Kısım Bir | Bölüm Yirmi Bir
Memurlar, kuşkusuz, bu varsayımı da pek inandırıcı bulmadılar, ama yine de biraz düşününce buna yakın fikirler öne sürenler oldu: Çiçikov yüzünü hafif yan döndüğünde gerçekten de Napolyon'u andırmıyor muydu? 1812 savaşına da katılan ve Napolyon'u gözleriyle gören emniyet müdürüne göre, Napolyon boy olarak kesinlikle Çiçikov'dan daha uzun değildi; beden yapısı olarak da tıknazdı, yani ne fazla şişmandı, ne de fazla zayıf. Bütün bunları gerçeğe uygun bulmayan okurlar olacaktır; yazar da bu okurlarla aynı düşüncede olduğunu bildirmeye hazırdır, ancak ne yazık ki her şey tam da burada anlatıldığı gibi olup bitmiştir. İşin belki daha da şaşırtıcı yanı, olayların geçtiği kentin, öyle Rusya'nın derinlerinde falan değil, her iki başkentimize de yakın sayılabilecek bir yerde bulunmasıydı. Öte yandan hatırlatmamız gerekir ki bütün bunlar Fransızların topraklarımızdan kovulmalarından hemen sonra oluyordu. O sıralar memlekette ne kadar çiftlik sahibi, memur, tüccar, tezgâhtar, bekçi, ayakçı varsa, biraz okuma yazma bilen herkes, hatta hiç okuması yazması olmayanlar, en az bir sekiz yıl boyunca başımıza politikacı kesildiler; "Moskova Haberleri", "Anayurdun Oğlu" gibi gazeteler ellerden düşürülmedi, okunmaktan lime lime oldular.
"Yulafın ölçeği kaçtan gidiyor be hısım?" – "Dün düşen kar bir işe yarar mı ki?" sorularının yerini, "Gazeteler ne yazıyor, yine mi salıvermişler Napolyon'u adadan?" gibi sorular aldı. Tüccarlar bu olasılıktan dehşetli korkuyorlardı, çünkü üç yıldır yatmakta olduğu zindandan salıverilen bir yalancı peygamberin söylediklerine körü körüne inanmışlardı. Nereden geldiği bile belli değildi adamın; ayaklarında huşağacı kabuğundan çarıklar, sırtında iğrenç balık kokuları yayan ham deriden bir kepenek vardı ve Napolyon'un Deccal olduğunu, yedi deniz ötesinde, altı kat kale duvarı gerisinde zincire vurulmuş olarak tutulduğunu, ama bir gün zincirlerini kırıp buradan kurtulacağını ve dünyayı ele geçireceğini söylüyordu. Yüreklere korku salan bu sözlerinden dolayı tabii ki yalancı peygamberi hemen çalyaka edip yeniden zindana attılar, ama beri yandan da adam yapacağını yapmış, tüccar takımının yüreğine büyük korku salmıştı. Yaptıkları iyi bir alışverişten sonra başarılarını kutlamak için çay içmeye lokantalara giden tüccarlar uzunca bir süre daha hep Deccal konusunu konuştular.
Yalnız tüccarlar da değil, pek çok memur ve soylu arasında da konuşmalar hep bu konu çevresinde döndü, o sıralar bilindiği gibi çılgınca bir modaya dönüşmüş olan gizemcilik akımının da etkisiyle, "Napolyon" sözcüğünü oluşturan her harfte özel birtakım anlamlar bulundu, hatta aralarında bu harfleri apokaliptik sayılarla özdeşleştirenler bile çıktı.[37] Yani memurların bu konu üzerinde bu türden düşünceler üretmelerinde şaşılacak bir yan yoktu; ancak bir süre sonra, düş güçlerini galiba biraz fazla tırısa kaldırmış olduklarını fark ettiler: Yani işler onların düşündüğü gibi değildi. Düşündüler, taşındılar, doluya koydular olmadı, boşa koydular dolmadı, sonunda Nozdrev'i bir kez daha şöyle esaslı bir şekilde sorgulamaya karar verdiler. Mademki ölü canlar sözünü ilk ortaya atan oydu ve Çiçikov'la da samimi diye nitelenebilecek bir ilişkisi vardı, o zaman onun yaşamına ilişkin ayrıntılı, elle tutulur bilgilere sahip olması de gerekirdi; bir kez daha deneyeceklerdi Nozdrev'le konuşmayı, bakalım neler anlatacaktı.
Doğrusu tuhaf insanlar şu memur beyler... yalnız onlar da değil, öbür unvanlılar da: Nozdrev'in büyük bir yalancı olduğunu, tek bir sözüne bile inanılamayacağını hepsi biliyordu, yine de dönüp dolaşıp ona başvuruyorlardı. Gel de şu insanoğlunu anla! Tanrıya inanmaz, ama burun kökü kaşınırsa öleceğine inanır; bir ozanın yalınlığın yüce bilgeliğini yansıttığı, baştan sona uyum içindeki yapıtını es geçer, bir gözü karanın eğip bozduğu, iğdiş ettiği bir tuhaf yapıt üzerine, "İşte yüreklerin gizinin bilgisi! İşte gerçek yapıt" diye haykırır. Ömrü boyunca doktorları küçümser, sonunda çaresiz, tuh tuh diye insanın yüzüne tüküren üfürükçü kocakarılara başvurmak zorunda kalır, hatta bunun da ötesine geçip kendisi ne idüğü belirsiz birtakım otlar kaynatır ve nedense özellikle bu karışımın hastalığına iyi geleceğine inanır. Durumlarının zorluğu nedeniyle memurlar bir ölçüde bağışlanabilir. Boğulan adam suyun üzerindeki bir yongaya bile tutunmaya çabalarmış.
O anda anlaşılan bilincini yitiriyor insan ve yonganın üzerinde ancak bir sineğin yüzebileceğini, kendisininse nereden baksan, beş pud demeyelim ama dört pud çektiğini düşünemiyor. Bizim memur beyler de işte tıpkı bu şekilde Nozdrev'e sarılmışlardı. Emniyet müdürü hemen Nozdrev'i akşam yemeğine çağıran bir pusula yazıp, al yanaklı, süvari çizmeli bir bekçiyle gönderdi. Nozdrev çok önemli bir işle meşguldü ve dört gündür odasından dışarı çıkmamış, kimseyi odasına almamıştı; yemeklerini bile küçük servis penceresinden vermişlerdi kendisine, hatta bu yüzden zayıflamış, yüzünün rengi yeşile çalmıştı. Aşırı özen, titizlik, dikkat istiyordu uğraştığı iş: Düzinelerce iskambil destesinden seçtiği kâğıtlar üzerinde çalışarak, sıkı bir dosta güvenir gibi güvenebileceği, kusursuz işaretlenmiş bir iskambil destesi hazırlıyordu. En azından iki haftalık daha işi vardı; bu süre içinde Porfiri köpeğini günde üç kez sabunla yıkamak ve özel bir fırçayla fırçalamak zorundaydı.
Bu son derece duyarlı çalışması sırasında kendisini rahatsız ettikleri için çok kızdı Nozdrev. Kılıcını tuta tuta kendisine pusulayı getiren bekçiye önce epeyce bir kızıp söylendi, ama sonra pusulayı okuyup da yemekte acemi bir oyuncunun da bulunacağını öğrenince, bu işten kazançlı çıkabileceğini düşünerek yumuşadı; kapısını kapatıp eline ilk geçen giysiyi üzerine geçirdi ve doğruca çağrıldığı adrese yollandı. Nozdrev'in anlattıkları, tanıklığı ve varsayımları, memur beylerin düşündüklerine öylesine aykırıydı ki adamcağızların kafası büsbütün karıştı. Son derece kesin konuşuyordu Nozdrev, anlattıklarında en ufak bir kuşku, belirsizlik yoktu. Memur beyler düşüncelerinde ne kadar kararsız, ürkekseler, Nozdrev o kadar kararlı, sarsılmazdı. Sorulara en ufak bir duraksama göstermeden, tam bir güvenle karşılık veriyordu. Çiçikov'un birkaç bin ölü can almış olabileceğini, ona kendisinin de ölü can sattığını, çünkü satmaması için ortada bir neden bulunmadığını açıkladı.
Çiçikov casus olabilir mi, araştırdığı, öğrenmeye çalıştığı bir şeyler var mı sorusuna karşılık olarak da Nozdrev ilköğretim yıllarını birlikte geçirdiklerini ve onun okul yıllarındayken de ispiyonculuk yaptığını, bu yüzden kendisine "curnalci" dediklerini anlattı. Hatta curnalciliği yüzünden arkadaşları kendisini sıkı bir şekilde dövmüşlerdi ve doğrusu Nozdrev de dövenler arasında yer almıştı; dayak faslından sonra yalnızca şakaklarına iki yüz kırk sülük yapıştırmak zorunda kalmışlardı, yani aslında yapıştırdıkları kırk sülüktü de, nasıl olduysa, kendiliğinden, bir de iki yüz sözcüğü dökülüvermişti ağzından. Çiçikov'un sahte para basıp basmadığıyla ilgili soruya ise, para sahteciliği konusunda bir numara olduğunu söyledi. Hatta bir seferinde evinde iki milyon tutarında sahte banknot bulunduğu haber alınınca, ev mühürlenip her kapısına silahlı iki asker dikilmiş, ama yine de Çiçikov bir gece içinde bütün sahte paraları değiştirmeyi başardığı için ertesi gün mühürler sökülüp de bakıldığında bir tek sahte banknot bulunamamıştı. Çiçikov'un valinin kızını kaçırmasına ve bu işte kendisinin de ona yardım etmesine ilişkin soruya ise Nozdrev, evet, yardım ettiğini, zaten kendisi olmasa onun tek başına bir şey başaramayacağını söyledi.
Sonra birden aklı başına gelip, bu gereksiz yalanıyla başını derde sokabileceğini düşündüyse de, dilini tutmayı başaramadı. Aslında bu o kadar da kolay değildi, çünkü insanı alıp götüren, son derece ilginç ayrıntılar dökülüyordu ağzından: Nikâhın kıyılacağı kilisenin bulunduğu köyün ve papazın adını bile verdi: Truhmaçevka köyünde Peder Sidor kıyacaktı nikâhı. Papazın nikâh için yetmiş beş rubleye razı olması da Nozdrev sayesindeydi: Zahire tüccarı Mihail ile çocuğunun vaftiz anası arasındaki nikâh yasalara aykırıydı; Nozdrev'in Peder Sidor'u bu yasa dışı işlem yüzünden hükümete ihbar etme tehdidi üzerine korkan papaz işi yetmiş beş rubleye bitirmekle kalmayıp, kendi arabasını bile emirlerine vermiş, hatta her menzil istasyonunda atların değiştirilmesini de üstlenmişti. Nozdrev işi arabacıların adlarını vermeye kadar götürdü. Napolyon konusunu açacak oldular, ama Nozdrev onları açtıklarına açacaklarına pişman etti, çünkü öyle uçuk kaçık şeyler anlatmaya başladı ki memurcağızlar göğüs geçirip her biri bir yana dağıldı; bir tek emniyet müdürü uzunca bir süre daha dinledi Nozdrev'i, hani acaba bir şekilde anlamlı bir şeyler yakalayabilir miyim diye, ama sonunda olur şey değil deyip o da pes etti.
Ne yaparsan yap, ne kadar uğraşırsan uğraş, öküzden tek damla süt çıkmayacağı gerçeğinin bir kez daha doğrulandığını gören memur beyler eskisinden de kötü bir durumdaydılar: Çiçikov'un kim olduğunu, nasıl biri olduğunu öğrenme umutları bile kalmamıştı artık. Şu insanoğlu ne biçim bir yaratıktı! Kendisi değil de başkaları söz konusuysa eğer, sözleri dinlenir bulunuyor, her konuda akıllıca, bilgece laflar ettiği düşünülüyordu. Yaşamın zorlukları karşısında ne kadar ihtiyatlı olduğu, yerli yerinde davrandığı, sağlam bir tutum aldığı konuşuluyordu. "Gördün mü hünerli adamı!" deniliyordu. "Ne kadar tutarlı! Sağlam karakter diye buna derim ben!" Ama başı derde girmeye görsün, o hünerli, tutarlı, sağlam karakterli adam gidiyor, yerine acınası bir korkak, bir zavallı, hatta Nozdrev'in deyişiyle sünepenin, mıymıntının teki geliyordu.
Tüm bu söylentiler, dedikodular, fısıltılar nedense en çok zavallı savcıyı etkilemişti. O denli derinden etkilenmişti ki savcı, evine dönünce düşünmeye başlamış, düşünmüş, düşünmüş, sonra da birdenbire ölüvermişti. İnme mi inmişti, yoksa başka bir şey mi olmuştu, bilinmez, ama sandalyesinde oturmaktayken birden yüzüstü yere kapaklanmıştı. Evdekiler bağrışmaya başlamış, hep olduğu gibi, ellerini çırpıp "Aman Tanrım!" falan diye haykırmışlardı; hatta biraz kan falan alsın diye doktora adam bile göndermişlerdi, ama sonra savcının ruhunu teslim ettiğini görmüşlerdi. Savcının bir ruhu olduğunu, ancak alçakgönüllülüğünden bunu hiç göstermediğini de ancak o zaman üzüntüyle fark etmişlerdi. Malum, ölüm ister önemli birine gelsin, ister önemsiz birine, aynı ölçüde korkunçtur: Az önce yürüyen, konuşan, iskambil oynayan, masasında çeşitli kâğıtları imzalayan, kırpıştırıp durduğu tek gözü ve gür kaşlarıyla memurlar arasında dolaşıp duran adam, bir anda yemek masasının üzerine uzatılmış, cansız yatmaktaydı: Sol gözü artık hiç kırpılmıyordu, ama kaşlarından biri, sorduğu soruya yanıt bekler gibi havaya kalkmıştı. Rahmetlinin sorduğu soru neydi, niçin ölmüştü, niçin yaşamıştı, bunlar artık yanıtlarını yalnızca Tanrının verebileceği sorulardı.
İyi de, bir tutarsızlık, mantıksızlık yok mu bütün bunlarda? Memurlar nasıl böylesine korkabilirler? Küçük bir çocuk için bile alabildiğine açık ve anlaşılır bir duruma ilişkin olarak kendi yarattığın bir saçmalığa saplanıp kalmak ve gerçeklikten bu denli kopmak, olacak şey mi? Pek çok okur herhalde böyle diyecek, böylesine tutarsızlaşabildiği için yazara verip veriştirecek ya da zavallı memurcağızları aptal olmakla suçlayacaktır; çünkü aptal sözcüğünü pek sever ve cömertçe kullanırız: Yakınları için günde yirmi kez bu sözcüğü kullanmaya hazır olanlar vardır. On özelliğimizden dokuzunun iyi, birinin aptalca olması, aptal diye adlandırılmamıza yeter. Tabii okurlar için durum kolay: Yücelerde, dingin bir köşeleri var onların, önleri ufka kadar göz alabildiğine açık Ama ya aşağılarda, kimsenin en yakınındakinden başkasını göremediği diplerde neler olup bitiyor? İnsanlık tarihinde gereksizliklerinden dolayı keşke hiç olmasalardı denecek, silinip yok edilmek istenecek kim bilir kaç koca yüzyıl vardır? Dünyada kafa karışıklığıyla, şaşkınlıkla kotarılmış, bugün bir çocuğun bile yapmayacağı ne çok şey vardır! Sonsuz gerçeğe ulaşma hevesiyle insanlık, önünde onu görkemli tapınağa, hükümdar sarayına götüren dolambaçsız, açık, aydınlık bir yol dururken, kim bilir hangi cehennemlere uzanan ne ıssız, dar, karanlık, çapraşık yollara sapmıştır! Bütün öbür yollardan daha geniş, daha güzel, gündüz güneşle, geceleri ışıklarla aydınlanmış pırıl pırıl bir yol dururken, insanlar sağır karanlıklara akmayı yeğlediler. Ve kaç kez gökten inen anlamı yitirdiler, uzaklaştılar ondan, yalpaladılar ve güpegündüz kendilerini yeniden yolun izin belli olmadığı sarp yerlere attılar, gözleri kör eden dumanlar içinde bıraktılar birbirlerini, bataklık ışıklarının ardına düşüp de kendilerini uçurum kıyılarında bulduklarında dehşet içinde sordular birbirlerine: "Nasıl çıkacağız? Yol nerede?" Bugünkü kuşaklar her şeyi daha açık görüyor; atalarının akılsızlıklarına şaşırıyor, şaşkınlıklarına gülüyorlar. Boşuna mı göksel ateşle yazıldı bu tarih? Boşuna mı her harf haykırır durur onda? Ve her yandan bütün parmakların doğrudan bu kuşağa yönelmesi boşuna mı? Ama bu kuşak gülüyor ve kendine güvenerek, gururla bir dizi yeni yanılgıya düşüyor: Sonraki kuşakların gülecekleri yanılgılara.
Bütün bu olup bitenlerden Çiçikov'un hiç haberi yoktu. Aksi gibi o gün hafif soğuk almış, boğazı şişmişti. Taşra illerimizin çoğunun iklimi bu açıdan son derece cömerttir. Döl döş bırakmadan –Tanrı korusun– öbür dünyanın yolunu tutmamak için üç gün evden dışarı çıkmadı, bu süre içinde sütte incir kaynatıp, incirini yedi, sütüyle gargara yaptı, yanaklarına da sürekli papatya ve kâfur tamponu uyguladı. Zaman öldürmek için, satın aldığı köylülerin yeni ve ayrıntılı listelerini çıkardı, hatta bavulunda bulduğu Kontes Lavalier diye bır kitabı okudu, küçük tahta sandığındaki nesneleri bir kez daha gözden geçirdi, pusulaları, bazı kâğıtları yeniden okudu ve bütün bunlardan müthiş sıkıldı. Sağlığını sormak için memurlardan hiçbirinin kendisine uğramayışını bir türlü anlayamıyordu; oysa daha düne kadar otelin önünde posta müdürü, savcı, yargıç, birinden birinin arabası eksik olmazdı. Durumu bir türlü anlayamıyor, odasında aşağı yukarı dolaşıp duruyordu.
Sonunda bir gün kendini daha iyi hissetti, temiz havaya çıkabileceğine karar verdi. Zaman yitirmeden hazırlanmaya başladı. Tıraş fırçasını, sabununu çıkardı, bir bardağa sıcak su duldurdu, tıraş olmaya başladı. Epeydir tıraş olmadığı için çoktan vakti gelmişti. Eliyle yüzünü yoklayıp, aynaya bir göz attı: "Orman olmuş!" dedi. Belki orman diye adlandırılamazdı, ama tüm boynu ve çenesi bayağı gür bir bitki örtüsüyle kaplıydı. Tıraşı bitince canlı, enerjik hareketlerle giyinmeye başladı, biraz aşırı gitmiş olacak ki pantolonu giyerken iki bacağını bir paçaya soktu. En son kolonya süründü, paltosunu giydi, önlem olarak boynunu sıkıca sardı ve çıktı. Sokağa çıkmak, hastalıktan kalkan her insan gibi, onun için de bir şenlik oldu. Karşılaştığı her şey, yapılar bile, sanki ona gülümsüyorlardı; karşılaştığı insanlardan kiminin yüzü oldukça ciddiydi ve onu gördüklerinde eğilip yanındakinin kulağına bir şeyler fısıldamışlardı. İlk ziyaretini valiye yapmak niyetindeydi, yol boyu neler neler geldi aklına, kafasında sürekli sarışın kız dönüp duruyordu, hayal gücü hafiften azıtmaya başlayınca kendi kendisiyle dalga bile geçti. Valinin kapısına da böyle bir ruh hali içinde geldi. Sofadaydı ve üzerinden kaputunu çıkarmak üzereydi ki kapıcıdan kendisini son derece şaşırtan şu sözleri duydu:
— İçeri girmenize izin vermemem emredildi!
— Ne? Nasıl? Ne diyorsun sen? Beni tanımadın herhalde? Yaklaş da yüzüme daha dikkatle bak!
— Tanımaz olur muyum sizi? İlk kez görmüyorum ya! –dedi kapıcı.– Ama bir tek size izin vermemem emredildi. Başka herkes girebilir.
— Ya! Peki hangi nedenle, niçin?
— Emir böyle! Böyle gerekiyor! –dedi kapıcı ve son sözüne içinden bir de "evet" ekledi. Eskiden paltosunu almaya koştururkenki sevecenliğinden eser yoktu üzerinde. İçinden şöyle bir şey düşünüyor gibiydi: "Efendilerim seni kapılarının eşiğinden içeri sokmadıklarına göre sersemin teki olmalısın!"
"Anlaşılır gibi değil!" diye geçirdi içinden Çiçikov ve doğruca mahkeme başkanının yolunu tuttu. Ancak başkan onu görünce öyle şaşırdı ki iki sözü bir araya getirmekte zorlandı, saçma sapan şeyler geveledi, sonuçta ikisi de acınası bir halde öylece kalakaldılar. Başkanın yanından ayrılan Çiçikov yolda adamın kem küm söylediklerini düşünüp bunlarla ne demek istemiş olabileceğine epeyce bir kafa yorduysa da hiçbir sonuca ulaşamadı. Sonra sırayla ötekilere uğradı: Emniyet müdürüne, vali yardımcısına, posta müdürüne, ama çoğu ya onu kabul etmediler ya da kabul ettiler ama öylesine yapay, zorlamalı bir halleri vardı, sözleri öylesine dağınık, birbiriyle ilintisiz, anlaşılmazdı ve sonuçta öyle anlamsız, saçma bir noktaya ulaştılar ki Çiçikov hepsinin akıl sağlığından kuşkulandı. Hiç değilse bütün bu tuhaflıkların nedenini öğrenebilmek için birkaç kişiye daha uğradıysa da hiçbir şey öğrenemedi. Amaçsızca dolaşmaya başladı kentte, kafası iyice karışmıştı: Kendisi miydi kafayı oynatan, yoksa memurlar mı? Düş müydü bütün bunlar, yoksa gerçek mi? Sabah şen şakrak bir havayla çıktığı otele geç vakit, hava karardıktan sonra döndü; can sıkıntısından, çay hazırlamalarını söyledi kendisine. İçinde bulunduğu durumun tuhaflığı üzerine dalgın dalgın düşünürken bir yandan da çayını dolduruyordu ki birden oda kapısı açıldı ve içeri Nozdrev daldı.
Kasketini çıkarırken:
— Dostu dosttan ayıracak uzaklık yoktur! –dedi.– Geçiyordum, bir baktım pencerende ışık var, "hadi dostuma bir uğrayayım, umarım yatmamıştır daha," dedim. A, ne güzel, çay içiyorsun ha? Ben de içerim bir fincan. Bugün öğle yemeğinde öyle abur cubur şeyler tıkındım ki eminim az sonra midemde hareketlenme başlar. Söyle de bana bir pipo doldursunlar! Pipon nerede?
— Ben pipo içmem, –dedi Çiçikov, soğukça.
— Hadi oradan! Sanki ben bilmiyorum nasıl bir tiryaki olduğunu! Hey, kimse yok mu? Neydi uşağının adı? Hey, Vahramey, bak bakayım buraya!
— Vahramey değil, Petruşka!
— Yok canım! Vahramey'di senin uşağının adı!
— Hiçbir zaman Vahramey adında bir uşağım olmadı!
— A, öyle ya, Derebin'in uşağının adı Vahramey'di! Fakat ne ballı adam şu Derebin! Bir köylü kızıyla evlendi diye oğluna kızan halası, bütün topraklarını, çiftliğini, nesi var nesi yoksa hepsini Derebin'in üzerine yaptı. Oldu mu böyle bir halan olacak şu dünyada! Neyse onu bırak da, sen niye böyle birdenbire ortalıktan çekiliverdin kardeş? Hiçbir yerde görünmüyorsun? Biliyorum, bilimsel çalışmaların var, okumayı da seversin (Nozdrev kahramanımızın bilimsel çalışmaları olduğunu ve okumayı sevdiğini nereden çıkarmıştı, belli değil; Çiçikov da herhalde bilmiyordu bunun yanıtını). Ah kardeşim Çiçikov, yani tam senin satirik ve ironik zekâna gıda olacak bir durumdu! (Çiçikov'un zekâsı neden satirik ve ironik oluyordu, bu da belli değildi). Düşünebiliyor musun: Tüccar Lihaçov'da bayağı büyük bir oyun oynandı, gülünüp eğlenildi, Perependev vardı yanımda, "Şimdi Çiçikov olmalıydı burada!" dedi. Tam senlik bir ortammış! (Çiçikov hayatında Perependev diye birini tanımamıştı). "Fakat kabul et be kardeşlik, geçen sefer bana karşı çok alçakça davrandın... hani dama oynuyorduk da ben kazanmıştım... Evet kardeş, resmen salağa getirdin beni. Ama huyum kurusun, ben öyle kolay kolay kızmam kimseye. Mesela geçenlerde mahkeme başkanıyla... Ah, aklıma geldi! Bak kardeş, demedi deme: Kentte herkes sana karşı! Senin sahte para bastığını düşünüyorlar, gelip benim ağzımı aradılar, ama ben aslan gibi arka çıktım sana: Seni ta ilkokul yıllarından bildiğimi, babanı tanıdığımı söyledim. Sözün kısası ağızlarının payını verdim!
Çiçikov oturduğu yerden fırlayarak:
— Ben mi sahte para basıyormuşum? –dedi.
— Nasıl oldu da bu kadar korkuttun bu adamları? Korkudan altlarına edecekler nerdeyse! Ne haydutluğun kaldı, ne casusluğun! Savcı korkusundan sizlere ömür! Yarın toprağa verilecek. Gelmeyecek misin cenazesine? Aslında yeni gelecek genel vali de korkutuyor onları, yani senin yüzünden bir mesele çıkabileceği... Genel vali konusunda benim ne düşündüğümü soracak olursan... burnu büyük biriyse ve kurumlanmaya kalkarsa, kendisi için iyi olmaz, soylular dirsek gösteriverirler... güler yüz, şenlik, şamata ister çünkü soylular. Elbette günlerini çalışma odasında geçirip baloları falan küçük görebilir, tek bir balo bile düzenlemeyebilir, ama bu yolla kazanabileceği hiçbir şey olamaz. Fakat birader sen de az değilsin ha!.. Niyetlendiğin iş çok tehlikeli!
Çiçikov tedirginlikle:
— Ne işi? Ne tehlikesi? –diye sordu.
— Canım, şu valinin kızını kaçırma işinden söz ediyorum! Aslında ben böyle bir şey bekliyordum senden. Baloda seni valinin kızıyla görünce, "Eh," dedim kendi kendime, "Çiçikov'un buraya niye geldiği şimdi anlaşıldı!" Fakat kardeş, bence hiç yerinde bir seçim değil. Ne buldun o kızda bilmem! Ben sana başka bir kız söyleyeyim: Bikusov'un da yeğeni olur; kız kardeşinin kızı... kız diye ona derim! Bakmaya doyamazsın!
Çiçikov gözlerini belerterek:
— Neler söylüyorsun sen yahu? –dedi.– Valinin kızını nasıl kaçırırım ben? Nereden çıkıyor bütün bunlar?
— Hadi oradan! Ne kapalı kutu olduğunu bilmiyoruz sanki! Aslında sana geliş nedenim de bu işle ilgili: Yani iznin olursa eğer sana yardım edeceğim. Teklifim şu: Nikâh, araba, atlar, bunlarla ilgili tüm giderleri ben üstleniyorum, sen de bana üç bin ruble borç veriyorsun: Bildiğin gibi değil kardeş, felaket sıkışmış durumdayım!
Nozdrev'in gevezeliklerini dinlerken kuşkuya düşen Çiçikov düşte mi gerçeklikte mi olduğunu anlamak için birkaç kez gözlerini ovuşturdu. Sahte para basmak, valinin kızını kaçırmak, savcının ölümüne neden olmak, yeni bir genel valinin gelişi... bütün bunlar kahramanımızı bayağı korkuttu. "İşler gelip buralara dayandıysa, bir an önce tası tarağı toplamalı," diye düşündü.
Bir yolunu bulup Nozdrev'i başından savdı ve hemen Selifan'ı çağırdı. Ertesi sabah altıda yola çıkmak için şafakta kalkmasını, arabanın bakımını yapıp bütün hazırlıkları görmesini emretti. "Başüstüne Pavel İvanoviç!" dedi Selifan, ama çıkıp gitmedi, kapının önünde bir süre, ikircikli, öylece durdu. Çiçikov daha sonra Petruşka'ya seslenip yatağın altından bavulunu getirmesini istedi. Üstü bir parmak toz bağlamış bavulu açıp Petruşka'yla birlikte eşyalarını özensizce içine atmaya başladı: Çoraplar, gömlekler, temiz mi kirli mi olduklarına bakılmaksızın iç çamaşırları, ayakkabı kalıpları, takvim... hepsi rastgele dolduruldu bavula. Ertesi sabah gecikmesine yol açabilecek herhangi bir iş kalmaması için her şeyin akşamdan hazır olmasını istiyordu. İki dakikadır kapının önünde dikilmekte olan Selifan sonunda ağır ağır odadan çıktı, yine öyle ağır ağır, ama düşünülebilecek en yavaş hareketlerle merdivenleri indi; aşınmış basamaklarda ıslak çizmelerinin izi kalıyordu; sonra uzun uzun ensesini kaşıdı. Bu kaşıma ne anlama geliyor, neyi anlatıyordu? Ham deriden uzun gocuğunu bir kuşakla belinden bağlayan dostla yarınki meyhane buluşmalarının gerçekleşemeyecek olmasından duyduğu can sıkıntısını mı? Yoksa yeni bir de sevgili bulduğu bu yeni yeri, burada, avlu kapısı önündeki akşam buluşmalarını ve kentin üzerine usuldan alacakaranlık çökerken kırmızı gömlekli genç irisi, karşısında toplanan hizmetçi kalabalığına balalaykasını tıngırdatırken, günlük işlerini bitirmiş insanlar da kendi aralarında sessizce konuşurken sevgilisinin minik beyaz elceğizini tutmayı artık unutması gerektiğini mi? Yoksa başka hiçbir şeyi değil de sadece hizmetçiler mutfağında, ocağın dibinde, uzun gocuğunun altında ısıttığı köşeciğinden ve buranın kent işi yumuşacık börekleriyle lahana çorbasından ayrılıp, yeniden yağmur, çamur demeden yollara düşecek oluşuna yazıklanmasını mı anlatıyordu? Bir tek Tanrı bilir bunu. Rus halkında ense kaşımanın öyle çok anlamı vardır ki!..
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro