3
Ertesi gün öğleden sonra, steno dersinden çıktıkları zaman savaş planı hazırlanmış bulunuyordu. Steno dersi saat beşte biterdi. Sokaklarda lambaları artık yakıyorlardı.
Okuldan çıkarken Bika çocuklara dedi ki:
- Baskın yapmazdan önce, bizim de onlar kadar cesur olduğumuzu kanıtlayacağız. En cesur iki adamımı yanıma alacağım; birlikte Bitki Bahçesi'ne gideceğiz. Onların adasına gireceğiz.
Orada şu kâğıdı ağaca asacağız:
Bunu söylerken cebinden kırmızı bir kâğıt çıkardı. Bunda, hep büyük harflerle, şu yazılıydı:
PÂL SOKAĞININ ÇOCUKLARI BURAYA GELMİŞLERDİR!
Öteki çocuklar hayranlıkla bu kâğıda bakıyorlardı. Steno öğrenmeyen, fakat merak ettiği için gelmiş olan Çonakoş:
- Bu kâğıda ağır birkaç sözcük de yazsak kötü olmazdı, dedi.
Bika, buna karşı çıkar gibi başını salladı:
- Doğru değil. Biz Âtş Feri'nin bayrağımızı götürürken yaptığı biçimde bir davranışta bile bulunmayacağız. Yalnızca onlara göstermek istiyoruz ki: Kendilerinden korkmuyoruz; toplantılarını yaptıkları ve tüfek çattıkları ülkelerine girecek kadar cesaretimiz vardır. Bu kırmızı kâğıt parçası bizim kartımızdır. Bunu onlara bırakacağız.
Çele de söze karıştı:
- İşittiğime göre, onlar akşamları bu vakit adada toplanıp hırsız-polis oynuyorlarmış.
- Ne çıkar be? Âtş Feri de bizim bulunacağımızı bildiği zamanda geldi. Korkan benimle gelmez.
Fakat hiç kimse korkmuyordu. Nemeçek bile çok cesur görünüyordu. Subaylığa yükselmek için başarı kazanmak istediği belliydi. Gururla ileri atıldı:
- Ben seninle geliyorum!
Burada, okulun önünde duruşa geçmeye ve selamlamaya gerek yoktu; çünkü yasalar ancak Alan'da geçerliydi. Burada herkes birdi.
Çonakoş da ileri çıktı:
- Ben de!
- Ama, ıslık çalmayacağına söz ver.
- Veriyorum. Yalnızca şimdi, bırakın, son olarak bir ıslık daha çalayım.
- Çal bakalım!
Çonakoş da çaldı. Öyle güzel, öyle keyifli bir ıslık çaldı ki sokaktan geçenler dönüp baktılar... Sonra, mutluluk içinde:
- Eh, artık bugünlük içimi boşalttım, dedi.
Bika, Çele'ye döndü:
- Sen gelmiyor musun?
Çele somurtarak:
- Ben gelip de ne yapayım! dedi. Gidemem, çünkü saat beş buçukta evde bulunmam gerek. Annem, steno dersinin kaçta bittiğini biliyor. Bugün eve geç gidersem bir daha hiçbir yere bırakmaz diye korkuyorum.
Bu düşünce onu çok kötü korkutmuştu. Artık Alan'a, üsteğmenliğe, her şeye hoşçakal demek gerekirdi.
- Öyleyse sen kal. Ben Çonakoş'la Nemeçek'i alır, giderim. Ne olup bittiğini yarın sabah okulda öğrenirsiniz.
El sıktılar. Bika'nın aklına bir şey gelmişti:
- Baksanıza, Gereyb bugün steno dersinde yoktu, değil mi?
- Yoktu.
- Acaba hasta mı?
- Sanmam. Öğleyin eve birlikte döndük. Bir şeyciği yoktu.
Gereyb'in davranış biçimi hoşuna gitmemişti. Onun gözünde Gereyb en geniş anlamıyla "kuşkulu"ydu. Bir gün önce ayrılırken gözlerinin içine öyle garip, öyle anlamlı bir biçimde bakmıştı ki! Bika aralarında bulundukça kendisinin bir şey olamayacağını anladığı belliydi. Bika'yı kıskanıyordu. O daha ateşli ve çok daha atılgandı; Bika'nın sakin, akıllı ve ağırbaşlı yapısını beğenmiyordu. Kendisini daha üstün bir genç olarak görüyordu.
Bika yavaşça:
- Pekâlâ! dedi ve iki çocukla birlikte yola düzüldü. Çonakoş ciddi bir durumda yürüyordu. Nemeçek neşeliydi ve sonunda bu kadar meraklı bir serüvene girenler arasında bulunabildiği için, keyfine diyecek yoktu. O kadar neşeliydi ki Bika azarladı:
- Ne oluyorsun, Nemeçek? Yoksa, eğlenceye gidiyoruz mu sanıyorsun? Bu yolculuk senin düşündüğünden çok daha tehlikeli. Pastorları aklına getir bir kez!
Bu sözü işitir işitmez küçük sarışının neşesi boğazına tıkandı. Âtş Feri de gerçekten korkunç bir çocuktu. Hatta kolejden kovulduğunu söylüyorlardı. Güçlü ve inanılmayacak kadar atılgan bir çocuktu. Fakat gözlerinde sevimli ve çekici bir şey vardı ki Pastorlarda bu yoktu. Bunlar hep başlarını öne eğerek dolaşırlardı; bakışları donuk ve keskindi. Yüzleri güneşte yanmış esmer çocuklardı ve güldüklerini daha kimse görmemişti. Pastorlardan korkulurdu.
Üç büyük delikanlı ucu bucağı olmayan Üllö Caddesi'nde, kentin dışına doğru koşarcasına yürüyorlardı. Artık hava kararmaya başlamış, akşam olmuştu. Yolda bütün lambalar yanıyordu ve günün bu alışmadıkları saati çocukları tedirginlik ediyordu.
Onlar her zaman öğle yemeğinden sonra oynarlardı. Bu saatte sokakta bulunmazlardı; evde kitaplarının başına geçmiş olurlardı. Ses çıkarmadan, yan yana yürüyorlardı. Bir çeyrek saatte Bitki Bahçesi'ne vardılar. Taş duvarın arkasından, artık yapraklanmaya başlayan büyük ağaçlar, korku verici biçimde onlara doğru bakıyordu. Taze dallar arasında rüzgâr inliyordu. Karanlıktı. Uçsuz bucaksız bahçe, kendi gizemli ve kapalı kapısıyla, korkunç bir hışıltı içinde gözlerinin önüne serildiği vakit yürekleri korkunç bir heyecanla çarpmaya başladı. Nemeçek kapının çıngırağını çalmak istiyordu.
Bika:
- Ne yapıyorsun. Sakın ha! dedi. Burada olduğumuzu anlarlar. Belki de yolda onlarla karşılaşırız... Hem, bize kapıyı açmazlar ki...
- Öyleyse nasıl gireceğiz?
Bika gözünü kırparak duvarı işaret etti.
- Duvardan mı?
- Elbet.
- Burada, Üllö Caddesi'nde ha?
- Yok canım! Bahçenin arkasına gidelim; orada duvar çok daha alçak.
Dar, karanlık sokağa saptılar. Taş duvar burada tahtaperdeye dönüşüyordu. İçeriye atlamak için elverişli bir yer arayarak biraz yürüdüler. Sokak lambasının aydınlatmadığı bir yerde durdular. Tahtaperdenin iç yanında ve hemen dibinde büyük bir akasya vardı.
Bika fısıldadı:
- Buradan tırmanırsak şu akasyadan kolayca aşağıya ineriz. Bir iyiliği daha var; akasyanın tepesinden uzakları görebiliriz ve burada olup olmadıklarını anlarız.
Bunu diğer iki çocuk da uygun buldu ve hemen işe başladılar. Çonakoş yere çömelip ellerini tahtaperdeye dayadı. Bika usulca omzuna çıktı ve iç yana baktı. Hiç ses çıkarmıyorlardı ve hiçbiri kıpırdamıyordu. Bika, yakınlarda kimse bulunmadığına emin olduktan sonra eliyle işaret etti. Nemeçek Çonakoş'a fısıldadı:
- Kaldır!
Çonakoş başkanı yukarı kaldırdı. Başkan tahtaperdenin üstüne tırmandı ve o zaman altında çürük tahtalar çatırdamaya başladı.
Çonakoş:
- Atla içeriye! diye seslendi.
Birkaç çatırtı daha ve bunun arkasından, küt! diye bir ses duyuldu. Bika içeride, ot dolu bir minderin tam ortasındaydı, onun arkasından Nemeçek içeriye atladı; daha sonra da Çonakoş. Ama Çonakoş daha önce akasyaya tırmanmıştı. Ağaçlara tırmanmayı çok iyi becerirdi; çünkü taşralı bir çocuktu. Diğer ikisi aşağıdan sordular:
- Bir şey görüyor musun?
Ağacın tepesinden boğuk bir sesle yanıtladı:
- Pek az. Çünkü karanlık.
- Adayı görüyor musun?
- Görüyorum.
- Kimse var mı orda?
Çonakoş, ağaç dalları arasında sakınmayla sağa, sola eğilerek, karanlıkta, göl yanına dikkatle baktı:
- Adada, ağaçlardan ve fundalardan bir şey görünmüyor... ama köprüde...
Burada sustu. Bir dal daha çıktı. Oradan konuşmayı sürdürdü:
- Şimdi artık iyi görüyorum. Köprünün üstünde iki kişi duruyor.
Bika, yavaş sesle:
- Oradalar; köprünün üstündekiler nöbetçilerdir, dedi.
Sonra yine dallar hışırdadı; Çonakoş ağaçtan yere indi. Üçü bir arada, ses çıkarmadan duruyorlar ve ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Kendilerini kimse görmesin diye bir fundanın arkasına çömeldiler.
Orada, sessiz ve fısıltı halinde bir görüş alışverişi başladı.
Bika:
- Fundaların arkasından, gizlene gizlene, kendimizi kale yıkıntısına atabilirsek çok güzel bir şey olur, dedi. Biliyor musunuz, orada bir yıkıntı var; şurada, sağda, tepenin eteğinde.
Diğer ikisi bu yeri bildiklerini anlatmak için, sessizce başlarını salladılar.
- Fundaların arasında, saklana saklana, çömele sürüne, yıkıntıya kadar gidebiliriz. Oraya vardık mı birimiz tepeye tırmanıp çevreyi gözetler. Kimse yoksa, sürüne sürüne tepeden aşağıya ineriz.
Tepeden doğruca göle varılır. Orada sazların arasına gizleniriz; ne yapacağımızı orada kararlaştırırız.
Parıl parıl yanan iki çift göz Bika'ya dikkatle bakıyordu. Çonakoş'la Nemeçek onun her sözüne kutsal kitabın yazıları kadar önem verirlerdi. Bika sordu:
- İyi değil mi böyle?
Diğer iki çocuk:
- İyi, diyerek başlarını salladılar.
- Öyleyse, haydi ileri! Yalnızca, hep arkamdan gelin. Ben yolu biliyorum.
Bodur fundalar arasında, dört ayak üstünde ilerlemeye başladılar. Peşinden gidenler ancak diz çökmüşlerdi ki, uzaktan uzun ve keskin bir ıslık sesi geldi. Nemeçek:
- Eyvah, gördüler; diyerek fırlayıp kalktı. Bika:
- Yat! Yere yat! diye buyruk verdi. Bunun üzerine üçü birden otların üstüne yamyassı uzandılar. Soluklarını keserek, acaba ne olacak diye beklediler. Yoksa, onları gerçekten görmüşler miydi?
Fakat kimse gelmedi. Rüzgâr ağaçlar arasında inliyordu. Bika:
- Bir şey yok, diye fısıldadı.
Ama bu sırada keskin ıslık yeniden havayı parçaladı. Yine beklediler ama bu kez de kimse gelmedi. Bir fundanın dibinden Nemeçek, titreyerek:
- Ağaca çıkıp çevreye bakmalı, dedi.
- Hakkın var. Çonakoş, çık ağacı!
Çonakoş, kedi gibi bir anda kocaman akasyanın tepesine çıkmıştı.
- Ne görüyorsun?
- Köprünün üstünde birkaç kişi dolaşıyor... Şimdi dört kişi oldular... Şimdi ikisi adaya dönüyor.
Bika, sakinleşerek:
- Öyleyse işler yolunda. İn aşağı! Islık köprü üstünde nöbetçilerin değiştiğine işarettir, dedi.
Çonakoş ağaçtan indi ve hemen, üçü birden, dört ayak üstünde, tepeye doğru ilerlemeye başladılar. Geniş ve gizemli bahçeye günün bu saatinde sessizlik çöker. Ziyaretçiler, işaret kampanası çalınca çekilip giderler ve orada kötü niyetli olanlardan başka yabancı kalmaz. Kafalarında savaş planları kuran bu üç koyu ve küçük gölge de, yumak halinde toplanmış, bir fundadan ötekine akıyordu. Birbirlerine bir tek sözcük bile söylemiyorlardı; görevlerini o kadar önemli sayıyorlardı. Hatta, içtenlikle itiraf edelim, içlerinde hafif bir korku bile vardı. Kırmızı gömleklilerin iyi berkitilmiş kalesine, küçük bir gölün ortasındaki adaya girmeyi istemek, bu adaya geçilen biricik tahta köprü üstünde de nöbetçiler beklerken, büyük bir cesarete bağlıydı.
Nemeçek: "Bunlar belki de Pastorlardır" diye düşündü ve aralarında cam zıpzıplar da bulunan güzel, şık ve renkli zıpzıplar aklına geldi. Korkunç "aynştand" sözcüğü, tam kendisi attığı ve birçok güzel zıpzıpı kazanacağı sırada söylenmişti; bunu düşündüğü zaman, şimdi bile, içi sızlıyordu.
- Ayyy! diye haykırdı Nemeçek.
Diğer ikisi korku içinde durdular.
- Ne var?
Nemeçek şimdi diz üstünde duruyordu ve parmağını dibine kadar ağzına sokmuştu.
- Ne oldun be?
Parmağını ağzından çıkarmadan yanıtladı:
- Elimi ısırgana bastım.
Çonakoş:
- Em kardeşim, em! dedi.
O, akıllılık etmiş, kendi eline mendilini sarmıştı.
Sürüne sürüne ilerlediler ve kısa bir zamanda tepeye vardılar. Önceden de bildiğimiz gibi, buraya, tepenin bir yanına, zenginlerin bahçelerinde olduğu gibi, küçük uydurma bir kale yıkıntısı yapmışlar; büyük taşların arasını yapma yosunlarla doldurarak, eski kalelerin yapı biçimine özene bezene öykünmüşlerdi.
Bika açıkladı:
- İşte kale yıkıntısı. Burada çok dikkat etmeliyiz. Kırmızı gömlekliler buraya da gelirlermiş diye duydum.
Çonakoş söze karıştı:
- Ne biçim kale bu? Bitki Bahçesi'nde kale var diye bir şey okumadık ki tarihte!..
- Bu yalnızca bir yıkıntı. Onu yıkıntı olarak yapmışlar.
Nemeçek gülmeye başladı:
- Madem ki yapıyorlar niçin yeni kale olarak yapmamışlar? Yüz yıl geçince nasıl olsa yıkıntıya dönerdi...
Bika çıkıştı:
- Oh, oh; amma da keyiflisin! Eğlen bakalım. Şimdi Pastorlar karşına çıkarsa görürsün gününü.
Gerçekten bu sözü işitir işitmez Nemeçek'in yüzü ekşidi. Tehlikeyi çabucak unutuveren bir çocuktu; ona hep anımsatmak gerekirdi.
Mürver fidanları arasından ve yıkıntının taşları üzerinden tepeye doğru tırmanmaya başladılar. Şimdi Çonakoş önden gidiyordu. Birden, olduğu gibi, dört ayak üstünde durdu. Sağ elini kaldırdı. Hemen geri döndü ve korku dolu bir sesle:
- Birisi geliyor! dedi.
Yüksek otların arasına sindiler. Çeşit çeşit otlar, dikenler onları çok iyi gizliyordu. Sık fundalar içinde yalnızca gözlerinin parıltısı görülüyordu. Dikkat kesilmişlerdi. Bika fısıldayarak buyruk verdi:
- Çonakoş, kulağını yere koy. Amerika yerlileri çevreyi böyle dinlerler. Birisinin yaklaştığını insan böyle kolayca anlar.
Çonakoş buyruğu yerine getirdi. Yüzükoyun yere kapandı ve ot bitmemiş bir yerde kulağını toprağa koydu. Ama derhal kaldırdı ve korku içinde:
- Geliyorlar! diye seslendi.
Şimdi artık, yerlilerin yöntemine başvurmadan da, birisinin çalılar arasında silah şakırdattığı duyuluyordu. Şimdiki halde hayvan mı, insan mı olduğu bile belli olmayan bu gizemli "birisi" dosdoğru onların bulunduğu yere gelmekteydi. Çocuklar irkildiler ve başlarını da otların arasına soktular. Yalnızca Nemeçek, yavaş ve iniltili bir sesle:
- Ben eve gitmek istiyorum, dedi.
Çonakoş neşesini kaybetmemişti:
- Yere yapış yavrum! dedi.
Fakat Nemeçek bunu yapmak cesaretini bile gösteremeyince Bika otların arasında başını kaldırdı ve gözleri öfkeden parlayarak, doğal olarak kimse duymasın diye yavaş sesle:
- Er! Yere yapış! buyruğunu verdi.
Bu buyruğu yerine getirmek gerekiyordu. Nemeçek yere yapıştı. Gizemli "birisi" boyuna silah şakırdatıyordu; fakat şimdi galiba yönünü değiştirmişti ve onlara doğru gelmiyordu. Bika otların içinde yeniden doğruldu; çevresine baktı. Artık tepeden aşağıya doğru giden ve sopasıyla fundaları karıştıran koyu bir gölge gördü. Otların üstünde yüzükoyun yatan çocuklara:
- Gitti. Bekçiymiş, dedi.
- Kırmızı gömleklilerin bekçisi mi?
- Yok canım, bahçenin korucusu.
Rahat bir soluk aldılar. Onlar yaşlı adamdan korkmazlardı. Örneğin, müze bahçesindeki patlıcan burunlu yaşlı bekçi onlarla başa çıkamazdı... Aynı biçimde ilerlemeyi sürdürdüler. Fakat, bekçi bir şey işitmiş olacak ki durdu ve çevreyi dinlemeye başladı. Nemeçek:
- Farkına vardılar! diye kekeledi.
Şimdi ikisi birden, bakalım ne yapacak diye Bika'ya baktılar. Bika:
- Yıkıntının içine! buyruğunu verdi.
Üçü birden öne doğru eğilerek, biraz önce sürüne sürüne tırmandıkları tepeden bu sefer iniş aşağı akıp gittiler.
Yıkıntıda kemerli küçük pencereler vardı. İlk pencerede demir parmaklıklar olduğunu görünce irkildiler. Sessizce ikinciye koştular; onda da demir parmaklık vardı. Sonunda, bir yerde, taşların arasında sığacakları büyüklükte bir delik buldular. Buradan karanlık bölmeye girdiler ve soluklarını bile tuttular. Bekçinin gölgesi pencerelerin önünden geçti. Buradan baktıkları zaman anladılar ki artık bahçenin Üllö Caddesi yönündeki bölümüne doğru gidiyordu. Evi oradaydı.
Çonakoş:
- Tanrıya şükür, bunu atlattık, dedi.
Karanlık bölmede çevrelerine göz gezdirdiler. Burada hava rutubetli ve küf kokuluydu; bir gerçek kalenin bodrum katında bulundukları duygusunu veriyordu. Karanlıkta ayaklarını sürüye sürüye yürürken Bika ansızın durdu. Ayağı bir şeye takılmıştı. Eğildi; takılan şeyi eline aldı. Diğer ikisi de yanına koştular. Hafif akşam aydınlığında gördüler ki bu bir savaş baltasıydı. Romanların yerlilerin savaş için kullandıklarını yazdığı baltaya benzer bir şeydi. Bu balta ağaçtan yapılmış ve üstüne yaldızlı kâğıt yapıştırılmıştı. Karanlıkta korkunç bir biçimde parlıyordu.
Nemeçek derin bir şaşkınlıkla:
- Bu onların! dedi.
Bika düşüncesini söyledi:
- Öyle. Hem, madem ki birini bulduk, ötekiler de kesin buradadır.
Araştırmaya başladılar ve bir köşede yedi tane daha buldular. Galiba, burası onların gizli silah cephaneliğiydi. Çonakoş'un aklına gelen ilk düşünce bu sekiz baltayı savaş ganimeti olarak alıp götürmekti. Bika:
- Hayır, böyle yapmayacağız; bu pek bayağı bir hırsızlık olur, dedi.
Çonakoş utandı. Nemeçek bundan cesaret alarak:
- Konuşsana, yavrum! dedi. Ama Bika yavaşça dürttüğü için sesini kesti.
- Zaman yitirmeyelim. Çıkıp tepeye tırmanalım. Biz adaya vardığımız zaman hepsi gitmiş olsun, bunu istemiyorum.
Bu atılganca düşünce onlarda serüven isteğini kamçılamıştı. Savaş baltalarını, buraya başkalarının gelmiş olduğunu anlasınlar diye, bölmenin orasına, burasına attılar. Sonra, delikten dışarıya çıktılar ve korkunçbir cesaretle tepeye doğru hızla yol aldılar. Tepenin en yüksek yerinden her yan görünüyordu. Yan yana durup çevreye baktılar. Bika cebinden küçük bir paket çıkardı. Gazete parçasını açtı ve içinden, sedefli küçük bir dürbün çıkardı.
- Bu, Çele'nin ablasının tiyatro dürbünü, dedi. Onunla baktı. Fakat ada dürbünsüz de iyi görülüyordu. Küçücük adayı çeviren ufacık göl parlıyordu.
Burada su bitkileri yetiştirirlerdi ve kıyıları sık kamışlarla, sazlarla örtülüydü. Adanın yapraklı ağaçları ve yüksek fundalıkları arasında küçük bir ışık noktası parlıyordu. Bunu görünce üçünün de tavrı ciddileşti. Çonakoş kısık bir sesle:
- Oradalar! dedi.
Fener Nemeçek'in hoşuna gitmişti:
- Fenerleri de var!
Adada bu küçük ışık noktası dolaşıyor; şimdi bir fundanın arkasında kayboluyor, şimdi kıyıda gene parlıyordu. Birisi fenerle oraya, buraya gidiyordu.
Dürbünü bir an bile gözünden ayırmak istemeyen Bika:
- Öyle görüyorum ki, bir şeye hazırlanıyorlar, dedi. Ya gece manevrası yapıyorlar.. yahut da...
Burada birden susuverdi. Öteki ikisi, üzülerek:
- Evet.. yahut da? diye sordular.
Bika dürbünle bakarak, birdenbire:
- Vay canına! dedi. Şu fenerle dolaşan yok mu, işte o...
- E... Kimmiş o?
- Tanıdık birisi... Sakın...
Daha iyi görmek için biraz daha çıktı. Fakat bu sırada ışık bir çalının arkasında kayboldu. Bika dürbünü indirdi, yavaşça:
- Kayboldu! dedi.
- Ama kimdi?
- Söyleyemem. İyice göremedim. Tam, dikkatle bakacağım zaman kayboldu. Tümüyle emin olmadan kimseyi kuşku altında bırakamam...
- Yoksa bizden biri mi?
Başkan kaşlarını çatarak yanıtladı:
- Sanırım.
Çonakoş, ses çıkarmaması gerektiğini unutarak:
- Fakat bu alçaklıktır! diye haykırdı.
- Sus! Oraya varınca her şeyi öğreniriz. O zamana kadar sabret...
Şimdi artık onları bir yandan da merak kamçılıyordu. Bika, lambayla dolaşanın kime benzediğini söylemek istemedi. Çocuklar bulacaklardı; ama Başkan, kimseyi kuşku altında bırakmanın doğru olmadığını söyleyerek, bunu da yasakladı. Tepeden aşağıya doğru, heyecan içinde, ivedi ivedi indiler ve aşağıda, otların arasında yine dört ayaklı olarak ilerlemeyi sürdürdüler. Şimdi artık, elleriyle, dikenlere, ısırganlara ve keskin çakıl taşlarına bassalar da farkında olmuyorlardı. Adeta koşuyorlar; gittikçe yakınlaşan gizemli küçük gölün kıyısına doğru sessizce akıyorlardı.
Oraya vardılar. Burada ayağa kalkabilirlerdi; çünkü sık kamışlarla sazlar ve fundalar onların kısa boylarını gizleyecek kadar yüksekti.
Bika soğukkanlılıkla buyruklar verdi:
- Buralarda bir yerde sandal olacak. Ben Nemeçek'le kıyıdan sağa doğru gidip sandalı arayacağım; Çonakoş, sen sola doğru git. Sandalı kim önce bulursa ötekini beklesin.
Dilsiz bir sessizlik içinde hemen davrandılar. Ancak birkaç adım atmışlardı ki Bika, sazların arasında sandalı gördü:
- Bekleyelim! dedi.
Çonakoş bütün gölün çevresini dolaşıp oraya gelinceye kadar beklediler. Su kıyısına oturup kısa bir süre, yıldızlı göğe baktılar. Sonra, adada konuşulanlar duyuluyor mu acaba diye kulak verdiler. Nemeçek akıllılık göstermek isteyerek:
- Baksana, ben kulağımı yere koyacağım, dedi.
Bika çıkıştı:
- Rahat bırak şu kulağını! Su kıyısında bunu yapmak boşunadır. Ama, suya doğru eğilirsek daha iyi duyabiliriz. Ben kayıkçıları gördüm; suya eğilerek, Tuna'nın bir kıyısından öteki kıyısına, birbirleriyle konuşuyorlardı. Su geceleyin sesi çok iyi iletir.
Suya doğru eğildiler; fakat anlaşılır sözler duymadılar. Adadan yalnızca fısıltılar, telaşlı sesler işitiliyordu. Bu sırada Çonakoş geldi ve canı sıkılmış bir havada:
- Hiçbir yerde sandal yok! dedi.
Nemeçek onu avuttu:
- Üzülme yavrum, biz bulduk.
Sandalın bulunduğu yere doğru yürüdüler.
- Biniyor muyuz?
- Burada değil, dedi Bika. Sandalı önce köprünün tam ters yönüne çekeceğiz. Ayrımına varırlarsa köprüye yakın olmamalıyız. Köprüye en uzak noktadan binip adaya geçeceğiz. Arkamızdan koşmak isterlerse, böylece, uzun bir yol geçmek zorunda kalırlar.
İleriyi gören bu zekâ diğer iki çocuğun hoşuna gitmişti. Başkanlarının bu kadar akıllı bir çocuk olduğunu ve her şeyi çok iyi hesapladığını bilmek, cesaretlerini artırmıştı. Komutan sordu:
- Kimde sicim var?
Çonakoş'ta vardı. Çonakoş'un cebinde her şey bulunurdu. Onun cebindeki kadar çeşitli eşya bulunduran dükkân yoktur. Bu cepte bıçak, sicim, zıpzıp, kilit, çivi anahtar, paçavra, not defteri, tornavida ve daha birçok şey vardı. Sicimi çıkardı. Bika bunu sandalın burnundaki halkaya bağladı. Bununla sandalı kıyıdan, adanın arka yanına doğru, çok yavaş olarak ve dikkatle çekmeye başladılar. Sandalı çekerken hep adayı gözetliyorlardı. Köhne tekneye binecekleri yere geldikleri zaman, biraz önceki ıslığı yine duydular. Ama şimdi artık ondan korkmuyorlardı. Bunun köprü üstünde nöbet değiştiğine işaret olduğunu iyi biliyorlardı. Korkmamalarının, daha önemli başka bir nedeni vardı: Artık savaşın ateşi içinde olduklarını duyumsuyorlardı. Gerçek askerler de gerçek çarpışmalarda böyledir. Düşmanın yüzünü görmedikleri sürece her çalıdan ürkerler. İlk kurşun kulaklarının dibinden vızıldayarak geçti mi, onlara cesaret gelir; kendilerini yitirirler ve ölüme koştuklarını unuturlar.
Çocuklar sandala bindiler. İlk olarak Bika girmişti, ikinci olarak Çonakoş. Nemeçek çamurlu kıyıda korka korka adım atıyordu. Çonakoş onu yüreklendirmek istedi:
- Gel yavrum, gel!..
Nemeçek:
- Geliyorum yavrum, dedi.
Bu sırada ayağı kaydı; korkusundan, incecik bir kamışa tutundu ve gık bile demeden boylu boyunca suyun içine uzandı. Gırtlağına kadar çamura batmıştı; ama bağırmaya cesaret edemedi. Hemen ayağa kalktı. Üstünden sular akarken, ve o hâlâ, kalem sapı inceliğindeki kamışı elinde sımsıkı tutarken, kahkahalarla gülünecek bir görünüşü vardı.
Çonakoş kendini tutamadı; kıs kıs gülerek:
- İçtin mi, kardeşim? dedi.
Küçük sarışın, korkmuş bir yüzle:
- İçmedim! dedi ve böylece, ıslak ve çamurlu bir durumda, üstünden şıpır şıpır sular aka aka sandala girip oturdu. Korkudan yüzü hâlâ sapsarıydı. Yavaşça:
- Bugün bir de banyo yapacağımı aklıma getirmemiştim, dedi.
Ama, yitirecek zamanları yoktu. Bika ile Çonakoş kürekleri aldılar ve sandalı suya ittiler. Ağır sandal tembel bir devinimle kıyıdan ayrıldı ve durgun suları kendi çevresinde dalgalandırdı. Kürekleri sessizce suya daldırıyorlardı ve o kadar derin bir sessizlik vardı ki, sandalın burnunda büzülen küçük Nemeçek'in dişlerinin birbirine vurduğu işitiliyordu.
Birkaç dakika sonra sandal adanın kıyısındaydı. Çocuklar hemen dışarıya atladılar ve derhal bir fundanın arkasına saklandılar. Bika:
- Gördünüz mü, buraya kadar geldik işte... dedi. Sonra, yavaş yavaş ve dikkatle sürüne sürüne, kıyıda ilerlemeye başladı. Diğer ikisi de onu izlediler. Başkan geriye dönerek:
- Bana bakın, sandalı başı boş bırakamayız; dedi. Eğer görülürse adadan kaçamayız sonra... Köprüde nöbetçiler var. Sen sandalın yanında kal, Çonakoş; zaten soyadın da "Kayıkçı" (*).
Sandalı birisi görecek olursa, parmaklarını ağzına götürürsün; çalabildiğin kadar güçlü bir ıslık çalarsın. Biz koşup gelir, sandala atlarız; sen de sandalı suya itersin.
Çonakoş görünmemeye dikkat ederek sandalın yanına döndü. İçinden, belki istediği kadar güçlü bir ıslık çalmak için fırsat çıkar diye seviniyordu...
Bika, küçük sarışınla, suyun kıyısında ilerledi. Fundaların daha yüksek olduğu bir yerde ayağa kalktılar; ilerlemeyi böyle sürdürdüler. Sonra, gene böyle yüksek bir fundanın dibinde durdular. Dalları aralayıp baktılar. Adanın ortası gözüküyordu. Burada küçük bir açıklık vardı; bu küçük alanda kırmızı gömleklilerin korkunç kalabalığını gördüler. Nemeçek'in yüreği çarpmaya başlamıştı. Bika'ya daha çok sokuldu. Başkan onun kulağına eğildi:
- Korkma!..
Alanın ortasında büyük bir taş vardı; fener bu taşın üstündeydi. Kırmızı gömlekliler fenerin başına çömelmişlerdi. Gerçekten, hepsinin de gömlekleri kırmızıydı. Pastor kardeşler Âtş Feri'nin yanında çömeliyordu ve küçük Pastor'un yanındaki çocukta kırmızı jimnastik gömleği yoktu...
Bika, yanında Nemeçek'in titremeye başladığını duyumsamıştı. Nemeçek, yalnızca:
- Bak... bak.. bak.. diye kekeleyebildi. Sonra, yavaş sesle ekledi:
- Görüyor musun?
Bika kaşlarını çatarak:
- Görüyorum, dedi.
Gereyb orada, kırmızı gömleklilerin yanında oturuyordu. Demek, tepeden buraya baktığı zaman yanılmamıştı; biraz önce fenerle dolaşan, gerçekten Gereyb'di. Şimdi daha büyük bir dikkatle kırmızı gömleklilere bakıyorlardı. Fener, asık yüzlü Pastorları ve ötekilerin kırmızı gömleklerini tuhaf bir biçimde aydınlatıyordu. Hepsi susmuştu; yalnızca Gereyb yavaş sesle konuşuyordu. Diğerlerini çok ilgilendiren bir şey anlattığına kuşku yoktu; hepsi de başlarını ona doğru uzatmışlar, büyük bir dikkatle dinliyorlardı. Akşamın derin sessizliği içinde, Gereyb'in sözlerini Pâl Sokaklı iki çocuk da duyuyordu. Gereyb diyordu ki:
- Alan'a iki yerden girilebilir... Pâl Sokağı'ndan girilebilir; ama buradan girmek güç; çünkü, içeriye girenin kapıyı arkadan sürgülemesi yasalarında yazılıdır. Öbür kapı Marya Sokağı yönünde. Burada, odun biçilen yerin kapısı ardına kadar açık durur ve buradan, odun yığınları arasından Alan'a girilebilir. Bunun da güçlüğü şurada ki, odun yığınları arasındaki sokaklarda kaleler var...
Âtş Feri derinden gelen bir sesle:
- Biliyorum, dedi.
Bu ses Pâl Sokaklıları titretti.
Gereyb sürdürdü:
- Evet; gittiğin vakit sen de görmüşsündür. Kalelerde nöbetçiler vardır; bunlar odun yığınları arasında birisi yaklaşırsa, hemen arkadaşlarına haber verirler. Buradan girmenizi salık vermem, doğrusu...
Evet, kırmızı gömleklilerin Alan'a girmesi işi konuşuluyordu...
Gereyb sözünü sürdürdü:
- İyisi mi, siz ne vakit geleceğinizi önceden kararlaştırın. Ben o zaman Alan'a sonuncu olarak girerim; küçük kapıyı açık bırakırım. Sürgülemem.
Âtş Feri:
- Pekâlâ, dedi, bu düşünce iyi. Alan'ı, içinde kimse yokken işgal etmeyi dünyada istemem. Tam anlamıyla bir çarpışma yapacağız. Onlar Alan'larını savunabilirlerse ne âlâ. Savunamazlarsa onu ele geçireceğiz ve kırmızı bayrağımızı dikeceğiz. Bilirsiniz ki bunu hırstan ve açgözlülükten yapmıyoruz...
Pastorlardan biri söze karıştı:
- Top oynayacak bir yer elde etmek için yapıyoruz. Burada oynanamıyor. Esterhâzi Sokağı'nda da her zaman yer kavgası oluyor... Bize top oynamak için yer gerekli, işte o kadar!
Görülüyor ki, gerçek askerler hangi nedenlerle savaşırlarsa bunlar da aynı nedenlerle savaşa karar vermişlerdi. Rusların denize gereksinimi vardı; Japonlarla bu nedenle savaştılarr. Kırmızı gömleklilerin de top oynayacak bir yere gereksinimleri var; başka çare olmadığı için, bunu savaş yoluyla elde etmek istiyorlar.
Kırmızı gömleklilerin başı Âtş Feri:
- Öyleyse kararımız şu: -dedi- konuştuğumuz gibi, sen Pâl Sokağı'ndaki küçük kapıyı kapamasını unutmuş gibi yapacaksın.
- Evet, dedi Gereyb...
Zavallı küçük, sarışın Nemeçek'in yüreğinde korkunç bir acı vardı. Işığın çevresinde oturan kırmızı gömleklilere ve onların arasındaki casusa, açılmış gözlerle bakarak, sırsıklam giysisi içinde kımıltısız duruyordu. Acısı o kadar şiddetliydi ki, Gereyb'in ağzından -onun Alan'ı düşmana alçakçasına teslim etmek istediğini gösteren- "evet" sözcüğü çıktığı zaman hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bika'nın boynuna sarılarak sessiz sessiz hıçkırdı ve yalnızca:
- Başkanım.. başkanım... diye kekeledi.
Bika onu yumuşak bir devinimle itti:
- Şimdi ağlamakla bir şey kazanılmaz.
Ama, onun boğazına da bir şey tıkanmıştı. Gereyb'in burada yaptığı iş pek kötü bir şeydi.
Bu sırada, Âtş Feri'nin işareti üzerine, kırmızı gömlekliler birden ayağa kalktılar. Komutan:
- Eve gidiyoruz. Herkesin silahı yanında mı? dedi.
Hepsi birden:
- Evet! diye yanıt verdiler ve uçlarında minimini kırmızı bayraklar bulunan uzun tahta mızraklarını yerden aldılar.
Âtş Feri komut verdi:
- İleri!.. Fundaların arasına!... Silah çatılacak!..
Âtş Feri önde olmak üzere, hepsi birden küçük adanın iç yanına doğru yürüdüler. Gereyb de onlarla birlikteydi. Küçük alan, ortasındaki taşla ve taşın üstünde yanan fenerle, bomboş kalmıştı. Ayak seslerinin gittikçe uzaklaştığı duyuluyordu. İçerilere doğru, sık çalılara doğru mızraklarını saklamaya gidiyorlardı.
Bika kımıldandı. Nemeçek'e:
- Tam sırası! diye fısıldadı ve elini cebine soktu. Kırmızı kâğıt parçasını çıkardı. Buna, daha önce bir resim çivisi iliştirilmişti. Fundanın dallarını araladı ve başını arkaya, küçük sarışına çevirdi:
- Burada bekle! Bir yere kımıldama!
Hemen, biraz önce kırmızı gömleklilerin halka olup oturdukları küçük alana atladı. Nemeçek, sanki soluk bile almaksızın arkasından bakıyordu.
Bika'nın ilk işi, alanın kıyısında bulunan ve tepesindeki sık dallarla bütün adayı kocaman bir şemsiye gibi örten büyük ağacın yanına koşmak oldu. Göz kapayıp açacak kadar kısa bir zamanda kırmızı kâğıdı ağacın gövdesine iliştirdi ve hemen fenerin yanına gitti. Cam kapağı açıp üfledi. Mum söndü ve bu anda Nemeçek, Bika'yı da gözden yitirdi. Fakat, daha gözü karanlığa alışmamıştı ki Bika yanına gelip kolundan tuttu:
- Koş arkamdan, haydi çabuk!
Adanın kıyısına, sandalın bulunduğu yere doğru koşmaya başladılar. Çonakoş onları gördüğü zaman sandala atladı; harekete her an hazır bulunmak için, küreği kıyıya dayadı. Çocukların ikisi de sandala atladılar.
Bika, heyecandan yüreği çarparak:
- Gidebiliriz, diye fısıldadı.
Çonakoş kürekle kıyıya dayandı; ama sandal kımıldamadı. Buraya geldikleri zaman büyük bir hızla kıyıya vurmuşlardı; bu nedenten, sandalın yarısı karadaydı. Burnunu kaldırmak ve onu suya itmek için birinin çıkması gerekiyordu. Ama bu sırada, küçük alan yönünden sesler duyuldu. Kırmızı gömlekliler cephanelikten dönmüşler ve feneri sönmüş olarak bulmuşlardı. Önce, rüzgâr söndürdü sandılar; fakat Âtş Feri baktığı zaman kapağın açık olduğunu gördü.
Gürültülü sesiyle:
- Buraya biri gelmiş! diye bağırdı. Ve öyle bağırdı ki sandalla başları derde giren çocuklar bile işittiler.
Feneri yaktıkları zaman ağaca iliştirilmiş olan kırmızı kâğıt hepsinin gözüne çarptı: "Pâl Sokağı'nın çocukları buraya gelmişlerdir." Kırmızı gömlekliler birbirlerine baktılar. Âtş Feri haykırdı:
- Madem ki buraya geldiler, şimdi de buradadırlar. Yakalayın!..
Güçlü bir ıslık çaldı. Köprüdeki nöbetçiler koşarak geldiler ve adaya kimsenin geçmemiş olduğunu haber verdiler.
Pastorların küçüğü:
- Sandalla gelmişlerdir, dedi.
Hâlâ sandalla uğraşan üç çocuk kendileri için haykırılan keskin "yakalayın!" sözünü duydukları zaman korkudan ödleri koptu...
Tam bu söz kulaklarına geldiği anda Çonakoş sandalı suya itmeyi ve kendini içeri atmayı başarmıştı. Hemen küreklere yapışarak, var güçleriyle kıyıya kürek çekmeye başladılar.
Âtş Feri yüksek sesle buyruklar veriyordu:
- Vendaver, duvara çık, neredeler bak! Pastorlar, siz köprüye koşun; sağdan, soldan gölün kıyısını arayın!
Duruma bakılırsa, kuşatılmışlardı. Onlar, kendilerini kıyıya atacak olan dört beş kürek darbesini vuruncaya kadar, yaman koşan Pastorlar gölün çevresini dolaşmış olacaklar ve artık ne sağdan ne soldan kaçmak olanağı kalmayacaktı. Eğer, kıyıya Pastorlardan önce yetişilirse, o zaman da, ağacın tepesindeki gözcü onları görecek ve ne yana doğru kaçtıklarını haber verecekti. Âtş Feri'nin, elinde fenerle, adanın kıyısında, oradan oraya koştuğunu sandaldan görmüşlerdi. Biraz sonra ayak sesleri duyuldu: Pastor kardeşler tahta köprüden dışarıya doğru koşuyorlardı...
Bununla birlikte, gözcü ağaca tırmandığı zaman onlar kıyıya varmışlardı. Ağaçtan bir ses çevreyi çınlattı:
- Sandal şimdi yanaştı kıyıya!..
Başkanın güçlü sesi buna derhal yanıt verdi:
- Herkes arkalarından koşsun!
Pâl Sokaklı üç çocuk soluk soluğa koşuyorlardı. Bika, koşarken:
- Yetişirlerse yandık! Onlar bizden çok kalabalık! dedi.
Önde Bika, arkasında diğer iki çocuk, yolda, çimende koşmayı sürdürüyorlardı. Dosdoğru limonluğun yolunu tutmuşlardı. Bika:
- Limonluğa girelim! diye fısıldadı ve limonluğun küçük kapısına doğru koştu. Çok şükür, kapı açıktı. Sessizce içeriye girerek selvi fidanlarının arasına saklandılar. Dışarıda hiç ses yoktu.
Anlaşılan, peşlerinden gelenler izlerini yitirmişlerdi.
Üç küçük delikanlı burada azıcık dinlendiler. Camlı çatısından ve cam duvarlarından kent akşamının solgun aydınlığı süzülen bu acayip yapıda çevrelerine bir göz attılar. Bu kocaman limonluk dikkati çeken tuhaf bir yerdi. Onlar sol yandaydılar ve buradan biraz ötede yapının orta bölümü başlıyor, daha sonra da sağ yan geliyordu. Burası, baştan başa, büyük yeşil saksılar içinde iri yapraklı, kalın gövdeli ağaçlarla doluydu. Tahtadan yapılmış uzun çiçekliklere eğrelti otları, mimozalar dikilmişti. Orta bölümün büyük kubbesi altındaysa, yelpaze yapraklı hurma ağaçları yükseliyordu ve burada güney bitkilerinden gerçek bir küçük orman oluşmuştu. Ormanın ortasında, içinde kırmızı balıklar bulunan bir havuz, bunun yanında da bir kanepe vardı. Sonra gene manolyalar, defneler, portakallar, çok büyük eğrelti otları geliyordu. Hepsi de sert, bayıltıcı kokular yayan bu bitkiler havayı güzel bir kokuyla doldurmuştu. Ve su buharıyla ısıtılan bu büyük cam yapıda sürekli sular damlıyordu. Damlalar iri, şişman yapraklar üstüne pıtır pıtır düşüyor; ve büyük hurma yapraklarından ne vakit ses gelse, çocuklar hep, burada, bu sıcak, rutubetli, sık ormancıkta, yeşil saksılar arasında dolaşan tuhaf bir güney hayvanı görüyorlarmış gibi bir kuruntuya kapılıyorlardı...
Kendilerini güvende duyumsadılar ve buradan ne zaman kurtulacaklarını düşünmeye başladılar.
Büyük bir hurma ağacının dibinde kendinden geçmiş bir durumda oturan, ve iliklerine kadar ıslanmış olduğu için bu sıcak yer pek hoşuna giden Nemeçek:
- Sakın, üzerimize kapıyı kilitlemesinler? diye fısıldadı.
Bika onu avuttu:
- Madem ki şimdiye kadar kilitlemediler; bundan sonra da kilitlemezler.
Artık oturdular ve kulak kabarttılar. Hiç ses yoktu. Onları burada aramak kimsenin aklına gelmemişti. Sonra kalktılar ve yeşil fidanlarla, kokulu bitkilerle, büyük çiçeklerle tıklım tıklım dolu olan yüksek raflar arasında dolaşmay a başladılar. Hatta, Çonakoş, raflardan birinin yanına giderken, ayağı kayıp düştü. Nemeçek yardıma koşmak istedi:
- Dur, ışık yakayım, dedi.
- Bika buna engel olmaya vakit bulamadan, cebinden kibriti çıkardı ve bir tanesini çaktı. Kibritin parlamasıyla sönmesi bir oldu. Çünkü Bika, bunu hemen üfleyip söndürmüştü. Öfkeyle:
- Maymun! dedi, cam yapıda olduğunu unutuyorsun. Bu yapının duvarları da cam. Şimdi kesin ışığı görmüşlerdir.
Durup kulak kabarttılar. Gerçekten, Bika haklıydı. Kırmızı gömlekliler bütün cam yapıyı bir an için aydınlatan parlak ışığı görmüşlerdi. Bunu izleyen anda, çakıl taşları üzerinde ilerleyen ayak seslerini duydular. Onlar da sol yandaki kapıya doğru geliyorlardı. Âtş Feri'nin, başkomutan edasıyla verdiği komutları duydular:
- Pastorlar sağdaki küçük kapıya! Sebeniç orta kapıya! Ben buradayım.
Pâl Sokaklılar bir anda birer köşeye saklandılar. Çonakoş bir rafın altına yüzükoyun yatmıştı. Nemeçek'i, zaten nasıl olsa ıslak diye, kırmızı balıklı havuzun içine soktular.
Küçük sarışın suda kayboluyordu ve başını büyük bir eğrelti otu yaprağının altına sokmuştu. Bika, açık duran kapının arkasına saklanacak kadar vakit bulabildi.
Âtş Feri, elinde fener, adamlarıyla birlikte kapıdan içeriye girdi. Fenerin ışığı cam kapıya öyle vuruyordu ki, Bika Âtş Feri'yi iyice görebildi; fakat beriki, kapının arkasına saklanmış olan Bika'yı göremedi. Bika, yalnızca bir kez, Müze bahçesinde yakından görmüş olduğu kırmızı gömlekli komutana dikkatle bakmıştı. Âtş Feri güzel bir çocuktu ve şimdi gözleri savaş isteğiyle parlıyordu. Ama, çabucak önünden kaybolmuştu. Öteki çocuklarla birlikte, içerdeki yollarda dolaştı. Sağ yandaki rafın altına da baktılar. Havuzun içini aramak hiçbirinin aklına gelmemişti. Çonakoş ise, yakalanmaktan bakın nasıl kurtuldu: Onun rafının altına bakmak istedikleri zaman, Âtş Feri'nin Sebeniç diye çağırdığı çocuk:
- Onlar şu sağdaki kapıdan çıkıp gideli çok oldu, demişti. O bu kapıya doğru yürüyünce ötekiler de, izleme heyecanı içinde, arkasından koşmuşlardı.
Cam yapıda oraya buraya koştular. Bazı boğuk şangırtılardan anlaşıldığına göre onlar da, saksıların düşüp düşmemesine pek aldırış etmiyorlardı.
Biraz sonra dışarıya çıktılar ve yeniden sessizlik çöktü. Çonakoş ortaya çıkarak:
- Bana bakın, saksılardan biri kafama düştü. Toz toprak içindeyim, dedi.
Ağzına dolan kumları ivedi ivedi tükürüyordu.
Onun arkasından Nemeçek, bir su canavarı görünüşüyle havuzdan çıktı. Zavallıcığın her yerinden gene şıpır şıpır sular akıyordu. Her zamanki gibi, ağlayışa benzer bir sesle yakındı:
- Nedir yani, ben bütün ömrümü su içinde mi geçireceğim? Ben neyim sanki? Kurbağa mı?
Islatılmış fino köpeği gibi silkiniyordu. Bika durdurdu:
- Ağlayıp durma! Haydi, gidiyoruz. Bu işi bırakalım artık.
Nemeçek içini çekti:
- Ah, artık eve gitsem!..
Giysisini sırsıklam görünce evde kendisini nasıl karşılayacakları aklına gelmişti. Onun için, söylediğini düzeltti:
- Eve gitmeyi de pek canım istemiyor ya!..
Geriye doğru, yıkık tahtaperdeden içeriye atladıkları yerdeki akasyaya doğru koştular. Birkaç dakikada oraya vardılar. Çonakoş ağaca tırmandı bile. Ama, perdenin üstüne çıkmadan geriye, bahçe yanına baktı ve korku içinde haykırdı:
- İşte, geliyorlar!
Bika:
Ağaca çekil! dedi.
Çonakoş geri çekilerek, iki arkadaşının da oraya çıkmasına yardım etti. Dallar ne kadar uygunsa o kadar yükseğe tırmandılar. Kurtuluşun bu kadar yakın olduğu bir zamanda yakayı ele vermek düşüncesi çok kötü canlarını sıkıyordu.
Kırmızı gömleklilerin alayı gürültü ederekten ağacın yanına varmıştı. Çocuklar yukarıda, ses çıkarmadan, sık yapraklar arasına konmuş üç büyük kuş gibi duruyorlardı...
Gene, cam yapıda da arkadaşlarını şaşırtmış olan Sebeniç konuştu:
- Tahtaperdeden atlarlarken gördüm onları...
Anlaşılan, içlerinde en budalası bu Sebeniç'ti. Hem, yalnızca en akılsızı değil, aynı zamanda en yaygaracısıydı; durmadan o bağırıyordu. Hepsi de usta birer jimnastikçi olan kırmızı gömlekliler bir an içinde tahtaperdeden atladılar. Âtş Feri sona kalmıştı; dışarıya atlamadan önce feneri söndürdü. O da, tepesine kocaman üç kuşun konmuş olduğu aynı akasyaya tırmanarak tahtaperdeyi geçti. Hatta delik bir saçak gibi sürekli su akıtan Nemeçek'ten, ensesinin tam ortasına birkaç şişman su damlası düşmüştü.
- Yağmur yağıyor! diye bağırdı. Ensesini sildi. Sonra, o da sokağa atladı.
Sokaktan:
- İşte, gidiyorlar! diye sesler duyuldu ve Sebeniç'in gene yanıldığına kanıt olarak hepsi birden koşmaya başladılar. Hatta Bika:
- Eğer bu Sebeniç olmasaydı, çoktan yakalanmış olacaktık, dedi...
Şimdi artık duyumsuyorlardı ki, kırmızı gömleklilerin elinden kesin olarak kurtulmuşlardı. Onların, küçük bir sokakta kendi halinde sessizce yürüyen iki çocuğun peşinden koştuklarını görüyorlardı. İki çocuk onlardan korktular ve kendileri de koşmaya başladılar. Bunun üzerine kırmızı gömlekliler haykırıştılar ve çılgın bir halde arkalarından saldırdılar. Gürültü, uzaklarda, Yojef Varoş'taki küçük sokakların birinde söndü...
Pâl Sokaklılar tahtaperdeden aşağıya kaydılar ve ayaklarının altında yeniden sokağın kaldırımlarını duyumsayınca geniş bir soluk aldılar. Yaşlı bir kadın onlara doğru geliyordu. Onun arkasından başka yolcular da göründü. Gene kentte olduklarını ve burada artık hiçbir şeyden korkulamayacağını duyumsadılar. Yorgun ve açtılar. Yakında bulunan ve pencereleri karanlık geceyi dostça aydınlatan kimsesiz çocuklar evinde yemek zili çalıyordu.
Nemeçek, dişleri birbirine vurarak:
- Çabuk yürüyelim! dedi.
- Bana bak, -dedi, Bika- sen tramvayla git eve. Al bilet parasını...
Elini cebine soktu. Ama eli içeride kaldı. Başkanın ancak on beş parası vardı. Cebinde, bu on beş paradan, bir de, içinden hep mavi mürekkep sızan şık hokkadan başka bir şeycik yoktu. Mürekkepli üç beşliği cebinden çıkarıp Nemeçek'e verdi:
- Bu kadarcık var.
İki beşlik de Çonakoş'tan çıktı. Küçük sarışının, üstünde melek resmi olan bir uğur beşliği vardı; bunu hep bir hap kutusu içinde yanında taşırdı. Hepsi altı beşlik ediyordu. Bununla tramvaya bindi.
Bika sokakta durakladı. Kafası hâlâ Gereyb işine takılıydı. Somurtup duruyor ve konuşmuyordu. Ama Çonakoş ihanetle ilgili henüz bir şey bilmediği için neşesi yerindeydi.
- Buraya baksana, kardeşim, dedi ve Bika başını ona çevirdiği zaman iki parmağını ağzına götürüp, kulakları sağır eden bir ıslık çaldı. Çalabildiği kadar güçlü bir ıslık... Sonra, bu ıslıkla keyfi yerine gelmiş gibi çevresine baktı. Neşeli bir edayla:
- Bu akşam artık başka istemem; dedi. İçimden geldi, dayanamadım, kardeşim.
Somurtkan Bika'nın koluna girdi. Birlikte, bu kadar heyecanlı serüvenlerden sonra, ucu bucağı olmayan Üllö Caddesi'nde kente doğru yorgun yorgun yürümeye başladılar.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro