Kısım Bir | Bölüm Sekiz
Çiçikov'u çok şaşırttı bu öneri:
— İnsaf yahu, aygırı ne yapayım ben?
— Nasıl ne yapayım? On bin ruble saydım o aygıra, sana dört bine bırakıyorum!..
— Aygırı ne yapayım ben! At üretme çiftliğim falan yok benim!
— Dinle: Senden şimdi sadece üç bin alacağım, kalan bini sonra verirsin.
— Yahu bana aygır falan gerekli değil! Senin olsun!
— Doru kısrağı al o zaman!
— Kısrak da istemem!
— Doru kısrağın yanında demirkırı atımı da veriyorum: İkisi birden senin için iki bin ruble!
— Bana at falan gerekli değil!..
— Gerekli değilse satarsın... ilk panayırda, aldığının üç katına satarsın!
— Madem üç kat para kazandırıyorlar, kendin sat o zaman!
— Tabii ki satar ve kazanırım, ama ben sen de bir şeyler kazanasın istiyorum.
Çiçikov bu iyi niyetinden dolayı teşekkür etti Nozdrev'e ve önerdiği atların ikisini de almayacağını kesin bir dille söyledi.
— O zaman köpek al! Sana öyle bir çift köpek vereceğim ki heyecandan tüylerin diken diken olacak. Bıyıklı, tüyleri fırça gibi dimdik; kaburgalarının fıçıyı andırır kavisleri göz kamaştırıcı, yürürken ayacıkları yere basmıyor sanırsın!
— Köpeği ne yapayım... avcı değilim ki ben!
— Ben senin köpeklerin olsun istiyorum! Köpek istemiyorsan laternayı vereyim sana! Şahane bir laternadır! Olanca dürüstlüğümle söylüyorum: Bana bin beş yüze mal oldu, sana dokuz yüze bırakacağım.
— Laternayı ne yapayım? Alman değilim ki laterna çalarak sokak sokak dolaşıp dileneyim!
— Bu Almanların gezdirdikleri laternalardan değil. Org bu, şuna iyice bir baksana. Her yeri maun. Gel, şuna bir kez daha bak! –Nozdrev burada Çiçikov'u kolundan tutup bitişik odaya doğru çekiştirmeye başladı. Çiçikov topuklarını yere dayayıp gitmemek için ne kadar direndiyse de, laternayı gördüğünü ve nasıl olduğunu bildiğini ne kadar yinelediyse de, Marlborough'nun savaşa gidiş şarkısını bir kez daha dinlemek zorunda kaldı.– Madem satın almak istemiyorsun, –diye sürdürdü Nozdrev,– o zaman sana şunu teklif ediyorum: Ben sana laternayı, üstüne de ne kadar ölü canım varsa hepsini vereyim, sen de bana briçkanı ve üstüne de üç yüz ruble ver.
— Hayda! Ben neyle gideceğim?
— Başka bir yaylı veririm sana. Hemen arabalığa gidelim, göstereyim sana vereceğim arabayı. Bir boyatacaksın, gör ne biçim araba oluyor!
"Cin tutmuş bu herifi!" diye düşündü Çiçikov ve ne olursa olsun araba, laterna ya da "kaburgalarının fıçıyı andıran kavisleri insana hayranlık veren köpekler"den almamaya karar verdi.
— Evet... bir araba, laterna ve ölü canlar, hepsini birden veriyorum!
— İstemiyorum! –dedi yeniden Çiçikov.
— Neden istemiyorsun?
— İstemiyorum da ondan!
— Ne adamsın be! Dostluk nedir bilmezsin, arkadaşlık nedir bilmezsin! İkiyüzlünün teki olduğun iyice ortaya çıktı!
— Yahu sen beni aptal mı sandın? Hiç ihtiyacım olmayan şeylere niçin sahip olmak isteyeyim ki?
— Tek kelime daha etme! Ne mal olduğunu iyice anladım senin! Üçkâğıtçının tekisin! Baksana: Bir el iskambil çevirmeye ne dersin? Ben bütün ölü canlarımı koyarım ortaya, hatta üstüne laternayı da!.. Kazanırsan bunların hepsi senin olur!
— İskambilde sonucun ne olacağını kimse bilemez! –dedi Çiçikov, bunu söylerken de Nozdrev'in elinde tuttuğu iskambil destesine göz ucuyla baktı: İşaretlenmiş gibiydi sanki kâğıtlar, kuşku verici bir yapaylıkları vardı.
— Neden bilinmesin ki? –dedi Nozdrev.– Bilinmeyecek bir yanı yok bu işin! Şans eğer senden yanaysa çuval dolusu para kazanırsın! Şans işte burada! Bunların arasında! –böyle söyleyerek Çiçikov'u kışkırtmak, coşturmak için kartları karıştırmaya başladı.– Şansa bak be! Yine o lanet dokuzlu! Bütün paramı onun yüzünden kaybettim! Aslında başıma gelecekleri hissediyordum, ama yine de gözlerimi yumup, kendi kendime: "Ne olacaksa varsın olsun!" dedim. Ve olanlar oldu!
Nozdrev bunları söylerken Porfiri içki şişesiyle geldi. Ama Çiçikov oyun önerisini de, içkiyi de kesin bir dille geri çevirdi.
— Neden oynamak istemiyorsun? –dedi Nozdrev.
— Çünkü hiç havamda değilim, –dedi Çiçikov.– Aslında iskambil meraklısı olduğum da söylenemez.
— Neden meraklısı değilsin?
Çiçikov omuz silkti:
— Meraklısı olmadığım için değilim!
— Pisliğin tekisin!
— Ne gelir elden: Beni de böyle yaratmış Tanrı!
— Mıymıntı herif! Eskiden seni az da olsa aklı başında, adam gibi adam sanırdım. Meğer adamlığın a'sından haberin yokmuş! İnsan seninle bir dostuyla konuşur gibi konuşamaz bile! İçten, açık, dürüst bir insan değilsin! Tam bir Sobakeviç'sin! Onun gibi alçağın tekisin!
— Bana niye sövdüğünü anlayamıyorum! Oyun sevmemem suç mu? Şu saçma ölü canlarına madem bu kadar değer veriyorsun, sat o zaman bana onları!
— Nah alırsın! Verecektim sana onları, hatta karşılıksız verecektim, ama artık havanı alırsın! Dünyaları versen de boş! Seni pislik, seni adi, sürüngen herif seni! Artık seninle hiçbir işim olamaz! Porfiri, hemen ahıra git, söyle, bu herifin atlarına yulaf vermesinler, saman yeter de artar bile!
Doğrusu Çiçikov bu kadarını beklemiyordu.
— Bir daha gözüme görünme! –dedi Nozdrev.
Bu gerginliğe karşın, konukla ev sahibi akşam yemeğini birlikte yediler ve bu kez masada birbirinden ağdalı adlar taşıyan şarap şişelerinden hiçbiri yoktu. Koca masada görülen tek şişe, koruk suyunu andıran bir Kıbrıs şarabı şişesiydi. Yemekten sonra Nozdrev, Çiçikov'u bitişik oda-ya götürerek:
— Bu odada yatacaksın! –dedi.– İyi geceler bile dilemek gelmiyor içimden sana!
Nozdrev çıkıp da odasında tek başına kalınca, buraya geldiği, boşuna zaman yitirdiği için Çiçikov kendine verdi veriştirdi. En çok da Nozdrev'e ölü canlar konusunu açtığı için kızıyordu kendine. Nasıl böyle bir çocukluk, aptallık yapabildiğini anlayamıyordu! Nozdrev'e açılacak, onunla konuşulacak konu muydu bu! Beş para etmezin, süprüntünün tekiydi Nozdrev: Yalanlar söyleyecek, bire bin katacak, kim bilir neler uyduracaktı! Sonra da birbirinden tatsız dedikodular başlayacaktı. "Salağın tekiyim ben!" dedi Çiçikov kendi kendine. Gece hiç iyi uyuyamadı. Küçük, ama çok canlı, atılgan birtakım böcekler sabaha dek ısırıp durdular kendisini; müthiş canı yanan Çiçikov ısırılan yerlerini bütün avucuyla hatır hutur kaşırken, "Nozdrev'le birlikte sizin de Tanrı cezanızı versin!" diye söyleniyordu acı içinde. Sabah erkenden kalktı, hırkasını sırtına atıp çizmesini de ayağına geçirdiği gibi doğruca ahırın yolunu tuttu, Selifan'a hemen arabayı hazırlamasını emretti. Dönüşte avluda Nozdrev'le karşılaştı: Onun da sırtında hırkası vardı, dişlerinin arasında da piposu.
Nozdrev onu dostça selamlayıp geceyi nasıl geçirdiğini sordu.
— Eh, işte... –dedi Çiçikov soğuk soğuk.
— Bense, kardeş, bütün gece öyle bir düşle boğuştum ki anlatması bile ağır gelir insana... Dünkü içtiklerimizden sonra ağzımın içi havlu gibiydi. Olacak iş mi: Düşümde dayak yedim! Hem de kimden biliyor musun? Kırk yıl düşünsen aklına gelmez. Üsteğmen Potseluyev'le Kuvşinnikov'dan!
"Düşünde değil, gerçekten yesen ne iyi olurdu o dayağı!" diye geçirdi içinden Çiçikov.
— Gerçekten, aynen böyle! Nasıl ağrıyordu vurdukları yerler, anlatamam! Uyandım ki hatır hutur kaşınıyorum! Pireler! Isırılmadık yerimi bırakmamışlar! Neyse, git odana da giyin gel hadi. Kâhya olacak teresi bir kalaylayayım, ben de hemen dönerim!
Çiçikov yıkanıp giyinmek için odasına gitti. Yemek odasına girdiğinde masada çay takımlarının yanı sıra bir şişe rom gördü. Odaya süpürge değmemişti, her yerde dünkü öğle ve akşam yemeklerinin artıkları duruyordu. Yerde ekmek kırıntıları, sigara külleri vardı; masa üzerinde bile sigara külleri görülüyordu. Çok geçmeden ev sahibi geldi. Üzerine uzun bir hırka geçirip gelmişti. İçinde hiçbir şey yoktu. Hırkanın açık yakasından göğsünün kılları görünüyordu. Bir elinde arada bir yudumladığı çay fincanı, öbüründe çubuğuyla, berber tabelaları için biryantinli saçları başa yapışık erkek resimlerinden bıkmış ressamlara iyi bir model oluşturabilirdi.
Bir süre susan Nozdrev:
— Evet... var mısın ölü canlarına bir iskambil partisine? –dedi.
— Dediğim gibi: Kâğıt oynamam. Ama satarsan alırım.
— Satmam, arkadaşlığa yakışmaz. Böyle beş paralık şeylerden para kazanma peşinde koşmam ben. Ama oyun dedin mi, o başka. Gel, bir el oynayalım.
— Söyledim: Oynamam!
— Peki, takasa ne dersin?
— Olmaz.
— Pekâlâ. Dinle: Dama oynayalım! Kazanırsan, ölü canlarımın hepsi senin! Bende son sayımdan bu yana kayıttan düşülmesi gereken çok can bulunduğunu hatırlatmak isterim. Porfiri! Damayı getir!
— Boşa uğraşıyorsun! Oynamayacağım!
— Yahu bu kumar değil ki! Burada ne şans söz konusu ne de hile! Hakkını vererek oynayan kazanır. Ayrıca oyunun acemisi olduğumu da söylemeliyim sana. Onun için bana biraz avans vermelisin.
"Oynasam mı acaba?" diye ikirciklendi Çiçikov. "Üstelik geçmişte fena oynamazdım. Hileye kalkışabilmesi de pek kolay değil bu oyunda."
— Peki. Hadi oynayalım.
— Ölü canlara yüz ruble diyoruz.
— O ne öyle? Yüz olmaz. Elli diyelim.
— Canım elli ruble dediğin nedir ki? Peki o zaman, ölü canların üzerine orta karar bir köpekle, saat kösteği için altın bir mühür ekliyorum.
— Kabul.
— Avans ne kadar veriyorsun?
— Amma saçma! Avans falan yok!
— Hiç değilse iki hamle hakkım olsun?
— Olmaz. Ben de iyi oynayamam bu oyunu.
Nozdrev hamlesini yaparken:
— Biliriz biz o iyi oynayamamlarınızı sizin! –dedi.
Çiçikov da hamlesini yaparken:
— Ne zamandır damaya el sürmedim, –dedi.
— Biliriz biz o iyi oynayamamlarınızı! –diye yineledi Nozdrev.
Çiçikov yeni bir hamle yaptı:
— Ne zamandır ilk kez oynuyorum.
Nozdrev bir kez daha:
— Biliriz biz o iyi oynayamamları! –diyerek taşını sürerken, aynı anda bir başka taşı da kolunun yeniyle ileri itiverdi.
— Ne zamandır ilk kez dama... E, e! Bu da neyin nesi şimdi kardeş? Hemen geri al onu!
— Neyi?
— Bir de neyi diyor! Şu taşı! –dedi Çiçikov, ama o anda Nozdrev'in bir başka taşının damaya çıkmak üzere olduğunu fark etti. Bu taşın kaşla göz arasında buraya nasıl geliverdiği tam bir gizdi!– Yoo! –dedi Çiçikov, masadan kalkarken.– Seninle hiçbir oyun oynanmaz! İnsaf yahu! Aynı anda üç taş birden oynanmaz ki!
— Ne üç taşı? A, yanlışlık olmuş! İstemeden oynamış biri yerinden! Bak, geri aldım!
— Peki öteki nasıl geldi oraya?
— Hangi öteki?
— Şu, damaya çıkmak üzere olan?
— E, insaf yani! Sanki hatırlamıyorsun!
— Yok kardeş, bütün hamleler tek tek aklımda... sen o taşı şimdi itiverdin oraya. Onun olması gereken yer şurası!
— Neresi? –dedi Nozdrev, kıpkırmızı kesilerek.– Şimdi de yazmaya başladın galiba?
— Yok kardeş. Yazan sensin. Ama hiç iyi yazamıyorsun!
— Affedersin ama sen şimdi bana hile yaptığımı mı söylemek istiyorsun? Ne sanıyorsun sen beni?
— Seni bir şey sandığım yok. Seninle bir daha oynamayacağımı söylüyorum yalnızca.
Nozdrev iyiden iyiye kızmaya başlamıştı:
— Yo, kaçamazsın! Başlamış oyunu bırakamazsın! –dedi.
— Bırakabilirim. Çünkü sen dürüstçe, efendice oynamıyorsun!
— Yalan söylüyorsun! Benimle böyle konuşamazsın!
— Yalan söyleyen sensin!
— Ben yalan söylemiyorum. Oyundan kaçamazsın. Başladığın oyunu bitirmek zorundasın!
— Beni zorla oynatamazsın! –dedi Çiçikov, soğukkanlılıkla, sonra dama tahtasına uzanıp bütün taşları karıştırdı.
Nozdrev büyük bir öfkeyle Çiçikov'un üzerine yürüyüp, neredeyse burnunu burnuna dayadı. Çiçikov iki adım geri çekildi.
— Zorla oynatacağım seni! –dedi Nozdrev.– Taşları karıştırmakla kurtulamazsın... bütün hamlelerimiz aklımda! Şimdi hepsini eski yerlerine koyup, kaldığımız yerden devam edeceğiz!
— Hayır, kardeş! Bu iş bitti! Artık oynamam seninle!
— Demek oynamayacaksın?
— Seninle bir şey oynayabilmek mümkün değil... bunu kendin de biliyorsun!
— Hayır, şunu açıkça söyle bana: Oynayacak mısın, oynamayacak mısın? –dedi Nozdrev ve Çiçikov'a biraz daha yaklaştı.
— Oynamak istemiyorum, –dedi Çiçikov ve ne olur ne olmaz, iki elini yüzüne doğru kaldırdı.
Son derece yerinde olmuştu bu korunma hareketi, çünkü Nozdrev vurmak için elini kaldırmıştı; az kalsın kahramanımızın o dolgun, sevimli yanaklarından biri silinmez bir şekilde lekelenecekti. Çiçikov darbeyi başarıyla savuşturdu: Nozdrev'in iki elini birden sımsıkı tuttu.
Öfkeden gözü dönen Nozdrev, bir yandan ellerini kurtarmak için çırpınırken bir yandan da bağırarak adamlarını çağırdı:
— Porfiri, Pavluşka!
Bunun üzerine hem hizmetkârların bu tuhaf sahneye tanık olmamaları, hem de "Ne zamana kadar tutup duracağım bu elleri böyle?" diye düşündüğü için Çiçikov, Nozdrev'in ellerini bıraktı. O arada Porfiri'yle, Pavluşka girdiler içeri; kapılara zor sığan bir delikanlıydı Pavluşa ve onunla bir itiş kakışa girmek hiç akıl kârı değildi.
— Oyunu bitirmeyeceksin, öyle mi? Açık söyle!
— Artık oynayabilmemiz mümkün değil, –dedi Çiçikov ve camdan dışarı bir göz attı: Selifan atları arabaya koşmuştu ve kapıya gelmek için onun işaretini bekliyor gibiydi. Ne var ki kapı iki çam yarması tarafından kapatılmış durumda olduğu için odadan dışarı çıkabilmesi olanaksızdı.
Yüzü öfkeden cayır cayır yanan Nozdrev:
— Demek bitirmeyeceksin başladığın oyunu? –dedi.
— Efendi gibi oynasaydın, bitirirdim. Ama artık geçti.
— Demek olmaz, öyle mi? Seni alçak! Seni aşağılık! Kaybedeceğini anlayınca, olmaz! –Porfiri'yle Pavluşka'ya döndü, öfkeden çıldırmış gibi:– Vurun şuna çocuklar! –diye bağırdı, kendisi de kiraz çubuğuna uzandı.
Çiçikov'un yüzü kireç gibi oldu. Bir şeyler söylemek istediyse de, dudakları kımıldadığı halde ağzından hiç ses çıkmadığını fark etti.
Nozdrev, alınması olanaksız bir kaleyi ele geçirmek istiyormuş gibi, elinde kiraz çubuğu, öfkeden gözü dönmüş durumda ileri atılmıştı. Bir çılgınlık yapmasın diye çarpışmalar sırasında göz altında tutulması özellikle emredilmiş, deli doluluğuyla ünlü bir teğmenin "İleri aslanlarım!" diye haykırması gibi, "Vurun! Vurun!" diye bağırıp duruyordu adamlarına. Savaşın coşkusundan başı dönüyordu teğmenin, zıvanadan çıkmış gibiydi: Hayalinde hep Suvorov'u görüyor, onun gibi, kanın gövdeyi götürdüğü bir cenge girmek üzere olduğunu sanıyordu. Kendinden geçmişçesine, "İleri aslanlarım!" diye bağırırken, ne ordunun genel saldırı planını bozduğu aklına geliyor, ne bulutlara yükselen kale duvarlarının mazgal deliklerinden kendilerine uzanmış binlerce namlunun ateşiyle güçsüz takımının bir tüy gibi havaya uçup gittiğini görüyor, ne de çığırtkan gırtlağına saplanarak sesini sonsuza dek kesmek üzere kendisine doğru uçmakta olan uğursuz merminin vızıltısını duyuyordu. Nozdrev her ne kadar savaşın coşkusuyla kendinden geçmiş, ele geçirilmesi neredeyse olanaksız, kartal yuvası bir kaleye saldıran teğmene pek benziyorsa da, saldırılarını yönelttiği kalenin pek de öyle ele geçmez bir görüntüsü yoktu. Tam tersine, kalenin korkudan titrediği, gizlenecek delik aradığı görülüyordu. Hatta kendini korumak için gözüne kestirdiği sandalyeyi bile uşaklar elinden çekip aldıkları için, yarı ölü durumda, gözlerini yummuş, ev sahibinin Çerkes çubuğunun üzerine inmesini bekliyordu... başına kim bilir daha neler gelecekti... ama işte kader kahramanımızın böğürlerini, omuzlarını ve başka nazik yerlerini esirgedi; birden bir lütuf gibi dışarıdan çıngırak sesleri geldi, tam kapı önünde durdurulan bir troykanın gürültüsüyle, koşmaktan bitap düşmüş atların zorlu soluk alıp verişleri duyuldu odada. Herkesin başı kendiliğinden pencereye döndü. Üzerinde yarı askeri bir giysi bulunan bıyıklı bir adam indi arabadan; sofadakilere çabucak bir iki şey sorduktan sonra, hâlâ korkudan titreyen ve bir ölümlü için söz konusu olabilecek en acınası durumda bulunan Çiçikov'un olduğu odaya daldı. Elinde çubukla dikilen Nozdrev'e, onun karşısında büzülmüş duran ve toparlanmaya çalışan Çiçikov'a kuşkulu birer bakış fırlatan yabancı:
— Lütfen söyler misiniz: Hanginiz Bay Nozdrev'siniz? –dedi.
Adama doğru bir iki adım atan Nozdrev:
— Önce ben evimi kimin onurlandırdığını öğrenebilir miyim? –dedi.
— Emniyet müdürüyüm.
— Ne istemiştiniz?
— Hakkınızdaki dava sonuçlanana dek gözaltında tutulacaksınız; bunu bildirmeye geldim.
— Neler saçmalıyorsunuz? Ne davası?
— İçkili durumda toprak sahibi Maksimov'u sopayla dövmenizden dolayı açılan dava.
— Yalan söylemeyin! Maksimov diye birini tanımam bile!
— Bayım! Karşınızda bir subay bulunduğunu bildirmek isterim size! Uşağınızla konuşur gibi konuşamazsınız benimle!
Çiçikov, Nozdrev'in buna ne yanıt vereceğini beklemedi; şapkasını aldığı gibi emniyet müdürünün arkasından dolanıp dışarı süzüldü; briçkasına oturur oturmaz da Selifan'a atları dörtnala kaldırmasını söyledi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro