2
Alan... Ey güzel, sağlıklı ova çocukları; siz ki kendinizi kırda, sonsuz düzlükte, adına "gökyüzü" dedikleri bu güzel, büyük, mavi cam fanus altında bulmak için yalnızca birkaç adım atmaya gereksiniminiz var; siz ki büyük uzaklıklara, geniş ufuklara bakmaya alışkınsınız; siz ki yüksek yapılar arasına zincirlenmiş olarak yaşamıyorsunuz; siz bir Peşte çocuğu için boş bir arsanın ne demek olduğunu bilemezsiniz. Peşte çocuğunun ovası, kırı, düzlüğü hep budur. Onun için sonsuzluğu, özgürlüğü bu anlatır. Bir yanından köhne bir tahtaperdeyle sınırlanan, öteki yanlarında büyük yapı duvarları göklere doğru yükselen küçük bir toprak parçası. Şimdi artık Pâl Sokağı'ndaki Alan'da, kiracılarla dolu, dört katlı büyük bir apartman somurtuyor ve bu insanlardan belki hiçbiri, bu küçük toprak parçasıyla birkaç zavalı küçük Peşte çocuğunun gençliği arasındaki ilgiyi bilmiyor.
Alan boş bir arsaya yakışacak biçimde bomboştu. Tahtaperde Pâl Sokağı yönünde boydan boya uzanıyordu. Sağında ve solunda iki büyük yapı yükseliyordu. Ve Alan'ı önemli yapan, ona bizi bağlayan şey arkada... Evet, arka yandaydı. Demek istiyorum ki, burada başka büyük bir arsa vardı. Bu büyük arsayı da, kesilmiş ağaçları buharlı makineyle biçen bir şirket kiralamıştı ve arsa baştan başa odun yığınlarıyla doluydu. Burada yığınlar ölçülü ve düzenli küpler halindeydi ve kocaman küplerin arasında küçük sokaklar vardı. Burası adeta bir labirentti. Sessiz ve kararmış yığınlar arasında elli altmış tane küçük ve dar sokak birbirini kesiyordu ve bu labirentte yolu şaşırmamak kolay değildi. Güçlükle de olsa öteki baştan çıkan insan bir boşluğa gelirdi ki bunun ortasında küçük bir yapı vardı.
Odunlar bu yapıda kesiliyordu. Burası acayip, gizemli ve korkunç bir yerdi. Yazın yabanıl bir asma her yanını kaplardı ve iyi işleyen bir makine düzeniyle belirli zamanlarda beyaz, temiz buharlar salıveren ince, siyah baca yeşil yapraklar arasından dumanlarını püflerdi. Bu zamanlarda insan, uzakta işitirse, yığınlar arasında bir yerde bir lokomotif sıkışıp kaldı ve yolu söktüremedi sanırdı.
Bu yapının çevresinde büyük, ağır odun arabaları beklerdi. Zaman zaman arabalardan biri yapının saçağı altına gelir, o vakit takırtılar işitilirdi. Saçağın altında küçük bir pencere vardı; bu pencereden dışarıya tahta bir oluk uzanırdı. Araba küçük pencerenin altına gelip durduğu zaman, birden, tahta oluktan, kesilmiş küçük odunlar dökülmeye başlar ve sel halinde büyük arabaya akardı. Araba dolunca arabacı bağırırdı. Bunun üzerine incecik bacanın püfürtüsü durur; yapının içine hemen derin bir sessizlik çöker; arabacı beygirlere seslenir ve hayvanlar dolu arabayla yürürlerdi. Sonra başka bir araba, aç ve boş olarak saçağın altına gelir; o zaman yine siyah demir bacadan beyaz buhar fışkırmaya başlar, yine kesilmiş odunlar dökülürdü. Bu, yıllardan beri böyle gidiyordu. İçerideki makinenin küçük parçalar halinde kestiği odunların yerine büyük arabalar arsaya yenilerini getirirdi.
Böylece, büyük avludaki odun yığınları hiç tükenmez ve buharlı makinenin ıslığı da hiç kesilmezdi.
Bu küçük yapının önünde birkaç tane kurumuş dut ağacı ve bunlardan birinin dibinde bir tahta baraka vardı. Çalmasınlar yahut yakmasınlar diye gece odunları bekleyen bekçi burada otururdu.
Artık, eğlenmek ve oynamak için bundan daha güzel yere gerek var mı? Bizim için, kent çocukları için, hayır. Bundan daha güzelini, bundan daha iyisini biz düşleyemezdik bile. Pâl Sokağı'ndaki bu arsa nefis bir düzlüktü ve bizim gözümüzde Amerika çayırlarının yerini tutuyordu. Arka bölüm, odun kümelerinin bulunduğu yan büsbütün başkaydı; kent, orman, kayalıklı dağ bölgesi, özetle o gün hangi adı veriyorsak, o hep burasıydı. Sakın, bu odunlarla dolu alanı savunmasız bir yer sanmayın! Bazı büyük yığınların üstüne korunaklar, kaleler yapılmıştı. Hangi noktayı güçlendirmek gerektiğini Bika kararlaştırırdı. Kaleleriyse, Çonakoş'la Nemeçek yapardı. Dört beş yerde kale vardı ve her kalenin komutanı ayrıydı. Yüzbaşı, üsteğmen, teğmen: Ordu buydu. Nefer, yazık ki, bir taneden başka yoktu. Bütün Alan'da komutanlar, subaylar hep bu biricik ere buyurur; bu biricik ere çatar; olur olmaz şeyler için bu biricik eri hapse atarlardı.
Sanırım, söylemeye gerek bile yok bu biricik er Nemeçek'ti; küçük, sarışın Nemeçek. Yüzbaşılar, üsteğmenler, teğmenler Alan'da bir günün öğle sonrasında yüz kez karşılaşsalar gene birbirlerini nezaketle selamlardı. Oradan oraya koşarken ellerini şapkalarına götürürler ve:
- Selam! derlerdi.
Yalnızca zavallı Nemeçek her defasında durmak, ses çıkarmadan ve dimdik durarak selam vermek zorundaydı. Önünden şöyle geçerken bile ona çıkışırlardı:
- Bu ne biçim duruş?
- Topuklarını bitiştir!
- Göğüs dışarı, karın içeri!
- Duruşa geç!
Nemeçek herkese sevinerek başeğerdi. Öyle çocuklar vardır ki onlar için "başeğmek" bir zevktir. Ama çocukların pek çoğu ne de olsa "buyruk vermek"ten hoşlanır. İnsanlar böyledir. Bu nedenle, Alan'da herkesin subay, yalnızca Nemeçek'in er olması pek doğal bir şeydi.
Öğleden sonra iki buçukta Alan'da henüz kimse yoktu. Barakanın önünde, yerde bir beygir keçesi vardı; bekçi bunun üstünde tatlı tatlı uyuyordu. Bekçi hep gündüzleri uyurdu; çünkü geceleyin odun yığınları arasında dolaşır, yahut, kalelerden birinin üstünde oturup dolunayı seyrederdi...
Bıçkı makinesi işliyor; küçük, siyah baca bembeyaz buhar bulutçukları püskürtüyor ve kocaman arabaya kesilmiş odunlar dökülüyordu.
Saat iki buçuktan birkaç dakika sonra Pâl Sokağı'ndaki ufacık kapı gıcırdayarak açıldı ve Nemeçek içeri girdi. Cebinden büyük bir parça ekmek çıkardı; çevreye bakındı ve daha kimsenin gelmemiş olduğunu anladıktan sonra, ekmeğin kabuğunu sessizce kemirmeye başladı. Fakat daha önce kapıyı dikkatle kapamıştı; çünkü Alan'daki düzenlerin en önemlilerinden birine göre, içeriye giren, kapıyı kapamak zorundaydı. Hangi nedenle olursa olsun bunu yapmayan, hapsedilirdi. Genellikle, askeri disiplin bu kadar sıkıydı.
Nemeçek bir taşın üstüne oturdu. Ekmeğinin kabuğunu yedi ve ötekileri bekledi. O gün Alan'da çok meraklı şeyler geçecek gibi görünüyordu. O gün büyük işler olacağı, solunan havadan bile seziliyordu. Ve, niçin yadsımalı, bu anda Nemeçek, kendisi de Alan'ın üyesi olduğu için, Pâl Sokağı çocuklarının bu ünlü birliğinin içinde bulunduğu için pek gururluydu. Bir süre ekmeğini kemirdi; sonra, can sıkıntısından, gezinmek için odun yığınlarına doğru yürüdü. Küçük sokaklarda dolaşırken ansızın bekçinin iri, kara köpeğiyle karşılaştı. Ona dostça:
- Hektor! diye bağırdı.
Ama Hektor'da bu selama karşılık vermek için hiç istek yoktu. Hafifçe kuyruğunu oynattı. İvedi ivedi giderken bizim şapkamıza şöyle dokunuvermemizin anlamı neyse köpeklerde de bu biçimde kuyruk oynatışın anlamı odur. Köpek bunu yaptıktan sonra yürümeyi sürdürdü ve acı acı havlamaya başladı. Sarışın Nemeçek arkasından koştu. Köpek bir odun yığınının önünde durmuş, büyük bir hırsla bu yığına karşı havlıyordu. Bu, üstüne çocukların kale yaptığı yığınlardan biriydi. Yukarıda, yığının üstünde, yarılmış odunlardan yapılmış bir savunma duvarı vardı ve ince bir değnek üzerinde küçücük bir kırmızı-yeşil bayrak dalgalanıyordu. Köpek kalenin çevresinde sıçrıyor ve durmadan havlıyordu.
Küçük sarışın, köpeğe:
- Ne oluyorsun? diye bağırdı; çünkü küçük sarışın, kara köpekle sıkı dosttu. Belki, orduda kendinden başka biricik er Hektor'du da onun için.
Başını kaldırıp kaleye baktı. Orada kimseyi görmedi; fakat odunların arasında birinin kıpırdandığını sezmişti. Hemen yürüdü ve odunların uçlarına tutunarak yukarıya tırmandı. Yarıya kadar çıkmıştı ki yukarıda birisinin odun parçalarını yerlerinden oynattığını apaçık duydu. Yüreği çarpmaya başladı. Şimdi geri dönmek hiç de kötü olmayacaktı. Fakat yere bakıp da Hektoru aşağıda görünce yine cesaretlendi. Kendi kendine:
- Korkma Nemeçek! dedi ve kendini göstermeden tırmanmayı sürdürdü. Her basamakta kendine yeniden cesaret veriyor ve boyuna:
- Korkma Nemeçek! Korkma Nemeçek! diye söyleniyordu.
Yığının tepesine varmıştı. Orada son bir "Korkma Nemeçek!" daha dedi. Kalenin alçak duvarını atlamak istediği zaman, korkusundan, ileriye uzattığı ayağı havada kaldı.
- Vay canına! diye haykırdı ve başını önüne eğerek aşağıya indi. Yere ayak bastığı zaman yüreği şiddetle çarpıyordu. Başını kaldırıp kaleye baktı. Bayrağın yanında, Âtş Feri, korkunç Âtş Feri, hepsinin düşmanı, Bitki Bahçesi çocuklarının başı, sağ ayağını kale duvarına basmış duruyordu. Rüzgâr bol kırmızı gömleğini dalgalandırıyor ve o, haşin bir alayla gülümsüyordu. Aşağıdaki küçük çocuğa, yavaş sesle:
- Korkma Nemeçek! dedi.
Fakat Nemeçek şimdi artık korkuyordu, hatta kaçmaya başlamıştı. Kara köpek de arkasından koştu. Odun yığınları arasından, ikisi de geriyi, Alan'ı gözetliyorlardı. Âtş Feri'nin alaycı sesi rüzgârın kanatlarında onların arkasından uçuyordu:
- Korkma Nemeçek!
Alan'dan geriye doğru baktığı zaman Âtş Feri'nin kırmızı gömleğini yığının tepesinde artık görmedi. Ama, kaledeki bayrak da yerinde yoktu. Feri; Çele'nin ablasının diktiği küçük kırmızı-yeşil bayrağı almıştı. Odun yığınları arasında gözden yitip gitti. Belki, bıçkı makinesinin bulunduğu yandan Marya Sokağı'na çıkmıştı. Arkadaşlarıyla, Pastor kardeşlerle bir yere saklanmış olması da olasıydı.
Pastorların da burada olması olasılığını düşündüğü zaman Nemeçek'in sırtından soğuk bir ürperme geçti. Pastorlarla karşılaşmanın ne demek olduğunu o artık biliyordu. Fakat Âtş Feri'yi şimdi ilk kez yakından görüyordu. Ondan çok korkmuştu. Ama, doğruyu söylemek gerekirse, bu çocuk hoşuna gitmişti. Geniş omuzlu, güzel, esmer bir çocuktu ve bol kırmızı gömlek ona öyle güzel yakışıyordu ki!.. Bu ona adeta bir savaşçı görünüşü veriyordu. Kırmızı gömleğin içinde bir tür "kahraman" vardı. Zaten bütün Bitki Bahçeliler kırmızı gömlek giyiyorlardı. Çünkü Âtş Feri ne yaparsa hepsi de onu yapardı.
Alan'ın tahtaperdesindeki kapıya, eşit arayla dört kez vuruldu. Nemeçek rahat bir soluk aldı. Dört kez vuruş Pâl Sokağı çocuklarının işaretiydi. İçeriden kapatılmış olan kapıya koştu ve onu açtı. Yanında Çele ve Gereyb'le Bika gelmişti. Nemeçek korkunç olayı onlara anlatmak için sabırsızlanıyordu; fakat yine, bir er olduğunu ve yüzbaşılara, üsteğmenlere karşı olan görevini unutmadı. Hemen duruşa geçti ve sert bir tavırla onları selamladı.
Yeni gelenler:
- Selam! Ne haber? dediler.
Nemeçek telaş içindeydi; her şeyi bir anda, bir solukta anlatmak istiyordu.
- Korkunç! diye bağırdı.
- Ne var?
- Korkunç! İnanmayacaksınız.
- Peki, ne var?
- Âtş Feri buraya geldi!
Şimdi sıra öteki üç çocuğa gelmişti. Birdenbire ciddileştiler.
Gereyb:
- Yalan söylüyorsun! dedi.
Nemeçek elini göğsüne götürdü:
- Vallahi, gözüm kör olsun!
Bika:
- Ant içme! dedi ve sözüne daha büyük bir etki vermek için bağırdı:
- Duruşa geç!
Nemeçek topuklarını vurdu. Bika onun yanına gitti:
- Ne gördünse hepsini anlat!
- Sokakların arasına gittiğim vakit, -dedi Nemeçek- köpek havlıyordu. Peşinden yürüdüm. Ortadaki kalede tıkırtılar işittim. Üstüne çıktım: Âtş Feri kırmızı gömleğiyle orada duruyordu.
- Yukarıda mı duruyordu? Kalede ha?
Küçük sarışın:
- Evet, dedi. Neredeyse yine ant içecekti. Elini göğsüne götürmüştü bile; fakat Bika'nın sert bakışları üzerine onu aşağıya indirdi ve ekledi:
- Bayrağı da götürdü.
Çele irkildi:
- Bayrağı mı?
- Evet.
Dördü birden oraya koştular. Nemeçek, ses çıkarmadan, en arkadan koşuyordu: Biraz, er olduğu için; biraz da, belki Âtş Feri oralarda bir yere saklanmıştır diye... Kalenin önüne gelince durdular. Bayrak gerçekten yoktu. Hatta değneği de yoktu. Çok kötü kızmışlardı. Yalnızca Bika soğukkanlılığını yitirmemişti. Çele'ye döndü:
- Ablana söyle, yarına yeni bir bayrak yapsın.
- Peki. -dedi Çele- ama başka yeşil bez yok. Kırmızı var ama, yeşil kalmadı.
Bika telaşlanmadan bir çare aradı:
- Beyaz var mı?
- Var.
- Öyleyse kırmızı-beyaz bir bayrak yapsın. Bundan sonra rengimiz kırmızı-beyaz olacak.
İçlerinde bir ferahlık duydular. Gereyb, Nemeçek'e bağırdı:
- Er!
- Komutanım!
- Bundan sonra rengimiz kırmızı-yeşil değil, kırmızı-beyazdır; yarın yasalarımızı buna göre düzelt.
- Baş üstüne, üsteğmenim.
Gereyb, dimdik duran küçük sarışına nezaketle işaret etti:
- Rahat!
Küçük sarışın rahat duruşa geçti. Çocuklar kaleye tırmandılar ve Âtş Feri'nin bayrak direğini kırmış olduğunu gözleriyle gördüler. Direk oraya çivilenmişti ve çivinin altında kalan parçası, hüzünlü bir durumda hâlâ orada duruyordu.
Alan'dan bağrışmalar duyuldu:
- Hahooo, hooo! Hahooo, hooo!
Parolaları buydu. Anlaşılan, öteki çocuklar gelmiş, onları arıyorlardı.
Birçok çocuk hançeresinden çıkan bu keskin sesler her yanı çınlatıyordu:
- Hahooo, hooo! Hahooo, hooo!
Çele, Nemeçek'i yanına çağırdı:
- Er!
- Komutanım!
- Onlara yanıt ver!
- Baş üstüne, üsteğmenim.
Elini huni gibi yapıp ağzına götürdü ve ince çocuk sesiyle bağırdı:
- Hahooo, hooo!
Çocuklar aşağıya inip düzlüğe doğru yürüdüler. Ötekiler Alan'ın ortasında küme halinde duruyorlardı: Çonakoş, Vays, Barabaş, Kolnai ve daha birkaç çocuk. Bika'yı gördükleri zaman hepsi duruşa geçtiler; çünkü komutan oydu.
- Selam! dedi Bika.
Kolnai kümeden ileriye çıkarak:
- Saygımla bildiririm, geldiğimiz vakit küçük kapı içeriden kapalı değildi. oysa, yasaya göre, kapının içeriden sürmelenmiş olması gerek dedi.
Bika başını çevirip yanındakilere sert sert baktı.Öteki çocukların hepsi Nemeçek'e baktılar. Nemeçek yine elini göğsüne götürmüştü ve kapıyı kendisi açık bırakmadığına ant içmek üzereydi ki komutan sordu:
- En son kim girdi?
Derin bir sessizlik oldu. Kimse en sonra gelmemişti. Bir an hepsi sustu. Bu sırada Nemeçek'in yüzü güldü:
- En son siz girdiniz, komutanım.
- Ben mi? dedi Bika.
- Evet.
Biraz düşündü. Sonra ciddi bir tavırla:
- Hakkın var; -dedi- kapıyı içeriden sürmelemeyi unuttum. Bunun için adımı kara deftere yazın, üsteğmen!
Gereyb'e dönmüştü. Gereyb cebinden kara kaplı küçük bir not defteri çıkardı; içine kocaman harflerle: "Bika Yanoş" yazdı; hangi işle ilgili olduğunu anımsamak için de yanına "kapı" diye kaydetti.
Bu, çocukların hoşuna gitmişti; Bika doğru ve dürüst bir çocuktu. Bu "kendi kendini cezalandırma" erkekliğin öyle güzel bir örneğiydi ki, böylesi Latince dersinde bile görülemezdi; oysa Latince dersi yüksek Roma özyapısının örnekleriyle doluydu.
Ama Bika da sonunda insandı. Bika'nın da zayıf yanları yok değildi. Nitekim adını yazdırdıktan sonra, kapının açık olduğunu haber veren Kolnai'ye döndü:
- Sen de biraz çeneni tut! Üsteğmen, Kolnai'yi de fesatçılıktan yaz!
Üsteğmen korkunç not defterini gene çıkardı ve Kolnai'yi yazdı. En arkada duran Nemeçek ise bu sefer olsun deftere kendi adını yazmadılar diye sevincinden, sessizce, küçük bir Çardaş dansı yaptı. Çünkü, bu defterde Nemeçek'in adından başka bir şey okumak adeta olanaksızdı. Her zaman, her şey için herkes hep onu yazdırırdı. Ve her cumartesi günü toplanan mahkeme, ne yazık, hep onu mahkûm ederdi. Ondan başka rütbesiz asker yoktu.
Artık, çok sıkı tartışmaların başlaması yakındı. Kırmızı gömleklilerin başı Âtş Feri'nin buraya, Alan'ın can evine gelmek cüretinde bulunduğu, orta kaleye tırmandığı ve bayrağı alıp götürdüğü konusundaki önemli haberi birkaç dakika içinde herkes duymuştu. Hepsini korku almıştı. Bütün çocuklar, heyecanlı olayla ilgili her an yeni yeni bilgiler veren Nemeçek'in çevresini almışlardı.
- Sana bir şey dedi mi?
Nemeçek:
- Ne sandın ya? Elbet! diye böbürlendi.
- Ne dedi?
- Bana bağırdı.
- Ne diye bağırdı?
- "Korkmuyor musun, Nemeçek?" diye bağırdı.
Küçük sarışın bunu söylerken yutkundu. Çünkü, biliyordu ki bu doğru değildi. Hatta gerçeğin tam tersiydi. Çünkü bu söz onu çok cesurmuş gibi gösteriyordu; öyle ki buna Âtş Feri de şaşmış ve "Korkmuyor musun, Nemeçek?" diye sormuştu!
- Sen yanıt vermedin mi?
- Vermedim. Kalenin dibinde öylece durdum. Sonra o yandan indi; gözden kayboldu. Kaçıyordu.
Gereyb söze karıştı:
- Atıyorsun. Âtş Feri kimseden kaçmaz.
Bika, Gereyb'e baktı:
- Şuna bak! Demek onu savunuyorsun?
Gereyb daha yavaş bir sesle:
- Demek istiyorum ki, Âtş Feri'nin Nemeçek'ten korkmuş olması doğru değildir dedi.
Bu söze hepsi birden güldüler. Gerçekten, bu doğru olamazdı. Nemeçek arkadaşlarının ortasında şaşkın bir durumda dikiliyor ve omuz silkiyordu. Bu sırada Bika ortaya çıktı:
- Buna karşı bir şey yapmak gerek, çocuklar! Nasıl olsa bugün seçim var; tam yetkili bir başkan seçeriz; onun bütün buyruklarını körü körüne yaparız. Bu işten belki bir savaş çıkar; onun için, gerçek çarpışmalarda olduğu gibi, işleri önceden düşünüp kararlar verecek birisine gereksinmemiz var. Er! İleri çık! Duruşa geç! Kaç kişiysek o kadar parça kâğıt hazırla! Herkes kimin başkan olmasını istiyorsa onu kâğıda yazsın. Kâğıtları bir şapkanın içine doldururuz. En çok oy alan başkan olur.
Bütün çocuklar birden:
- Yaşa! diye bağırdılar. Çonakoş iki parmağını ağzına götürdü ve harman makinesini düdüğünü andıran bir ıslık çaldı. Not defterinden kâğıt kopardılar. Vays kurşun kalemini çıkardı. Arka yanda iki kişi bu onura erecek olan şapka için kavga ediyordu. Kolnai ile Barabaş. Bu ikisi zaten hiç geçinemezlerdi. Neredeyse boğaz boğaza geleceklerdi. Kolnai, Barabaş'ın şapkasını istemiyor; onun yağlı olduğunu söylüyordu. Buna karşılık Barabaş, Kolnai'nin şapkasının daha yağlı olduğunu ileri sürüyordu. Bunun üzerine hemen denemeye giriştiler. Birbirlerinin şapkalarının içindeki meşin kenarları çakıyla kazıdılar. Ama vakit ilerlemişti. Çele temiz, şık şapkasını oylar için ortaya attı. Boşuna, şapka işinde kimse Çele'yi geçemezdi.
Nemeçek'se, şaşkın bakışlar arasında, kâğıt parçalarını dağıtacak yerde, bütün dikkatleri bir an kendine çekmek için fırsattan yararlandı. Kâğıtları mini mini kirli avucunda sıkarak ileri çıktı; duruşa geçti ve titrek bir sesle dedi ki:
- Rica ederim, komutanım; burada benden başka er yok. Bu iş böyle gitmez. Birliği kurduğumuz zamandan beri herkes subay oldu; ben hâlâ erim. Bana herkes emrediyor. Her işi ben yapmak zorundayım. Sonra... Sonra...
Burada üzüntüsü son derecesini bulmuş; sarışın, ince yüzünden iri yaşlar dökülmeye başlamıştı.
Çele, büyüklenen bir tavırla:
- Hapsetmeli. Ağlıyor! diye söylendi.
Arkadan bir ses duyuldu:
- Böğürüyor!
Hepsi güldüler. Bu sonunda Nemeçek'in çok kötü canını sıktı. Zavallıcık acı içindeydi ve artık bol bol yaş döküyordu. Hıçkırıklar ve gözyaşları arasında dedi ki:
- Ka.. ka.. kara deftere de ba.. ba.. bakın; o.. o... orada da hep be.. be.. ben yazılıyım. Kö.. kö.. köpek kadar onurum kalmadı...
Bika, sakince:
- Böğürmeni hemen kesmezsen bir daha bizim yanımıza gelemezsin. Sümüklülerle oynamıyoruz biz! dedi.
"Sümüklü" sözcüğü etkisini göstermişti. Nemeçek, zavallı küçük Nemeçek çok kötü korktu. Yavaş yavaş, ağlamayı bıraktı. Komutan elini omzuna koydu:
- İyi davranırsan ve yararlılık gösterirsen mayısta subay olabilirsin. Şimdiki durumda er olarak kalıyorsun.
Öteki çocuklar da bunu doğru buldular. Çünkü Nemeçek de o gün subay olsaydı, gerçekten, hiçbir şeyin değeri kalmazdı. O zaman kime buyururlardı!
Gereyb'in keskin sesi duyuldu:
- Er, şu kalemi yont!
Vays'ın kurşunkalemini eline tutuşturdular. Ucu, cepte, zıpzıpların arasında kırılmıştı. Er, uysal bir tavırla kalemi aldı. Yaşlı gözlerle ve ıslak yüzüyle, toplandı; sonra yonttu, yonttu. Büyük ağlamalardan sonra olduğu gibi, sessizce ve seyrek seyrek hıçkırıyordu. Bütün üzüntülerini, mini mini yüreğinin bütün acılarını bu 2 numaralı Hartmut kurşunkaleminin yontuklarıyla birlikte döktü.
- A.. a.. açtım kalemi, üsteğmenim.
Kalemi verdi ve derin bir soluk aldı. Bu solukla birlikte, yükselmeden falan da vazgeçmişti.
Kâğıtları dağıttılar. Herkes bir kıyıya çekildi. Herkes başka bir yana gitti; çünkü bu, çok çok önemli bir işti. Sonra er kâğıtları topladı; birkaçını Çele'nin şapkasına attı. Çele şapkasını dolaştırırken Barabaş Kolnai'nin kolunu dürttü.
- Onunki de yağlı.
Kolnai şapkanın içine baktı. Her ikiside, utanmak için neden olmadığını duyumsadılar. Çele'nin şapkası da yağlı olduktan sonra artık dünyadan hayır kalmamıştı.
Toplanan kâğıtları Bika açıp okuyor ve okuduğunu, yanında duran Gereyb'e veriyordu. Hepsi on dört taneydi. Sırayla okuyordu: Bika Yanoş, Bika Yanoş, Bika Yanoş. Bir kez şunu okudu: Gereyb Dejö. Çocuklar birbirlerine baktılar. Biliyorlardı ki bu Bika'nın kâğıdıydı. Bika nezaketen Gereyb'e oy vermişti. Sonra yine hep "Bika Yanoş" yazılı kâğıtlar sıralandı. Bir ara gene bir "Gereyb Dejö" çıktı; en son da yine bir "Gereyb Dejö." Demek ki, Bika on bir, Gereyb de üç oy almıştı. Gereyb biraz şaşırarak gülümsedi. Şimdi ilk kez açıkça görülüyordu ki Gereyb, Birlikte Bika'nın rakibiydi ve bu üç oy onu keyiflendirmişti. Bika'nın canını sıkan, bu üç oydan ikisiydi. Kendisinden hoşlanmayan bu iki kişinin kim olabileceğini bir an düşündü; sonra, aldırmadı.
- Demek, başkan beni seçtiniz.
Yine "yaşa!" diye bağırdılar; Çonakoş gene ıslık çaldı. Nemeçek'in gözleri hâlâ yaşlıydı; bununla birlikte, korkunç bir sevinçle bağırmıştı. Bika'yı çok severdi.
Başkan susmaları için işaret etti; çünkü konuşmak istiyordu. Dedi ki:
- Teşekkür ederim, çocuklar. Hemen işe başlayabiliriz. Sanırım, hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, kırmızı gömlekliler Alan'ı ve odun yığınlarını elimizden almak istiyorlar. Daha dün Pastorlar bizim çocukların zıpzıplarını aldılar.
Bugün Âtş Feri buraya gelip saklandı; bayrağımızı alıp götürdü. Er geç, bizi buradan atmak için gelecekler. Bizse burasını savunacağız.
Çonakoş'un sesi gürledi:
- Yaşasın Alan!
Şapkalar havaya uçtu. Herkes hançeresinin bütün gücüyle ve coşarak haykırdı:
- Yaşasın Alan!
Tatlı bir ilkyaz ikindi güneşi altında pırıl pırıl yanan güzel, geniş Alan'a ve odun yığınlarına uzun uzun baktılar. Bu küçücük toprak parçasını sevdikleri, hatta gerekirse onun için çarpışacakları gözlerinde okunuyordu. Bu, yurt sevgisinin bir türüydü. "Yaşasın Alan!" diye bağırırken "Yaşasın yurdumuz!" der gibi bağırıyorlardı. Gözleri parlıyordu ve hepsinin yüreği doluydu.
Bika konuşmayı sürdürdü:
- Onlar buraya gelmeden biz oraya, Bitki Bahçesi'ne gideceğiz!
Başka zaman olsa çocuklar bu kadar atılganca bir tasarıdan belki çekinirlerdi. Fakat bu coşkunluk saatinde hepsi bir yürek gibi, bir ruh gibi haykırdı.
- Gideriz!
Herkes böyle bağırdıktan sonra Nemeçek de "Gideriz!" diye haykırdı. O zavallı nasıl olsa arkadan gidecek ve subayların ceketlerini taşıyacaktı. Odun yığınları yönünden şarap kokulu bir ses geldi. Bu da "gideriz!" diye bağırıyordu. Baktılar. Bekçiydi. Piposu ağzında, gözleri ışıl ışıl, orada duruyordu. Hektor da yanındaydı. Çocuklar güldüler.
Bekçi de onlar gibi yaptı: Şapkasını havaya atarak haykırdı:
- Giderük!
Resmi işler bununla sona ermişti. Sıra oyuna gelmişti. Bir bölümü çalımla bağırdı:
- Er, cephaneliğe git; topu ve raketi getir!
Nemeçek cephaneliğe koştu. Cephanelik bir yığının altındaydı. İçeriye sokuldu ve raketle topu çıkardı. Bekçi yığının önündeydi. Barabaş'la Kolnai de bekçinin yanında duruyorlardı. Bekçinin şapkası Barabaş'ın elindeydi; Kolnai de bu şapkadaki yağın derecesini ölçüyordu. Kuşku yok ki, en yağlı şapka bekçininkiydi.
Bika, Gereyb'in yanına gitti:
- Sen de üç oy aldın, dedi.
Gereyb, koltuklarını kabartarak:
- Evet! diye yanıtladı ve keskin bir bakışla gözlerinin içine baktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro