Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Kısım İki | Bölüm Altı

"Yok, ben böyle yapmam!" diye geçirdi içinden Çiçikov; yeniden açık arazide, bozkırın ortasındaydı. "Ben asla böyle yapmam. İşler yolunda gider ve Tanrının izniyle yüklüce bir para yapabilirsem, ben asla böyle yapmam: Elbet aşçım da olur, evim de, ama topraklarımda yürütülen tarımsal çalışmalar da tam gerektiği gibi olur. Her şey ucu ucuna denk getirilir; sonra Tanrı doğurgan bir eş nasip ederse eğer, gelecek kuşaklar için her yıl bir miktar birikim yapılır..."

— Hey sen, salak! Salakların en salağı!

Selifan'la Petruşka, her ikisi birden, oturmakta oldukları arabacı yerinden dönüp arkalarına baktılar.

— Nereye gidiyorsun?

— Albay Koşkarev'e gidilecek diye emir buyurmuştunuz Pavel İvanoviç! –dedi Selifan.

— Peki yolu sorup öğrendin mi?

— Efendim, bendeniz bildiğiniz gibi hep generalimizin ahırlarında, arabanın onarımına yardımcı oluyordum... Ama Petruşka arabacının birine bir şeyler soruyordu...

— Beni delirtme salak! Kaç kez söyledim sana Petruşka'ya güvenme diye! Odun kafalının tekidir Petruşka dediğin adam!

Efendisine göz ucuyla kaçamak bir bakış fırlatan Petruşka:

— Öyle içinden çıkılmayacak, karmaşık bir durum yok ki ortada, –dedi.– Şu tepeyi indikten sonra dümdüz gideceğiz, hepsi bu!

— Sen hele hiç ağzını açma! Sorsam tek damla bile içmedim dersin, ama kim bilir ne kadar içtin şu berbat ev votkasından? Şu anda da ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu biliyorum!

Baktı ki konu bambaşka yerlere çekiliyor, Petruşka önüne döndü. Kimseye sorulacak bir şey olmadığını söylemek istemişti o, ayıptı artık bu kadar çocuk oyuncağı bir adresi sormak!

— Araba harika oldu efendim! –dedi Selifan, arkaya yarım dönerek.

— Ne?

— Arabanız, diyordum Pavel İvanoviç, kolyaska değil, sanki briçka! Yağ gibi akıp gidiyor! En ufak bir sarsıntı yok!

— İşine baksana sen! Arabayı soran mı oldu sana?

Selifan kırbacını yan atın sağrısına hafifçe dokundurup Petruşka'ya döndü:

— Barin Koşkarev, köylülerini Almanlar gibi giydiriyor diyorlar: Uzaktan hiç anlamıyormuşsun, Alman zannediyormuşsun. Kadınlar da öyle bizim eşarplardan, atkılardan falan bağlamıyorlarmış başlarına, "kapor" dedikleri Alman işi başlıklar giyiyorlarmış. Yani bu "kapor" Almancası oluyor.

Selifan'a takılmak isteyen Petruşka:

— Seni de Almanlar gibi kuşandırıp başına da şu kaporlardan bir tane giydirsek ne yakışırdı ama! –deyip burnundan kıh kıh güldü. Ancak bu gülüş sırasında yüzü hapşırmak isteyip de hapşıramadan kalakalmış nezleli birinin yüzü gibi donakaldı adeta.

Çiçikov, bu ikisinin neler çevirdiğini anlamak için aşağıdan uzanıp Petruşka'nın yüzüne baktı: "Adama bak, kendine hayran! Nasıl da yakışıklıymış gibi pozlar veriyor!" diye düşündü. Şunu da belirtmemiz gerekir ki Pavel İvanoviç'in Petruşka'nın kendi güzelliğine hayran olduğundan hiç kuşkusu yoktu. Oysa Petruşka'nın hele şu son sıralarda bir suratı olup olmadığını bile unuttuğu zamanlar oluyordu.

Oturduğu yerden yarım geriye dönen Selifan:

— Ah, Pavel İvanoviç, Andrey İvanoviç'ten Benekli yerine bir at isteseydiniz, dostluğunuz hatırına muhakkak verirdi size. Çünkü Benekli olacak bu melun, at değil tam bir baş belası!

— İşine bak, işine bak! Gevezelik etme! –dedi Çiçikov, sonra da içinden "Gerçekten de, niye akıl edemedim ben bunu?" diye düşündü.

Hafif bir tırısla yol alıyordu araba. Yolun pek düzgün olmamasına karşın, yokuşları çıkarken de, inerken de yağ gibi gidiyordu. Tepeyi aştılar, bir derenin kıvrımlarını izleyerek, değirmenlerin hemen önünden, çayırlar arasında gitmeye başladılar. İleride görünüp yiten bir kumluk var gibiydi. Tablo güzelliğindeki söğüt korulukları birbiri ardınca geride kalıyor, sorkunların, kızılağaçların, gümüşsü akkavakların aşağı sarkan dallarına çarpmamak için, arabacı yerinde oturmakta olan Selifan'la Petruşka başlarını eğiyorlardı. Dalların şapkasını ikide bir düşürmesinden bıkan Petruşka, pek ciddi bir yüzle yerinden fırlıyor, elini kolunu sallayarak aptal ağaca da, onu oraya diken sahibine de verip veriştiriyor, ama şapkasını bağlayacağına ya da hiç değilse eliyle tutacağına, bir daha olmaz umuduyla yeniden yerine oturuyordu. Ağaçlar giderek daha da sıklaştı, çamlara ve söğütlere kayınlar da eklendi, çok geçmeden de güneş ışığı görünmez oldu, ortalık iyice karardı. Derken, birdenbire ağaçların arasından hızla bir ışık kaydı, bunun ardından da sanki oraya buraya aynalar yerleştirilmiş gibi birtakım ışık çakışları göz aldı. Orman ışımaya, aydınlanmaya başladı; ağaçlar giderek seyrekleşti; birtakım bağırışlar duyuldu ve birdenbire tüm göz alıcılığıyla bir göl çıkıverdi karşılarına. Çevresi ağaçlıklı, gerisinde bir köy bulunan, dört versta genişliğinde bir göldü bu. Yirmi kadar adam, kimi beline, kimi omuzlarına, kimi de boğazına kadar suyun içinde, ağır olduğu anlaşılan bir ağı zorlanarak karaya çekmeye çalışıyorlardı. Orta yerde de eni boyuna eşit, karpuz gibi tostoparlak bir adam ha bire bağırıyor, el kol işaretleri yapıyordu. Bu yapısından dolayı suya batması olanaksızdı, kendisi batmak istese de su onu muhakkak yukarı çıkarırdı. Hatta üzerine irikıyım iki adam oturtsalar bile, inatçı bir hava kabarcığı gibi gene yukarı yükselir, olsa olsa adamların ağırlığından biraz oflar puflar, o arada da ağzından burnundan biraz su fışkırırdı.

Selifan geriye doğru yarım dönerek:

— Efendim, işte aradığımız Albay Koşkarev. –dedi.

— Bak sen! Nereden anladın?

— Arz edeyim efendim: Öncelikle teni ötekilerden daha beyaz; sonra da halinde havasında ben beyim diyen bir saygınlık var.

O arada sesler yaklaştı, daha duyulur oldu. Karpuzu andıran bey, telaşla bağırdı:

— Denis! Ağın ucunu Kuzma'ya ver! Kuzma! Denis'in uzattığı uçtan tut! Büyük Foma, Küçük Foma'nın oraya! Sağa geç, sağa geç! Sallanma! Dur, Tanrı cezanızı versin! Sersemler, beni de doladınız ağa! Beni de ağa doladınız diyorum, sersemler!

Ağın sağ ucunu çekenler durdular, çünkü gerçekten de efendileri ağa dolanmıştı.

— A-aa, şuraya bak, beylerini balık gibi ağla çekiyorlar! –dedi Selifan, Petruşka'ya.

Ağdan kurtulmak isterken sağa sola yalpalayan bey sırtüstü devrildi; kocaman göbeği duba gibi suyun üzerindeydi, ama bacaklarıyla ağa iyice dolanmıştı. Ağı kopartmaktan korktuğu için yakalanan balıklarla birlikte hafif hafif yüzüyor, adamlarına telaşla kendisini iple yandan çekmelerini emrediyordu. Bedenine bir halat sarıp, halatın ucunu kıyıya attılar. Kıyıda duran yirmi kadar balıkçı, hep birlikte tuttukları halatı ağır ağır çektiler. Suyun derin olmayan yerine gelince bey ayaklarını yere bastı, yazın file eldiven takan güzel hanımların kolları gibi üzeri ağla kaplıydı. Başını kaldırınca kıyıya inen arabayı ve arabadaki yolcuyu gördü. Başıyla Çiçikov'u selamladı. Çiçikov da şapkasını çıkarıp, arabadan selama karşılık verdi.

Ardı sıra ağa yakalanmış balıkları da sürükleyerek karaya doğru yürürken bir yandan da banyodan çıkan Medici Venüsü gibi, bir elini gözüne götürüp güneşe karşı siper yaparak:

— Yemeğinizi yediniz mi? –diye sordu.

— Hayır! –dedi Çiçikov.

— Tanrının sevgili kuluymuşsunuz!

Çiçikov, başından çıkardığı şapkası hâlâ elinde:

— O niye? –diye sordu.

— İşte bunun için! –dedi bey; ayağının dibinde bir arşın havaya zıplayan balıklar vardı.– Ama siz bunları boş verin... asıl ganimet arkada! Bakın! Hey, Büyük Foma! Göstersene şu mersin balığını! –İki güçlü kuvvetli köylü binbir zorlukla arkadaki bir fıçının içinden bir heyulayı kaldırdılar.– Nasıl ama! Nehirde buldum bu prensi!

— Gerçekten de bir prens bu! –dedi Çiçikov.

— Hadi siz önden gidin, ben de ardınızdan geliyorum! Arabacı! Şu az aşağıdaki bostanı görüyor musun, işte oradaki yoldan gideceksin kardeş... Hey, Küçük Foma, koş, bostanın çitini kaldır! Ben de hemen arkanızdan geliyorum.

"Biraz tuhaf bir adam albay," diye düşündü Çiçikov, sonunda gölü arkalarında bırakıp, kimi kaz sürüsü gibi hep bir örnek dağın yamacına dağılmış, kimi aşağıdaki sulu çayırlıkta kalın kazıkların üzerinde balıkçıl kuşları gibi duran evlere doğru yaklaşırlarken. Bütün evlerin önünde, bahçelerde, çitlerde ağlar asılıydı. Küçük Foma bostanın kapı işlevi gören çitini kaldırdı, bostana giren kolyaska çok geçmeden eski ahşap kilisenin önündeki küçük meydana ulaştı. Az ileride, kilisenin arkasında bey evinin çatısı görülüyordu.

"İşte geldim bile!" diye bir ses duyan Çiçikov çevresine bakınınca albayı gördü: Giyinip kuşanmış, yaylısıyla hemen öteden geçiyordu. Üzerinde sarı bir pantolonla yeşil bir ceket vardı. Kravat takmamıştı, Aşk Tanrısı gibi yaramaz çocuk havalarındaydı... Arabasında hafif yanlamasına oturmuş, her yeri kaplamıştı. Çiçikov kendisine bir şey söyleyecek olduysa da, şiş göbek bir anda gözden yitip gitti. Yaylı, ağların çekildiği yerdeydi şimdi ve beyin sesi duyuluyordu: "Turnayla sazanları aşçıya götürün, mersin balığını da buraya, yaylıya koyun." Sonra daha yüksekten çınladı sesi: "Büyük Foma! Küçük Foma! Kuzma! Denis!" Çiçikov, bey evinin merdivenlerinin önüne vardığında büyük bir şaşkınlıkla, şiş göbek beyin kollarını açmış kendisini kucaklamaya hazırlandığını gördü. Ne zaman gelivermişti gölün oradan buraya, anlaşılır gibi değildi. Kucaklaşıp üç kez öpüştüler.

— Ekselanslarının selamlarını getirdim size!

— Hangi ekselanslarının?

— Akrabanız General Aleksandr Dmitriyeviç'in!

— Aleksandr Dmitriyeviç mi? O kim?

Çiçikov, şaşırmış:

— General Betrişçev! –dedi.

— Özür dilerim, tanımıyorum.

Çiçikov iyiden şaşırdı.

— Ama nasıl olur? Bana hiç değilse şu anda kendisiyle konuşmak şerefine nail olduğum kişinin Albay Koşkarev olmadığını söylemeyin!

— Bendeniz Pyotr Petroviç Petuh, efendim! Petuh, Pyotr Petroviç! –dedi ev sahibi.

Kafası büsbütün karışan Çiçikov, ağzı açık kalakaldı.

Biri yukarıda, arabacı yerinde, öbürü aşağıda kapının önünde, gözleri hayretten fırlamış, ağızları açık duran Selifan'la Petruşka'ya doğru dönerek:

— Sizi ahmaklar! –dedi.– Nasıl böyle bir şey yaparsınız? Ben size Albay Koşkarev'e gideceğiz demedim mi? Oysa siz ne yaptınız: Pyotr Petroviç Petuh'a getirdiniz beni!

— Ellerine sağlık, çok da iyi yaptılar! –dedi Pyotr Petroviç, sonra Selifan'la Petruşka'ya döndü:– Ödül olarak sizlere birer maşrapa votka çocuklar! Mutfağa gidin ve votkanızı devirin! Üzerine de birer dilim balıklı börek! Afiyet şeker olsun! Hadi bakalım, atları arabadan ayırıp ahıra götürün, sonra da doğruca mutfağa!

— Bu beklenmedik yanlıştan dolayı lütfen üzüntülerimi kabul edin! –dedi Çiçikov.

— Ne yanlışı! –dedi coşkuyla, Pyotr Petroviç Petuh,– Yanlış falan yok ortada! Önce sizin için hazırlanan yemeği bir yiyin, sonra yeniden değerlendirirsiniz ortada bir yanlış olup olmadığını! –Sonra Çiçikov'un koluna girerek:– Lütfen, şöyle buyursunlar efendim! –diyerek kendisini evin içine götürdü.

Çiçikov, kapıdan ev sahibinin de kendisiyle birlikte geçmesi için hafif yan döndü, ama olmayacak bir şeydi bu. Hem zaten ev sahibinin de ortalıkta gözüktüğü yoktu, yine bir anda gözden yitivermişti. Avludan sesi geliyordu: "Sana söylüyorum Büyük Foma! Neden hâlâ getirilmedi o buraya? Hey, alık Yemelyan, fırla hemen, aşçıya git ve mersin balığını bir an önce temizlemesini söyle. Sütü, havyarı ve işkembesi balık çorbasına konacak! Çapakbalıkları da çorbaya! Sazanlar soslu olacak! Yengeçler! Yengeçleri ne yaptınız? Ah seni Küçük Foma olacak alık... yengeçler nerede? Yengeçler diyorum... yengeçler!" Epey sürdü yengeçlerin hesabının sorulması.

"Zavallı adamcağız, perişan oldu bağırıp çağırmaktan!" diye geçirdi içinden Çiçikov, kendini bir koltuğa atarken.

— İşte huzurlarınızdayım! –dedi ev sahibi; rüzgâr gibi dalıvermişti içeri; üzerlerinde yazlık ceketler bulunan iki de delikanlı geliyordu ardı sıra. İncecik, söğüt dalı gibiydi oğlanlar ve babalarından neredeyse bir arşın daha uzundular.

— Oğullarım! –dedi Pyotr Petroviç.– İkisi de lisede. Okulları tatile girince buraya geldiler. Nikolaşa, sen konuğumuzla ilgilen! Aleksaşa, sen de benimle gel!

Ve Pyotr Petroviç Petuh yeniden gözden kayboldu.

Çiçikov, Nikolaşa'yla ilgilendi. Konuşkan bir çocuktu Nikolaşa. Okudukları lisenin pek iyi olmadığını söyledi: Kimin annesi daha pahalı armağanlar gönderirse, o öğrencilere daha çok güler yüz gösteriliyordu okulda; kentlerinde İngermanland'dan gelen bir hassa alayı konaklıyordu; bölük komutanı Vetvitskiy'nin atı albayın atından daha iyiydi.

— Babanın topraklarından, çiftliğinden söz et biraz Nikolaşa! –dedi Çiçikov.

— Her şey ipotekli! –Yeniden salonda beliriveren baba söylemişti bunu.– Evet, her şey ipotek altında!

İşleri sarpa saran, daha doğrusu tepetaklak gitmeye başlayan insanların dudaklarındaki kımıltıların aynısı görüldü Çiçikov'un da dudaklarında.

— Neden ipotek ettirdiniz?

— Herkes toprağını ipotek ettiriyordu, ben de ettirdim. Onlara uymuş olmak için. Çıkarımıza imiş arazimizin ipotekli olması. Sonra ömrümüz buralarda geçti, gidip biraz da Moskova'larda yaşasak fena olmaz diye düşündük.

"Su katılmamış bir sersem bu adam! Her şeyini kaybedecek, çocuklarını da mahvedecek. Şu güzelim köy bırakılır mı: Sıcak ahır, sallama yem!"

— Ne düşündüğünüzü söyleyeyim mi? –dedi Petuh.

Çiçikov şaşırdı:

— Söyleyin.

— "Ne sersem bir adam şu Petuh," diye düşündünüz. "Hem yemeğe çağırdı hem de hâlâ yemek falan görünmüyor ortalıkta!" Ama inanın çoğu gitti azı kaldı: Kel kız saçlarını örmeden yemek önümüzde olacak!

O sırada Aleksaşa pencereden bakarak:

— Baba! Platon Mihalıç geliyor! –diye bağırdı.

Nikolaşa pencereden sarktı:

— Evet, doru atının sırtında! –dedi, sonra kardeşine döndü:– Sence bizim kara kısraktan daha mı iyi onun dorusu?

— Aslında daha iyi değil... ama bana sorarsan birbirine hiç benzemeyen iki at onlar.

Çocuklar doruyla karanın benzerliklerini, ayrılıklarını tartışırlarken, odaya uzun boylu, sarı kıvırcık saçlı, kara gözlü, gerçekten yakışıklı bir adam girdi. Ardında tasmasını şakırdatıp duran, ağzı yüzü korkunç bir köpek vardı.

— Yemeğinizi yediniz mi? –diye sordu Pyotr Petroviç Petuh konuğa.

— Yedim, –dedi konuk.

— Ne yani, buraya benimle alay etmeye mi geldiniz o zaman? –İçerlemişti Petuh.– Yemeğimi de yemeyecekseniz eğer, ne yapayım ben sizi?

— O zaman Pyotr Petroviç, –dedi konuk gülümseyerek,– içiniz rahat etsin: Yemekte hiçbir şey yemedim, iştahım yoktu.

— Öyle bir mersin balığı şereflendirdi ki ağımızı!.. Kadife sazanları hiç saymıyorum!

— Doğrusu sizi kıskançlıkla izliyorum! –dedi konuk.– Nasıl böyle neşeli olabildiğinizi bana da öğretir misiniz? Hiç mi canınız sıkılmaz sizin?

— Niye canım sıkılsın ki? İnsaf edin!

— Niye mi canınız sıkılsın? Her şey can sıkıcı da ondan!

— Bence az yemek yediğiniz için canınız sıkılıyor sizin. Lezzetli şeylerden bol bol yiyin bakalım canınız sıkılıyor mu? Bu canı sıkılmalar falan hep yeni çıktı, eskiden kimse böyle şeyler bilmezdi!

— Canım yapmayın! Sanki sizin hiç mi sıkılmıyor canınız?

— Hiç! Zamanım yok ki canımın sıkılmasına. Sabah uyandın, çayını içeceksin... kâhya gelmiş beklemektedir... ötede balık ağı seni bekler... derken öğle yemeği hazırdır, seni bekler. Öğle yemeğinden sonra doğru dürüst bir şekerleme bile yapamadan, bir bakarsın, akşam yemeğin hazırlanmış, seni bekler durur! Derken aşçı gelir tepene dikilir, yarın pişirilecek yemekleri sorar. Hani nerede can sıkılmasına zaman?

Bu konuşmalar sırasında Çiçikov dikkatle konuğu inceliyordu.

Platon Mihalıç Platonov'un, Akhilleus ve Paris karışımı bir tip olduğu söylenebilirdi. Dal gibi uzun ve inceydi, yakışıklıydı, sağlıklıydı. Bütün olumlu özellikleri üzerinde toplamış gibiydi. Hafif bir alay hissedilen uçuk bir gülümsemesi vardı ki gerçekten pek hoştu ve yakışıklılığını da büsbütün artırıyordu. Ama bütün bunlara karşın bir tür dalgınlık, uykululuk diye tanımlanacak bir hali de vardı. Tutkular, üzüntüler, her gün yaşanan nice ruhsal dalgalanmalar güzel, temiz, diri, sağlıklı yüzünde hiçbir kırışıklık yaratamamıştı, ama öte yandan bu yüze o uykulu havasını giderecek bir canlılık da katamamışlardı.

— Haddini bilmezlik olarak nitelendirmezseniz eğer, –diye başladı Çiçikov,– hele sizin görünüşünüze sahip birinin nasıl olup da sıkılabildiğini anlamak doğrusu benim için de pek kolay değil. Kuşkusuz başka birtakım nedenler de olabilir: Ne bileyim, para sıkıntısı çekmeniz ya da birtakım düşmanlarınızın olması gibi, ki malum, bunlar bazen insanın canına bile kastederler...

— Sorun da burada işte, –dedi Platonov.– Bunların hiçbiri yok hayatımda! İnanır mısınız, bazen birtakım kaygılarım, heyecanlarım, telaşım falan olsun istiyorum. Hiç değilse biri çıkıp tepemi attırsa! Ama ne gezer! Varsa yoksa can sıkıntısı!

— Doğrusu anlayamıyorum! Acaba topraklarınız ve köylüleriniz mi yeterli değil?

— Hiç ilgisi yok! Kardeşimle benim on bin desyatin[41] toprağımız ve bu topraklarda çalışan bin köylümüz var!

— Ve siz yine de sıkılıyorsunuz, öyle mi? Doğrusu anlaşılır gibi değil! Topraklarınızla gereğince ilgilenilmediği için az ürün alınıyor olmasın? Belki de köylülerinizden çok ölen vardır?

— Tam tersine, kardeşim harika bir çiftçidir, topraklarımızla yakından ilgilenir ve biz her zaman en yüksek ürünü alırız.

— Hiç anlamıyorum! –dedi Çiçikov, omuzlarını hafif yukarı kaldırarak.

Ev sahibi:

— Şimdi bütün sıkıntılarımız sona erecek! –dedi.– Aleksaşa, fırla hemen, aşçıya balıklı böreği göndermesini söyle! Hımbıl Yemelyan'la hırsız Antoşka hangi cehennemdeler? Mezeler neden getirilip şimdiden masaya yerleştirilmiyor?

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro