Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

10

Rakoş Sokağı'ndaki küçük sarı evde derin bir sessizlik vardı. Her vakit avluda toplanıp yüksek sesle dedikodu yapan komşular bile şimdi, terzinin kapısının önünden geçerken ayaklarının ucuna basıyorlardı. Hizmetçiler tozunu silkecekleri urbaları ve halıları arka yana, avlunun öte başına götürüyorlar; orada bile, gürültüyü hasta duymasın diye, ancak şöyle böyle iş görüyorlardı. Eğer kendilerinde şaşmak yeteneği olsaydı halılar, her günkü öfkeli dayakların yerine bugün paylarına yumuşak, küçük vuruşlar düşmüş olmasına şaşarlardı...

Komşular cam kapıdan sık sık içeri bakıyorlardı:

- Nasıl oldu çocuk?

Hepsi şu yanıtı alıyordu:

- Ağır, çok ağır!

İyi yürekli kadınlar şunu bunu getiriyorlardı:

- Kadınım, birkaç yudum şarap getirdim, kabul edin...

- Gücünüze gitmesin, küçüğe birkaç şekerleme getirdim...

İyi yüreklilere ağlamış gözlerle kapıyı açan küçük sarışın kadın bu armağanlar için nezaketle teşekkür ediyordu; fakat onlardan pek de yararlandığı yoktu. Hatta bazılarına şöyle diyordu:

- Yemiyor, zavallıcık. İki günden beri ağzına ancak iki kaşık süt akıtabildik.

Saat üçte terzi eve geldi. Dükkândaydı ve oradan eve iş getirmişti. Dikkatle ve sessizce kapıyı açıp mutfağa girdi; karısına hiçbir şey sormadı.

Yalnızca, ona baktı. Karısı da ona baktı. Böylece, ikisi de birbirlerini anlamışlardı. Karşı karşıya, ses çıkarmadan duruyorlardı. Terzi kolunda getirdiği ceketleri bile bir yere koymamıştı.

Sonra, ikisi birden, ayaklarının ucuna basarak, çocuğun yattığı odaya girdiler. Şüphe yok ki, Pâl Sokağı'nın her zamanki şen eri ve şimdiki hüzünlü yüzbaşısı çok değişmişti. Zayıflamış, saçları uzamış ve avurtları çökmüştü. Yüzü solgun değildi ve belki işin en hüzünlü yanı yanaklarının hep kıpkırmızı olmasıydı. Bu, sağlık kırmızılığı değildi. Günlerden beri ara vermeden onu yakan, içindeki ateşin yüzüne vurmasıydı.

Yatağın yanında durdular. Birçok yıkım, sıkıntı ve büyük acı görüp geçirmiş, zavallı ve basit insanlardı; onun için yakınmıyorlardı. Yalnızca, başlarını öne eğmiş duruyorlar ve yere bakıyorlardı. Biraz sonra, derin sessizlik içinde terzi sordu:

- Uyuyor mu?

Kadın sesle yanıt vermeye cesaret edemedi; yalnızca, evet der gibi başını salladı. Çünkü, şimdi artık çocuk yatakta o durumda yatıyordu ki, uyuyor mu, uyanık mı, anlamak mümkün değildi.

Dış kapıya hafifçe vuruldu. adın:

- Belki doktordur, diye fısıldadı.

Kocası onu gönderdi:

- Aç kapıyı.

Kadın gitti; kapıyı açtı. Eşikte Bika duruyordu. Oğlunun arkadaşını gördüğü zaman kadıncağızın yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.

- Girebilir miyim?

- Gir oğlum.

Girdi.

- Nasıl?

- Hep öyle.

- Ağır mı?

Yanıt beklemeden, o da içeri girdi. Kadın da arkasından. Şimdi, yatağın yanında üçü birden duruyordu ve hiçbiri bir sözcük söylemiyordu.

Onlar yatağın yanında böyle dururken küçük hasta, kendisine baktıklarını ve kendisi için sustuklarını sezmiş gibi, sessizce, yavaşça gözlerini açtı. Pek hüzünlü bir halde, önce babasına, sonra annesine baktı. Daha sonra Bika'yı görünce gülümsedi. Ancak işitilen zayıf bir sesle ona:

- Sen burda mısın, Bika? dedi.

Bika yatağa daha ziyade yaklaştı:

- Buradayım.

- Burda mı kalacaksın?

- Evet.

- Ben ölünceye kadar mı?

Bika buna yanıt veremedi. Arkadaşına gülümsedi; sonra, yardım istiyormuş gibi, arkasına, kadına baktı. Fakat kadın onlara sırtını dönmüş ve önlüğünün ucunu gözlerine götürmüştü.

Terzi:

- Anlamsız şeyler söylüyorsun, yavrum; dedi ve gırtlağını kazıdı. Khm.. khm... Anlamsız şeyler söylüyorsun.

Ama Nemeçek Ernö bu sefer babasının söylediklerine kulak asmadı bile. Bika'ya baktı ve babasına doğru başıyla işaret edecek:

- Bunlar bilmiyorlar, dedi.

Şimdi artık Bika'nın da sesi çıktı:

- Kim demiş bilmiyorlar? Senden iyi biliyorlar.

Kımıldandı; güçlükle yastıktan başını kaldırdı ve yatağında oturdu. Kendine yardım edilmesine katlanamıyordu. Parmağını havaya kaldırdı ve ciddi bir tavırla:

- Ne söylerlerse söylesinler, onlara inanma. Çünkü onlar özellikle söylerler. Ben biliyorum ki öleceğim, dedi.

- Doğru değil.

- Doğru değil mi, diyorsun?

- Evet.

Sert sert baktı:

- Peki, ben yalan mı söylüyorum?

Kızmaması için onu yatıştırdılar. Çünkü onu kimse yalan söylemekle suçlayamazdı. Ama o bu kez pek sertti ve sözüne inanmamaları zoruna gitmişti. Ciddi bir yüz takınarak:

- Öyleyse, size söz veriyorum ki öleceğim! dedi.

Kapıcı kadın başını kapıdan içeri uzattı:

- Kadınım... Doktor geldi.

Doktor içeri girdi. Herkes onu saygıyla selamladı. Doktor çok sert, yaşlı bir adamdı. Bir sözcük bile söylemedi. Başıyla, pek hüzünlü bir biçimde selam verdi ve doğruca yatağın yanına gitti. Çocuğun nabzını tuttu; sonra alnını okşadı. Bunun arkasından, başını göğsüne eğip dinledi. Kadın sormadan duramadı:

- Rica ederim... Doktor bey... daha mı ağır?

Doktor, ilk kez olarak şimdi:

- Hayır, dedi.

Ama bunu pek tuhaf bir biçimde söylemişti. Kadının yüzüne bile bakmadan söylemişti. Sonra, şapkasını aldı ve yürüdü. Terzi, hizmete hazır bir durumda kapıyı açmaya koştu:

- Sokağa kadar götüreyim sizi, Bay Doktor.

Mutfaktan geçerlerken doktor terziye oda kapısını kapaması için bir göz işareti yaptı. Zavallı terzi doktorun kendisiyle baş başa görüşmek istemesinin ne demek olduğunu sezmişti. Kapıyı kapadı. Doktorun yüzünde şimdi daha içten bir anlatım var gibiydi.

- Bay Nemeçek, dedi; sen erkeksin; seninle açık konuşacağım.

Terzi başını eğdi.

- Bu çocuk sabaha çıkmaz. Belki bu akşamı bile geçiremez.

Terzi kımıldanmadı bile. Ancak birkaç saniye geçtikten sonra, sessizce başını sallamaya başladı.

Doktor sürdürdü:

- Sen yoksul bir adamsın. Yıkımın ansızın gelmesi daha tehlikelidir de onun için söylüyorum. Onun için... böyle zamanlarda... böyle zamanlarda... gereken şeyleri... hazırlarsanız kötü olmaz...

Biraz daha baktı; sonra, birden elini omuzuna koydu:

- Tanrı'ya emanet olun. Bir saat sonra yine gelirim.

Terzi artık bunu işitmedi. Yalnızca önüne bakıyor; mutfağın tertemiz tuğlalarından gözünü ayırmıyordu. Doktorun gittiğini bile görmemişti. Yalnızca, gereken şeyleri hazırlamak düşüncesi durmadan kafasını kurcalıyordu. Bu gibi zamanlarda hazırlanması görenek olan şeyleri hazırlamak gerekti! Doktor bu sözüyle ne demek istemişti? Sakın tabut olmasın. Sendeleyerek odaya girdi; bir sandalyeye oturdu. Ağzından bir sözcük almak olası değildi; karısı boş yere yanına gitti:

- Doktor ne dedi?

Yalnızca, durduğu yerde sallanıyordu.

Şimdi, küçüğün yüzü sanki neşeliydi. Bika'ya döndü:

- Yanoş, buraya gel.

Yanına gitti.

- Otur şuraya, yatağımın kıyısına. Korkmazsın ya?

- Neden korkayım! Ne diye korkacakmışım?

- Çünkü, tam sen yatağıma oturduğum zaman ölüveririm diye korkarsın belki. Fakat bundan korkmaya gerek yok; çünkü ben öleceğimi sezersem daha önce sana haber veririm.

Yanına oturdu.

- Ne istiyorsun bakalım?

Çocuk boynuna sarılarak ve önemli bir giz vermek istiyormuş gibi kulağına eğilerek:

- Kırmızı gömleklilerle ne yaptınız? dedi.

- Tepeledik onları.

- Ey, sonra?

- Sonra Bitki Bahçesi'ne, yerlerine döndüler; toplantı yaptılar. Akşam geç vakte kadar beklediler; fakat Âtş Feri gelmedi. Sonra, beklemekten canları sıkıldı; evlerine gittiler.

- Peki, Âtş Feri niçin gelmedi?

- Utanıyordu da ondan. Ve kendisini başkanlıktan atacaklarını biliyordu; çünkü savaşı yitirmişti. Hem, bugün öğle yemeğinden sonra gene toplandılar. Âtş Feri bu kez geldi. Dün gece onu burda, kapınızın önünde gördüm.

- Burda mı?

- Evet. Biraz iyileştin mi diye kapıcı kadından sordu.

Bu sözü duyunca Nemeçek pek gururlandı. Kulaklarına inanamıyordu:

- Kendisi mi?

- Kendisi ya.

Pek hoşuna gitti. Bika anlatmayı sürdürüyordu:

- Ne diyordum; evet, adada toplantı yaptılar ve kıyameti kopardılar. Korkunç bir biçimde kavga ediyorlardı; çünkü herkes Âtş Feri'yi düşürmek istiyordu. Ondan yana çıkan yalnızca iki kişiydi: Vendaver'le Sebeniç. Pastorlar adamakıllı ona karşı dönmüşlerdi. Çünkü büyük Pastor başkan olmak istiyordu. Bunun sonu şu oldu ki, onu başkanlıktan attılar; büyük Pastor'u başkan olarak seçtiler. Ama, biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Sonunda gürültü bitip de yeni başkan seçilince Bitki Bahçesi'nin korucusu adaya gidip müdürün bu gürültüye daha fazla katlanamayacağını söylüyor; onları bahçeden dışarı atıyor. Adayı kilitlediler. Köprüye de bir kapı yaptılar.

Bu haber üzerine yüzbaşı keyifli keyifli güldü:

- Ooo, bu çok güzel! Nerden biliyorsun bunları?

- Kolnai anlattı. Şimdi buraya gelirken ona rasladım. Alan'a gidiyordu; çünkü Macun Birliği'nin gene genel kurulu var.

Bu söz üzerine çocuk yüzünü ekşitti.

Yavaş sesle:

- Onları sevmiyorum artık. Onlar adımı küçük harfle yazdılar, dedi.

Bika hemen onu avutmaya çalıştı:

- Düzelttiler ama. Yalnız düzeltmekle de kalmadılar; adını büyük deftere baştan başa büyük harflerle yazdılar.

Nemeçek, buna inanmamış gibi başını salladı:

- Doğru değil. Bunu sen bana, hasta olduğum için söylüyorsun. Beni avutmak istiyorsun.

- Hiç de değil. Doğru da onun için söylüyorum. Ant içerim ki doğru.

Küçük sarışın, gene, zayıf parmağını havaya kaldırdı:

- Beni avutmak için, şimdi artık yalan yere ant da içiyorsun.

- Fakat...

- Sus artık!

Ona bağırdı. O, yani yüzbaşı, generale! Sözcüğün tam anlamıyla bağırdı. Bu haykırış, Alan'da olsaydı korkunç bir suç sayılırdı; ama burada öyle değildi. Bika gülümseyerek katlandı.

- Pekâlâ, dedi; bana inanmıyorsan hepsini kendin görürsün. Senin için özel bir onur belgesi hazırladılar; nerdeyse onunla buraya gelecekler. Sana getiriyorlar. Bütün Birlik geliyor.

Ama küçük sarışın hâlâ inanmıyordu:

- Görürsem o vakit inanırım.

Bika omuz silkti. İçinden: "İnanmaması daha iyi; hiç olmazsa, onları gördüğü zaman sevinci o oranda büyük olur" diye düşünüyordu.

Fakat, bu sorunla, hastayı, istemediği halde kızdırmıştı. Macun Birliği'nin ona karşı yapmış olduğu hazırlık zavallının pek canını sıkmıştı. Kendi kendini kışkırtıyordu:

- Baksana, dedi; onların bana karşı yaptıkları pek çirkindi!

Bika konuşmaya artık cesaret edemiyordu; çünkü onu daha da öfkelendirmekten korkuyordu. Hatta:

- Nasıl, hakkım yok mu? diye sorduğu zaman:

- Hakkın var, diye onayladı.

Nemeçek:

- Oysa, diyerek yastığının üstüne oturdu; oysa ben, Alan'dan onlar da yararlansın diye, ötekiler için olduğu kadar onlar için de öyle çarpıştım ki! Oysa ben kendim için çarpışmadığımı biliyorum. Çünkü ben Alan'ı, Alan'ı, sevgili Alan'ı nasıl olsa artık bir daha göremeyeceğim.

Sustu. Acaba artık Alan'ı görmeyecek miydi? Küçücük başıyla bu korkunç sorunu düşünüyordu. Çocuktu. Burada, bu dünyada her şeyi seve seve bırakabilirdi; yalnızca Alan'ı, sevgili Alan'ı burada bırakmamalıydı.

Ve, bütün hastalığı boyunca olmamış olan bir şey şimdi olmuş; bu düşünce üzerine gözünden yaşlar akmaya başlamıştı. Ama onu ağlatan, üzüntüsü değildi; Pâl Sokağı'na, kalelerin dibine, kulübenin yanına bir kezcik daha gitmesine izin vermeyen korkunç "şey"e karşı duyduğu çaresiz öfkeydi. Şimdi, makine yapısı, araba hangarı, iki büyük dut ağacı aklına gelmişti. Bu ağaçlardan Çele için dut yaprağı koparırdı; çünkü Çeleler evlerinde pek çok ipekböceği beslerlerdi. Dut yaprağı onlar içindi ve Çele şıklığa düşkündü; ağaca tırmanıp da güzel urbalarının zarar görmesini istemezdi. Çele bunun için ağaca hep onu çıkarırdı; çünkü er oydu... İnce, küçük demir bacayı düşündü. Neşeyle püfürüp tertemiz mavi göğe doğru kar gibi beyaz buhar bulutçukları püskürtür ve bunlar çabucak, bir an içinde dağılıp hiç olurdu. Ve bıçkı makinesinin odunları keserken çıkardığı o dost, ıslıklı ses buradan duyuluyordu sanki.

Yüzü kızardı, gözleri parladı.

- Alan'a gitmek istiyorum! diye bağırdı.

Bu haykırışa kimse yanıt vermediği için, yineledi; fakat bu kez sesi daha inatçı ve daha direticiydi:

- Alan'a gitmek istiyorum!

Bika elini tuttu:

- Sabret biraz; gelecek hafta, iyi olursan gene gelirsin.

Hırslandı.

- Hayır! Şimdi gitmek istiyorum. Hemen şimdi! Urbalarımı verin. Pâl Sokağı şapkasını giyeceğim.

Elini yastığın altına uzattı; oradan, utku kazanmış bir yüzle, yamyassı olmuş olan yeşil-kırmızı şapkayı çıkardı. Onu bir an bile yanından ayırmamıştı. Giydi.

- Giysilerimi verin!

Babası, üzülerek:

- Hele iyi ol da, sonra, Ernö, dedi.

Ama artık onunla başa çıkamıyorlardı. Hasta ciğerlerinin olanak verdiği güçle bağırdı:

- Ben iyi olmayacağım!

Bunu bir üst tavrıyla söylediği için, ona kimse karşı çıkmadı.

- İyi olmayacağım! diye bağırıyordu. Siz yalan söylüyorsunuz; çünkü, ben öleceğimi iyi biliyorum. Neresi hoşuma giderse orada ölürüm! Ben Alan'a gitmek istiyorum!

Elbet, bu olacak iş değildi. Hepsi birden yanına koştular; kandırmaya, yatıştırmaya ve anlatmaya çalıştılar:

- Şimdi olmaz...

- Hava bozuk...

- Gelecek hafta inşallah...

Zeki bakışları karşısında söylemeye ancak cesaret ettikleri hüzünlü sözü boyuna yinelemek zorunda kalıyorlardı:

- Hele iyi ol da...

Fakat o bunların hiçbirini kabul etmiyordu. Onlar havanın kötülüğünden söz ederken, herkesin yaşam bulduğu ve ancak Nemeçek Ernö'nün, yaşamını geri alamadığı, yaşatıcı, bol ışıklı, ilkyaz güneşi sıcak ve parlak bir biçimde avluya dökülüyordu ve çocuk nöbet içinde kıvranıyor; delice bağırıp çağırıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı ve minicik burun delikleri açılıyordu. Söylev verir gibi bağırdı:

- Alan başlı başına bir ülkedir! Sizin bundan haberiniz yok; çünkü siz hiçbir zaman yurt için çarpışmadınız!

Kapı çalındı. Kadın dışarıya çıktı. Kocasına:

- Baksanıza, Bay Çetneki gelmiş! dedi.

Terzi mutfağa çıktı. Bay Çetneki, giysilerini Nemeçekler'e yaptıran bir belediye memuruydu. Terziyi gördüğü zaman, sinirli sinirli:

- Bizim kruvaze gri ceketten ne haber? dedi.

İçeriden üzücü söylev işitiliyordu:

- Boru öttü... bütün Alan toz içinde yüzüyordu... İleri! İleri!

Terzi dedi ki:

- Efendim, dilerseniz şimdi giyip prova edebilirsiniz; ancak, şunu rica ederim, burada, mutfakta buyurun giyin... Lütfen bağışlayın... Çocuğum ağır hasta... İçeride yatıyor...

Odadan, kısık bir çocuk sesi yankılanıyordu:

- İleri! İleri! Beni izleyin! Şiddetli hücum! Ordaki kırmızı gömlekliyi görüyor musunuz? Âtş Feri gümüş mızrakla önde gidiyor... Şimdi suya atacaklar!

Çetneki kulak kabarttı:

- Bu ne?

- Bağırıyor zavallıcık.

- Mademki hasta, ne diye bağırıyor?

Terzi omuz silkti:

- O artık hasta bile değil, efendim... Son dakikalarını yaşıyor... Ateşten sayıklıyor zavallı...

Çift sıra düğmeli, beyaz çizgili kurşuni ceketi içeriden getirdi. Kapıyı açtığı vakit şunlar duyuluyordu:

- Siperdekiler, susun! Dikkat! İşte geliyorlar... Geldiler bile! Borazan, çal boruyu!

Elini huni gibi yaptı.

- Trata... trara... tratata!

Bika'ya bağırdı:

- Sen de çal!

Bika elini huni gibi yapmak zorunda kaldı. Şimdi ikisi birden boru çalıyordu: Yorgun, titrek, zayıf, ince bir sesle; tıpkı onun gibi hüzünlü gelen, sağlıklı başka bir ses. Artık Bika'yı gözyaşları boğuyordu. Bununla birlikte o dayanıyor, erkekçe direnç gösteriyor ve boru çalmak onun da hoşuna gidiyormuş gibi yapıyordu.

Bay Çetneki, soyunurken:

- Üzgünüm, fakat benim bu gri giysiye çok gereksinmem var, dedi.

Odadan sesler geliyordu: - Trata! Trata!

Terzi ceketi giydirdi ve yavaş sesle konuşmaya başladılar:

- Koltuk altı biraz açılacak.

- Evet efendim.

(-Trata! trata!)

- Bu düğme biraz yüksek, bunu daha aşağıya alın; çünkü ütü göğüste serbestçe dolaşırsa hoşuma gider.

- Evet, beyefendiciğim.

(- Şiddetli hücum! İleri!)

- Kol biraz kısa gibi geliyor bana.

- Sanmam.

- Ama iyi bakın. Siz bütün ceketlerin kollarını kısa yapıyorsunuz; bu sizin kusurunuz!

Terzi: "Neden benim kusurum olsun?" diye düşündü ve ceketin yenine tebeşirle işaret etti. İçeride gürültü gittikçe artıyordu.

Çocuk sesi haykırdı:

- Haha! Demek burdasın ha? Şimdi karşımda duruyorsun! Sonunda yakaladım seni, korkunç başkan! Şimdi, şimdi! Görürüz, kim daha güçlü?

Bay Çetneki:

- Pamuk koyun, dedi; biraz omuza, biraz da göğüse, her iki yanına.

(- Puf! Seni yere vurdum!)

Bay Çetneki kurşuni ceketi çıkardı ve giyinirken terzi yardım etti.

- Ne vakit hazır olacak?

- Öbür gün.

- Peki. Ama biraz uğraşın onunla da, gene bir hafta sonraya kalmasın. Başka işiniz var mı şimdi?

- Ah, şu çocuk hasta olmasaydı, beyefendiciğim!

Bay Çetneki omuz silkti:

- Bu acı bir şey. Çok üzgünüm; fakat, dedim ya, benim bu giysiye gereksinmem var; hem çok ivedi. Şunu bir an önce bitirin.

Terzi göğüs geçirdi:

- Hiç merak etmeyin.

Bay Çetneki:

- Allahaısmarladık! dedi ve neşeli bir biçimde uzaklaştı. Kapıdan, bir kez daha, dönüp bağırdı:

- Hemen başlayın çalışmaya!

Terzi güzel kurşuni ceketi aldı ve doktorun söylediklerini düşündü. Bu gibi zamanlarda sağlanması görenek olan şeyleri sağlaması gerekiyordu. Ne yapsın, hemen işe koyuldu. Bu kurşuni ceketten alacağı para kim bilir nereye harcanacaktı. Bu beş on kuruş belki marangozun, çocuk tabutları yapan marangozun cebine girecekti ve Bay Çetneki Tuna kıyısındaki gazinoda yeni giysisiyle koltuklarını kabartarak keyfedecekti.

Yine odaya girdi ve hemen dikişe oturdu. Şimdi artık yatağa bakmıyordu bile. İşini çabuk bitirmek için, hızla iğneye, ipliğe yapıştı. Çünkü iş her bakımdan ivediydi. Bay Çetneki'nin de, belki marangozun da ona gereksinmesi vardı.

Küçük yüzbaşıyla başa çıkmanın artık olanağı yoktu. Gücünü toplayıp yatağın üstünde ayağa kalkmıştı. Uzun gecelik entarisi topuklarına kadar iniyordu. Başında, yeşil-kırmızı şapka çapkınca yana eğilmişti. Selam verdi. Şimdi artık hırıltılı konuşuyordu ve bakışları bilinmez bir noktaya dikiliydi.

- Saygıyla bildiririm, Generalim, kırmızı gömleklilerin başkanını yere vurdum; beni yükseltmenizi rica ederim! Bana yan bakmayın, artık yüzbaşıyım ben! Yurt için ben çarpıştım; yurt için ben öldüm. Trata! trara! Çal Kolnai!

Bir eliyle karyolasının baş yanına dayandı:

- Bombalayın, kaleler! Hahooo! İşte Yano! Dikkat et Yano! Sen de yüzbaşı olacaksın, Yano! Hem, senin adını küçük harflerle yazmayacaklar! Ah, ne kötü yürekli çocuklarsınız siz! Beni çekemediniz; çünkü Bika beni seviyordu; çünkü onun dostu bendim, siz değil! Bütün Macun Birliği bir budalalık! Çıkıyorum! Birlik'ten çıkıyorum.

Yavaşça ekledi:

- Lütfen sicil defterinde belirtin.

Terzi, küçük ve alçak iskemleden şimdi ne bir şey görüyor, ne bir şey duyuyordu. Kemikli parmakları ceketin kumaşı üzerinde çevik devinimlerle işliyor; iğne ve yüksük parlıyordu. Kıyamet kopsa yatağa bakmayacaktı. Gözü oraya ilişirse bütün isteğini derhal yitirmekten, Bay Çetneki'nin güzel kurşuni ceketini yere çarpmaktan ve çocuğunun boynuna sarılmaktan korkuyordu.

Şimdi yüzbaşı yatağında oturuyor ve sesini çıkarmadan yastığa bakıyordu.

Bika yavaşça sordu:

- Yoruldun mu?

Yanıt vermedi. Bika yorganını bastırdı; annesi başının altında yastığını düzeltti:

- Konuşma artık; dinlen.

Bika'ya baktı. Ama, görmediği bakışlarından anlaşılıyordu. Yüzünde şaşkınlık vardı. Ona:

- Baba... dedi.

General, boğuk sesle:

- Yok, yok, diye seslendi; ben baban değilim... Tanımadın mı? Ben Bika Yanoş'um.

Hasta; yorgun bir sesle, anlaşılmaz bir biçimde yineledi:

- Ben... Bika... Yanoş'um...

Şimdi uzun bir sessizlik oldu. Çocuk, gözlerini yumarak, sanki bütün üzüntülü insanların bütün acıları onun küçücük yüreğine sıkışmış gibi, uzun ve derin bir soluk aldı.

Hiç ses yoktu. Uykusuzluktan ancak ayakta durabilen ufak tefek, sarışın kadın:

- Belki uyuyacak, diye fısıldadı. Bika, yavaşça:

- Çekilelim, dedi.

Yandaki yeşil renkli köhne divana oturdular. Şimdi terzi de işini bırakıp kurşuni ceketi dizlerinin üstüne koydu ve başını alçak masaya eğdi. Hepsi susuyordu. Derin bir sessizlik vardı; sineğin uçuşunu bile işitmek olasıydı.

Avludan, pencereyi geçerek, çocuk sesleri geliyordu. Dışarıda, birbirleriyle yavaş sesle konuşan bir alay çocuk var gibiydi. Bika'nın kulağına, birden, tanıdık bir sözcük çarptı. Bir ad işitmişti; birisi: - Barabaş! diye fısıldamıştı.

Kalktı; ayaklarının ucuna basarak odadan dışarı çıktı. Mutfağın camlı kapısını açıp da avluya çıktığı zaman tanıdık yüzler gördü. Kapının eşiğinde, çekingen durumda bir alay Pâl Sokaklı çocuk duruyordu.

- Siz misiniz?

Vays:

- Evet. Bütün Macun Toplayanlar Birliği burada, diye fısıldadı.

- Ne istiyorsunuz?

- Ona bir onur belgesi getirdik. Birliğin kendisinden af dilediği ve adının büyük deftere hep büyük harflerle kaydedildiği onda yazılı. Büyük defter de burda. Bütün genel kurul da burda.

Bika başını salladı:

- Daha önce gelemez miydiniz?

- Niçin?

- Çünkü şimdi uyuyor.

Kurulun üyelerı birbirlerine baktılar.

- Daha erken gelemedik; çünkü, kurulun başkanı kim olsun diye bir tartışma çıktı. Vays seçilinceye kadar bu yarım saat sürdü.

Eşikte kadın göründü:

- Uyumuyor; şimdi sayıklıyor, dedi.

Çocuklar kımıldamadan duruyorlardı. Hepsi üzüntülüydü.

Kadın:

- İçeri gelin, çocuklar; sizi görürse kendine gelir belki, dedi.

Kapıyı ardına kadar açtı. Sırayla, tapınak kapısından giriyorlarmış gibi, çekine çekine ve saygıyla içeriye girdiler. Şapkalarını dışarıda, kapının önündeyken çıkarmışlardı. Son girenin ardından kapı yavaşça kapandığı zaman hepsi de, ses çıkarmadan, terbiyeli terbiyeli ve açılmış gözlerle, oda kapısının eşiğinde duruyorlardı. Terziye bakıyorlar, yatağa bakıyorlardı. Terzi o vakit bile başını kaldırmadı. Boynunu bükmüş, susuyordu. Ağlamıyordu. Ancak, pek yorgundu. Yüzbaşı, yatağında gözleri açık yatıyor; güçlükle ve derin derin soluk alıyordu ve ince dudaklı küçücük ağzı açıktı. Fakat, kimseyi tanımıyordu. O, şimdi artık belki de, dünya gözüyle görülemeyen şeyleri görüyordu. Kadın çocukları öne doğru itti:

- Yanına gidin!

Ağır ağır yatağa doğru yürüdüler. Fakat, güçlükle ilerliyorlardı. Biri ötekine cesaret veriyordu:

- Sen git.

- Sen git ileri.

Barabaş:

- Kurulun başkanı sensin, dedi.

Vays bunun üzerine yavaş yavaş yatağın yanına gitti. Ötekiler de onun arkasına dizildiler. Çocuk onlara bakmıyordu bile.

Barabaş:

- Söyle! diye seslendi ve Vays titrek bir sesle başladı:

- Sen... Nemeçek...

Ama Nemeçek işitmiyordu. Sık sık soluk alıyor ve kımıltısız bir bakışla duvara bakıyordu.

Vays:

- Nemeçek! diye yineledi ve hemen hemen ağlamak üzereydi.

Barabaş kulağına eğilerek:

- Böğürme! dedi.

Vays!

- Böğürmüyorum! diye yanıtladı ve ağlamadan bu kadarcık bir şey olsun söyleyebildiğine sevindi. Sonra kendini topladı.

- Pek sayın yüzbaşım! diye söyleve başladı ve cebinden yazılı bir kâğıt çıkardı: Buraya geldiğimiz vakit... ve ben başkan olarak... derhal, Birlik adına... çünkü biz yanıldık... ve biz hepimiz senden şimdi af diliyoruz... ve bu onur belgesinde... burada hepsi yazılı...

Arkasına döndü. Gözlerinde iki damla yaş parlıyordu. Ama, dünyanın bütün hazinelerini verseler, onlar için en büyük zevk olan resmi sesi bırakacak değildi.

Geriye seslendi:

- Yazman, Birliğin defterini ver.

Leski, hizmete hazır bir tavırla defteri verdi. Vays, çekine çekine, onu yatağın kıyısına koydu ve sayfaları karıştırarak "kayd"ın yazılı olduğu yeri buldu. Hastaya:

- Bak buraya; işte burada yazılı, dedi.

Bu sırada, hastanın gözleri ağır ağır kapandı. Beklediler. Sonra, Vays gene:

- Bak! dedi.

O yanıt vermedi. Hepsi, yatağa daha çok sokuldular. Kadın, titremeler içinde, çocukların arasından kendine yol açtı. Yavrusunun üstüne eğildi. Acayip, şaşkın ve titrek bir sesle, kocasına:

- Baksana! Soluk almıyor... dedi.

Başını göğsüne eğdi. Şimdi, hiçbir şeye aldırmayarak hızla bağırdı:

- Baksana! Soluk almıyor!

Çocuklar geri çekildiler. Küçücük odanın bir köşesinde sıkışık bir durumda durdular. Birliğin defteri, karyoladan, Vays'ın açtığı biçimde yere düştü.

Kadın şimdi bütün gücüyle haykırdı:

- Baksana! Elleri buz gibi!

Bu sözleri izleyen derin ve boğucu sessizlik içinde, o zamana kadar iskemlede boynunu bükerek sessiz ve kımıltısız oturmuş olan terzinin birdenbire hıçkırmaya başladığı işitildi. Yaşlı adamların yaptığı gibi, sessizce ve ancak işitilir bir biçimde ağlamaktaydı. Ağlarken omuzları sarsılıyordu. Zavallı, Bay Çetneki'nin güzel kurşuni ceketine şimdi bile dikkat ediyordu; üstüne gözyaşları dökülmesin diye, onu dizlerinden kaydırmıştı.

Kadın ölmüş olan çocuğu kucakladı, öptü; sonra, yatağın yanına diz çökerek minimini yastığa kapandı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Macun Birliği'nin yazmanı, Pâl Sokağı'ndaki Alan'ın yüzbaşısı Nemeçek Ernö ise, sonsuz sessizlik içinde, duvar gibi beyaz bir yüzle ve kapanmış gözlerle, yatakta arka üstü yatıyordu ve şimdi artık kesindi ki, çevresinde olup bitenlerin hiçbirini görmüyor, hiçbirini duymuyordu. Yüzbaşı Nemeçek'in görmesi ve duyması için melekler gelmişler ve kendisini, ancak yüzbaşı Nemeçek gibi olanların tatlı bir müzik duydukları ve parlak bir görkem gördükleri yere götürmüşlerdi.

Barabaş, yavaşça:

- Geç geldik, dedi.

Bika oda kapısının eşiğinde, başını öne eğmiş duruyordu. Daha demin, birkaç dakika önce, yatağın kıyısında otururken hıçkırıklarını zor tutmuştu; şimdi gözlerine yaş gelmemesine ve ağlayamamasına şaşıyordu. Ruhunda ölçülmez bir boşlukta çevresine baktı. Köşeye çekilmiş olan çocukları gördü. Vays öndeydi ve elinde, Nemeçek'in göremediği süslü onur belgesi vardı.

Bika yanlarına gitti:

- Haydi eve gidin.

Onlar, zavallılar, oradan, arkadaşlarının yatakta cansız yattığı bu yabancı küçük odadan gidebileceklerine adeta seviniyorlardı. Arka arkaya sıralanarak, odadan mutfağa, oradan da güneşli avluya çıktılar. Leski en arkadaydı. Özellikle en geriye kalmıştı. Hepsi dışarıya çıktığı zaman, ayaklarının ucuna basarak yatağın yanına gitti ve Birliğin defterini yavaşça yerden aldı. Yatağa ve artık sesi çıkmayan küçük yüzbaşıya baktı. Sonra, ötekilerin ardından, o da güneşli avluya çıktı. Buradaki cılız küçük ağaçlardan kuşların, genç ve neşeli ufak böceklerin sesi geliyordu. Kuşlara baktılar, avluda durdular. Hiçbir şey anlamıyorlardı. Arkadaşlarının öldüğünü biliyorlar; fakat bunun ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Yaşamlarında ilk kez gördükleri, anlaşılması olanaksız, gayet tuhaf bir şeyden gözlerini ayıramayanlar gibi, şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı.

***

Karanlık basarken Bika sokağa fırladı. Çalışması gerekiyordu; çünkü ertesi gün ağır dersler vardı. Latince güçtü ve çoktan beri derse kalkmadığı için, Profesör Rats'ın kendisini kaldıracağına kesin diye bakıyordu. Ama, canı hiç çalışmak istemiyordu. Kitabı ve sözlüğü bir yana itip sokağa çıktı.

Sokakta, amaçsız olarak dolaşmaktaydı. Pâl Sokağı'ndan ve her zaman gezip oynadıkları yerlerden adeta kaçıyordu. O hüzünlü günde Alan'ı yine görmek gerektiğini düşünmek içini sızlatıyordu.

Fakat, hangi yana doğru giderse gitsin, her yerde her şey Nemeçek'i anımsatıyordu.

Üllö Caddesi...

Çonakoş'la birlikte üçü, keşif kolu olarak Bitki Bahçesi'ne giderken buradan geçmişlerdi.

Köztelek Sokağı...

Bir gün, öğle vakti, okul dönüşü bu küçük sokağın ortasında durmuşlardı ve Nemeçek Pastorlar'ın bir gün önce Müze bahçesinde zıpzıplarını nasıl aldıklarını büyük bir ciddilikle anlatmıştı. Çonakoş tütün fabrikasının yanına gitmiş, bodrum penceresinin demir parmaklığından tütün tozu alıp çekmişti. Ne hapşırmışlardı! Hepsini anımsıyordu.

Müze yakınları...

Oradan da geri döndü. Alan'dan ne kadar kaçarsa, acı bir duygunun kendisini o kadar güçlü bir biçimde oraya doğru çektiğini duyumsadı. Sonunda, çekinmeden, dosdoğru, cesaretle Alan'a gitmek için kendi kendine ansızın karar verdiğinde, içine bir hafiflik geldi. Bir an önce oraya varmak için acele ediyordu ve kendini ülkelerine daha yakın duyumsadıkça, yüreğini yavaş yavaş dolduran ferahlık artıyordu. Marya Sokağı'na geldiği vakit bunu artık o kadar güçlü bir biçimde duydu ki, oraya bir an önce varmak için koşmaya başladı. Gittikçe artan karanlıkta köşeye varıp da kül renkli tahtaperdeyi gördüğü zaman yüreği çarpmaya başlamıştı. Durmak zorunda kaldı. Şimdi artık koşmak için neden yoktu; şimdi artık oradaydı. Küçük kapısı açık duran Alan'a doğru ağır adımlarla ilerledi. Yano, kapının önünde, tahtaperdeye dayanmış piposunu içiyordu. Bika'yı görür görmez gülerek eliyle işaret etti:

- Tepeledik onları!

Bika hüzünlü bir gülümsemeyle karşılık verdi. Fakat Yano coşmuştu:

- Tepeledik... sepetledik... kovaladık...

General, sessizce:

- Evet, dedi.

Sonra bekçinin önünde durdu. Bir süre sustu; sonra:

- Biliyor musun ne oldu, Yano? dedi.

- Ne oldu?

- Nemeçek öldü.

Bekçi gözlerini açtı. Pipoyu ağzından çıkardı ve sordu:

- Nemeçek hangisiydi?

- Şu küçük sarışın.

- Ahah! dedi bekçi ve pipoyu yine ağzına götürdü: Vah zavallı!

Bika kapıdan içeri girdi. O zamana kadar birçok neşeli saat görmüş olan bu geniş ve boş kent toprağı, önünde sessizce dinleniyordu. Ağır ağır öbür başa kadar giderek siperin yanına vardı. Siperde savaşın izleri hâlâ duruyordu. Kumlar ayak izleriyle doluydu. Çocuklar siperden saldırıya geçtikleri zaman toprak tümseğinin orası burası çökmüştü. Odun yığınları, tepelerinde kalelerle, esmer ve kapkara birbirinin yanında duruyordu ve kalelerin yan duvarları kendi barutları olan kumlarla baştan başa bozulmuştu.

General tümseğin üstüne oturarak elini çenesine dayadı. Alan'da çıt yoktu. Küçük demir baca akşam olunca soğumuştu ve çalışkan ellerin gene altını yakacakları sabahı bekliyordu. Bıçkı makinesi de dinleniyor ve küçük ev tomurcuklanan yaban asmasının dalları arasında uyuyordu. Uzaktan, kentin gürültüsü buraya, sanki düşte duyuluyormuş gibi yansıyordu. Arabalar gürültü çıkararak geçiyor; şurada burada insanlar bağırıyor; bir komşu evin -belki mutfak olan ve artık lamba yanan- arka pencerelerinin birinden neşeli şarkı sesleri geliyordu. Bir hizmetçi kız şarkı söylüyordu.

Bika ayağa kalktı ve kulübeye doğru, açıktan bir eğri çizerek yürüdü. Nemeçek'in Âtş Feri'yi, David'in Golyat'a (*) yaptığı gibi yere serdiği noktada durdu. Yere eğildi ve değerli ayak izlerini aradı. O ayak izleri ki, kumlardan, küçük dostunun bu dünyadan kaybolduğu gibi kaybolacaktı. Toprak burada karışmıştı; ayak izlerini göremedi. Oysa Nemeçek'in minimini ayaklarının izlerini, görse tanırdı. Zaten o kadar küçüktü ki, kırmızı gömlekliler bile, Bitki Bahçesi'ndeki yıkıntıda, Vendaver'inkinden daha ufak olan kundurasının izlerini gördükleri vakit şaşkınlıkla bakmışlardı. Anımsanmaya değen o günde...

Göğüs geçirerek yürümeyi sürdürdü. Küçük sarışının Âtş Feri'yi ilk kez gördüğü 3 sayılı kalenin yanına gitti. Âtş Feri ona bakıp aşağıya:

- Korkuyor musun, Nemeçek? diye bağırmıştı.

General yorgundu. O günün acıları bedenini, ruhunu hırpalamıştı. Sert bir şarap içmiş gibi sendeliyordu. Güçlükle 2 numaralı kaleye tırmanıp içine çömeldi. Burada hiç olmazsa kimse görmüyor, kimse rahatsız etmiyordu; tatlı anılarla baş başa kalabilirdi ve belki, eğer ağlayabilirse, gözyaşlarıyla içini boşaltabilirdi.

Rüzgâr ona sesler getiriyordu. Kaleden aşağıya baktı ve kulübenin önünde koyu iki küçük gölge gördü. Karanlıkta onları tanıyamadı. Kendi arkadaşlarından biri mi, seslerinden tanıyacak mı diye dikkat etti.

İki çocuk, birbirleriyle yavaş sesle konuşuyorlardı. Biri:

- Bana bak, Barabaş, dedi; işte şimdi, tam zavallı Nemeçek'in ülkemizi kurtardığı yerde bulunuyoruz.

Sustular. Sonra şu söz duyuldu:

- Bana bak, Barabaş; şimdi burada barışalım; hem de gerçekten ve bir daha küsmemek üzere. Birbirimize darılmanın anlamı yok.

Barabaş, heyecanla:

- Hay hay, ben barışırım. Zaten buraya onun için geldik, dedi.

Gene sustular. Karşı karşıya, konuşmadan duruyorlardı ve her biri, barışmak için ilk davranışı öteki yapsın diye bekliyordu. Sonunda Kolnai konuştu:

- Haydi, Allahaısmarladık.

Barabaş sevinç ve heyecanla yanıtladı:

- Haydi güle güle.

Birbirlerinin elini sıktılar. Böyle, el ele uzun süre kaldılar. Sonra, hiçbir şey söylemediler; yalnızca kucaklaştılar.

Bu da olmuştu. Bu mucize de olmuştu. Bika yukarıdan, kaleden onlara bakıyordu; fakat kendini belli etmedi. O yalnız kalmak istiyordu. Hem, onları niçin rahatsız edeyim, diye düşünüyordu.

Biraz sonra, iki küçük adam yavaş sesle konuşa konuşa Pâl Sokağı'na doğru yürüdü. Barabaş:

- Yarınki Latince dersi güç, dedi.

- Evet, dedi Kolnai.

Barabaş içini çekti:

- Senin için kolay; çünkü sen dün kalktın. Ama ben çoktan beri derse kalkmadım; bugünlerde sıra bana gelir.

Kolnai dedi ki:

- Dikkat et, ama; 2'nci konunun 10'uncu satırından 23'üncü satırına kadar olan bölüm yoktur. Kitabında işaretledin mi?

- Hayır.

- Sakın burasını da bellemeye kalkma! Dur, ben seninle geleyim de kitabına işaret edeyim.

- Hay hay.

Görülüyor ki onlar artık dersi düşünüyorlardı. Çabucak unutmuşlardı. Nemeçek niçin ölmüşse Profesör Rats onun için yaşamda kalmıştı ve Latince dersi de yaşıyordu; özellikle, onlar da yaşıyorlardı.

Yürüdüler; akşamın karanlığında gözden yittiler. Şimdi Bika sonunda yapayalnız kalmıştı. Ama, kalede içi rahat değildi. Hem, vakit de ilerlemişti. Yojef Varoş'taki kiliseden baygın çan sesleri geliyordu.

Kaleden indi ve kulübenin önünde durdu. Yano'nun, küçük Pâl Sokağı kapısından kulübesine doğru geldiğini görmüştü. Hektor, yanı başında, kuyruğunu sallayarak ve yerleri koklayarak koşuyordu. Bekçi:

- Ne o, küçük bey, eve gitmedin mi? dedi.

Bika:

- Artık gidiyorum, diye yanıt verdi.

Bekçi yine güldü:

- Evde sıcak akşam yemeği seni bekliyor.

Bika, bir makine duygusuzluğuyla:

- Sıcak akşam yemeği... diye yineledi ve Rakoş Sokağı'nda, zavallı terzinin evinde de şimdi iki küçük insanın, terziyle karısının, mutfakta sıcak akşam yemeğine oturduğunu; odanın içinde mumlar yandığını ve Bay Çetneki'nin çift sıra düğmeli güzel kurşuni ceketinin orada olduğunu düşündü. Ve raslantıyla kulübenin içine baktı. Tahta duvara dayanmış birtakım acayip araçlar gözüne ilişti. Burada; yuvarlak, kırmızı-beyaz teneke levhalar.. hız katarı kulübenin önünden hızla geçerken demiryol bekçilerinin sapından tutup gösterdiklerine benzer yuvarlaklar.. tepesinde sarı madenden bir boru bulunan üç ayaklı bir araç.. ve, beyaza boyanmış kazıklar... vardı.

Sordu:

- Bunlar ne?

Yano içeriye baktı:

- Bunlar mı, bunlar mühendisin.

- Nasıl mühendisin?

- Yapı mühendisinin.

Bika'nın yüreği korkunç bir biçimde çarpıyordu:

- Yapı mühendisinin mi? Onun ne işi var burada?

Yano pipodan bir soluk çekti:

- Yapı yapacaklar.

- Burda mı?

- Evet. Pazartesi günü işçiler geliyor. Alan'ı kazacaklar... Bodrum yapacaklar... Temel atacaklar...

- Ne? diye haykırdı Bika. Buraya yapı mı yapacaklar?

Bekçi, kayıtsızca:

- Yapı yapacaklar, dedi; üç katlı büyük bir yapı... Alan'ın sahibi yaptırıyor bunu.

Ve kulübeye girdi.

Bika'nın gözünde dünyanın altı üstüne gelmişti. Şimdi artık gözlerinden yaşlar akıyordu. Kapıya doğru, önce çabuk çabuk yürüdü, sonra koştu. Buradan; o kadar acıya katlanarak ve o kadar kahramanca dövüşerek savundukları halde, şimdi kocaman bir kira yapısını sonsuza kadar taşımak üzere sırtına almak için, onları vefasızca bırakan bu hayırsız toprak parçasından kaçıyordu.

Bir daha dönmemek üzere yurdundan ayrılan bir insan gibi, kapıdan, bir kez daha dönüp baktı ve bu düşünce üzerine yüreğini sıkan büyük acının içinde, yalnızca küçük, pek küçük, miniminicik bir avuntu vardı. Zavallı Nemeçek, Macun Toplayanlar Birliği'nin af dilemek için gönderdiği kurulla görüşememişti ama, hiç olmazsa, yolunda can verdiği yurdunu elinden aldıklarını görmek yıkımına da uğramamıştı.

Ertesi gün, büyük sınıf engin ve soğuk bir sessizlik içinde yerinde otururken ve Profesör Rats; derin sessizlik içinde -yavaş sesle Nemeçek Ernö'yü anmak ve bütün sınıfı ertesi gün öğleden sonra saat üçte hep siyah veya koyu renkli giysilerle Rakoş Sokağı'nda toplanmaya çağırmak üzere- ağır adımlarla ve resmi bir tavırla kürsüye doğru giderken, Bika Yanoş üzgün bakışlarla önündeki sıraya baktı ve temiz çocuk yüreğini şimdi ilk olarak aydınlatmaya başlayan bir sezişle: "Gerçekten, şu yaşam nasıl bir şey ki hepimiz onun, durmadan savaşan, bazen üzüntülü, bazen neşeli hizmetçileriyiz!" diye düşündü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro