4
Derslikte, saat gene biri çaldı. Çocuklar kitaplarını toplamaya başladılar. Profesör Rats kitabını kapayarak ayağa kalktı. İş görmeye hazır duran küçük Çengei, ilk sıranın başında oturan çocuk, yanına koşarak giyinmesine yardım etti. Pâl Sokaklılar, değişik sıralardan, Bika'nın işaretini bekleyerek birbirlerine bakıyorlardı. O gün öğleden sonra saat ikide Alan'da toplanılacağından haberleri vardı. Üç üyesi bulunan araştırma kolu Bitki Bahçesi'nde neler yaptıklarını anlatacaktı. Bu akımın başarılı olduğunu ve Pâl Sokaklıların başkanının kırmızı gömleklilerin ziyaretine gözüpeklikle karşılık verdiğini hepsi biliyordu; ama işin ayrıntılarını, başlarından geçen serüvenleri ve atlatılan tehlikeleri merak ediyorlardı. Bika'nın ağzından, kerpetenle bile bir sözcük alınamazdı. Çonakoş, hepsini anlatıyordu; ama, Tanrı onu bağışlasın, korkunç yalan atıyordu. Bitki Bahçesi'ndeki yıkıntılarda yabanıl hayvanlarla karşılaştıklarından bile söz etti... Güya Nemeçek gölde az kalsın boğulacaktı... Güya kırmızı gömlekliler kork
unç bir ateşin çevresine oturmuşlardı... Her şeyi anlatıyor; ama hep en önemli işleri unutuyordu. Söylediklerini sonuna kadar dinlemek olanaksızdı; çünkü, cümlelerin sonuna nokta koyar gibi çaldığı ardı arkası kesilmeyen ıslıklarla, dinleyenlerin kulaklarını sağır ediyordu.
Nemeçek ise rolünü o kadar önemli bulmaktaydı ki, büyük bir ciddilikle, ağzı kapalı duruyordu. Sorarlarsa:
- Hiçbir şey söylemem...
Yahut: - Başkana sorun! diyordu.
Er olduğu halde bu kadar güzel serüvenlere karışmış olan Nemeçek'i ötekiler çok kötü kıskanıyorlardı. Teğmenler ve üsteğmenler bundan sonra neferin yanında cüce gibi kalacaklarını duyumsamaktaydılar. Hatta bazıları artık küçük sarışının kesinlikle subaylığa yükseltileceğini, o zaman artık Alan'da Hektor'dan, bekçinin kara köpeğinden başka er kalmayacağını söylüyorlardı...
Profesör Rats, sınıftan daha çıkmamıştı ki, Bika, Pâl Sokaklı çocuklara doğru iki parmağını kaldırdı. Bu, saat ikide buluşacağız, demekti. Bu işaretin anlamını anladıklarını göstermek için selam çaktıkları zaman, Pâl Sokaklılardan olmayan öteki çocuklar onları korkunç biçimde kıskandılar.
Hepsi birden dışarıya çıkmak istediği sırada bir şey oldu.
Profesör, pardösüsünün cebinden küçük bir kâğıt çıkardı. Gözlüğünü taktı ve kâğıttan, aşağıdaki adları okumaya başladı:
- Vays!..
Vays, korkarak:
- Efendim! dedi.
Profesör sürdürdü:
- Rihter! Çele! Barabaş! Leski! Nemeçek!...
Sırayla hepsi:
- Efendim! diye yanıtladılar.
Profesör Rats, kâğıt parçasını cebine koyarak dedi ki:
- Siz şimdi eve gitmeyeceksiniz; benimle öğretmen odasına geleceksiniz. Sizinle küçük bir işim var...
Yürüdü ve bu acayip çağrının nedenini söylemeden, hızlı adımlarla derslikten çıktı.
Bunun üzerinde, sınıfta her kafadan bir ses çıkmaya başladı:
- Niye çağırıyor?
- Niçin kalıyormuşuz?
- Ne istiyorlar bizden?
Çağrılanlar birbirlerine bunları soruyorlardı. Hepsi de Pâl Sokaklı oldukları için Bika'nın çevresine toplandılar.
Başkan:
- Ne olabilir, bilmiyorum.. dedi; hele girin içeriye! Ben sizi koridorda beklerim.
Sonra ötekilere döndü:
- Öyleyse, saat ikide değil, üçte buluşuyoruz. Engel çıktı.
Okulun büyük koridoru insanla dolmuştu. Öteki sınıflar da çocuklarını dışarıya döküyordu. Başka zaman sessiz olan büyük pencereli koridorda şimdi büyük bir kaynaşma ve telaş vardı. Herkes ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Herkes bir an önce çıkıp gitmek istiyordu. Bir çocuk, öğretmen odasının kapısında somurtan üzgün topluluğa sordu:
- İzinsiz mi kaldınız?
Vays, göğsünü gererek yanıt verdi:
- Hayır!
Çocuk koşarak uzaklaştı. Arkasından kıskanarak baktılar. O artık eve gidebilirdi...
Birkaç dakikalık bekleyişten sonra, öğretmen odasının kapısı açıldı ve camlı kapının arkasında Profesör Rats'ın uzun boylu, zayıf görüntüsü belirdi:
- İçeriye girin! dedi ve önden yürüdü.
Öğretmen odası boştu. Çocuklar, uzun yeşil masanın çevresinde, ölüm sessizliği içinde ayakta durdular. En arkadaki çocuk, saygı dolu bir davranışla kapıyı kapadı.
Profesör Rats, masanın başına oturarak çevresine baktı:
- Hepiniz burada mısınız?
- Evet.
Aşağıdan, avludan, eve koşan çocukların neşeli gürültüsü geliyordu. Profesör pencereyi kapattı. Şimdi, kitap raflarıyla dolu geniş odada sessizlik korkunç bir durum almıştı. Profesör Rats bir mezar sessizliği içinde söze başladı:
- Sizinle konuşmak istediğim sorun şu: Siz bir dernek kurmuşsunuz. Bunu haber aldım. "Macun Toplayanlar Birliği" mi ne, böyle bir şey... Bunu bana söyleyen, birlik üyelerinin adlarını da verdi. Birliğin üyeleri sizmişsiniz, doğru mu?
Kimse yanıt vermedi. Hepsi de yan yana, başlarını öne eğmiş, sessiz duruyorlardı ve bu, ileri sürülenin doğru olduğunun kanıtıydı.
Profesör sürdürdü:
- Şimdi söyleyin bakalım. Ne biçimde olursa olsun, birlik kurulmasına dayanamayacağımı açıkça söylediğim halde, bu birliği kim kurdu? Her şeyden önce bunu öğrenmek istiyorum.
Derin bir sessizlik...
Korkak bir ses duyuldu:
- Vays.
Profesör Rats, Vays'a sert sert baktı:
- Vays, kendin söyleyemez misin?
Yanıt pek yumuşaktı:
- Evet, söyleyebilirim.
- Öyleyse niçin söylemedin?
Zavallı Vays buna da yanıt vermedi. Profesör Rats bir sigara yaktı ve dumanını havaya üfledi.
- E, şimdi söyle bakalım, dedi. Önce, macun nedir, şunu bana anlat...
Vays, yanıt verecek yerde, cebinden kocaman bir parça macun çıkarıp masanın üstüne koydu. Kısa bir zaman ona baktı; sonra, ancak işitilecek kadar yavaş bir sesle:
- Macun budur, dedi.
Profesör sordu:
- Bu da ne?
- Hamur gibi bir şey efendim. Camcılar bununla camı çerçeveye yapıştırırlar. Camcı bunu oraya sıvar; çocuklar da gidip oradan tırnaklarıyla kazırlar.
- Sen mi kazıdın bunları?
- Hayır efendim, birliğin macunu bu.
Profesör gözlerini açarak sordu:
- Ne demek?
Vays'a biraz cesaret gelmişti:
- Bunu üyeler topladı, dedi. Onu saklamak görevi için de ben seçildim. Daha önce Kolnai saklıyordu; çünkü veznedar oydu. Fakat macun onun yanında kurudu; çünkü o hiç çiğnemiyordu.
- Bunu çiğnemek mi gerekiyor?
- Evet. Bu yapılmazsa sertleşir; istenen biçime girmez. Ben her gün çiğnedim.
- Niçin bu işi başkası yapmıyor da, sen yapıyorsun?
- Çünkü, birliğin yasasında "Başkan birliğin macununu, sertleşmesin diye, her gün en az bir kez çiğnemek zorundadır" diye yazılı.
Vays şimdi bol bol gözyaşı döküyordu. Sesi titreyerek ekledi:
- Şu anda başkan benim...
Durum ciddiydi. Profesör sert bir sesle bağırdı:
- Bu kocaman parçayı nereden topladınız?
Kimse yanıt vermiyordu. Profesör, Kolnai'ye baktı:
- Kolnai, nereden topladınız bunu?
Kolnai, içten bir itirafla durumunu kurtarmak isteyen bir insan gibi çabuk çabuk yanıt verdi:
- Profesör, bir ay kadar oluyor efendim. Bir hafta ben çiğnedim. Ama, o zaman daha küçüktü. İlk parçayı Vays getirmişti; bunun üzerine birliği kurduk. Vays'ı babası arabaya bindirmiş; o da bunu arabanın penceresinden kazımış. Tırnakları kan içindeydi. Sonra, müzik salonunda bir cam kırılmıştı. Öğleden sonra geldim. Camcı gelinceye kadar, saatlerce bekledim. Camcı saat beşte geldi. Küçük bir parça macun istedim; yanıt vermedi. Yanıt da veremezdi; çünkü suratı macunla şişti.
Profesör sert bir biçimde kaşlarını çattı:
- Ne biçim lakırdı bunlar? Surat beygirde olur!
- Yani ağzı macunla doluydu. O da çiğniyordu. Biraz durduktan sonra yanına gidip pencereye camı takarken bakayım diye rica ettim. Başıyla, peki der gibi işaret etti. Ben baktım; o camı taktı, gitti. O gittiği vakit ben percerenin yanına vardım. Macunları kazıdım; alıp götürdüm. Fakat kendim için çalmadım ki, "birlik' için...bihir...lihik...ihiçin...
O da ağlıyordu.
Profesör Rats:
- Ağlama! dedi.
- Vays ceketinin eteğini kırıştırıp duruyordu. Şaşkınlıktan, söze karışmayı gerekli buldu:
- Şimdi böğürür...
Ama Kolnai yalnızca hıçkırıyordu; acındırıcı bir biçimde hıçkırıyordu. Vays onun kulağına eğildi:
- Böğürmesene!
Bunun üzerine o da böğürmeye başladı. Bu güçlü ağlayış Profesör Bay Rats'ı acındırdı. Sigarasından derin soluklar çekti. Bu aralık Çele, kibar Çele sıradan öne çıktı; gururlu bir tavırla profesörün önünde durdu. Şimdi, o da, birkaç gün önce Bika'nın Alan'da almış olduğu çalımlı tavrı takınmaya karar vermişti. Duraksamadan ve kararlı bir sesle:
- Efendim, Profesör, Birliğe ben de macun getirdim, dedi.
Gururla profesörün gözlerine bakıyordu. Profesör Bay Rats sordu:
- Nereden?
- Evde, kuşumun banyo teknesini kırmıştım, dedi Çele; annem yeniden yaptırdı. Ben de macununu kazıdım. Mandi yıkanırken sular hep halılara aktı. Böyle bir kuşun yıkanmak nesine? Böcekler de hiç yıkanmazlar; gene de hepsi pistir.
Profesör Bay Rats iskemlesinde öne doğru uzanarak korkutucu bir tavırla:
- Maşallah, keyfin yerinde, Çele; dedi, dur hele, şimdi senin işini görürüm. Sen sürdür, Kolnai!
Kolnai korkudan titriyordu. Burnunu sildi:
- Neyi sürdüreyim?
- Ötekileri nereden topladınız?
- Şimdi Çele söyledi... Birlik bir kez bana altmış tane beşlik verdi: Ben de macun bulup getireyim diye.
Bu, artık profesör Bay Rats'ın keyfini kaçırmıştı.
- Demek, parayla da aldınız, öyle mi?
- Hayır, dedi Kolnai; benim babam doktordur. Sabah vizitelerine arabayla gider. Bir gün beni de birlikte almıştı. Arabanın penceresindeki macunları kazıdım. Bu macun çok yumuşaktı. Bu arabaya ben girip oturayım diye Birlik bana dokuz tane yirmilik vermişti. Öğleden sonra içine girip oturdum; onunla Memurlar Mahallesine kadar gittim. Dört pencerenin de macunlarını kazıdım. Sonra eve yayan geldim.
Profesör anımsadı:
- Hani seninle Ludovika'da karşılaşmıştık; o zaman mı oldu bu?
- Evet.
- Sana seslenmiştim de yanıt vermemiştin.
Kolnai başını önüne eğerek, üzüntüyle:
- Çünkü ağzım macunla doluydu, dedi.
Testi yeniden kırılmış, Kolnai yeniden ağlamaya başlamıştı. Vays gene heyecana tutuldu; gene ceketinin eteklerini kırıştırmaya başladı. Şaşkınlıktan gene:
- Şimdi böğürür, diye söyleniyordu.
Kendisi de ağlamaya yeniden başladı. Profesör ayağa kalktı. Odanın içinde, bir aşağı bir yukarı gezindi. Başını salladı:
- Mükemmel bir birlik! Ya başkan kimdi?
Bu soru üzerine Vays üzüntüsünü unutuverdi; ağlamayı kesti ve göğsünü gererek yanıtladı:
- Ben.
- Veznedar kimdi?
- Kolnai.
- Kaç para kaldıysa çıkar bakayım!
- Buyurun.
Kolnai hemen elini cebine soktu. Onun cebi de Çonakoş'unkinden daha küçük değildi. İçerisini karıştırmaya başladı ve ne varsa hepsini çıkarıp masanın üstüne dizdi. İlk olarak bir on kuruşlukla kırk üç tane beş paralık çıkmıştı; sonra, iki tane yirmi beşer paralık pul, bir tane posta kartı, birer kuronluk iki damga pulu, sekiz tane yeni kalemucu; bir tane de, renkli cam zıpzıp.
Profesör paraları sayıp hesapladıktan sonra suratını astı:
- Bu parayı nereden buldunuz?
- Üyelerın verdiği ödenti bunlar. Her üye haftada otuz para verir.
- Siz parayı ne yapacaksınız.
- Hiç. Ödenti verilmiş olsun diye topluyoruz. Vays başkanlık ödentisini vermemek için görevinden ayrıldı.
- Ne kadardı bu?
- Haftada 25 para. Pulları ben getirdim; posta kartını Barabaş, damga pullarını da Rihter, Onun babası... o babasından...
Profesör sözünü kesti:
- Çaldı! Öyle mi? Rihter!
Rihter ileri çıktı; gözlerini indirdi.
- Çaldın mı?
Sesini çıkarmadan, başıyla, "evet" der gibi işaret etti. Profesör başını salladı:
- Ne ahlaksızlık! Kimdir baban?
- Doktor Rihter Ernö, dava vekili. Fakat, Birlik pulu iç etti.
- Nasıl, nasıl?
- Ben pulu babamdan çaldığım için, sonra korktum. Birlik bana bir kuron verdi. Bununla başka bir pul satın aldım. Bunu yazı masasının üzerine koyarken babam yakaladı; çalarken değil, yerine koyarken. Ve ense köküme bir tane ekledi...
Profesörün sert bir bakışı üzerine sözünü düzeltti:
- Beni dövdü babam. Pulu geri getirdiğim için adamakıllı patakladı ve "Nereden çaldın?" diye sordu. Bir şey söylemek istemedim; çünkü bu yüzden de ayrıca dayak yiyecektim. Onun için, Kolnai'den aldım, dedim. O vakit babam "Hemen götürüp geri ver; kesinlikle bir yerden aşırmıştır" dedi. Onun için şimdi iki pulu var Birliğin.
Bu açıklama üzerine profesör düşünmeye başladı:
- Peki, niçin yeniden pul satın aldınız öyleyse? Eski pulu geri getiremez miydin?
Onun yerine Kolnai yanıt verdi:
- Bu olamazdı; çünkü arkasında Birliğin mührü vardı.
- Mührünüz de var demek! Nerede bu mühür?
- Mühür memuru Barabaş'tır.
Şimdi sıra Barabaş'a gelmişti. Bu kez o ileri çıktı. Zaten hiç geçinemediği Kolnai'ye kötü kötü baktı. Alan'daki şapka sorununu hâlâ unutmamıştı... Ama ne yapabilirdi ki! Lastikten yapılmış damgayı, ıstampasıyla birlikte, usulca, yeşil öğretmen masasının üstüne bıraktı. Profesör damgaya baktı. Üzerinde şu yazılıydı: "Macun Toplayanlar Birliği, Budapeşte, 1889"
Profesör Râts gülmemek için kendini tutarak gene başını salladı. Barabaş'a cesaret gelmişti. Masaya doğru uzanıp, damgayı geri almak istedi. Ama profesör daha önce elini uzattı.
- Ne yapıyorsun?
Barabaş:
- Efendim, mührü kimseye vermemek, gerekirse onu yaşamımla savunmak için ant içtim, dedi.
Profesör mührü cebine koyarak:
- Sesini kes! dedi.
Ama Barabaş sakinliğini artık koruyamıyordu.
- Öyleyse Çele'den de bayrağı alın, efendim, dedi.
Profesör, Çele'ye dönerek:
- Demek, bayrağınız da var ha? Ver şunu bana! dedi. Çele elini cebine sokarak oradan, tele geçirilmiş, minimini bir bayrak çıkardı. Alan'ın bayrağı gibi bunu da ablası dikmişti. Genellikle, bu gibi dikiş işlerini Hep Çele'nin ablası yapardı. Ama bu bayrak kırmızı-beyaz-yeşildi ve üzerinde şu yazılıydı:
"Macun Toplayanlar Birliği, Budapeşte, 1889. Ant içerizki artık köle olmayacağız!" (*)
Profesör:
- Hım, dedi, "içerizki" deki "ki"yi bitişik yazan hangi sersemmiş bakayım? Bunu kim yazdı?
Kimse yanıt vermedi. Profesör gürleyen bir sesle soruyu yineledi:
- Kim yazdı bunu?
Çele bir an düşündü. Çocukların başını derde sokmak istemiyordu. "Ki"yi bitişik yazan Barabaş'tı; fakat bu yüzden acı çekerse yazık değil miydi. Onun için:
- Ablam yazdı, efendim, dedi ve bunu söyler söylemez yutkundu. Bu iyi bir davranış değildi amma, böylece arkadaşını kurtarmıştı...
Profesör hiçbir şey söylemedi. Şimdi artık çocuklar karmakarışık bir biçimde konuşmaya başladılar. Kolnai, öfkeyle:
- Efendim, bayrağı haber vermek Barabaş'a yakışmaz! dedi.
Barabaş kendini savundu:
- İşi gücü benimle uğraşmak! Madem ki mührü benden aldılar, Birlik de ortadan kalktı demektir.
Profesör Râts tartışmayı kesti:
- Susun! Şimdi ben sizin hesabınızı görürüm. Artık birlik mirlik yok! bir daha böyle işler karıştırdığınızı duymayayım! Hepinizin hal ve gidiş notu kırılacak. Vays daha fazla numara kaybedecek; çünkü başkan oydu.
Vays boynunu bükerek yanıtladı:
- İzin verir misiniz efendim, başkanlığım bugün bitmiş oluyor. Çünkü bugün toplantı yapacaktık ve önümüzdeki hafta için başkası başkan olacaktı.
Barabaş kıs kıs gülerek:
- Kolnai'yi seçtik, dedi.
- Bana göre hepsi bir, dedi profesör; yarın, saat ikiye kadar burada kalacaksınız. O zaman sizinle hesaplaşırız. Şimdi gidebilirsiniz.
Hepsi birden, koro olarak:
- Allahaısmarladık! diyerek kıpırdandılar. Vays, ortada duran macuna uzanmak için bu karışıklıktan yararlandı. Profesör görmüştü:
- Bırak bakayım onu!
Vays boynunu büktü:
- Macunu geri vermeyecek misiniz?
- Hayır. Hem, kimde macun varsa çıkarsın! Kimde bulursam çok kötü yaparım.
Bu söz üzerine, şimdiye kadar sazan balığı gibi sessiz duran Leski ileri çıktı. Ağzından bir parça macun çıkardı ve içi sızlayarak onu, kirli elleriyle Birliğin macununa karıştırdı.
- Başka yok mu?
Yanıt olarak, Leski ağzını açıp, başka olmadığını gösterdi.
Profesör şapkasını aldı:
- Hele bir kez daha birlik kurduğunuzu işiteyim!.. Şimdi yallah eve!
Çocuklar sessizce yürüyorlardı. Yalnızca biri, Leski, yavaşça:
- Allahaısmarladık! dedi; çünkü biraz önce, ötekiler bunu söylerken onun ağzı doluydu.
Profesör gitti ve dağıtılmış olan Macun Toplayanlar Birliği yalnız başına kaldı. Çocuklar somurtarak bakıştılar. Kolnai, dışarıda bekleyen Bika'ya hepsini başından sonuna kadar anlattı. Bika geniş bir soluk alarak:
- Çok korkmuştum, dedi; çünkü birisi Alan'ı haber verdi sandım...
O bunu söylerken Nemeçek kalabalığın yanına gelerek fısıldadı:
- Bana bakın.. siz sorguya çekilirken.. ben pencerenin yanında duruyordum... Camı yeni takılmıştı.. hemen...
Oradan kazımış olduğu taze macunu gösterdi. Ötekiler iç çekerek baktılar. Vays'ın gözleri parladı:
- Mademki macun var; gene "birlik" var demektir. Alan'da toplantı yaparız.
Ötekiler de:
- Alan'da! Alan'da! diye bağırdılar ve hepsi birden evlerine doğru koşmaya başladılar. Pâl Sokaklıların parolasını:
- Hahooo, hooo! hahooo, hooo! diye bağırarak söylüyorlar ve bu, merdivenlerde yankılar yapıyordu.
Hepsi birden kapıdan dışarıya fırladılar. Bika, yalnız başına ağır ağır yürüyordu. Neşesi yerinde değildi. Kafasında hep Gereyb vardı: Bitki Bahçesi'ndeki adada feneri dolaştıran casus Gereyb. Derin derin düşünerek eve gitti. Yemeğini yedi ve ertesi günün Latince dersine bir göz attı...
İşlerini bu kadar çabuk nasıl bitirdiler, Tanrı bilir; saat iki buçukta Birliğin üyeleri Alan'daydılar. Barabaş doğruca yemekten gelmişti; çünkü kocaman bir ekmek kabuğunu hâlâ kemirmekteydi. Başına bir kayısı atmak için Kolnai'yi kapıda bekliyordu. Kolnai de artık çok olmuştu.
Hepsi toplandığı zaman Vays onları odun yığınlarının arasına çağırdı ve korkunç bir ciddilikle:
- Oturumu açıyorum! dedi.
Kayısıyı kafasına yemiş, hattâ onu yeniden Barabaş'a atmış olan Kolnai'nin düşüncesine göre, Profesörün yasaklamış olmasına karşın Birliği sürdürmek gerekiyordu.
Barabaş onu suçluyordu:
- Başkan olmak sırası onda da onun için böyle söylüyor. Bana kalırsa bu işi bırakalım artık. Siz burada sırayla hep başkan oldunuz; bizse macunu boşuna çiğniyoruz. Ben bundan iğreniyorum artık. Ağzım hep bu yapışkan şeyle mi dolu olacak?
Şimdi Nemeçek konuşmak istiyordu. Başkana:
- Söz isterim! dedi.
Vays ciddi bir edayla:
- Bay Yazman söz istiyor, dedi ve on paraya satın alınmış olan minimini çıngırağı çaldı.
Bununla birlikte, Macun Toplayanlar Birliği'nin yazmanlık görevi kendisine verilmiş olan Nemeçek bir sözcük söyleyemedi. Odun yığınlarından birinin dibinde Gereyb'i görmüştü. Gereyb hakkında onun bildiğini, o unutulmaz gecede Bika ile birlikte onun da gördüğünü başka kimse bilmiyordu. Gereyb odun yığınları arasında tek başına sinsi sinsi yürüyordu. Bekçinin, köpeğiyle birlikte oturduğu küçük kulübeye doğru koştu. Nemeçek, haini gözden yitirmemenin, onu adım adım izlemenin görevi olduğunu düşünüyordu. Bika; "Adada, fenerin yanında kırmızı gömleklilerle otururken gördüğümüzü, Gereyb ben gelmeden haber almamalı" demişti. Herhalde, bu işi kimsenin bilmemesi daha iyi olacaktı.
Ama, işte, şimdi buradaydı. Burada sinsi sinsi dolaşıyordu. Nemeçek, ne pahasına olursa olsun, bekçinin yanına niçin gittiğini öğrenmek istiyordu. Onun için:
- Teşekkür ederim. Bay Başkan, dedi; sözümü başka zaman söyleyeceğim. Bir işim vardı, şimdi aklıma geldi.
Vays ufacık zili yine salladı.
- Bay Yazman söylevini başka zamana bırakıyor.
Bay Yazman çoktan fırlayıp gitmişti. Koşuyordu; fakat Gereyb'in arkasından değil, önüne doğru. Boş arsayı hızla geçip Pâl Sokağı'na çıktı. Buradan Marya Sokağı'na saptı ve bütün hızıyla, odun biçilen yerin kapısına doğru koştu. Tam bu sırada kapıdan çıkmakta olan, kesilmiş odun yüklü kocaman bir araba az kalsın onu ezecekti. Küçük demir baca püfürdüyor ve havaya beyaz buhar püskürüyordu. Yapının içinde bıçkı makinesi acı acı haykırıyor; sanki:
- Dik..kat! Dik..kat! diyordu.
Nemeçek koşarken ona:
- Elbette dikkat ederim! diye yanıt verdi. Küçük evin yanından hızla geçerek odun yığınları arasında gözden yitti ve dosdoğru bekçi kulübesinin arkasına gitti. Bekçi kulübesinin çatısı onu gizleyecek durumdaydı ve çatının saçağı kulübenin arkasındaki odun yığınına hemen hemen dokunuyordu. Nemeçek odun yığınına tırmandı ve yüzükoyun yattı. Yan gözle çevreyi gözetleyerek, bakalım ne olacak diye beklemeye başladı. Gereyb bekçiden ne isteyebilirdi? Yoksa bu, kırmızı gömleklilerin bir savaş hilesi miydi? Başına ne gelirse gelsin, onların konuşmasını dinlemeye karar vermişti. Eyyy, bu ona ne büyük bir onur kazandıracaktı! Bu yeni ihanetin gizini açığa çıkardığı zaman göğsü nasıl kabaracaktı!
Bekler ve çevreyi gözetlerken birdenbire Gereyb'i gördü. Gereyb ağır ağır, sakınan adımlarla kulübeye yaklaşıyor ve birinin izlemesi korkusuyla, sık sık arkasına bakıyordu. Peşinden kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra cesaretle yürümeye başladı. Bekçi, kulübesinin önündeki sırada kendi halinde oturuyor; piposuyla, çocukların ona getirmeyi alışkanlık edindikleri izmaritleri içiyordu. Bütün çocuklar Yânoş için izmarit toplarlardı.
Köpek yanından fırladı. Gereyb'e karşı bir iki kez havladı. Ama, yabancı olmadığını anlayınca yerine dönüp yattı. Gereyb, Yânoş'un tâ yanına kadar geldi. Öyle ki çatı onları Nemeçek'in gözünden saklıyordu. Ama, şimdi artık Nemeçek'e cesaret gelmişti. Yavaşça, yapabildiği kadar dikkatli davranarak, odun yığınından kulübenin damına geçti. Orada da yüzükoyun yattı ve bu durumda yukarıya doğru sürünerek o kadar ilerledi ki, neredeyse, öndeki kapının üstünden başını uzatıp onlarla göz göze gelecekti. Bir iki kez, altında tahtalar çatırdamıştı. Bu gibi zamanlarda Nemeçek damarlarında kan durdu sanıyordu... Ama, sürünerek ilerlemeyi sürdürüyor, başını sakınarak ileriye uzatıyordu. Bu anda, bekçi yahut Gereyb akıl edip de yukarıya baksaydı, tahtaların kıyısından, kulübenin önünde olup bitenlere yusyuvarlak açılmış gözlerle bakan Nemeçek'in akıllı, küçük, kumral başını görüverir ve kuşku yok ki korkardı.
Gereyb bekçinin yanına sokularak dostça:
- Günaydın, Yânoş! dedi.
Bekçi, piposunu ağzından çıkarmadan:
- Günaydın! diye yanıtladı.
Gereyb ona doğru eğildi.
- Sigara getirdim, Yano!
Bekçi bunu işitince pipoyu ağzından çıkardı. Gözleri parladı. Sigarayı bütün görmek mutluluğu zavallı Yano'ya yaşamında çok zaman nasip olmamıştı. Bunlar, ancak başkaları iyi yanını içtikten sonra onun eline düşerdi.
Gereyb cebinden üç tane sigara çıkarıp Yano'nun avucuna bıraktı.
Nemeçek, içinden:
- Tamam, çok iyi ettim de buraya çıktım. Madem ki sigara vererek başlıyor; bekçiden kesin bir şey isteyecek! diye düşünüyordu ki Gereyb'in bekçiye yavaş sesle söylediklerini duydu:
- Yano, benimle kulübenin içine gel... Seninle burada, dışarda konuşmak istemiyorum... İstemiyorum görsünler... Çok önemli bir şey söyleyeceğim. Sana daha sigara veririm.
Cebinden bir avuç dolusu sigara çıkardı.
Nemeçek çatının üstünde başını sallıyordu.
- Bu kadar çok sigara getirdiğine göre, herhalde büyük bir hainlik yapacak! diye düşündü.
Doğal olarak, bekçi sevinçle içeriye girdi; Gereyb de arkasından. Gereyb'den sonra köpek de sokuldu. Nemeçek üzülmeye başlamıştı:
- Konuştuklarının hiçbirini işitemeyeceğim. Hazırladığım bütün güzel tasarılar suya düştü, yazık!.. diye düşünüyordu. Ve, onların peşinden, kapı kapanmadan içeriye girebilen köpeği korkunç bir biçimde kıskanıyordu. Çünkü, içeriye girdikten sonra kapıyı da kapamışlardı. Nemeçek'in aklına demir burunlu cadının şehzadeyi kara köpek biçimine soktuğu masallar geldi. Gerçekten, eğer şimdi bir demir burunlu cadı çıkıp da onu, büyüyle, birkaç saniye için kara köpek biçimine soksa ve onun yerine Hektor'dan bir küçük sarışın Nemeçek yapsaydı, buna karşılık, seve seve, yirmi otuz tane güzel cam zıpzıp verirdi. Zeten, nasıl olsa ikisi arkadaştı; ikisi de "er"di...
Ama, demir burunlu cadı yerine çelik dişli bir böcek yardımına yetişti. Bu, çatı tahtalarından birini vaktiyle kemirmiş ve tahtanın yumuşak özüyle ailece karın doyurmuş olan ve bu davranışıyla, bir gün Pâl Sokağı çocuklarına ne büyük bir hizmet yapacağının farkında olmayan zavallı bir ağaç kurduydu.
Böceğin kemirdiği yerde tahta inceydi. Nemeçek kulağını oraya yapıştırdı ve dinlemeye başladı. Küçük kulübeden boğuk sesler geliyordu. Nemeçek kısa bir deneme sonucunda sevinçle anladı ki, içeride konuşulanların hepsini eksiksiz bir biçimde duyabiliyordu. Gereyb söylediklerini bu ıssız yerde bile başkası işitir diye korktuğu için olacak, yavaş sesle söylüyordu. Bekçiye şöyle diyordu:
- Yano, aptallık etme. Benden, istediğin kadar sigara alabilirsin. Fakat, bunun için bir şey yapmak gerekiyor.
Yano, homurdanarak sordu:
- Ne yapmak gerek?
- Yalnızca, çocukları buradan atmak; burada top oynamalarına, odun yığınlarını bozup dağıtmalarına izin vermemek.
Birkaç saniye hiçbir ses duyulmadı. Nemeçek, bundan, bekçinin düşündüğüne karar verdi. Biraz sonra bekçinin sesi yine duyuldu:
- Burdan atmak mı gerek?
- Evet.
- Niçin?
- Çünkü buraya başkaları gelmek istiyor. Bunlar hep paralı çocuklar... Sana, istediğin kadar sigara verecekler... Hatta para da...
Bu söz etkisini göstermişti. Yano sordu:
- Para da mı verecekler?
- Evet. On kuruş.
"On kuruş" bekçiyi yumuşatıvermişti.
- Pekâlâ; sepetleriz onları, dedi.
Kapının tokmağı gıcırdadı; kapı aralandı. Gereyb kulübeden çıktı. Ama Nemeçek artık çatıda değildi. Kedi gibi, bir kedi çevikliğiyle kayıp yere atlamış ve odun yığınlarının arasından geriye, Alan'a doğru koşmaya başlamıştı. Küçük sarışın pek heyecanlıydı ve, o anda bütün çocukların sonunun, bütün Alan'ın geleceğinin kendi elinde olduğunu duyumsuyordu. Arkadaşlarını gördüğü vakit uzaktan bağırdı:
- Bika!
Fakat kimse yanıt vermedi.
Gene bağırdı:
- Bika! Başkan!
Bir ses yanıtladı:
- Daha gelmedi!
Nemeçek fırtına gibi koşuyordu. Bu olayı Bika'ya hemen bildirmek gerekliydi. Egemen oldukları bu topraktan atılmalarına vakit kalmadan davranmak zorundaydılar. Son odun yığınının yanından koşarak geçerken daha toplantı durumunda bulunan Birlik üyelerini gördü. Vays hâlâ ciddi bir yüzle başkanlık ediyordu ve küçük sarışın yanlarından koşarak geçerken, bağırdı:
- Hahooo! hooo! Bay Yazman!
Nemeçek, hızını kesmeden, "durmayacağım" der gibi başını salladı.
Vays, arkasından:
- Bay Yazman! diye haykırdı ve sözünün etkisini artırmak için başkanlık zilini hızlı hızlı salladı.
Nemeçek başını geriye çevirerek:
- İvedi işim var! diye bağırdı ve Bika'yı evinde bulmak üzere koşmayı sürdürdü. O zaman Vays son çareye başvurdu. Sert bir sesle arkasından bağırdı:
- Er! Dur!..
Bu komut üzerine durmak gerekti. Çünkü Vays subaydı... Küçük sarışın öfkesinden kuduruyordu. Ama, ne çare, Vays rütbesiyle çağırınca durmak zorundaydı.
- Buyur, teğmenim!
Duruşa geçti.
Birliğin başkanı:
- Şimdi karar verdik: bu günden başlayarak Birlik gizli bir dernek olarak çalışacak. Yeni başkanı da seçtik, dedi.
Çocuklar yeni başkanın adını coşkun bir sevinçle haykırdılar:
- Yaşasın Kolnai!
Yalnızca Barabaş, yavaşça:
- Kahrolsun! diye homurdandı.
Başkan sözünü sürdürdü:
- Bay Yazman, eğer Yazman olarak kalmak istiyorsa şimdi, bizimle birlikte, bu işi gizli tutacağına ant içsin. Çünkü Profesör Râts haber alırsa...
Bu anda Nemeçek odun yığınları arasında Gereyb'in sinsi sinsi dolaşmakta olduğunu görmüştü. Gereyb şimdi giderse her şey çok kötü olacaktı... Kaleler elden gidecek, Alan elden gidecekti... Ama eğer Bika onunla burada, duygularını okşayarak konuşabilirse belki de onda yine iyi duygular canlanırdı. Küçük sarışın nerdeyse öfkesinden ağlayacaktı. Başkanın sözünü kesti:
- Bay Başkan... çok ivedi işim var... gitmeliyim...
Vays sert bir tavırla sordu:
- Yoksa Bay Yazman korkuyor mu? Yakalanırsak seni de cezalandırırlar diye korkuyorsun galiba!
Ama artık Nemeçek dikkat bile etmiyordu. Yalnızca, odun yığınları arasına sinmiş olan ve kendini sokağa atmak için çocukların başka yere gitmesini bekleyen Gereyb'e doğru bakıyordu... Ve onu gördüğü zaman, bir tek sözcük, bir tek söz söylemeden, Birliği bırakıp, ceketinin düğmelerini ilikledi ve yıldırım hızıyla Alan'ın karşı yanına geçerek kapıdan dışarı fırladı.
Toplantıyı ağır bir sessizlik kaplamıştı. Biraz sonra, bu mezar sessizliği içinde başkan bir mezar sesiyle şöyle dedi:
- Sayın üyeler, Nemeçek Ernö'nün davranış biçimini hep gördünüz. Önünüzde ilan ediyorum ki Nemeçek Ernö bir korkaktır!
Bütün topluluk:
- Evet, korkaktır! diye haykırdı. Hatta Kolnai:
- Haindir! diye bağırdı.
Bu söz üzerine Rihter heyecanlı bir biçimde dedi ki:
- Öneriyorum: Birliği bu sıkıntılı durumunda bırakıp giden korkak haini yazmanlıktan atalım: Birlikten çıkaralım; gizli sicil defterine onu "hain" diye yazalım!
Bütün gırtlaklardan aynı ses çıktı:
- Yaşa!
Başkan derin bir sessizlik içinde yargısını bildirdi:
- Genel kurulun Nemeçek Ernö'yü hain diye ilan ettiğini sicil defterine kaydet ve adını küçük harfle yaz.
Toplantıda, her kafadan bir ses çıkıyordu. Anayasaya göre, en ağır ceza buydu. Birçoğu Leski'nin çevresini almıştı. O hemen yere oturdu; Birliğin sicil defteri olan bu yirmi beş paralık defteri dizinde açtı ve kargacık burgacık harflerle, iri iri: "nemeçek ernö haindir!.." diye yazdı.
Birlik, Nemeçek'ten onurunu böyle geri almıştı...
Bu sırada Nemeçek Ernö, isterseniz şöyle diyelim; nemeçek ernö, Bika'nın gösterişsiz, tek katlı bir evde oturduğu Kinij Sokağı'na doğru koşuyordu. Kapıdan içeriye dalıp doğru Bika'nın yanına gitti. Bika kendine geldiği zaman:
- Hayrola! Ne işin var burada senin? dedi.
Nemeçek, gördüklerini soluk soluğa anlattı ve çabuk olsun diye, Bika'yı kolundan tutup çekmeye başladı. Şimdi ikisi birden Alan'a doğru koşuyorlardı. Yolda koşarken Bika sordu:
- Bunların hepsini duydun, gördün mü?
- Hem duydum, hem gördüm.
- Daha orada mı Gereyb?
- Çabuk olursak gitmeden yetişiriz.
Klinika'nın yanında durmak zorunda kaldılar. Zavallı Nemeçek öksürmeye başlamıştı. Duvara dayanarak:
- Sen git... dedi; çabuk git sen oraya.. Ben.. ben.. öksürüğüm geçince gelirim.
Çok kötü öksürüyordu. Yanından ayrılmayan Bika'ya:
- Üşüttüm kendimi, dedi. Bitki Bahçesi'nde üşüttüm... Göle düştüğüm zaman bir şey olmadı ama, çiçeklikte havuzun içine saklandığım vakit su pek soğuktu. İliklerime kadar üşüdüm.
Pâl Sokağı'na saptılar ve tam köşeyi dönecekleri sırada tahtaperdenin ufacık kapısı açıldı; Gereyb aceleyle dışarı çıktı. Nemeçek ansızın Bika'yı tuttu:
- İşte gidiyor!
Bika elini huni gibi yaparak, küçük ıssız sokağı baştan başa çınlatan güçlü bir sesle:
- Gereyb! diye bağırdı.
Gereyb durdu; geriye döndü. Bika'yı görünce kahkahalarla güldü ve büyük caddeye doğru önlerinden gülerek koştu. Bu alaylı gülüş Pâl Sokağı'nın evleri arasında güçlü yankılar yaptı. Gereyb onlarla alay etmişti.
İki çocuk sokağın köşesinde mıhlanmış gibi kaldılar. Gereyb gözden yitmişti. Her şeyin bittiğini duyumsuyorlardı. Birbirlerine bir tek sözcük bile söylemediler. Şimdi artık, Alan'ın küçük kapısına doğru sessizce yürüyorlardı. İçerden, top oynayan çocukların neşeli gürültüsü geliyordu. Sonra keskin bir haykırış duyuldu.
Birlik çocukları yeni başkanları için:
- Yaşa! diye bağırıyorlardı... İçerdekilerin hiçbiri bilmiyordu ki: Onların çocuk ruhları için sonsuzluk, özgürlük anlamına gelen; öğleden önce Amerika çayırı, öğleden sonra Macaristan ovası, yağmurda deniz, kış mevsiminde kuzey kutbu; kısaca, her zaman onların dostu olan ve onları eğlendirmek için, ne isterlerse onun biçimine giren bu avuç içi kadarcık yer; bu kısır, yamru yumru Peşte toprağı; iki ev arasında sıkışıp kalmış olan bu ufacık düzlük belki de artık onların değildi.
Nemeçek:
- Görüyor musun; onların haberi bile yok!.. dedi.
Bika başını önüne eğerek, yavaş sesle yineledi:
- Haberleri bile yok!
Nemeçek, Bika'nın zekâsına güveniyordu. Akıllı ve sakıngan küçük dostunu görünceye kadar umudunu yitirmemişti. Ancak, Bika'nın gözlerinde ilk yaşı gördüğü ve Başkanın, bizzat Başkanın, derin bir üzüntüyle ve sesi titreyerek:
-Peki, ne yapacağız şimdi? dediğini işittiği zaman gerçekten korkmuştu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro