7
Ertesi sabah Latince dersinde bütün sınıf o kadar heyecanlıydı ki, Profesör Rats bile bunun farkına varmıştı.
Çocuklar sıralarında boyuna kıpırdanıyorlar; yanıt verene pek dikkat etmiyorlardı. Ve böyle olağanüstü bir durumda olan, yalnızca Pâl Sokaklılar değil, bütün sınıf, diyebilirim ki bütün okuldu. Savaş için yapılan büyük hazırlık kocaman yapı içinde kulaktan kulağa çabucak yayılmış; yukarı sınıfların çocuklarında bile bu işe karşı büyük bir ilgi ve merak uyanmıştı. Kırmızı gömlekliler Yojef Varoş'taki koleje gidiyorlardı ve bu nedenle bütün lise Pâl Sokaklıların kazanmasını istiyordu. Hatta bazıları bu zaferin okul için bir onur sorunu olduğunu ileri sürmekteydiler.
Profesör Rats, sabredemeyerek sordu:
- Bugün size ne oluyor? Yerinizde duramıyorsunuz; dalgınsınız. Kafalarınız başka yerde!..
Ama, çocukların bu durumunun nedenini anlamak için pek de ileri gitmedi. Kendi kendine, bugün sınıfta bir huzursuzluk var, deyip geçti. Ve paylar gibi bir sesle:
- Elbette; dedi, artık ilkyaz. Gelsin zıpzıp; gelsin top... Artık okul hoşumuza gitmiyor. Hele durun, ben size gösteririm!
Ama bunu yalnızca söylüyordu. Profesör Rats, sert yüzlü, fakat yumuşak yürekli bir adamdı. Derse kalkmış olan çocuğa:
- Oturabilirsin! dedi ve not defterini karıştırmaya başladı. Böyle zamanlarda sınıfta hep bir ölüm sessizliği olurdu.
Dersini iyi hazırlamış olanlar da içinde olmak üzere herkes soluğunu tutar; profesörün, not defteri yapraklarını yavaş yavaş çeviren parmaklarına, gözünü ayırmadan bakardı. Çocuklar, kimin adının defterin hangi sayfasında olduğunu artık biliyorlardı. Profesör defterin son yapraklarını çevirirse A ve B harfliler geniş soluk alırlardı. Sonraki adlardan, ansızın baş yana doğru geçince de R, S, T... harflilerin keyfi yerine gelirdi.
Profesör, adların hepsini gözden geçirdikten sonra yavaşça:
- Nemeçek! dedi.
Bütün sınıf:
- Burada yok! diye çınladı. Ve bir ses, herkesin tanıdığı Pâl Sokaklı bir ses ekledi:
- Hasta.
- Nesi var?
- Soğuk almış.
Profesör Rats gözlerini bütün sınıfın üstünde gezdirdikten sonra, yalnızca:
- Kendimize niçin dikkat etmiyorsunuz? dedi.
Pâl Sokaklı çocuklar biribirlerine baktılar. Nemeçek'in, nasıl ve niçin kendisine dikkat etmediğini onlar çok iyi biliyorlardı. Sınıfta dağınık bir biçimde otururlardı. Kimi birinci sırada, kimi üçüncü sırada, hatta Çonakoş, niçin yadsımalı, en arka sıradaydı. Fakat şimdi hepsi birbirine baktı. Şu Nemeçek'in iyi bir iş yaparken üşümüş olduğunu bütün yüzlerde okumak mümkündü. Açık söylemek gerekirse, zavallı Nemeçek yurdu uğruna soğuk almış; bir kez kazayla, bir kez onuru için, bir kez de zorunlu olarak, üç kez suya girmişti. Kimse, bu büyük gizi, dünya yıkılsa söylemezdi. Oysa şimdi artık herkes ve Macun Birliği üyeleri bunu biliyordu. Hatta Birlikte, Nemeçek'in adını kara defterden silmek yolunda bir eğilim bile belirmişti. Yalnızca, önce baş harfleri büyük harf olarak değiştirip bundan sonra mı hepsini silsinler; yoksa, hiçbir resmi işlem yapmadan siliversinler mi, işte bunu bir türlü kararlaştıramıyorlardı. Hâlâ başkan olan Kolnai, törene gerek görmeden silmek gerektiğini söylediği için, doğal olarak, Bara
baş karşı bir küme oluşturdu ve bunlar, her şeyden önce adının onurunu geri vermenin gerektiğini ileri sürdüler.
Ama şimdi bu o kadar önemli değildi. Bütün ilgi, o gün öğleden sonra yapılacak olan savaşın çevresinde toplanıyordu. Latince dersinden sonra, yabancı sınıfların çocukları küme küme Bika'nın yanına gelerek yardıma gelmeyi önerdiler. Bika hepsine şu yanıtı verdi:
- Çok üzgünüm, bunu kabul edemeyiz. Biz ülkemizi kendimiz savunacağız. Kırmızı gömlekliler bizden daha güçlü bile olsalar biz gene ustalıkla onları yeneceğiz. Ne olursa olsun, biz savaşı kendi başımıza yapmak istiyoruz.
Merak ve ilgi o kadar büyüktü ki, yalnızca yukarı sınıfların öğrencileri değil, saat birde yemek için eve giderlerken, hâlâ komşu kapının altında koz helvası satan adam bile Bika'ya, hizmet önerisinde bulundu:
- Küçük bey, dedi; ben oraya gelirsem tek başıma hepsini tepelerim.
Bika gülümsedi:
- İşi bize bırak sen, babalık.
O da ivedi ivedi eve gitti. Okulun dış kapısında, sınıf arkadaşları Pâl Sokaklıların çevresini almışlar; işlerine yarayabilecek türlü türlü öğütler veriyorlardı. Çelme nasıl takılacağını Pâl Sokaklı çocukların hepsine birer birer öğretenler bile çıktı. Bazıları, onların hesabına casusluk yapma önerisinde bulundular. Bir bölümü de, savaşı sonuna kadar seyredebilmek için izin istediler. Ama hiç kimse bunun için bile izin alamadı. Bika'nın koyduğu sert kurallara göre, savaş başlarken kapılar içeriden kapanacaktı ve ancak düşman dışarıya doğru kaçmaya başladığı zaman, kapı nöbetçileri kapıları açacaktı.
Ama, bütün bunlar ancak birkaç dakika sürdü. Çocuklar dağıldılar; çünkü saat tam ikide Alan'da bulunmaları gerekiyordu. Saat biri çeyrek geçerken lise çevresinde kimsecikler kalmamıştı. Helvacı bile toparlanıyordu. Yalnızca okul hademesi kapının önünde sessizce piposunu içiyordu. Bu aralık, helvacıya birkaç kez takıldı:
- Eh, senin komşuluğun da pek uzun sürmeyecek. Bu bir sürü abur cuburu çocuklara büsbütün yasaklıyoruz.
Helva satan adam buna yanıt bile vermedi; yalnızca omuz silkti. O, büyük bir adamdı. Başında kırmızı fes vardı. Olur olmaz okul hademesiyle konuşacak kadar alçalmazdı; hele, bu sıradan okul hademesinin haklı olduğunu anladığı böyle bir zamanda.
Tam saat ikide, Bika, başında Pâl Sokaklıların rengini taşıyan yeşil-kırmızı şapkayla, Alan'ın kapısında göründüğü zaman bütün ordu arsanın ortasında asker düzeninde sıralanmış duruyordu. Bütün topluluk oradaydı. Yalnızca, bir tek üyesi eksikti: Nemeçek, evinde hasta yatan Nemeçek. İşe bakın ki, Pâl Sokaklıların ordusu savaş gününde, tam savaş gününde ersiz kalmıştı. Oradakilerin hepsi teğmen, üsteğmen ve yüzbaşıydı. Erin kendisi, asıl ordunun kendisi Rakoş Sokağı'nın bahçeli küçük bir evinde, bunun da miniminicik bir yatağında hasta yatıyordu.
Bika hemen işe başladı. Bir asker sesiyle haykırdı:
- Dikkat!
- Size derhal bildireyim ki, "başkan"lık sanını üzerimden atıyorum; çünkü bu ancak barış zamanında iyidir. Şimdi savaş durumundayız; bunun için, "general"lik rütbesini alıyorum.
O anda hepsi korkunç bir heyecan içindeydiler. Bika'nın, savaş gününde ve en büyük tehlikenin egemen olduğu günde generalliği üzerine alması dolayısıyla, bu, gerçekten morali yükselten tarihi bir andı.
Bika sözüne ekledi:
- Şimdi son defa olarak savaş planını bir daha söylüyorum ki sonra bir yanlışlık olmasın.
Anlattı. Ordu buyruğunu sözcük sözcük bildiği halde, hepsi dikkatle dinlediler.
Komutan sözlerini bitirdiği zaman şu kısa komutu verdi:
- Herkes yerine!
Sıra birden dağıldı. Yalnızca Çele, şık Çele, hasta Nemeçek'in yerine emir subaylığı yapmak üzere Bika'nın yanında kaldı. Sarı tenekeden bir boru belinde asılıydı. Bu boruyu ortak harcamayla; başkomutanın, savaş gereksinimleri için doğrudan doğruya el koyduğu on beş kuruşla satın almışlardı ve Macun Toplayanlar Birliği'nin üç kuruş on paradan ibaret olan bütün serveti de bunun içindeydi.
Bu, küçük ve güzel bir posta borusuydu ve üflendiği zaman tıpkı askerlerin borusu gibi ses verirdi. Bu boruyla, topu topu üç işaret verebiliyorlardı. Birisi, düşmanın geldiğini; öteki, saldırı buyruğunu bildirirdi; üçüncüsü de "Herkes komutanın yanına koşsun" demekti. Çocuklar bu işaretleri bir gün önceki manevrada öğrenmişlerdi.
Görevi gereği tahtaperdenin üstüne tırmanıp, sağ ayağını Pâl Sokağı'na sallayan gözcü içeriye bağırdı:
- Komutanım!
- Ey, ne var?
- Saygıyla bildiririm, bir hizmetçi, elinde bir mektupla Alan'a girmek istiyor.
- Kimi arıyor?
- Komutanımı aradığını söylüyor.
Bika tahtaperdenin yanına gitti.
- İyi bak, kadın giysisi giyip casusluk yapmaya gelmiş bir kırmızı gömlekli olmasın.
Gözcü sokağa eğildi. Öyle ki, az kalsın düşecekti. Sonra:
- Komutanım, dedi; saygıyla bildiririm, iyi baktım. Gerçek bir kadın.
- Peki, gerçek bir kadınsa girebilir.
Kapıyı açmaya gitti. Gerçek kadın içeriye girerek çevresine baktı. Gerçekten, gerçek bir kadındı. Başörtüsünü bile almadan, öylece, mutfak temizliğini yarıda bırakmış gibi, ayağında terlikle gelmişti. Dedi ki:
- Bu mektubu Gereybler'den getiriyorum. Küçük bey "çok ivedi" dedi; yanıt bekliyor.
Bika üstünde "Sayın Başkan Bay Bika" yazılı olan mektubu açtı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu, bir mektup değil, koskoca bir tomardı. İçinde her türlü kâğıt: yazı kâğıdı, mektup kâğıdı, ablasının mektup kâğıdından bir parça, her renkten ve her çeşit kâğıt vardı; hepsi de, kargacık burgacık iri harflerle baştan başa doldurulmuş ve her sayfaya numara konmuştu. Okudu, mektup şuydu:
"Sevgili Bika!
Benimle mektupla bile konuşmak istemeyeceğinizi nasıl olsa biliyorum; bununla birlikte, sizinle ilgimi büsbütün kesmeden önce bir kez de bu çareye başvurmak istedim. Şimdi artık, yalnızca suçun bende olduğunu değil, o biçimde davranılmaya layık olmadığınızı da anlıyorum. Çünkü siz, hele size karşı casusluk yaptığımı yadsıyan Nemeçek, babama karşı son derece nazik davrandınız. Benim casusluk yaptığım doğru çıkmadı diye babam o kadar gururluydu ki, gönlümü almak için, hemen o gün bana Jül Verne'in "Gizemli Ada"sını aldı. Bu kitabı çoktan beri istiyordum. Ben kitabı alır almaz armağan olarak Nemeçek'e götürdüm. Oysa daha okumamıştım. Oysa okumayı çok isterdim. Ertesi gün babam: "Kitap nerede, çapkın?" diye sordu. Ben yanıt veremeyince babam "Haylaz, demek sattın bile ha? Dur hele, bak bir daha sana bir şey alıyor muyum!" dedi ve kararını uygulamaya başladı bile. Bugün öğle yemeği vermediler. Fakat aldırmıyorum. Mademki Nemeçek benim yüzümden haksız yere acı çekti; ben de şimdi kendi isteğimle onun için haksız ye
re acı çekiyorum. Ama bunu şöylece, fırsat düştü diye yazıyorum. Yoksa, asıl söylemek istediğim bu değildir. Dün, benimle konuşmadığınız okulda, yanlışımı nasıl düzeltebileceğimi düşündüm ve sonunda bunun için bir çare buldum. Bu yanlışı, nasıl yaptımsa gene öyle düzeltmeye karar verdim. Onun için, beni kabul etmiyorsunuz diye suratımı asarak sizden ayrıldıktan sonra, yemeğimi yer yemez, sizin için bazı şeyler öğrenmek üzere, doğru Bitki Bahçesi'ne gittim. Tıpkı Nemeçek gibi yaptım; adada, bütün bir öğle sonu onun tünemiş olduğu ağaca tırmandım; elbet, kırmızı gömleklilerden daha kimse adada yokken. Sonunda saat dörtte geldiler; benim hakkımda dehşetli atıp tuttular. Bunların hepsini ağacın tepesinden çok iyi işittim. Fakat artık hiç aldırış etmedim. Çünkü, siz beni atmış olsanız da ben kendimi gene Pâl Sokaklı sayıyorum; çünkü yüreğimi çıkarıp atamazsınız. Çünkü onunla sizin gibi duyumsuyorum ve beni kovsanız da aldırmıyorum. Ama, Âtş Feri şunları söylediği zaman sevincimden nerdeyse ağlayacaktım: "ŞuGereyb
gene de onlardan. Gerçek bir casus değil o. Bana öyle geliyor ki bizim gizlerimizi öğrensin diye onu buraya Pâl Sokaklılar gönderdi". Genel toplantı yaptılar. Bütün sözlerini dikkatle dinledim. Diyorlar ki, Nemeçek her şeyi öğrendikten sonra artık bugün çarpışma yapmaya gelemezlermiş; çünkü siz hazırlık yapmışsınız. Fakat savaşı yarın yapmaya karar verdiler. Hem, büyük bir kurnazlık düşündüler ve bunu o kadar yavaş konuştular ki, işitebilmek için iki dal aşağı inmek zorunda kaldım. Böylece biraz aşağıya indiğim zaman dalların hışırtısını duydular. Vendaver: "Belki şu Nemeçek gene ağaçtadır" dedi. Ama bu yalnızca şakaydı. Çünkü, Tanrı'ya şükür, başlarını kaldırıp bakmadılar bile. Baksalardı bile göremezlerdi; çünkü yapraklar pek sıktı. Özetle, senin bildiğin ve Nemeçek'in dinlediği biçimde yarın baskın yapmayı kararlaştırdılar. Âtş Feri şöyle dedi: "Onlar sanacaklar ki, Nemeçek her şeyi duydu diye biz savaş planımızı değiştireceğiz. Ama bir planımızı değiştirmeyeceğiz; şunun için ki onlar bizi başka durumda be
kliyorlar." Böyle karar verdiler. Sonra talim yaptılar ve ben saat altı buçuğa kadar, en büyük tehlike içinde ağacın üstünde tünedim. Raslantı sonucu farkına varsalardı ne olurdu, bunu kestirebilirsin. Elimle tutunacak kadar gücüm ancak vardı. Eğer altı buçukta gitmemiş olsaydılar, yorgunluktan öyle bitkin bir duruma gelecektim ki bu kocaman ağaçtan olgun bir kayısı gibi ortalarına düşebilirdim. Oysa ben kayısı değilim ve bu kayısı ağacı değildir. Şaka ediyorum. Asıl önemli olanlar daha önce yazdıklarımdır. Saat altı buçukta ada bomboş kaldığı zaman ben de ağaçtan indim, eve gittim. Yemekten sonra Latince'ye mum ışığında çalışmak zorunda kaldım; çünkü öğleden sonraki bütün zamanımı yitirmiştim. Sevgili Bika, şimdi senden yalnızca bir şey rica edeceğim. Lütfen, yazdıklarımın doğruluğuna inan; bunların yalan olduğunu ve kırmızı gömleklilerin casusu olarak sizi aldatmak istediğimi aklına getirme. Yeniden yanımıza dönmek ve affınıza layık olmak istediğim içindir ki bunları yazıyorum. Sizin sadık bir eriniz olacağ
ım. Teğmenlik rütbesini benden alırsanız gene üzülmem; basit bir er olarak aranıza girmeyi sevinçle kabul ederim. Şimdi nasıl olsa eriniz yok; çünkü Nemeçek hasta ve er olarak yalnızca bekçinin köpeği var. O da sonunda savaş köpeği. Ben hiç olmazsa bir çocuğum. Eğer şimdi beni bir kezcik olsun bağışlayıp da gene aranıza alırsanız, hemen bugün yanınıza gelip savaşta sizinle yan yana çarpışacağım ve öyle yararlıklar göstereceğim ki artık bütün suçlarımı bağışlayacaksınız. Çok rica ederim, geleyim mi, gelmeyeyim mi, Mari ile bildirin. Geleyim diye haber gönderirseniz derhal geleceğim. Çünkü Mari bu mektupla Alan'da, senin yanındayken ben Pâl Sokağı'nda, 5 numaralı evin kapısı önünde duruyorum ve yanıt bekliyorum.
Sadık dostun
Gereyb"Bika mektubun sonuna geldiği vakit, Gereyb'in yalan söylemediğini ve yeniden kabul edilmeye layık olacak derecede düzelmiş olduğunu anlamıştı. Bu nedenle, emir subayı Çele'yi yanına çağırarak:
- Emir subayı, boruyla 3 numaralı işareti ver; herkes generalin yanına gelsin! dedi.
Mari sordu:
- Yanıtınız nedir efendim?
General buyurgan bir sesle:
- Siz biraz bekleyin, Mari! dedi.
Küçük boru öttü ve onun keskin sesini duyar duymaz çocuklar odun yığınlarının arasından çekine çekine ileriye doğru geldiler. Bu neydi, boru onları generalin yanına niçin çağırıyordu, anlamamışlardı. Ama Bika'yı yerinde, sakin bir durumda gördükleri vakit cesaretlendiler; bir dakika sonra bütün ordu generalin karşısında asker düzeninde yer almış bulunuyordu. Bika mektubu onlara okudu ve sordu:
- Onu gene alalım mı?
Çocuklar, neye yadsımalı, hep iyi çocuklardı. Hepsi birden:
- Alalım! diye yanıtladılar.
Bika hizmetçiye dönerek:
- Git söyle, gelsin! Yanıt bu, dedi.
Mari bütün bu işlere, orduya, yeşil-kırmızı şapkalara, silahlara şaşkın şaşkın baktı... Sonra, küçük kapıdan çıkıp gitti.
Kendi başlarına kaldıkları zaman Bika:
- Rihter! diye bağırdı. Rihter sıradan öne çıktı.
General dedi ki:
- Gereyb'i senin yanına vereceğim; ona sen bakacaksın. Kuşkulu bir davranışını sezersen hemen yakalayıp kulübeye kapatacaksın. Buna sıra geleceğini sanmam. Bununla birlikte, ihtiyatlı davranmak her zaman iyidir. Rahat et. Mektuptan da anlaşılıyor ya, bugün savaş olmayacak. Bugün için neler düşündükse hepsi yarına kalıyor. Onlar savaş planlarını değiştirmezlerse bizde de her şey eskisi gibi kalacak.
Sözünü sürdürmek isterken, hizmetçi kız çıktıktan sonra kimsenin kapamadığı kapıyı birisi itti ve Gereyb, sonunda yeryüzü cennetine ayak basan bir insan gibi yüzü gülerek ve mutlu bir durumda içeriye daldı. Fakat bütün orduyu gördüğü zaman ciddileşti. Bika'nın yanına gitti; genel dikkat ortasında şapkasını çıkardı. Başında, Pâl Sokaklıların yeşil-kırmızı şapkası vardı.
Selamladı ve:
- Buradayım, generalim! dedi.
Bika resmiliği bir yana bırakarak dedi ki:
- Seni Rihter'in yanına veriyorum: Şimdilik er olarak. Savaş gününde nasıl davrandığına bakacağım; o zaman eski rütbeni gene alabilirsin.
Bunu söyledikten sonra orduya döndü:
- Gereyb'le, işlediği suçla ilgili bir sözcük konuşmayacaksınız. Bunu sizin hepinize şiddetle yasaklıyorum. O yanlışını düzeltmek istiyor; biz de onu bağışlıyoruz. Kimse ona çatmasın, suçunu yüzüne vurmasın. Bundan söz etmeyi ona da yasaklıyorum; çünkü bu iş artık kapanmıştır.
Bunun üzerine derin bir sessizlik oldu. Çocuklar kendi kendilerine, gene "Ne de olsa Bika akıllı çocuk. Generalliğe en layık o" diye düşündüler.
Rihter, vakit geçirmeden, Gereyb'e, ertesi günkü savaşta işi ne olacağını anlatmaya başladı. Bika, Çele ile konuşuyordu. Onlar böyle sessizce konuşurken, hâlâ tahtaperdenin üstünde beygire binmiş gibi oturan gözcü, o vakte kadar sokağa sarkıttığı sağ ayağını birden çekti. Yüzünde ürkü okunuyordu. Korku içinde kekeledi:
- Generalim, düşman geliyor!
Bika şimşek hızıyla koşup kapıyı içerden sürmeledi. Herkes sapsarı bir ölü yüzüyle Rihter'in yanında duran Gereyb'e bakıyordu. Bika öfkeli bir tavırla ona baktı:
- Gene mi yalan söyledin?! Gene mi yalan söyledin?!
Gereyb heyecandan yanıt veremedi. Rihter onu kolundan yakaladı.
Bika:
- Bu ne? diye haykırdı.
Bunun üzerine Gereyb büyük bir güçlükle bir şeyler kekeledi:
- Belki... belki, ağaçta olduğumun farkına varmışlar... ve yanıltmak istemişlerdir...
Gözcü sokağa baktı; sonra, aşağıya atladı; silahını aldı ve ötekilerin yanında sıraya girdi.
- Kırmızı gömlekliler geliyor, dedi.
Bika gidip kapıyı açtı. Kapının önünde, sokakta cesur bir adam tavrıyla dikildi. Gerçekten, kırmızı gömlekliler geliyordu; ama ancak üç kişiydiler: Pastor kardeşlerle Sebeniç. Bika'yı gördükleri vakit Sebeniç ceketinin altından beyaz bir bayrak çıkararak bunu Bika'ya doğru salladı ve daha uzaktayken:
- Elçiyiz! diye bağırdı.
Bika Alan'a döndü. Kendisini o kadar çabuk suçladığı için Gereyb'e karşı biraz mahçuptu. Rihter'e:
- Bırak onu! dedi; beyaz bayrakla elçiler geliyor. Bırak Gereyb'i!
Zavallı Gereyb geniş bir soluk aldı. Nerdeyse, suçu yokken, içinden çıkamayacağı bir çamura düşecekti. Fakat gözcü de ağzının payını aldı. Bika ona şöyle bağırdı:
- Baksana bana! Yangın var, diye bağırmadan önce gözünü aç da iyi bak! Korkak budala, sen de.
Sonra buyruk verdi:
- Herkes arka yana, odun yığınlarının arasına! Burada benim yanımda Çele ile Kolnai'den başka kimse kalmayacak. Marş!
Ordu asker adımlarıyla yürüdü. Az zaman sonra, Gereyb'le birlikte, odun yığınlarının arasında kayboldu ve tam son yeşil-kırmızı şapka gözden kaybolurken, elçiler kapıyı çaldı. Emir subayı onlara kapıyı açtı. Girdiler. Her üçü de kırmızı gömlekli ve kırmızı şapkalıydı. Silahsız olarak gelmişlerdi ve Sebeniç beyaz bayrağı havada tutuyordu.
Bu gibi zamanlarda, ne yapmak gerektiğini Bika biliyordu. Mızrağını alıp tahtaperdeye dayadı; böylece o da silahını bırakmış oldu. Kolnai ile Çele de, bir sözcük söylemeden, onun gibi yaptılar. Hatta Çele, fazla gayretten, borusunu da yere bırakacak kadar ileri gitti.
Pastorların büyüğü ilerledi:
- Başkomutanla görüşebilir miyim?
Çele yanıt verdi:
- Evet. General odur.
- Biz elçi olarak geliyoruz ve kurulun başkanı benim. Başkomutanımız Atş Ferens'in adına savaş ilan etmek için geldik.
Başkomutanın adını söylerken bütün elçiler selam duruşuna geçmişlerdi. Bika ve arkadaşları da nezaketen ellerini şapkalarına götürdüler.
Pastor sürdürdü:
- Düşmanlarımızı habersiz avlamak istemiyoruz. Biz buraya yarın tam iki buçukta geleceğiz. Bunu haber vermek istedik. Yanıt rica ediyoruz.
Bika bunun son derece önemli bir an olduğunu sezmekteydi. Yanıtlarken sesi biraz titredi:
- Savaş ilanını kabul ediyoruz. Bununla birlikte bazı şeyleri kararlaştırmamız gerek. Bu yüzden aramızda kavga çıkmasını istemem.
Pastor asık bir suratla:
- Biz de istemeyiz, dedi ve her zamanki gibi başı göğsüne düştü.
Bika sürdürdü:
- Ben istiyorum ki, aramızda savaş topu topu üç biçimde olsun. Kum bombaları, kurullara uygun güreş ve mızrak atma. Kuralları iyi biliyorsunuz, değil mi?
- Evet.
- İki omzu yere değen, yenilmiş sayılır ve artık güreşemez. Fakat, isterse diğerse iki biçimde savaşı sürdürebilir. Razı mısınız?
- Razıyız.
- Mızrakla, kavga etmek de, saplamak da yasak. Onunla vuruşma karşıdan karşıya olacak.
- Uygun.
- Hem, iki kişi bir kişiye saldıramaz. Ama birlikler birliklere saldırabilir. Kabul ediyor musunuz?
- Ediyoruz.
- Öyleyse, söyleyecek başka bir şey yok.
Onları selamladı. Elçiler de onu selamladılar. Pastor gene söze başladı:
- Bir şey sormak isterim. Başkomutanımız bize, Nemeçek'in ne olduğunu sormak görevini de verdi. Hastaymış diye duyduk. Hastaysa onu ziyaret etmek de görevimiz. Geçen gün bizde öyle davrandı ki biz böyle bir düşmana karşı büyük bir saygı besleriz.
- Rakoş Sokağı'nda, 3 numarada oturuyor. Çok hasta.
Bu söz üzerine sessiz bir saygı durumu aldılar. Sebeniç yine bayrağı yukarı kaldırdı; Pastor:
- Marş! diye haykırdı ve elçiler dışarı çıktılar. Generalin, orduyu toplamak ve olupbitenleri anlatmak için çaldırdığı küçük borunun sesini sokaktan duydular.
Kurul, Rakoş Sokağı'na doğru ivedi ivedi yürüyordu. Nemeçek'in oturduğu evin önünde durdular. Kapıda küçük bir kız vardı; ona sordular:
- Nemeçek burada mı oturuyor?
Küçük kız:
- Evet, dedi ve onları Nemeçek'in oturduğu yoksul görünüşlü, tek katlı eve götürdü. Kapının yanında, kötü bir biçimde, maviye boyanmış, tenekeden, küçük bir tabela vardı ve üstünde şu yazılıydı: "Nemeçek Andraş, terzi."
Girdiler. Selam verdiler. Niçin geldiklerini söylediler. Zavallı, zayıf, ufak tefek, sarışın bir kadın olan ve oğluna çok benzeyen -yahut daha doğru bir söyleyişle, oğlu kendisine çok benzeyen,- Nemeçek'in annesi onları erin yattığı odaya götürdü. Sebeniç beyaz bayrağı burada da yukarı kaldırdı ve burada da Pastor öne çıktı:
- Atş Ferens sana selamını gönderiyor ve şifalar diliyor.
Yüzü sararmış, saçları ürpermiş bir durumda yatan küçük sarışın bu söz üzerine yatağında doğruldu. Mutlulukla gülümsedi ve ilk sorusu şu oldu:
- Savaş ne zaman?
- Yarın.
Buna üzüldü. Kederle:
- Demek ki ben bulunamayacağım orada! dedi.
Ama elçiler buna yanıt vermediler. Sırayla Nemeçek'in elini sıktılar ve asık, yaban suratlı Pastor dayanamayıp:
- Beni bağışla, dedi.
Küçük sarışın yavaşça:
- Bağışlıyorum, dedi ve öksürmeye başladı. Yine yattı: Sebeniç başının altında yastığını düzeltti. Sonra Pastor:
- Eh, artık gidiyoruz, dedi.
Bayrak görevlisi beyaz bayrağı yine kaldırdı; üçü birden mutfağa geçtiler. Orada, Nemeçek'in annesi ağlayarak dedi ki:
- Siz hep... siz hep o kadar mert ve iyi çocuklarsınız... ki benim zavallı yavrumu bu kadar çok seviyorsunuz. Bunun için... bunun için... şimdi üçünüz de birer fincan çikolata içeceksiniz...
Kurulun üyeleri birbirlerine baktılar. Çikolataya da dayanılmazdı. Bununla birlikte yine Pastor öne çıktı; güzel, esmer başını bu kez olsun önüne eğmeyip tersine yukarı kaldırarak, gururla:
- Çikolata bize gitmez. Marş! dedi.
Ve dışarı çıktılar.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro