Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Kısım Bir | Bölüm On Üç

Soğuğu, çamuru, uykusuz menzil memurlarıyla, çıngırak sesleri, araba tamirleri, küfürler, arabacılar, demircilerle ve yollarda rastlanabilecek her türden hırsızı uğursuzuyla uzun, yorucu bir yolculuktan sonra bildik damını, onun kendisine doğru hızla yaklaşan sıcak ışıklarını gören yolcu ne mutludur! Bildik odalar, karşılamaya çıkanların sevinç çığlıkları, çocuk koşuşturmaları, sonra yatıştırıcı, usul usul konuşmalarla, bunlara eşlik eden ve çektiği bütün sıkıntıları, üzüntüleri anında yok eden ateşli öpüşler karşılar onu burada. Dönüp geleceği böyle bir yuvaya sahip olan aile babası mutludur! Ama vay bekâr adamın haline!

Üzücü bir yaşam süren sıkıntılı, acılı tipleri bir yana bırakıp, üstün birtakım meziyetlere sahip, yüce karakterlere yakınlaşan ve her gün çevremizde dönenip duran tipler arasından yalnızca birkaç ayrıcalıklıyı seçen, lirinin yüksek perdesini hiç değiştirmemiş, bulunduğu yücelikten yoksul, zavallı kardeşlerinin düzeyine hiç inmemiş ve toprağa hiç dokunmadan, ondan çok uzak, çok ayrı ve her zaman çok yüce tiplere yönelen yazar da mutludur. Bir yandan bu tipler arasındayken kendini ailesi içindeymiş gibi hissederken, bir yandan da çok büyük, çok yaygın bir üne sahip oluşu onun bu parlak talihini büsbütün imrendirici kılar. İnsanların gözlerini büyüleyici bir tütsüyle örter, yaşamın hüzünlü yanlarını gizler, yalnızca güzel olanı göstererek ona dudak uçuklatıcı övgüler düzer. Herkes alkış kıyamet onun ardından koşar, bindiği zafer arabasının ardına takılır; onun dünya çapında, yüceler yücesi bir ozan olduğu söylenerek, kartal nasıl bütün kuşlardan daha yukarılarda kanat çırparsa, onun da dünyanın bütün dehalarının çok üzerinde olduğu söylenir. Yalnızca adının anılması bile genç, ateşli yürekleri heyecana boğar, nereye gitse gözlerde yaşlarla karşılanır. Kimse onun dengi değildir. Nasıl olsun ki, o tanrıdır! Ama bir başka yazar daha vardır ki onun yazgısı bambaşkadır: Çevremizde sürekli tanık olduğumuz, ama vurdumduymaz gözlerin bir türlü görmediği olayları, hayatımızı kokuşmuş bir su gibi kuşatan ürpertici, minik minik bayağılıkları, şu dünyada kimi kez acılarla, sıkıntılarla dolu yolumuzun üzerinde adeta kaynaşan bütün o parçalanmış, soğuk, sıradan kişiliklerin derinliğini, acıma bilmez bir heykeltıraş keskisinin sağlam, sarsılmaz gücüyle milletin gözüne gözüne sokma cesaretini gösteren yazardır o! İnsanlardan alkış toplayamaz, coşturduğu ruhlarda gönül borcuyla dolu gözyaşları ve ortak bir sevinç göremez, uçarcasına ona doğru atılmış, kahraman olma heveslisi, başı dönen on altısında bir kız da göremez. Yüreğinden kopan seslerin çekimine kapılıp kendinden geçemez ve son olarak günümüz yargısından, günümüzün ikiyüzlü, duygusuz yargısından da kurtaramaz kendini: Üzerine titrediği yapıtlarını küçümser, değersiz bulur bu yargı ve onu insanlığı aşağılayan yazarlar arasına atar; yarattığı kahramanların niteliklerini yükler ona; yüreğinden ederler onu, ruhundan ederler, dehasından, yaratıcılığından ederler. Çünkü günümüz yargısı, güneşin incelendiği camlarla, gözle görülemeyen minik yaratıkların incelendiği camların aynı ölçüde mucizevi camlar olduğunu kabul etmiyor; çünkü günümüz yargısı, aşağılanan, hor görülen yaşamdan alınmış bir sahneyi ışıtmak ve onu bir sanat incisi katına yükseltebilmek için esaslı bir ruhsal derinlik gerektiğini kabul etmiyor; çünkü günümüz yargısı yüce, coşkulu bir gülüşün, yüce bir lirik hareketin yanında durabilecek değerde olduğunu, böylesi bir gülüşle, panayır soytarılarının maskaralık olsun diye yüzlerini buruşturmaları arasında bir uçurum olduğunu kabul etmiyor. Günümüz yargısı böyle bir yazarı tanımayacaktır ve ona yalnızca kınama, serzeniş, sövgü layık görülecektir ve bu yazar kimselerden ilgi, anlayış görmeden, sesine bir karşılık alamadan, kimsesiz bir yolcu gibi, yalnız, ıssız, yol ortasında öylece kalacaktır. Acımasız, zorlu bir yolun yolcusudur o ve yalnızlığından müthiş acı duyacaktır.

Bu arada bana da uzunca bir süre daha tuhaf kahramanlarımla el ele yürüme ve hızına sapan taşı yetişmeyen yaşamın göz kamaştırıcı akışını herkesçe görülebilecek gülüşler ve kimselerin göremeyeceği gözyaşlarıyla inceleme görevi uygun görülmüş gibi sanki. Bir kutsal coşku anında muazzam bir esin fırtınasının kopacağı ve herkesin ürpertilerle bambaşka sözlerin görkemli gümbürtüsünü duyacağı günlere daha çok var gibi...

Haydi yola! Yola! Alnımızın kırışıklığına da, yüzümüzün asıklığına da son! Yaşamın içine balıklama dalıyor ve onun binbir sesine kulak veriyoruz; bakalım Çiçikov ne yapıyor?

Çiçikov uyandı, kollarını bacaklarını uzatıp gerindi: İyi uyumuştu, memnundu. Bir iki dakika kadar sırtüstü yattı, şu anda dört yüz kadar canı olduğunu hatırlayınca yüzü sevinçle aydınlandı, sevinçle ellerini ovuşturdu. Fırlayıp kalktı yataktan; bu kez aynaya yönelmedi, oysa en sevdiği işlerden biriydi aynada yüzüne bakmak; en çekici bulduğu yeri de çenesiydi, çünkü dostlarına hep çenesiyle övünürdü, özellikle de o anda tıraş oluyorsa. Eliyle çenesini okşayarak, "Bakın hele şuna!" derdi. "Nasıl da yusyuvarlak!" Ama bu kez ne çenesine ne yüzüne baktı; yataktan kaktıktan sonra ilk iş ayağına çizmelerini geçirdi: Giyim kuşam konusunda Rus insanının doğasında var olan özensizlik eğilimleri nedeniyle, Torjok kentinde peynir ekmek gibi satılan, kırmaları renkli işlerle süslü sahtiyan bir çizmeydi bu. Sonra da artık orta yaşlarında, ağırbaşlı biri olduğunu unutarak, üzerinde kısacık bir gömlek, odanın ortasında birkaç kez zıplayıp topuklarını İskoçlar gibi ustalıkla birbirine vurdu. Hemen ardından da işe koyuldu: Küçük maun sandığını önüne çekip, keşfe çıkmış, rüşvet nedir bilmeyen bir yargıcın, buyur edildiği içki sofrasına yaklaşırken yaptığı gibi ellerini ovuşturdu. 

Bir kâğıt çıkardı sandıktan, işlerin sürüncemede kalmasını, memurların para sızdırmasını önlemek için belgeleri kendi hazırlayacaktı. Bütün bunların nasıl yapılacağını çok iyi biliyordu: Kâğıdı önüne çekip, tam bir kendine güvenle, iri harflerle tarihi attı önce: "18.." yılı, falanca ay, gün. Ardından daha küçük harflerle çiftlik sahiplerinin adlarını ve öbür gerekli bilgileri geçirdi kâğıda. Saat ikide her şey tamamdı. Daha sonra yazdığı kâğıtlara bakıp, bu kâğıtlarda adları yazılı köylülerin bir zamanlar gerçekten yaşayan birer köylü olduklarını, çalıştıklarını, arabacılık yaptıklarını, toprağı sürdüklerini, içki içtiklerini, efendilerine yalan söylediklerini ya da kim bilir, namuslu, iyi birer köylü olduklarını düşününce, kendisinin de pek anlayamadığı tuhaf bir duyguya kapıldı. Her listenin, tek tek listedeki köylülere de geçen, onların da karakterini oluşturan bir kendine özgülüğü vardı. 

Koroboçka'nın köylülerinin hepsinin bir lakabı vardı. Plyuşkin'in listesi biçemindeki kısalıkla ayrılıyordu ötekilerden: Çoğu kez ad ve baba adıyla yetinilmiş, soyadı yerine iki nokta konulmuştu. Sobakeviç'in listesi şaşırtıcı bir ayrıntı zenginliğine sahipti: Hiçbir köylünün hiçbir özelliği unutulmamıştı. Kimi için "İyi marangozdur," denilirken, kimi için "Kafası çalışır, ağzına içki koymaz," denilmişti. Köylülerin ana babalarının kim olduğuna ve bunların ahlaki durumlarına da yer verilmişti. Bir tek Fedotov diye bir köylü için şöyle yazılmıştı: "Babasının kim olduğu belli değilse de, annesi hizmetçi Kapitolina'dır; iyi biridir, hırsız değildir." 

Tüm bu ayrıntılar, sanki bu köylüler dün hayatta imişler gibi kendine özgü bir güncellik, canlılık veriyordu listelere. Listelere baktıkça içinde sevecen duygular uyandı, derin bir göğüs geçirdi: "Hey be güzellerim benim! Nasıl da çoksunuz! Neler yapardınız ey canlar, hayattayken nasıl geçinirdiniz?" Gözü listede bir ada takıldı: Koroboçka'nın köylülerinden Pyotr Savelyev Neuvajay Korıto. Yine kendini tutamayıp gülümsedi: "Amma da adın varmış be ahbap! Bir satır tutuyor neredeyse! Sıradan bir köylü müydün, bir zanaatın var mıydı? Ve nasıl, nerede öldün: Meyhanede mi verdin son nefesini, yoksa yolun ortasında uyuklarken üzerinden koca bir araba mı geçti? Stepan Mantar, doğramacı, tek damla içtiği görülmemiştir. Ha, Mantar Stepan bu! Hani şu tam muhafız alayına layık bahadır! Baltan belinde, çizmelerin omzunda, kuru ekmekle iki parça tuzlu balığa talim ederek bölgenin bütün kasabalarını köylerini dolaştığına eminim. Yüzlük banknotla mı dönerdin evine? Kim bilir, pantolonunun içine bir binlik diktiğin bile olmuştur, ya da çizmenin içine teptiğin? Ölümün nasıl oldu be Stepancık? Biraz daha çok kazanmak için kilise kubbelerine mi çıktın? Haçın tepesine bile tırmanmışsındır belki de; sonra da ayağın kayıp tepetaklak yere yuvarlanmışsındır. Başucunda dikilen Mihey dayı diye biri sana şöyle bir bakıp ensesini kaşıdıktan sonra 'Ah, ne dürttü seni be kardeşlik!' demiş, sonra da beline halatı bağlayıp, senin yerine bu kez o çıkmıştır haçın tepesine? Maksim Telyatnikov, kunduracı! Kunduracı ha? Ne der atasözümüz: 'Kunduracı gibi kafayı çekmiş!' Tanırım seni dostum, iyi tanırım! İstersen bütün hikâyeni anlatayım sana: Bir Alman'ın yanında öğrendin sanatını. Yemeklerinizi topluca yerdiniz. İşini doğru yapmayanı kayışıyla döverdi ustan, dışarı çıkıp aylaklık etmenize, çapkınlık yapmanıza da izin vermezdi. Ama sen işinde mükemmeldin, mucizeler yaratıyordun! Alman da karısına ya da kamaradına öve öve bitiremezdi seni. Derken, işi iyice öğrendiğine karar verdin ve şöyle dedin: 'Kendi yerimi açacak ve hemen zengin olacağım! Alman'ın yaptığı gibi üç beş kopeklik kazançlarla uğraşmayacağım ben!' Efendine hayli yüklü bir harç ödeyip kendi tezgâhını kurdun, bir yığın sipariş alıp çalışmaya başladın. Bir yerlerden, gerçek fiyatından iki üç kat daha ucuza çürük deri buldun ve gerçekten de diktiğin her çizmeden iki kat daha çok para kazandın; ama iki hafta sonra diktiğin çizmeler patlamaya başladı, müşterilerin ağza alınmaz küfürler yağdırdılar sana. Dükkânın boşaldı, kendini içkiye verdin; kafayı çekip çekip: 'Yok arkadaş, dünyanın hepten çivisi çıktı! Almanlar yüzünden Rus insanı aç!' diye söylenerek sokak sokak dolanıyordun. A-a, bu ne biçim köylü böyle? Yelizaveta Vorobey![20] Lanet olsun! Kadın bu! Nasıl girer bir kadın bu listeye? Sobakeviç olacak düzenbazın işi bu!" Haklıydı Çiçikov. Gerçekten de bir kadındı bu. Listeye nasıl girdiğini de Tanrı bilirdi, ama ad öyle ustalıklı yazılmıştı ki uzaktan bakan erkek sanabilirdi, çünkü kadın olduğunun anlaşılmaması için Yelizaveta'nın a'sı düşürülerek, Yelizavet diye yazılmıştı. Ancak Çiçikov bu erkekleştirilmiş yazıma saygı duymayarak hemen adın üzerini çizdi. "Grigoriy Gitmevara-mazsın! Ya sen nasıl bir insandın kardeş? Nakliyecilikle mi kazandın hayatını? Kim bilir, kendine bir troyka ya da kibitka edinip, ayrıldığın baba evine bir daha hiç dönmemecesine, o panayır senin bu panayır benim dolaşıp durdun tüccarlarla? Yollarda mı can verdin, yoksa şişman, kırmızı yanaklı bir asker karısı için dostların mı kıydılar sana? Belki de yolunu kesen bir eşkıya deri eldiveninle bodur ama güçlü atlarına göz koydu? Yoksa evde ocak üstündeki yatağında yatarken düşündün düşündün, sonra bir anda aklına esti, önce meyhanenin yolunu tutup, ardından da donmuş ırmaktaki bir buz deliğine mi attın kendini? Ah, şu Rus insanı! Eceliyle ölmeyi hiç sevmez!"

Çiçikov bakışlarını Plyuşkin'in kaçak köylülerinin bulunduğu listeye kaydırdı: "Ya sizlerin başınıza neler geldi canlar? Belki hâlâ yaşıyorsunuz, ama bunun yararı ne? Ölüden ne farkınız var? Böyle telaşla nereye gidiyorsunuz? Plyuşkin'in yanındayken mutlu mu değildiniz, yoksa ormanı kendinize yurt tutup gelip geçenlerin yolunu mu kesiyorsunuz? Şu anda kodeste misiniz, yoksa bir başka beye kapılandınız da onun topraklarını mı sürüyorsunuz? Yeremey Kariakin, Nikita Volokita ve onun oğlu Anton Volokita...[21] ardından rüzgâr yetişmeyen insanlar olduğunuz lakaplarınızdan da belli! Ya sen Popov... beyin hizmetkârısın öyle mi? O zaman okur yazarlığın da vardır senin? Bir şeyler aşırdıysan da, elini bıçağa sürmeden, asil bir şekilde yaptın bunu elbet, ama kimliğin yok diye komiser tepende biter. Yüzleştirme sırasında da burnundan kıl aldırmazsın. 'Efendin kim?' diye sorar komiser, böylece bir iki sıkı söz söyleme verme fırsatı vermiş olur sana. 'Feşmekânzade feşmekân!' dersin yiğitçe. 'Buralarda ne arıyorsun?' diye sorar komiser. 'Vergimi ödediğim için salıverildim,' dersin hiç duraksamadan. 'Kimliğin nerede peki?' – 'Patronum esnaf Pimenov'da!' – 'Pimenov'u çağırın buraya! Pimenov sen misin?' – 'Evet, Pimenov benim!' – 'Bu adam sana kimliğini verdi mi?' – 'Hayır, kendisi bana kimlik falan vermedi!' – 'Niye yalan söylüyorsun?' der komiser, ayrıca sorusuna biraz fazla sert, aşağılayıcı bir iki söz ekler. Ama sen hep öyle cesur, atak: 'Evet!' dersin, 'Ona vermedim; eve geç döndüğüm için, saklasın diye zangoç Antip Prohorov'a verdim!' – 'Zangoç'u çağırın! Bu sana kimliğini verdi mi?' – 'Hayır, ondan kimlik falan almadım!' – 'Gene yalan söyledin ha?' der komiser, sözlerini sıkı bir iki küfürle de pekiştirerek. 'Kimliğim üzerimdeydi aslında,' diye cevabı yapıştırırsın sen, 'ama işte yolda bir yerlerde düşürmüş olmalıyım.' – 'Ya çaldığın asker kaputu?.. Papazın bakır mangır dolu çekmecesi?' diye sorar komiser, sözünü yine bolca küfürle besleyerek. Senin kılın kıpırdamaz: 'Külliyen yalan!' dersin, 'Hayatımda bulaşmadığım bir iştir hırsızlık!' – 'Peki kaput sende ne arıyor?' – 'Bunu bilemem. Biri getirip bırakmış olmalı.' Komiser elleri belinde, başını sallayarak: 'Seni pislik herif seni!' der. 'Zincire vurun şunu! Sonra da zindana atın!' – 'İsabet buyurdunuz efendim!' dersin sen; cebinden tabakanı çıkarıp, sana zincir vuran iki malul gaziyle dostça sohbete başlarsın: Ne zaman emekli olduklarını, hangi savaşlara katıldıklarını sorarsın onlara. Senin dosya mahkemede süründükçe, sen de hapiste yatar durursun. Derken mahkeme 'Tsarevokokşaysk'tan bilmem ne kenti hapishanesine' nakledilmen için bir yazı yazar. Oranın mahkemesi de 'Vesiegonsk mu ne' diye bir başka hapishaneye nakledilmen için yazar ve sen böyle kent kent, hapishane hapishane dolaşır, her gittiğin yerde çevrene şöyle bir göz atıp karşılaştırmalar yaparsın: 'Yok arkadaş, Vesiegonsk hapishanesi buradan çok daha temizdi! Hiç değilse aşık oynardık orada. Üstelik çok daha genişti, çok çeşitli insan vardı!' Vaay, Abakum Fırov! Sen ne yapıyorsun kardeş? Nerelerde dolanıp duruyorsun? Yoksa hayat seni Volga boylarına mı sürükledi? Özgür yaşamı yeğledin ve yedekçilere[22] katıldın belki de, ha?" Çiçikov birden durdu, düşünceye daldı. Neydi acaba düşündüğü? Abakum Fırov'un yazgısına mı dalıp gitmişti, yoksa yaşı, rütbesi ve serveti ne olursa olsun başına buyruk, özgür bir yaşamın özlemini çeken her Rus'ta görülen bir dalıp gitme miydi bu? Gerçekten de, nerelerdeydi acaba şimdi Fırov? Herhalde tüccarların yanında bir işe kapılanmış, zahire rıhtımında keyifle volta atıyordur. Şapkalarına kurdeleler, çiçekler takmış yedekçi takımı, uzun boylu, düzgün bedenli, boncuk gerdanlıklı sevgilileriyle, karılarıyla vedalaşıyorlardır; ortalık şarkıdan, danstan kırılırken, sırtlarında dokuz pudluk buğday, nohut çuvallarıyla hamallar, küfür kıyamet yüklerini mavnaların derin ambarlarına taşımaktadırlar, beride koca yığınlar halinde yulaf, bulgur çuvalları... top gülleleri gibi birbiri üstüne istiflenerek, alanın her yanında piramitlere benzer öbekler oluşturan bu çuvallar, bütün bu silah deposu, mavnalara yüklenip ilkbaharla eriyen buzlarla birlikte, ucu bucağı belirsiz bir filo halinde nehir boyunca kazlar gibi süzülüp gitmeden önce, meydanın her yanını doldurmuş durumda. İşte coşkuyla beklediğiniz an yedekçiler! Daha önce nasıl hep beraber eğlenip keyif çattınızsa şimdi de Rusya gibi uçsuz bucaksız bir türkünün eşliğinde, yine hep beraber asılın bakalım halatlara!

Çiçikov, saatine baktı: "Vay be, on iki olmuş! Amma derinlere daldım! Hem de yapacak onca iş varken! Resmen sersemlik bu yaptığım!" Hemen harekete geçti: Üzerindeki İskoç giysilerini çıkarıp Avrupa giysileri giydi; göbeğini içeri çekip pantolon tokalarını iyice sıktı, fısfısla yüzüne kolonya püskürttü; kâğıtlarını koltuğunun altına sıkıştırdı, kasketini eline aldı ve satış işlemlerini tamamlamak için mahkemenin yolunu tuttu. Geç kalmak gibi bir korkusu yoktu, çünkü mahkeme başkanını tanıyordu ve onun sevdiği kahramanı kavgadan kurtarmak istediğinde ayağına çabuk geceleri, kavgasını bitirmesini istediğinde de uzun gündüzleri yollayan, Homeros'un Zeus'u gibi, duruşmaları dilediğince uzatıp kısaltabileceğini biliyordu; böyle olmasına karşın yine de işi bir an önce sonuçlandırmak istiyordu, çünkü içi pek rahat değildi, hâlâ tedirginlik duyuyordu, elindeki canların çok da gerçek sayılamayacaklarını, böyle durumlarda da insanın omzundaki yükten bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyordu. Dışı kahverengi kumaşla kaplı ayı postu kürkünü giyip sokağa çıktığında kafası hep bu düşüncelerle doluydu; tam köşe başında, tıpkı kendininki gibi dışı kahverengi kumaşla kaplı ayı postu kürk giymiş, başında da yine onunki gibi yün kasket bulunan biriyle burun buruna geliverdi. Manilov'du bu; iki arkadaş kucaklaştılar ve belki beş dakika yol üzerinde böyle kucaklaşmış kaldılar. Öyle şiddetli öpüştüler ki her ikisinin de ön dişleri gün boyu ağrıdı. Sevinçten Manilov'un yüzünde yalnız burnuyla dudakları görülüyordu, gözleri tümüyle yok olmuştu. Çeyrek saat boyunca iki eliyle birden Çiçikov'un elini tutup ısıttı da ısıttı. Pavel İvanoviç'i kucaklamak için nasıl koştuğunu en ince, en hoş sözlerle açıkladı ve konuşmasına ancak dansa kaldırılan bir genç kıza dile getirilebilecek güzellikte komplimanlarla son verdi. Bütün bunlara nasıl teşekkür edebileceğini Çiçikov da bilmiyordu, ama yine de teşekkür etmek için ağzını açacak olduğunda Manilov birden kürkünün içinden boru gibi dürülüp pembe bir kurdeleyle bağlanmış kâğıtlar çıkardı ve iki parmağıyla pek hoş bir biçimde bunu Çiçikov'a uzattı.

— Bu ne?

— Köylüler.

— Öyle mi! –Kâğıtları açıp hızla bir göz gezdirdi; yazının güzelliğine, düzenine hayran oldu.– Yeniden yazmaya gerek yok. Çerçeve içine bile alınmış! Kim bir sanatçı özeniyle yaptı bu çerçeveyi?

— Boşverin, –dedi Manilov.

— Siz mi?

— Karım.

— Aman Tanrım! Sizi böyle zahmetlere soktuğum için doğrusu çok üzgünüm.

— Pavel İvanoviç söz konusuysa zahmet diye bir şey yoktur.

Çiçikov gönül borçlusu olduğunu belirtmek için hafifçe eğildi. Onun satış işlemlerini tamamlamak için mahkemeye gittiğini öğrenen Manilov, kendisine eşlik etmeye hazır olduğunu söyledi. Kol kola girip yürümeye başladılar. Yolda karşılarına çıkan her çukur, tümsek ya da basamakta Manilov, Çiçikov'a destek oluyor, hatta adeta eliyle onu hafifçe kaldırıyordu, sonra da bu hareketini hoş bir gülümsemeyle bütünleyerek Pavel İvanoviç'in ayacıklarını incitmesine asla izin veremeyeceğini söylüyordu. Nasıl teşekkür edeceğini bilemeyen Çiçikov üzülüyor, ezilip büzülüyordu; çünkü ne kadar ağır olduğunu ondan iyi kim bilebilirdi? Karşılıklı incelik gösterileriyle mahkemeye geldiler. Kocaman, üç katlı, tebeşir gibi bembeyaz taş bir yapıydı burası; bembeyazlığı, içinde çalışanların ruh temizliğinin de simgesiydi sanki. Alandaki öbür yapılar (içinde tüfekli bir askerin beklediği bir nöbetçi kulübesi, birkaç araba durağı ve üzerine tebeşir ya da kömürle, bilinen yazılar yazılmış, resimler yapılmış uzun tahta perdeler) bu taş yapının büyüklüğüyle uyumlu değillerdi. Bu tenha –ya da bizde adlandırıldığı biçimiyle sevimli– alanda başka hiçbir şey yoktu. İkinci ve üçüncü kat pencerelerinde Adalet Tanrıçası Themis rahiplerinin satın alınmaz başları bir görünüp bir yitiyordu; pencere önlerinden çekildikleri anda odaya müdürleri giriyordu herhalde. İki dost merdivenleri koşarak, soluk soluğa çıktılar; bunun nedeni Manilov'un kendisine destek olmasından kurtulmak isteyen Çiçikov'un adeta koşturarak gitmesi, onu yardımsız, tek başına bırakmak istemeyen Manilov'un da ondan geri kalmamaya çalışmasıydı. Loş koridora vardıklarında ikisi de soluk soluğaydı. Bakışları koridorda da, odalarda da şaşırtıcı bir temizlik görüntüsüne tanık olmadı. O zamanlar temizlik konusunda pek kaygılanılmazdı; bir yer pis ise, öylece pis kalırdı; dış görünüşün güzel olması önemsenmezdi. Yani Tanrıça Themis her günkü haliyle, üzerinde hırkasıyla karşılıyordu konuklarını. Burada kahramanlarımızın geçtiği kalem odalarını da anlatmamız gerekirdi, ama yazar devlet dairelerinde müthiş bir çekingenlik, ürküntü duyduğundan yerler pırıl pırıl cilalı, masaların tozu alınmış da olsa, başını önüne eğip bir an önce oradan ayrılmak ister; o bakımdan kahramanlarımızın geçtikleri kalem odalarının nasıl bir gönenç, bolluk içinde olduğundan hiç haberi yoktur. Kahramanlarımız burada kiminin üzeri yazılı, kimi bembeyaz pek çok kâğıt gördüler; ayrıca eğilmiş başlar, geniş enseler, taşra zevkinde dikilmiş yığınla frak gördüler; ancak bütün bunlardan hemen ayrılan külrengi bir ceket vardı ki ceketin sahibi yüzü neredeyse kâğıda değecek kadar başını yana eğmiş, rahat, kendinden emin hareketlerle bir şeyler yazıyordu. Yargılama süresince mahkemenin koruyucu kanatları altında çocuklar, hatta torunlar yetiştirmiş, yaşayacağı kadar yaşamış barışçıl bir toprak sahibinin mahkeme yoluyla kopardığı bir toprağa ya da haciz yoluyla el koyduğu bir çiftliğe ilişkin bir şeylerdi herhalde yazdığı. Arada kulağa hırıltılı bir ses çalınıyordu: "Fedosi Fedosiyeviç, 368 no'lu dosya lütfen!" – "Hokkanın kapağını her zaman aynı yere koysanız olmaz mı!" Zaman zaman, bir amire ait olduğu su götürmez, görkemli, buyurgan bir ses duyuluyordu: "Şunu temize çek! Bir yanlışını göreyim, çizmelerini çıkarttırırım ayağından, altı gün aç susuz burada kalırsın sonra!" Kalem odasında divitlerden öyle müthiş bir gıcırtı yükseliyordu ki tabanını dört karış kuru yaprak kaplamış bir ormanda çalı çırpı yüklü birkaç araba gidiyor sanılabilirdi.

Çiçikov'la Manilov genç iki memurun oturduğu ilk masaya yaklaştılar:

— Köylü işlerine hangi masada bakılıyor acaba?

Memurların ikisi birden başlarını onlara çevirdiler:

— İşiniz neydi?

— Bir dilekçe verecektim de... –dedi Çiçikov.

— Bir şey mi satın aldınız?

— Ben önce köylü işlerine hangi masada bakıldığını öğrenmek istiyorum. Burada mı, yoksa bir başka masada mı?

— Siz hele bir ne satın aldığınızı, kaç paraya aldığınızı söyleyin, biz de ona göre işinizin hangi masada görüleceğini söyleyelim. Yoksa öyle olur mu!..

Adamların bütün genç memurlar gibi meraklı oldukları, kendilerine ve yapmakta oldukları işe önem ve ağırlık kazandırmaya çalıştıkları ortadaydı; o yüzden de Çiçikov:

— Bakın cancağızlarım, –dedi.– Fiyatları ne olursa olsun, köylülerle ilgili bütün işlerin aynı masada görüldüğünü iyi bilirim. Onun için şimdi lütfen bana o masayı gösterin. Ama eğer dairenizde hangi işlerin görüldüğünü bilmiyorsanız, gidip bir başkasına soralım.

Memurlar bu sözlere karşılık vermediler. Bir tanesi parmağıyla odanın öbür köşesinde birtakım kâğıtları karıştırıp duran yaşlıca bir adamın oturduğu masayı gösterdi. Çiçikov'la Manilov masaların arasından dolanarak oraya gittiler. Büyük bir dikkatle çalışıyordu memur.

— Sorabilir miyim acaba, köylü işlerine burada mı bakılıyor? –dedi Çiçikov bir selam vererek.

Memur önündeki kâğıtlardan başını kaldırdı, ağır ağır:

— Köylü işlerine burada bakılmaz, –dedi.

— Peki nerede bakılır?

— Köylü şubesinde.

— Köylü şubesi nerede?

— İvan Antoniç'te.

— İvan Antoniç nerede?

Yaşlı memur parmağıyla odanın öbür köşesini gösterdi. Çiçikov ve Manilov hemen o yana yöneldiler. Göz ucuyla kahramanlarımıza şöyle bir bakan İvan Antoniç hemen sonra gözlerini indirip işine daha bir coşkuyla girişti.

Çiçikov selam vererek:

— Acaba köylü alım satımı bu masada mı yapılıyor? –diye sordu.

İvan Antoniç karşılık vermedi, duymamış gibi kâğıtlarına büsbütün gömüldü. Yaşını başını almış, aklı başında bir adam olduğu belliydi; şu aklı bir karış havada gençlerden değildi. Kırkını epey gerilerde bırakmış gibiydi. Esmerdi, saçları gürdü. Yüzünün ortası olduğu gibi ileri çıkmış ve bir burun olmuştu sanki: "Sürahi surat" denilen tiplerdendi.

— Köylü işlerine bakılan masayı soruyordum? –dedi Çiçikov bir kez daha.

Sürahi suratını çeviren İvan Antonoviç:

— Burası, –dedi, sonra yeniden işine döndü.

— Benim işim, buralı bazı çiftlik sahiplerinden satın aldığım ve başka yere götüreceğim köylülerle ilgiliydi; satış sözleşmelerini düzenledik, yalnız onay gerekiyor.

— Satıcılar da geldi mi?

— Gelen de var, gelemeyip vekâletname veren de.

— Dilekçe yazdınız mı?

— Yazdım. Biraz acelem var da... acaba işi bugün tamamlayabilir miydik?

— Bugün mü? Bugün olmaz. Üzerlerinde haciz olup olmadığına falan bakmamız gerek.

— Acaba işi çabuklaştırabilir miydik? Başkan, yani İvan Grigoryeviç de yakın dostumdur...

İvan Antoniç sertçe:

— İvan Grigoryeviç'ten başkaları da var, –dedi.

Çiçikov, İvan Antoniç'in ne demek istediğini anlamıştı:

— Onlar da görülecektir, emin olabilirsiniz, –dedi.– Ben de memurluk yaptım, bilirim bu işleri.

— İvan Grigoryeviç'e gidin, –dedi İvan Antoniç, biraz daha yumuşamış bir sesle.– Gereken kişilere emir versin. Bizde iş uzamaz, merak etmeyin.

Çiçikov cebinden bir banknot çıkarıp İvan Antoniç'in önüne koydu, beriki parayı hiç fark etmemiş gibi üzerine hemen bir kitap attı. Çiçikov parayı gösterecek olduysa da İvan Antonoviç "göstermenize gerek yok" anlamında belli belirsiz bir baş hareketi yaptı. Sonra hemen oradaki tapınak görevlilerinden birini göstererek:

— O sizi makama götürür, –dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro