Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Kısım İki | Bölüm Bir

Niçin hep ülkemizin uzak, ıssız yerlerinden birilerini buluyor ve hayatımızın yalnızca yoksulluklarını, yoksunluklarını, kusurlarını yazıp duruyorum? Yazarın böyle bir özelliği ya da kusuru varsa ve kendisinin bütün yeteneği ıssız, uzak yurt köşelerinden bulup çıkardığı insanlar üzerinden hayatımızın yoksul, sefil yanlarını sergilemekten ibaretse, elden ne gelir!

Buyurun, yine kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerdeyiz.

Hem de ne yerler!

Aşağıda göz alabildiğine uzayıp giden ovanın üzerinde kale burçlarını ve mazgallarını andırır biçimde, binlerce versta boyunca kıvrıla büküle uzanan yüce dağ dorukları. Yer yer derin yarlar ve uçurumlarla parçalanmış dağlar. Koyun postunu andırır parçacıklar halinde yemyeşil otlarla kaplı çıkıntılar, kesilmiş ağaçların diplerinden fışkıran çalı sürgünleri ya da hangi mucizeyle baltadan kurtuldukları meçhul, koyu yeşil ormanlar. Dirsekler yaparak bir süre kendi yatağında akan, derken çayırlara yayılıp, güneş altında göz kamaştırıcı ışıklar saçtıktan sonra kayın, akkavak ve kızılağaç koruları arasında gözden yiten, sonra yeniden, ama bu kez her kıvrımında ardına köprüler, değirmenler, bentler takmış olarak görkemle ortaya çıkan bir ırmak.

Sarp dağ yamaçları bazı yerlerde daha gür, koyu, dalgalı bir yeşille kaplı. Burada uygun bir dikim ve inişli çıkışlı derin bir dere yatağının da yardımıyla kuzeyin ve güneyin ağaçları birbirine karışmış durumda. Meşeler, çamlar, ahlatlar, akçaağaçlar, vişneler, çakal erikleri, üvezler, her yandan kendilerini saran şerbetçi otları içinde, bazen birbirinin büyümesine yardım ederek bazen birbirini boğarak dağın yamacı boyunca yukarı tırmanmaya çalışıyorlar. Tepede, ağaçların yeşiline bey evinin kırmızı çatısı karışıyor. Evin üst katında oymalı balkon, kemerli kocaman pencereler, daha gerilerde köylü kulübeleri seçiliyor. Bütün bu ağaç ve çatı toplamının üzerinde ise yaldızlı kubbeleriyle eski köy kilisesi göz alıyor. Kubbelerin üzerindeki altın haçlar ve bağlı oldukları altın zincirler öyle göz kamaştırıcı bir ışıltı yayıyorlar ki uzaktan bakıldığında haçlar boşlukta asılı duruyormuş gibi görünüyor. Ve tüm bu görüntü, kıyısında kof gövdeli salkım söğütlerin dizildiği nehrin sularına eşsiz bir güzellik olarak yansıyor; salkım söğütlerden bazıları damların ve haçların ters dönmüş olarak yer aldığı bu soluk kesici görüntüyü daha yakından izlemek istercesine dallarını ve yapraklarını suda belli belirsiz salınan nilüferlerin arasına salıvermişler gibi.

Gerçekten de pek hoştu görüntü, ancak yukarının manzarası daha da etkileyiciydi. Hiçbir konuğun bey evinin ikinci kat balkonundan gördüğü manzara karşısında kayıtsız kalması mümkün değildi. Hayranlıktan insanın soluğu tutulur gibi olur ve ancak bir çığlık kopardı göğsünden: "Tanrım! İşte sonsuzluk!" Gözlerinin önünde açılan uçsuz bucaksız manzara karşısında koparırdı bu çığlığı. Yer yer küçük korulukların ve su değirmenlerinin serpildiği engin kırların gerisinde kuşaklar halinde ormanlar yer alıyordu; ormanların gerisinde belli belirsiz sisler içinde sararan bir bozkır başlıyor, sonra yine deniz gibi mavi, engin ormanlar geliyordu; ormanları ilkinden daha soluk olmakla birlikte yine sararan bozkır izliyordu. En gerilerde kapalı havalarda bile güneş vuruyormuş gibi ak ak ağaran kireçli dağ sırtları seçiliyordu. Bu göz alıcı beyazlık içinde eteklerde seçilen belli belirsiz, sisli, mavimsi lekeler, gözle görülemeyecek denli uzaklardaki köylerin belirtisiydi. Yalnız altın kilise kubbelerinin yarattığı yansımalar buraların insanların yaşadığı büyük yerleşim yerleri olduğunu gösteriyordu. Gökyüzünün şen şarkıcılarının cıvıltılarından kulağa erişebilen yankılar bile bu büyüklük içinde eriyip gittiği için, göz alabildiğine uzanan bu alan kaskatı bir sessizlik içindeydi. Balkondan bu manzarayı izleyen konuğun, iki saatlik bir seyrin sonunda bile, "Tanrım! İşte sonsuzluk!"tan başka bir şey duyulmazdı ağzından.

Peki ele geçirilmez bir kaleyi andıran bu evin, bu köyün sahibi kimdi? Eve bu yandan ulaşmak olanaksız olduğu için öbür yandan, sevimli meşe dallarının kucaklamak için açılmış dost kolları gibi uzanarak konukları karşıladıkları ve şu ana dek yalnızca çatısını arkadan gördüğümüz eve kadar da eşlik ettikleri yoldan gitmek gerekirdi. Buradan gidildiğinde önce evin bütün önyüzü, hemen ardından da bir yanda köylü kulübeleri, öbür yanda ise haçları havada asılı gibi duran kilise kubbeleriyle karşılaşılırdı. Kimindi, hangi mutlular mutlusunundu acep bu sessiz köşe?

Tremalahan ilçesi çiftlik sahiplerinden, otuz üç yaşında, mutlu bir genç olan Andrey İvanoviç Tentetnikov'undu buralar.

Şimdi bayan okurlarımdan, "Peki nasıl biriydi bu Andrey İvanoviç Tentetnikov, kişiliği, huyu, özellikleri nasıldı," diye soracak olanlara vereceğim yanıt, bu sorunun, Tentetni-kov'un komşularından birine sorulması gerektiği şeklinde olacaktır. Hizmette olduğu yıllarda bir itfaiye gemisinde görev yapan, soyu tükenmiş insanlardan, emekli deniz albayı komşu bu soruya kısa ve özlü bir yanıt veriyordu: "Hayvanın önde gidenidir!" On versta kadar ötede çiftliği olan general komşunun yanıtı ise şöyleydi: "Genç bir arkadaş, aptal da sayılmaz, ama kafası biraz karışık. Oysa kendisine yararım dokunabilirdi, çünkü Petersburg'da etkili dostlarım olduğu gibi, hatta..." General sözünü bitirmezdi. Bağlı oldukları ilin emniyet müdürüne sorulduğunda ise alınan yanıt şuydu: "Rütbesi uyduruk; rütbeden bile sayılmaz! Ödenmemiş vergi borcu olduğu için de yarın kendisini ziyaret etmeyi düşünüyorum." – "Efendin nasıl biridir," diye sorulan bir köylüsünden hiç yanıt alınamamasına bakılırsa, köylülerinin onun hakkındaki düşünceleri, olumlu olmaktan çok, olumsuzdu.

Yan tutmadan konuşmak gerekirse, Andrey İvanoviç ne iyi ne de kötü bir adamdı; yalnızca aylağın tekiydi. Az mıdır şu dünyada kimseciklere tek bir yararı dokunmadan, tek bir yararlı iş yapmadan aylak aylak yaşayıp giden insan? Öyleyse niye Andrey İvanoviç de böyle yaşamasın? Sözü uzatmaya gerek yok: Bütün günleri birbirine benzediği için, ben en iyisi bir gününü nasıl geçirdiğini anlatayım, onun nasıl biri olduğuna ve çevresindeki doğal güzelliklerle uyumlu bir hayat sürüp sürmediğine okur kendi karar versin!

Sabahları çok geç kalkar, uyandıktan sonra uzunca bir süre yatağında oturup gözlerini ovuştururdu. İşin kötüsü, gözleri pek ufak olduğu için bu ovuşturma işi çok uzun sürerdi; bu sırada Mihail, elinde su dolu küçük küvet ve havluyla kapıda beklerdi. Zavallı Mihail önce bir saat, üzerine bir saat daha bekledikten sonra mutfağa giderdi; bir süre sonra dönüp geldiğinde beyin hâlâ yatağında oturmuş gözlerini ovuşturmakta olduğunu görürdü. Sonunda yatağından kalkaг, yıkanır, hırkasını giyer, salona geçerdi; burada çayını, kahvesini, kakaosunu, hatta sıcak sütünü, her birinden birer ikişer yudum olmak üzere içer, o arada da her yeri ekmek kırıntısı ve pipo külü içinde bırakırdı. Böylece kahvaltı masasında iki saati geçerdi, ama bu kadarla bitmezdi kahvaltısı: Soğumuş çaydan bir fincan daha alıp avluya bakan pencereye giderdi.

Aşağıda kilere de bakan kapı görevlisi Grigoriy ile ortalığa bakan Perfilyevna arasında her gün hiç değişmeden şu sahne geçerdi.

— Kes artık dırlanmayı, iğrenç yaratık! Kafa beyin bırakmadın!

İğrenç yaratık ya da Perfilyevna, başparmağını işaretparmağıyla ortaparmağı arasından göstererek:

— İstediğin bu, değil mi? –diye bağırırdı.

Kilit altında tuttuğu kuru üzüm, pestil türünden tatlıları pek sevmesine karşın, Perfilyevna'nın konuşma ve davranışlarının pek tatlı olduğu söylenemezdi.

— Kâhya ile kapışıp duruyorsun, değil mi, ambar faresi seni!

— Kâhya dediğin de senin gibi hırsızın teki! Beyin haberi yok sanıyorsunuz, değil mi yaptıklarınızdan? Oysa kendisi şu anda burada ve her şeyi duyuyor!

— Hani, nerede?

— Orada! Pencerenin önünde oturuyor ve her şeyi görüyor!

Gerçekten de pencerenin önünde oturur ve her şeyi görürdü bey. Derken, manzara yeterince tantanalı değilmiş gibi, anasından esaslı bir şaplak yiyen bir hizmetçi bebesi ciyaklamaya, beride aşçının üzerine boca ettiği kaynar sudan yanan bir köpek toprağa kıç üstü oturup viyaklamaya başlardı. Tüm bu itiş kakışı, bağrışmaları pencereden izleyen bey, sesler ancak kendisini hiçbir şeyle ilgilenemez hale getirince, daha az gürültü etmeleri için aşağıya birini yollardı.

Öğle yemeğine iki saat kala çalışma odasına giderdi. Çok ciddi bir kitap yazmaya başlamıştı: Siyasal, sosyal, dinsel, düşünsel alanlarda, zamanın getirip ülkesinin karşısına diktiği tüm çetin sorunları ele almayı, bu sorunlara çözümler önermeyi ve ülkesinin göz kamaştırıcı geleceğini tasarımlamayı düşündüğü çok ciddi bir çalışmaydı bu. Kısacası, çağdaş her insanın ilgilendiği, çözümlemekle kendini yükümlü saydığı sorulara yanıtlar arıyordu. Ne var ki bu devasa yapıt bir türlü tasarı aşamasından ileri gidemiyordu: Kâğıt üzerinde sürekli oynamasına karşın, kaleminin birtakım resimler çiziktirmekten başka bir şey yaptığı yoktu. Daha sonra bu kâğıdı bir yana atıp eline bir kitap alıyor, öğle yemeğine dek aralıksız okuyordu. Sofrada yemeğini yerken bile ara vermiyordu okumaya: Çorbasını içerken, böreğini yerken, hatta salçalı, soslu, terbiyeli yemekler servis edildiğinde bile bırakmıyordu kitabını; bu yüzden kimi yemekler tabağında soğuyor, kimileri de hiç dokunulmadan öylece kalıyordu. Sonra pipo, kahve ve kendi kendine satranca geliyordu sıra; bundan sonra akşam yemeğine kadar ne yaptığını söylemek zordu. Galiba hiçbir şey yapmıyordu.

Gencecik, otuz iki yaşında bir adam, boynuna bir kravat bile bağlamadan, üzerinde bir hırkayla, günlerini böyle yapayalnız, bomboş geçiriyordu. Evden dışarı adım atmaz, hiçbir yere gitmezdi; dahası üst kata çıkmak, içeri temiz hava girmesi için pencereyi açmak bile gelmezdi içinden. Eve gelen herkesi kendine hayran bırakan o harika manzara bile ev sahibi için sanki hiç yoktu.

Okur, bütün bu anlatılanlardan Andrey İvanoviç Tentetnikov'un Rusya'mızda hiçbir zaman eksikliğini yaşamadığımız, kendilerine eskiden tembel, uyuşuk, miskin gibi adlar verilen –bugün ne denildiğini bilmiyorum– insanlardan olduğunu anlamış olsa gerek. Bunlar doğuştan mı böyledirler, yoksa içinde bulundukları üzücü, sert koşullar mı onları sonradan bu hale getirir? Soruyu onun çocukluğunu ve ilk eğitim yıllarını anlatarak yanıtlamaya çalışalım.

Her şey sanki "bu çocuk adam olur" dedirtecek yöndeydi. Müdürü o zamanlar için tuhaf sayılabilecek bir adam olan ilçe okuluna yazdırıldığında on iki yaşında, akıllı, biraz dalgın, kolayca hasta olan bir çocuktu. Öğrencisi, öğretmeni, müdür yardımcısıyla okuldaki herkesin hayranlığını kazanmış, eşsiz bir yönetici olan Aleksandr Petroviç'in sezgileri öylesine güçlüydü ki insan ruhunu kitap gibi okurdu. Rus insanını avucunun içi gibi bilirdi! Öğrencilerini de öyle. Yöneticilik onun işiydi! Yaramazlık yapan bir öğrenci kendi ayağıyla müdüre gider ve yaptığı yaramazlığı yine kendisi anlatırdı. Sertçe azarlanmasına karşın, çocuk müdür odasından süklüm püklüm değil, başı dik çıkardı. "Evet, düştün, ama hemen doğrul ve ileri atıl!" diyerek yüreklendirirdi sanki çocuğu. Terbiyeli olmak, iyi ahlak sahibi olmak üzerine hiçbir şey söylemezdi öğrencilere. Şöyle şeyler söylerdi:

"Sizden istediğim tek bir şey var: Akıllı olmanız! Akıllı olmayı kafasına koyan bir çocuk yaramazlık yapmaya zaman bulamaz, yaramazlık da kendiliğinden yok olur gider." Gerçekten de yaramazlık kendiliğinden yok oluyordu. En iyi olmaya çalışmayanlar arkadaşlarınca küçümseniyordu. Büyük sınıflardan eşekler ve aptallar, küçüklerin onlara aşağılayıcı seslenişlerine katlanmak zorundaydılar; fiske bile vuramazlardı küçüklere. "Bu kadarı da fazla artık! Sizin akıllılar bu gidişle edepsizin dik âlâsı olacaklar!" diyenler olurdu müdüre, ama o, "Hayır, bu kadarı da fazla değil!" derdi. "Yeteneksiz öğrenciyle işim olmaz benim, bir yıl tutarım onları okulumda; akıllı öğrencilere gelince, onlar için özel bir sınıfım daha var." Gerçekten de bütün yetenekliler bir başka sınıfa geçiyorlardı. Çocukların yaramazlıklarının onların ruhsal özelliklerindeki değişimleri, gelişimleri gözleme fırsatı verdiğini, hastanın içinde gerçekte neler olup bittiğini anlamak isteyen bir hekim için derideki döküntüler neyse, bunların da kendisi için aynı şey olduğunu söyleyerek, durduğu yerde duramayan, hareketli çocuklara engel olmazdı.

Bütün çocuklar nasıl da severlerdi kendisini! Belki ana babalarına duydukları bağlılıktan bile daha güçlü bir bağlılıktı bu. En çılgın yıllarındaki en çılgınca gönül akışları bile ona duydukları tutku kadar güçlü olmamıştı herhalde. Nicedir dünyamızda olmayan öğretmenine karşı her zaman gönül borcu duyan Andrey İvanoviç Tentetnikov, vefalı bir öğrenci olarak, ömrünün sonuna dek öğretmeni için ölüm yıldönümlerinde kadeh kaldırdı, gözlerini yumup bir süre öylece durdu ve onun için gözyaşı döktü. Onun küçücük bir cesaretlendirme sözü yüreklerinde nasıl bir çarpıntı, bir sevinç dalgalanması yaratırdı, herkesi geride bırakmak için nasıl da bencilce bir arzuyla yanardı içleri. 

Yetenekleri sınırlı olanları fazla tutmazdı okulda; onlar için kısaltılmış bir eğitim programı uygulardı. Yeteneklilere ise, tersine ağır ve uzun bir program uygulardı. Yalnızca seçilmişlerin okuduğu son sınıftaki eğitim, ülkenin öbür okullarındaki eğitime benzemezdi. Başkalarının pek de akıllıca sayılmayacak bir tutumla bütün çocuklardan istedikleri şeyleri o yalnızca seçilmişlerden oluşan son sınıf öğrencilerinden isterdi, çünkü ancak yüksek bir zekânın uygulayabileceği şeylerdi bunlar: Kimseyle alay etmemek, ama her türlü alaya katlanmak; aptal biriyle hiç uğraşmamak ve onu kendi haline bırakmak; asla kendini kaybetmemek, asla öç peşinde koşmamak; sakin ama gururlu bir şekilde sükûnetini korumak. Tuttuğunu koparan, yaman bir erkek olabilmek için gerekli her şey burada uygulamaya geçirilmiş durumdaydı ve o durmamacasına yeni deneyler yaparak bu uygulamanın içinde yer alırdı. Ah, nasıl da hayatı kavramış bir insandı!

Okulunda fazla öğretmen yoktu; derslerin çoğuna kendisi girerdi. Bilgiçlik taslamadan, süslü sözler etmeden, arı duru bir dille anlatırdı anlatacağını; yalnızca öze yer verirdi. Küçük çocuklar bile kolayca anlardı anlattıklarını. İnsanı toprağının yurttaşı yapan bilgiler verirdi yalnızca öğrencilerine. Derslerde hemen hep gençleri ileride nelerin beklediğini anlatır ve tabloyu öyle açık, belirgin bir biçimde çizerdi ki gençler daha okul sıralarındayken düşünceleri ve ruhlarıyla kendilerini hayata atılmış gibi hissederlerdi. Hiçbir şey gizlemezdi onlardan: Hayat yolunda karşılarına çıkacak bütün engelleri, ayartmaları, aldatmaları olanca çıplaklığıyla anlatırdı. Her görevde bulunmuş, her rütbeden geçmişçesine biliyordu anlattıklarını. 

Çocuklar onurlarına çok düşkün yetiştirilmiş olduklarından mı, yoksa bu olağanüstü öğretmen Rus insanının duyarlı yüreğinde mucizeler yaratan şu ünlü "İleri!" sözcüğünü çocuklara bakışlarıyla söylerdi de ondan mı, gençler okulu bitirir bitirmez nerede engel, zorluk varsa onu arar, nerede büyük ruh gücü isteyen bir iş varsa doğruca onun üzerine giderlerdi. Bu özel sınıfa pek az öğrenci kabul ettiği için, buradan çıkanların sayısı da pek azdı, ama tümünün burnu barut yanığıydı bu öğrencilerin. Nice akıllı, çok başarılı öğrenci, üstelik de son derece hafif görevlerde çalışırken bile sudan bahaneler öne sürerek veya yaşadıkları kişisel tatsızlıkları gerekçe göstererek ya işlerini bırakır ya tembelleşir ya da aptallaşıp rüşvetçilerin oyuncağı haline gelirken, Aleksandr Petroviç'in eğitiminden geçenler hem hayatı hem de insan ruhunu tanıdıklarından, en ağır, zorlu işlerde yakınmadan çalıştıkları gibi, rüşvetçi ve ahlaksız insanlar üzerinde de olumlu etkilerde bulunurlardı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro