Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Kısım İki | Bölüm Sekiz

Son derece ilginç bir yüzü vardı Kostanjoglo'nun. Güneyli gibiydi sanki. Saçları, kaşları gür ve esmerdi, gözleri kor gibi yanıyordu. Yüzü anlam yüklüydü ve kesinlikle uykulu denebilecek bir hali yoktu. Ama sinirli, gergin bir şeyler de seçiliyordu. Hangi ulustandı acaba? Ruslar arasında başka halklarla karışmış öyle çok insan vardı ki!.. Ancak Kostanjoglo tam bir Rus ruhuna sahipti. Yine de kendisi bu köken konusuyla hiç ilgilenmiyor ve bunun yürütmekte olduğu çiftçilik işlerini hiç mi hiç etkilemeyecek bir konu olduğunu söylüyordu. Rus olduğuna emindi; zaten Rus-çadan başka dil de bilmiyordu.

— Biliyor musun, ne yapacağım Konstantin? –dedi Pla-tonov.

— Ne?

— Bütün Rusya'yı il il dolaşacağım. Bu belki can sıkıntıma iyi gelir?

— Bakarsın hem de çok iyi gelir!

— Pavel İvanoviç'le birlikte yolculuk edeceğiz.

— Harika! –dedi Kostanjoglo, sonra incelikle Çiçikov'a doğru döndü:– Nerelerden başlamayı düşünüyorsunuz?

— Doğrusunu isterseniz, –dedi Çiçikov, başını yana eğmiş, eliyle de koltuğun kolluğunu tutuyordu zarif bir şekilde,– şu anda bir başkasının isteklerini karşılamaya yönelik bir gezi yapıyorum. Yakın dostum, hayırsever insan General Betrişçev akrabalarını ziyaret etmemi rica etti benden. Tabii dostumun akrabalarını dolaşma işi var, ama öte yandan kendim için de gezdiğimi söyleyebilirim, çünkü bildiğiniz gibi basura çok iyi gelir gezip dolaşmak. Ayrıca dünyayı görmek, tüm renkleriyle insanları tanımak, nasıl söyleyeyim, canlı bir kitap ya da bilim gibi bir şeydir.

— Evet, yaşadığınız yerden başka yerleri dolaşmak fena fikir değil.

— Fena fikir değil: Ne güzel ifade ettiniz! –dedi Çiçikov.– Görmediğiniz şeyler görür, tanımadığınız insanlar tanırsınız. İki çift laf etmenin altın değerinde olduğu sizin gibi insanlar vardır. Kimileriyle konuşmak altın değerindedir, tıpkı şu anda, benim yaşamakta olduğum şu fırsatta olduğu gibi. İşte size doğru koşuyorum saygıdeğer Konstantin Fyodoroviç: Öğretin bize, yetiştirin bizi. Gerçeklere duyduğum susuzluğumu giderin! Sizin tatlı sözlerinizi bir ilaç gibi bekliyorum.

Kostanjoglo şaşırdı.

— İyi de... ne öğretebilirim ki ben size? Yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğru dürüst bir eğitim bile alamadım ben.

— Bilgeliğiniz, Konstantin Fyodoroviç, bilgeliğiniz yeter sizin! Çiftliğinizi yönetişinizdeki bilgeliğiniz, helal para kazanma konusundaki bilgeliğiniz, hayallere bile sığmayacak bir mal varlığı edinmeniz, en önemlisi de bütün bunları gerçekleştirmekle bir yurttaş olarak herkesin saygısını kazanmanız!

Kostanjoglo, Çiçikov'un yüzüne düşünceli düşünceli baktı:

— Bakın ne yapalım -dedi.– Bu gece burada kalın. Size çiftliği gezdireyim, her şeyi anlatayım, bu işte bilgelik falan olmadığını anlayacaksınız.

Ev sahibesi de kardeşine dönerek:

— Gerçekten de bugün bizde kalsanıza, –dedi.

— Benim için hava hoş, –dedi Platonov, kayıtsızlıkla.– Önemli olan, Pavel İvanoviç'in ne diyeceği.

— Bundan büyük onur duyarım, –dedi Çiçikov.– Ah şu işim olmasaydı... General Betrişçev'in yakınlarını ziyaret etme zorunluluğum... Albay Koşkarev diye birini ziyaret etmek zorundayım.

— Ama o... nasıl desem... sersemin... delinin tekidir!

— Bunu ben de duydum. Aslında benim kişisel olarak kendisiyle bir işim yok. Ama General Betrişçev, yakın dostum, büyük hayırsever... ona karşı hoş olmaz.

— O zaman şöyle yapalım, –dedi Kostanjoglo.– Önce ona gidin. On versta bile değil buraya çiftliği. Arabam hazır; sizi hemen götürür, çay saatine de buraya yetiştirir.

Çiçikov sevinçle kabul etti öneriyi. Ev sahibinin arabası yarım saatte götürdü onu albayın oraya. Burada karşılaştığı görüntü Çiçikov'u müthiş şaşırttı. Her yer karmakarışıktı. Her yanda yarım kalmış bir yapı görülüyordu; tuğlalar, kireç yığınları, keresteler oraya buraya saçılmıştı. Bazı yapılar resmi binaları andırıyordu. Bunların üzerinde yaldızlı harflerle yazılmış "Tarım Aletleri Deposu", "Hesap İşleri Başkanlığı", "Tarımsal İşler Komitesi", "Köylüler İçin Normal Eğitim Kurumu" gibi tuhaf tabelalar göze çarpıyordu. Çok sert, yüzü gülmez, kalkık burunlu bir adamdı albay, üçgen biçimli yüzü pek ciddiydi. Favorileri yanaklarına iki ince yol gibi iniyordu; saçları, burnu, dudakları, çenesi, üzerlerinde bir baskı varmış da bundan şimdi kurtulmuşlar gibiydi. İşlerden çok iyi anlarmış edasıyla konuşuyordu. Sözlerine çevredeki çiftlik sahiplerinin çok cahil olduklarını belirterek başladı; üstesinden gelmesi gereken işlerin çokluğundan söz etti. Çiçikov'u güler yüzle, sevecenlikle karşıladı albay ve ona çiftliğini bugünkü bayındır düzeyine getirebilmek için ne kadar çok çalıştığını büyük bir zevkle anlattı. 

Bazı şeyleri köylülere açıklayabilmek nasıl da zor oluyordu: İnsanı kanatlandıran, ilerlemesini, gelişmesini sağlayan sanat gibi, kültür, eğitim gibi yücelikleri asla kavrayamıyorlardı. Rus köylüsünün gırtlağına kadar gömüldüğü cehaletle mücadele edebilmek, Tanrım, nasıl da zordu! Örneğin onlara Alman pantolonları giydirmeyi ve böylece kendilerini biraz da olsa insan onuruna sahip bireyler gibi hissetmelerini sağlamayı onca uğraşına karşın başaramamıştı; tıpkı kadınlara korse giydirmeyi başaramadığı gibi. Oysa kendisi 1814 yılında birliğiyle Almanya'da bulunmuştu ve orada değirmencinin kızının piyano çaldığına, Fransızca konuştuğuna ve kniksen yaptığına bizzat tanık olmuştu. Komşu çiftlik sahiplerinin nasıl zırcahil olduklarını adeta kahrolarak anlattı; sorumlu oldukları onca insanı hiç umursamıyorlardı. Hatta çiftlik yönetimi açısından, birtakım çalıp çırpmaların önüne geçebilmek için bir yazı işleri bürosunun, değişik komisyonların ve hatta komitelerin bulunması gerektiğinden, yazıcı, muhasebeci ve kâhya gibi personelin rastgele kişilerden değil, üniversite eğitimi almış kişiler arasından seçilmesi gerektiğinden söz ettiğinde kendisiyle nasıl dalga geçmişlerdi; çift süren her köylünün pulluğun ardında yürürken bir yandan da su taşkınları ve benzeri doğal afetler konusunda bir kitap okumasının çiftlikler için ne büyük yararı olacağını da komşu toprak sahiplerinden hiçbirine anlatmayı başaramamıştı.

Bu sözler üzerine Çiçikov'un aklından şunlar geçti: "Böyle bir zamanın geleceğini hiç sanmam. Ben o kadar okumuş bir adamım, ama kim bilir ne zaman okumaya başladığım "Kontes la Vallière"i hâlâ bitiremedim.

— Sözün kısası, cahillik diz boyu! –diyerek tamamladı konuşmasını Albay Koşkarev.– Tam bir ortaçağ karanlığı ve bundan çıkışın bir yolu da yok. İnanın, yok! Ben aslında herkesin yardımına koşmaya hazırım... ve bir çıkış yolu da biliyorum... hem de esaslı bir yol!

— Ne yapılması gerekiyor?

— Rusya'da herkesin Almanlar gibi giyinmesini sağlamak gerekiyor. Yapılması gereken tek şey bu. İnanın bana, gerisi tereyağından kıl çeker gibi kendiliğinden hallolacaktır: Bilim gelişecek, ticaret canlanacak ve Rusya altın çağını yaşayacak!

Çiçikov gözlerini dikip uzun uzun baktı albaya: "Bu herife karşı nazik olmaya falan hiç gerek yok!" Ve işi daha fazla uzatmadan hemen konuya girdi: Böyleyken böyleydi, kendisine ölü canlar gerekiyordu; bunların ona devredilmeleriyle ilgili bir satış sözleşmesi imzalamalarını öneriyordu.

Albay öneri karşısında en ufak bir şaşkınlık göstermeden:

— Sözlerinizden anlayabildiğim kadarıyla benden bir dilekte bulunuyorsunuz? –dedi.

— Çok doğru!

— O zaman yazılı başvuruda bulunun, başvurunuz Genel Dilekçe Komisyonu'nda değerlendirildikten sonra bana iletilir. Benden sonra Tarımsal İşler Komitesi'ne gider, orada gerekli incelemeler yapılır ve Genel Başkanlık, kendine bağlı büronun görüş ve değerlendirmelerini de göz önünde bulundurarak son kararı verir.

Çiçikov adeta panik içinde:

— Müsaade buyurun! –dedi.– Böyle bu iş çok sürer!

Albay gülümsedi:

— A! İşleri kâğıda dökmenin yararı burada işte! Evet, gerçi iş biraz uzar ama, gözden kaçan bir şey olmaz: Her şey ayna gibi ortada olur!

— Müsaade buyurun! Yani bu işi yazıya dökmek ne kadar uygun olur? Zira... bu canlar... ne de olsa... ölü!

— İyi ya, siz de aynen öyle yazın: "Bu canlar ne de olsa ölü," deyin!

— Yani nasıl ölü? Yazılır mı öyle şey? Ölü olsalar da, sözleşmede canlı gibi görünüyor olmaları gerek onların.

— Çok güzel! Aynen dediğiniz gibi yazın siz de: "Her ne kadar vesaire vesaire iseler de, canlı gibi görünüyor olmaları gerek," deyin!

Albaya bakakaldı Çiçikov; sonunda gidip adamın komisyon ve komite dediği şeylerin ne olduğunu kendi gözleriyle görmeye karar verdi ve öyle şeylere tanık oldu ki yalnızca şaşırmakla kalmadı, gördüklerini aklı da almadı. Genel dilekçe komisyonunun yalnızca adı vardı; beyin eski oda hizmetçisi olan komisyon başkanı, yeni kurulan Köy İnşaat Komitesi'ne atanmıştı. Onun yerine büro memuru Timoşka bakıyordu, ama o da kâhya ve tam bir sahtekâr olan muhtarın işlediği, başta sarhoşluk olmak üzere çeşitli suçları araştırma göreviyle başka yere yollanmıştı. Hiçbir yerde memur yoktu.

Müthiş şaşıran Çiçikov, yol göstermesi için albayın yanına kattığı görevliye:

— İyi ama biz buradan... bir şey öğrenemeyecek gibiyiz. –dedi.

— Çok haklısınız. Bizde işler hep böyledir, karmaşa hüküm sürer. Siz de herhalde fark ettiniz, İnşaat Komisyonu ne derse o olur; herkesi çalışmakta olduğu işinden alır, aklına esen bambaşka bir yere yollar. Astığı astık kestiği kestiktir. –Adam İnşaat Komisyonu'ndan hiç memnun değil gibiydi.– Beyin arkasından ne numaralar çeviriyorlar! O her işin yolunda gittiğini sanıyor, ama gerçekte hiç de öyle değil.

"O zaman bunu beye söylemek gerek," diye düşündü Çiçikov ve albayın oraya döndüklerinde, işlerin nasıl karmakarışık olduğunu, bu karışıklıktan yararlı bir şey elde edebilmenin olanaksız olduğunu ve İnşaat Komisyonu'nun insafsızca çalıp çırptığını anlattı.

Duydukları albayın kanını tepesine sıçrattı. Hemen kaleme kâğıda sarılıp İnşaat Komisyonu'na sekiz sert soru yöneltti: İnşaat Komisyonu hangi hakla yönetimi altında olmayan memurları aklına estiği gibi oradan oraya yollayabiliyordu? Baş yönetici, komisyon başkanının, yerine bir vekil bırakmadan, soruşturma yapmak için de olsa bir başka yere gitmesine nasıl göz yumabilmişti? Köy İşleri Komitesi, Dilekçe Komisyonu'nun ortada olmayışını nasıl kayıtsızlıkla karşılayabilmişti?

"Burada at izi eşek izine karışmış" diye düşündü Çiçikov ve gitmek için izin istedi.

— Dünyada bırakmam! –dedi albay.– Çok değil, iki saat içinde sorununuz çözümlenecek ve buradan tümüyle tatmin olmuş olarak ayrılacaksınız. Sizin işinizi üniversiteyi yeni bitirmiş çok özel birine havale ediyorum. Lütfen şöyle buyurun, kitaplığa geçelim, size gerekli olabilecek her şey var orada: Kitap, kâğıt, kalem, hokka... her şey. Her şeyden dilediğinizce yararlanabilirsiniz; kendi evinizdeymiş gibi rahat olun. Aydınlanma herkese açık olmalı, herkes ona erişebilmelidir.

Bunları söyleyerek Çiçikov'u yerden tavana kadar bütün duvarları kitapla dolu kocaman bir salona götürdü. Bazı raflarda içleri samanla doldurulmuş hayvanlar bile vardı. Ormancılıktan domuz yetiştiriciliğine, hayvancılıktan bahçeciliğe kadar her konuda kitaplarla ve at yetiştiriciliğinden doğa bilimlerindeki son gelişmelere kadar çok sayıda yeni dergiyle doluydu kitaplık. "Bir Bilim Olarak Domuz Yetiştiriciliği" adını taşıyan bir kitap bile gördü Çiçikov. Bu bölümdeki kitapların zaman öldürmeye pek elverişli şeyler olmadığını düşünerek bir başka bölüme yöneldi. Ama o da ne! Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu! Felsefe kitaplarıyla doluydu bu bölümdeki raflar. "Bilim Olarak Felsefe" genel başlığı altında altı kalın ciltlik bir felsefe dizisi, şu alt başlığı taşıyordu: "Düşünce kuramlarına bütünsel ve genel giriş ve bunların organik temellerindeki rasyonalite pratiği ile toplumsal üretkenlik pratiğindeki ikili bölümlenişleri". 

Çiçikov kalın ciltlerin hangi sayfasını açsa, tezahür, gelişme, soyut, ardışık, bütünleşik gibi akıl ermez lakırdılarla karşılaşıyordu. "Hiç bana göre şeyler değil!" diye söylenerek daha çok sanat kitaplarının yer aldığı bir sonraki bölüme yöneldi. Mitolojiden, biraz açık saçık, ama görkemli, göz kamaştırıcı bazı sahnelerin canlandırıldığı kalın bir cilt alıp karıştırmaya başladı. İşte bu kitap ona göreydi; orta yaşlardaki bekâr erkeklerin hoşlandığı türden bir kitaptı bu. İleri yaşlarında baleye merak salıp ince bir bale zevki edinmeye başlayan ihtiyarların da hoşlandıkları söyleniyordu bu tür kitaplardan. Yüzyılımızın insanı biraz sert, keskin, hoş kokulu şeylere düşkün olduysa, ne gelir elden? Elindeki kitabın son sayfasına dek bakan Çiçikov bir sonraki cilde uzanmak üzereyken birden Albay Koşkarev göründü: Yüzü ışıl ışıldı, elinde bir kâğıt vardı.

— Sorun kalmadı. Her şey harika bir şekilde çözüme kavuşturuldu. Dediğim gibi; bu adam eşsiz, bu adam bir harika, bu adamın elinden gelmeyecek iş yok. Bu yüzden de onu herkesin tepesine getireceğim. Kuracağım yeni ve en üst, en özel yönetim biriminin başkanı yapacağım onu. Bakar mısınız neler yazmış...

"Tanrım! Çok şükür!" diye geçirdi içinden Çiçikov ve dinlemeye hazırlandı. Albay, elindeki kâğıttan okumaya başladı:

— Ekselanslarının bana tevdi ettikleri göreve ilişkin olarak aşağıdaki görüş ve düşüncelerimi sunmaktan şeref duyarım: 1) Müşavir unvanlı ve nişan sahibi Pavel İvanoviç Çiçikov'un dilekçesinde anlaşılmaz bazı noktalar bulunmaktadır. Sanırım bir dikkatsizlik sonucu olarak, sayım listelerinde adları bulunan canlardan ölü olarak söz edilmiştir. Dilekçe sahibi bu ifadeyle ölmüşleri değil, herhalde ölmeye yaklaşmış canları kastetmiş olsa gerektir. Çünkü ölüler ne alınabilir, ne satılabilir, ne de alım satıma, dolayısıyla sahipliğe konu olabilirler. Bir şey yoksa, ona sahip de olunamaz. Dolayısıyla, olmayan bir şeye sahip olunamayacağı mantığın doğal sonucudur. Dil ve deyiş açısından da söz konusu ifadenin sakatlığı ortadadır... –Koşkarev bir an durdu, bakışlarını elindeki kâğıttan Çiçikov'a yöneltti:– Yaman herif, yaman! Burada size biraz dokunduruyor... ama kabul edin ki çok kıvrak bir kalemi var! Bunlar ancak bir devlet şurası üyesinin kaleminden çıkabilecek şeyler... oysa üniversiteden üçüncü yılında ayrıldı, bitirmedi bile... –Sonra kâğıttan okumayı sürdürdü:– ...dil ve deyiş açısından da söz konusu ifadenin sakatlığı ortadadır, çünkü canlardan ölü diye söz edilmekte, böylece de insan bilimlerinden nasibini almış herkesin çok iyi bildiği, ruhun ölümsüz olduğu bilimsel gerçeğine ters düşülmektedir. 2) Kaldı ki bizde ölüme yakın olsun, uzak olsun ya da kendilerinin yanlış ifadesiyle ölü olsun, rehin altında olmayan tek bir can bile bulunmamaktadır. Çiftlik sahibi Predişçev'le aranızda sürtüşme konusu olan küçük Gurmaylovka köyündeki canlar bunun tek istisnasını oluşturmaktadır, onların dışında bütün köylerimizdeki canlar, ilk rehinlerine ek olarak, her biri için yüz ellişer ruble karşılığında bir kez daha rehin edilmişlerdir, bundan dolayı da kendilerini satmak da, rehin etmek de mümkün değildir.

Çiçikov, içerlemiş:

— İyi de bunu bana neden daha önce söylemediniz? –dedi.– Neden gereksiz yere onca zamanımı aldınız?

— İyi ama bunu daha önce ben de bilemezdim ki... İşleri yazıya, kâğıda dökmenin yararı işte burada! Bakın her şey nasıl ayna gibi ortaya çıktı!

Çiçikov kendi kendisine, "Geri zekâlılığına doyma!" diye söylendi. Bütün nezaket kurallarına boş verip, şapkasını aldığı gibi evden çıktı. Arabacı hazır, atlar arabaya koşuluydu. Çünkü atlara yem verilmesi için dilekçe gerektiğinden, ne kadar yulaf verileceğinin de yarından önce sonuçlandırılması mümkün olmadığından atlar arabadan hiç çözülmemişlerdi. Çiçikov'un onca kaba, saygısız davranışlarına karşın Koşkarev son derece nazik, sevecen uğurladı onu. Zorla uzanıp aldığı elini sıktı, kalbine bastırdı ve çiftliğinde işlerin ne durumda olduğunu görmesi olanağını yarattığı için ona teşekkür etti. Yanlışların, tersliklerin üzerine üzerine gitmek gerekti, yoksa işler yavaşlar, yönetim yayları paslanırdı; bu vesileyle aklına harika bir fikir gelmişti: "İnşaat Komisyo-nunu Kontrol Komisyonu" diye yeni bir komisyon kuracak, böylelikle de her türlü hırsızlığın önüne geçecekti.

"Eşek! Ahmak!" diye söylendi durdu Çiçikov yol boyunca.

Çiftliğe vardığında hava kararmış, bey konağında ışıklar yakılmıştı. Giriş kapısına yaklaştığında içeride sofranın hazırlanmış olduğunu gördü.

— Nerede kaldınız? –diye karşıladı kendisini Kostanjoglo.

— Ne konuştunuz bu kadar uzun böyle? –dedi Platonov da.

— Mahvetti beni! –dedi Çiçikov.– Hayatımda böyle ahmak birini daha görmedim!

— Aslında o kadar da kötü sayılmaz, –dedi Kostanjoglo.– Hatta insanın içine su serptiğini bile söyleyebiliriz. Çünkü ülkemizin akıldanelerini görünür kılan bir tip o. Bunların kendi ülkelerinden zerre kadar haberleri yoktur, dışarıda gördükleri her budalalığı alıp uygulama hevesindedirler. Birbirinden tuhaf çiftlik sahipleri türedi ülkemizde: Komisyonlar, komiteler, bürolar, işlikler, fabrikalar, okullar ve daha neler, ne saçmalıklar kuruyorlar! Sanırsınız ki başka bir devlette yaşıyorlar! 1812 savaşından sonra düzelir gibi olmuşlar, hale yola girmişlerdi, ama şimdi sanki yeniden şirazeden çıktılar. Fransızlardan daha beter kötülük yapıyorlar memlekete, o kadar ki Pyotr Petroviç Petuh gibi biri bile onların yanında iyi bir çiftlik sahibi kalıyor! Tarıma elverişli toprakları olan, hatta elinde bu toprakları işlemeye yetecek sayıda adamı olmayan bir çiftlik sahibi tutuyor mum fabrikası kuruyor, Londra'dan mum ustaları getirtiyor, çiftçiyken imalatçı, tüccar oluyor! Bir başkası daha da büyük bir ahmaklık yapıyor ve şapka fabrikası kuruyor! Bir Rus soylusunun, toprak sahibinin imalathane kurup kentli yosmalara tüller, kurdeleler dokuması ne acı!

— Senin de imalathanelerin var, –dedi Platonov.

— Var, evet. Ama ben mi kurdum onları? Kendiliklerin-den oluştular. Yünler elde kaldı, birikti, birikti, sonunda çuha üretmeye, yünlü kumaş dokumaya başladık. Kumaş-lar kötü, kalın, uyduruktu, ama ucuzdu ve bizim buradaki köylü pazarlarında talep gördü, insanlar satın aldılar onları. Sanayiciler altı yıl boyunca balık derilerini, pullarını benim sahillerime attılar, ne yapacağımı şaşırdım, derken bu pisliği kaynatıp tutkal yapmaya başladım ve yılda kırk bin ruble de buradan kazandım. Benim her işim böyledir!

Çiçikov, ev sahibinin gözlerinin içine bakarak:

"Şeytan herif! Çöpten bile para kazanmanın yolunu bulmuş!.. Pes doğrusu!" diye geçirdi içinden.

— Ben gösterişli yapılar, öyle sütunlu, alınlıklı konaklar yaptırmıyorum! Yurtdışından ustalar getirtmiyorum. Köylü-yü tarımdan asla kopartmıyorum. Tarımı boşlayan toprak sahipleri yüzünden açların sayısı o kadar çoğaldı ki, işliklerimizde, fabrikalarımızda çalışanlar yalnızca bir lokma ekmek peşinde dolaşan yoksul, aç köylülerdir; onların da karınları buralardan doyuyor. Ve işliklerimin sayısı sürekli artıyor. Çevrene şöyle alıcı gözle baktın mı paçavra diye, çerçöp diye burun kıvırdığın şeylerin ne çok yarar sağlayacağını anlarsın!

— Çok ilginç doğrusu! –dedi Çiçikov.– En ilginci de, çerçöpten bile para kazanmanın bir yolunu bulmanız!

— Ama işte olay o kadar basit değil! –dedi Kostanjoglo; sözlerini henüz bitirmemişti, komşusu çiftlik sahiplerine karşı müthiş öfkeli olduğu ve onlara biraz veriştirmek istediği anlaşılıyordu.– Yine bir aklıevvelimiz tuttu, dünyanın parasını harcayıp taştan bir hayır kurumu yaptırdı köyünde! Ne o, ne kadar iyi bir Hıristiyan olduğunu gösterecek! Yahu sen adama yardım etmek istiyorsan, onun kendi işinde çalışmasını sağla... ki oğul, yaşlı ve hasta babasını ısıtabilsin; onu aforoz etme, işine yabancılaştırma, ona kardeşlerini, yakınlarını barındırabileceği, besleyip doyurabileceği olanaklar ver. Yoksa adam hepten Hıristiyanlıktan yüz çevirir. Herkes her konuda Don Kişot'luk yapma hevesinde. Benim on adama iş sağlayacağım parayla adam tutuyor ne kadar iyi bir Hıristiyan olduğunu göstermek için sözde hayır kurumu yaptırıyor!

Kostanjoglo öfkeyle yere tükürdü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro