Kısım Bir | Bölüm On
Koyun kaburgayı, her dilimi servis tabaklarından daha büyük lorlu börek, onu da buzağı büyüklüğünde bir hindi dolması izledi. Hemen tüm dünya nimetleri tıkılmıştı bu hindinin içine: Yumurta, pirinç, ciğer ve her biri mideye oturacak daha neler neler. Yemek de böylece bitti; ama masadan kalktıklarında Çiçikov kendini bir pud kadar ağırlaşmış hissetti. Salona geçtiler, baktılar, küçük bir tabağa reçel konmuş: Armut, erik gibi meyvelere benzemeyen bir meyvenin reçeli, ama ev sahibi de, konuk da dokunmadılar bile reçele. Ev sahibesi, reçeli bölüştürmek için fincan tabakları getirmeye gitti; Sobakeviç ise, böylesine doyurucu yemekten sonra bir koltuğa yayılmış ahlaya oflaya haç çıkarıyor, ikide bir eliyle ağzını kapatıyordu. Ev sahibesinin salondan çıkmasını fırsat bilen Çiçikov:
— Sizinle konuşmak istediğim küçük bir mesele var, –dedi Sobakeviç'e.
O sırada elinde bir reçel tabağıyla ev sahibesi girdi içeri:
— İşte size bir reçel daha! Balda kaynamış turp reçeli!
— Sonra bakalım onun da tadına, –dedi Sobakeviç.– Sen odana çekil, biz de Pavel İvanoviç'le fraklarımızı çıkarıp şöyle biraz dinlenelim.
Ev sahibesi kuştüyü minderler, yastıklar getirtecek oldu, ama Sobakeviç: "Gerek yok, koltuklarda dinleniriz," dedi.
Yalnız kaldıklarında Sobakeviç başını hafif yana eğip Çiçikov'un sözünü ettiği küçük işi dinlemeye hazırlandı.
Çiçikov çok uzaklardan, dolaylı yollardan başladı. Rusya'nın büyük bir devlet olduğundan övgülü bir dille söz etti, Roma İmparatorluğu'nun bile bu kadar büyük olmadığını, yabancıların da haklı olarak bu işe şaştıklarını anlattı. Sobakeviç, başı hep öyle yana eğik, dinliyordu. Ve işte şanı şerefi pek büyük olan bu ülkenin mevcut yasalarına göre, bir önceki sayımdan sonra yaşamdan el çekmiş canların bir sonraki sayıma kadar yaşıyor görünmesi, ilgili kurumlar açısından son derece gereksiz, yararsız ayrıntılarla dolu birtakım işlere yol açıyor, böylece de zaten çok karmaşık olan devlet aygıtını daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Sobakeviç, başı hep öyle yana eğik, dinliyordu. Burada her şey elbette yasalar çerçevesinde olup bitiyordu, yasa dışı bir durum yoktu, ama yaşamdan el çekmiş canlar için yaşayan canlar kadar vergi ödemenin pek çok toprak sahibine ağır geldiği de bir gerçekti. İşte kendisi de Sobakeviç'e duyduğu kişisel saygıdan dolayı, bu yükün, bu gerçekten ağır yükün hiç değilse bir kısmını üstlenmek istiyordu. Konunun can alıcı noktasında Çiçikov çok dikkatliydi: Canlar için ölü dememeye büyük özen göstermiş, bunun yerine artık var olmayan demişti.
Sobakeviç, hep öyle başı yana eğik, dinliyordu. Ne düşündüğü belli değildi; hiçbir duygu okunmuyordu yüzünde. Sanki can yoktu bu bedende ya da vardı da, olması gereken yerde değil, Rus masal kahramanı "Ölümsüz Koşçey"inki gibi yedi dağın dibine çekilmişti, üstelik de öyle kalın örtülerin altındaydı ki orada isterse yer yerinden oynasın, yüzeyden bir şey anlayabilmek mümkün değildi.
— Evet, ne diyorsunuz? –dedi Çiçikov, heyecandan içi içine sığmayarak.
— Ölü can mı lazım size? –diye sordu Sobakeviç, ekmekten söz eder gibi, öyle sakin, öyle sade, öyle soğukkanlı.
— Evet, –dedi Çiçikov ve sözü yine yumuşattı:– artık var olmayanlar.
— Var bende de tabii, olmaz mı... –dedi Sobakeviç.
— Varsa... o zaman onlardan kurtulmayı da istersiniz?..
Alıcının bu işte bir çıkarı olduğunu sezen Sobakeviç, başını hafifçe doğrultarak:
— Hayhay, satabilirim size onları, –dedi.
"Lanet olsun!" dedi içinden Çiçikov. "Ben daha sözünü etmeden adam satış demeye başladı!"
— Peki... nasıl bir fiyat düşünürdünüz? Gerçi öyle bir şeyden söz ediyoruz ki bir fiyatının olması bile tuhaf geliyor insana...
— Sizin için tanesi yüz ruble!
— Yüz mü! –diye bağırdı Çiçikov, ağzı bir karış açık kalmıştı; gözlerini Sobakeviç'in gözlerine dikmiş, kulaklarına inanamıyormuş gibi bakıyordu ona: Acaba ben mi yanlış duydum, yoksa hep olduğu gibi adamın ağır dili ağzında dönmedi de diyeceğinden bambaşka bir şey mi söyledi?
— Fiyatı pahalı bulmuş gibisiniz? –dedi Sobakeviç.– Sizin fiyatınız nedir?
— Benim fiyatım? Sanırım biz aynı şeyden söz etmiyoruz ya da birbirimizi anlamıyoruz, ya da söz ettiğimiz şeyin ne olduğunu unuttuk? Elimi vicdanıma koyuyor ve ben de bir fiyat veriyorum şimdi: Beher can için seksen kopek! Tamı tamına sekiz onluk! Bundan iyisi can sağlığı!
— İnsaf artık!.. Bir can seksen kopek ha!
— Nereden bakarsanız bakın, bundan fazla etmez!
— Çarık değil sattığımız.
— Kabul. Ama insan da değil.
— Sayımdan geçmiş canlarını beheri yirmi kopekten satacak enayi arıyorsunuz kendinize galiba?
— Fakat müsaade buyurun: Ne diye sayımdan geçmiş diye adlandırıyorsunuz ki onları? Sonuç olarak hepsi çoktan ölüp gitmiş. Elle tutulmaz, görülmez, birer sesten başka bir şey değiller onlar artık! Salt meselenin uzayıp gitmemesi için: Her birine bir buçuk ruble veriyorum. Ve bu çıkabileceğim son rakamdır!
— Böyle bir rakamı ağzınıza alırken utanmalısınız! Pazarlık ediyoruz şurada, doğru dürüst bir fiyat söyleyin!
— Verebileceğim son fiyat bu Mihail Semyonoviç. İnanın üzerine çıkamam. Bir şey olanaksızsa, elden ne gelir!
Çiçikov böyle dedi, ama yine de fiyatı elli kopek yükseltti.
— Niye böyle cimrilik ediyorsunuz, anlamıyorum –dedi Sobakeviç.– İnanın, istediğim fiyat çok değil. Yarın bir üçkâğıtçıya çatarsınız, aldatır sizi: Can yerine birtakım döküntüleri kakalar. Oysa benim vereceklerimde tek çürük bulamazsınız, hepsi seçme: Ya sanatkâr ya da sağlıklı köylü. Örneğin, arabacı Miheyev: Hep yaylı araba yapmıştır... hem de ne yaylılar! Öyle Moskova işi arabalar gibi bir saatte bozulan cinsten değil! Çok sağlamdır arabaları Miheyev'in! Döşeme işlerini de kendi yapar, üstelik ışıl ışıl da cilalar bütün arabayı!
Çiçikov, Miheyev'in ne zamandır dünyada olmadığını söylemek için ağzını açtı, ama bir şey söyleyebilmesi ne mümkün! Gizli bir konuşma yeteneği varmış da o ortaya çıkmış gibi Sobakeviç coşkuyla anlatıyordu:
— Ya Mantar Stepan? Öyle dülgeri bugün ara ki bulasın? Stepan gibi bir köylü bulun, kellemi keserim! Tam bir pehlivandı! Muhafız Alayı'na girmiş olaydı kim bilir nerelere yükselirdi. Boyu 3 arşından daha uzundu![17]
Çiçikov, yine Mantar'ın da artık dünyada olmadığını söylemek istedi; ama hızını almış giden Sobakeviç'i durdurmak mümkün değildi! Öyle bir coşkuyla konuşuyordu ki dinlemekten başka yapılabilecek hiçbir şey yoktu.
— Tuğlacı Miluşkin'i alalım: İstediğin evin, istediğin duvarına ocağı örerdi! Çizmeci Maksim Telyatnikov!.. İğneyi eline aldı mı çizmen hazır demektir: Sağ olasın çizmeci başı! Ve de ağzına içki koymazdı! Yeremey Sorokoplhin'e hiç girmeyelim! Tek başına bunların hepsine bedeldi! Moskova'da yürütürdü sanatını, buna karşılık bana da yıllık beş yüz ruble öderdi. Öyle her toprak sahibinde bulunacak adamlar değildi bunlar, hele Plyuşkin gibileri size böylelerini asla satamaz!
Bu bitmez tükenmez söylevden şaşkına dönen Çiçikov sonunda:
— Onların özelliklerini neden sayıp döküyorsunuz bana, anlamıyorum! –dedi.– Bunun hiç yararı yok ki... çünkü bu adamların biri bile yaşamıyor bugün! Ne demiş atalarımız: "Çite payanda yapayım desen, o bile olmaz ölü bedenden."
Sözünü ettikleri insanların ölü olduğunu şimdi hatırlamış gibi:
— Canım, elbette yaşamıyor hiçbiri, –dedi Sobakeviç.– Ama günümüzde yaşıyor görünenler ne ki? İnsandan saymak bile mümkün değil bunları... insan değil, sinek hepsi!
— Ama onlar yine de varlar, yaşıyorlar! Bunlar ise yalnızca birer hayal!
— Hayır, hiç de hayal değil!.. Size şu kadarını söyleyeyim ki Miheyev gibi birini bugün mümkün değil bulamazsınız: Öyle yapılıydı ki bu odaya sığmazdı! Hayır, onlar birer hayal değildi! Omuzları öyle güçlüydü ki atlar yanında hiç kalırdı. Sorarım size, başka nerede bulabilirsiniz böyle bir hayali?
Bu son sözlerini Bagration'la Kolokotroni'nin duvarda asılı resimlerine bakarak söylemişti. Sık karşılaşılan bir durumdur bu: Konuşmakta olan iki kişiden biri, kim bilir neden, birdenbire konuşmakta olduğu adama değil, bir rastlantıyla oraya gelen, hiç tanımadığı üçüncü bir kişiye dönerek sözlerini sürdürür; üstelik bunu o yabancıdan bir karşılık, onay ya da herhangi bir görüş alamayacağını bile bile, onu sanki aracı olmaya çağırıyormuş gibi, gözlerini gözlerine dikerek yapar; öncesini sonrasını bilmediği bir konuda yanıt vermesi mi, yoksa incelik kurallarını gözeterek bir süre öylece durduktan sonra çekip gitmesi mi gerektiğine karar veremeyen yabancı da ne yapacağını şaşırır.
Çiçikov yeniden pazarlığa dönerek:
— İki rubleden fazla veremem, –dedi.
— Pekâlâ, dostluğa sığmayacak bir para istiyor diye düşünmemeniz için, sırf bunun için, can başına yetmiş beş kâğıt ruble! Dostluğumuz adına!
"Ne bu böyle, bu adam beni su katılmamış bir ahmak sanıyor herhalde?" diye geçirdi içinden Çiçikov.
— Doğrusu çok tuhaf, –dedi sonra, yüksek sesle,– tiyatro oynuyoruz sanki! Aramızda şu geçenler de bir komedi. Başka bir açıklama getiremiyorum... Eğitimli, zeki bir insansınız. Neyin alışverişini yapıyoruz biz? Olmayan bir şeyin, bir hayalin! Böyle bir şeyin ne değeri olabilir? Ve kimin ne işine yarar, kime gerekebilir böyle bir şey?
— İşte siz satın alıyorsunuz... demek ki birilerinin işine yarıyor?
Çiçikov burada söyleyecek bir şey bulamadı, dudağını ısırdı. Ailesel denilebilecek özel birtakım nedenlerle bu işe giriştiğini söyleyecek olduysa da, Sobakeviç kestirip attı:
— Sizin özel ilişkileriniz beni ilgilendirmez! –dedi.– Aile işlerine karıştırmayın beni. Size can gerekmiş, ben de size can satıyorum; almazsanız pişman olursunuz!
— Madem öyle, iki ruble! –dedi Çiçikov.
— Tutturmuşsunuz iki ruble diye, papağan gibi yineleyip duruyorsunuz! Şunun olacağını söyleyin!
"Lanet herif!" diye geçirdi içinden Çiçikov. "Elli kopek daha vereyim bari şuna!"
— Pekâlâ! –dedi.– Bir elli kopek daha veriyorum size!
— Öyleyse ben de size son sözümü söylüyorum: Elli ruble! Zararına veriyorum! Ve böyle malı hiçbir yerde daha ucuza bulamazsınız!
"Amma çetin cevizmiş!" dedi Çiçikov içinden. Sonra biraz canı sıkkınca:
— Bilen bilmeyen de ciddi bir şeyden söz ettiğimizi sanır, –dedi.– Başkalarından bedava alabileceğim şeyler bunlar. Tez elden onlardan kurtulmak isteğiyle seve seve vermeye hazır olanlar var. Onları üzerinde tutmak ve yok yere vergi ödemek için insanın aptal olması gerekir.
— Aramızda kalsın ve ben size bir dost olarak söylemiş olayım, ama böyle alışverişler yasal değildir. Ben ya da başka herhangi biri bundan şurada burada söz edecek olursak, bu işi yapan kişinin hiçbir güvenilirliği kalmaz, kimse onunla kazançlı olabilecek bir alışveriş ilişkisine girmez.
"Vay alçak, lafı nerelere götürüyor!" diye düşündü Çiçikov. Sonra alabildiğine soğuk bir tavırla:
— Siz bilirsiniz, –dedi.– Sandığınız gibi, ihtiyacım olduğundan satın alıyor değilim onları. Aklıma birden böyle bir düşünce esti, o kadar. İki buçuk rubleye razı değilseniz, bana müsaade!
"Vay alçak! Hiç kolay lokma değil!" diye düşündü Sobakeviç. Sonra:
— Pekâlâ, hadi otuz olsun! –dedi.– Otuz rubleden alın götürün!
— Sizin satmak gibi bir niyetiniz yok. Onun için bana müsaade!
Sobakeviç onun elini bırakmadan:
— Durun hele canım, –dedi; o arada kendini sakınmayı unutan kahramanımızın ayağına da bastığı için, Çiçikov ahlaya oflaya tek ayağı üzerine zıplamaya başlamıştı.– Ah, özür dilerim, canınızı yaktım galiba? Lütfen şöyle oturun!
Çiçikov'u son derece hünerli bir biçimde koltuğa oturttu. Hareketleri, "Göster bakalım Mişa, hamamda kocakarılar nasıl bayılır?" ya da "Küçük çocuklar nasıl ceviz çalar?" soruları karşısında eğitimli ayıların yaptıkları hareketlere benziyordu.
— Acelem var ve boşuna zaman kaybediyorum, –dedi Çiçikov.
— Bir dakikacık oturun şuraya, bakın çok hoşunuza gidecek bir şey söyleyeceğim size! –Sobakeviç, yanına oturan konuğuna iyice yaklaştı ve kulağına eğilip, giz verir gibi usulca:– Size bir çeyreğe olur, –dedi.
— Bir çeyrek mi? Yirmi beş ruble yani? Asla! O çeyreğin çeyreğini bile vermem! Ben vereceğimi verdim!
Sobakeviç sustu. Çiçikov da sustu. Böylece iki dakika geçti. Kartal burunlu Bagration duvardan bu alışverişi büyük bir dikkatle izliyordu.
Sonunda Sobakeviç:
— Son fiyatınız nedir? –diye sordu.
— İki buçuk ruble.
— Haşlanmış bir turp kadar yani, bir canın değeri gözünüzde! Bari üç ruble verin!
— Veremem!
— Kusura bakmayın, ama zor adamsınız! Dediğiniz gibi olsun. Zarar ediyorum gerçi, ama köpeksi bir huyum vardır: Sevdiğim insanlar ille de sevinsinler, mutlu olsunlar isterim. İşlerin kitabına uygun olması için bir de sözleşme yapmamız gerek herhalde?
— Herhalde.
— Evet. Bunun için de kente gitmek gerekecek.
İşi böylece bitirdiler. Satış sözleşmesi için de ertesi gün kentte buluşmaya karar verdiler. Çiçikov satın aldığı köylülerin bir listesini istedi. Sobakeviç hemen masasına geçip Çiçikov'un isteğini kuru kuruya bir liste şeklinde değil, her adın karşısına o köylünün övücü yanlarıyla, sahip olduğu üstün nitelikleri ve başka özelliklerini de yazarak yerine getirdi.
O arada Çiçikov da can sıkıntısından Sobakeviç'i izlemeye koyuldu. Bodur Vyatka atlarının sağrıları gibi geniş sırtına, kaldırım kıyılarına dikilen demir döküm direklere benzeyen sağlam, kunt bacaklarına bakınca, ister istemez şöyle düşündü: "Tanrının sevdiği kuluymuşsun! Kötü biçilmişsin, ama dikişine diyecek yok! Anandan mı böyle ayı doğdun, yoksa ıssız taşra yaşamı, ekip biçme, köylülerle uğraşıp durmak mı seni böyle yavaş yavaş ayılaştırdı? Ama yok! Bence çağcıl bir eğitim alıp taşrada değil, başkent sosyetesi içinde yaşasan da sen gene böyle olurdun. Burada bir tepsi börekle iştahını açıp yanında lapayla birlikte koca bir koyun kaburgasını gövdeye indiriyorsun; başkentte olsaydın trüflü fileminyon yiyor olacaktın. Burada bir sürü köylün var ve onlarla iyi geçiniyorsun, eziyet etmiyorsun kendilerine, çünkü onları üzersen sen de zarar görürsün bundan. Öbür türlü olsaydı, sana bağlı memurlar olacaktı ve bunlar senin malın, senin kölen olmadıkları için analarını ağlatacaktın ya da devletin malı deniz deyip bir güzel girişecektin. Yok! Bir el yumruk olmaya görsün, açılıp bir daha avuç olmaz! Yumruktan bir iki parmağın açılması ise büsbütün kötüdür. Böyleleri herhangi bir bilimden az buçuk bir şeyler öğrenip, önemli bir koltuğa da oturdular mı, artık o işin gerçek ustalarına kan kustururlar. "Şöyle bir kendimi göstereyim" demeleriyle aldıkları birtakım bilgece kararlar, nice insana nasıl da pahalıya patlar! Ah siz kulaklar...[18] siz yok musunuz!"
Sobakeviç, Çiçikov'a dönüp:
— Liste hazır! –dedi.
— Hazır mı? Alayım lütfen. –Listeye şöyle bir göz gezdirince, çok şaşırdı: Öyle düzenli, öyle titiz hazırlanmıştı ki!.. Köylülerin yalnızca adları, yaşları, ellerinden ne iş geldiği, medeni durumları değil, ayrı bir bölümde "hâl ve gidiş"leriyle, içkiye düşkün olup olmadıkları bile belirtilmişti. Göz okşayıcı bir listeydi.
— Biraz kaparo rica etsem? –dedi Sobakeviç.
— Kaparo da nereden çıktı? Kentte işlemleri bitirdik mi paranın tümünü alırsınız!
— Ama usul böyle.
— Nasıl yapalım, bilmiyorum. Yanıma fazla para almamıştım. Şu on rubleyi buyurun.
— On ruble mi! Hiç değilse bir elli ruble verin!
Çiçikov yanında başka para olmadığında direttiyse de, Sobakeviç böyle olmadığından emin olduğunu öyle kesin bir dille söyledi ki on beş ruble daha vermek zorunda kaldı.
— Buyurun, on beş ruble daha... toplam yirmi beş oldu! Yalnız siz de bana bir makbuz imzalayıp verin!
— Makbuzu ne yapacaksınız?
— Neme lazım, işimizi sağlam tutalım!
— Pekâlâ, parayı alayım!
— Canım para işte, elimde duruyor! Siz makbuzu imzalar imzalamaz takdim edeceğim!
— Parayı almadan makbuz imzalanır mı? Verin parayı, alın makbuzu!
Çiçikov elindeki banknotları Sobakeviç'e uzattı, Sobakeviç çalışma masasına yaklaştı, parayı sol eliyle kapatıp bir kâğıda, "sattığım şu kadar cana karşılık yirmi beş kâğıt ruble avans aldım" diye yazdı. Makbuzu imzaladıktan sonra banknotlara bir kez daha baktı, içlerinden birini kaldırıp ışığa tuttu:
— Bu biraz eskimiş, üstelik yırtığı da var... –dedi,– ama dostlar arasında böyle şeylere bakılmaz!
"Cimri herif!" diye geçirdi içinden, Çiçikov. "Hem cimri, hem de cin gibi!"
— Kadın da ister miydiniz?
— Yok, teşekkür ederim.
— Ama çok ucuz. Tanesi bir ruble.
— Hayır, kadına ihtiyacım yok.
— İhtiyacınız yoksa o ayrı... Zorla güzellik olmaz: Kimine papazın kendisi hoş gelir, kimine de karısı!
Çiçikov veda ederken:
— Son olarak sizden bu alışverişin aramızda kalmasını rica edeceğim, –dedi.
— Elbette canım. Üçüncü bir kişiyi ne diye karıştırmalı bu işe! Yakın dostlar arasında olup bitenler onların arasında kalmalıdır. Hoşça kalın. Geldiğiniz için teşekkür ederim. Boş zaman bulduğunuzda beklerim, yine gelin: Yemek yeriz birlikte; kim bilir, başka birtakım fırsatlarla birbirimize yine yararlı oluruz.
Çiçikov arabasına otururken:
"Hadi oradan, pis cimri!" dedi içinden. "Olur şey değil: Adam her ölü can için benden iki buçuk ruble almayı başardı!
Çiçikov, Sobakeviç'ten hiç hoşnut kalmamıştı. Tanış sayılmalarına karşın (valinin, emniyet müdürünün evinde görüşmüşlerdi), yabancı gibi davranmış, metelik etmez bir şey için para almıştı. Arabası avludan çıkarken dönüp ardına bakınca, Sobakeviç'in hâlâ kapıda durduğunu gördü; galiba ne yana gideceğini görmek istiyordu.
— Aşağılık herif, nasıl da durmuş bakıyor! –diye söylendi dişlerinin arasından ve Selifan'a beyin kendilerini görmemesi için, köylülerin kulübelerinin ardından dolaşmasını emretti. Çünkü Sobakeviç'in "Adamları sinek gibi ölüyor," dediği Plyuşkin'in çiftliğine gitmek niyetindeydi ve bunu Sobakeviç'in bilmesini istemiyordu. Köyün dışına geldiklerinde, rastladıkları ilk köylüyü yanına çağırdı. Adam kocaman bir kütüğü omzuna atmış, azimli bir karınca gibi evine taşıyordu.
— Hey, sakallı! Beyin evi önünden geçmeden Plyuşkin'in çiftliğine nasıl gidebiliriz?
Soru köylüye zor gelmiş gibiydi.
— Yoksa bilmiyor musun?
— Bilmiyorum efendim.
— Saçı sakalı ağartmışsın, ama daha pinti Plyuşkin'i bile tanımıyorsun! Adamlarını aç bırakan toprak sahibi!
— Ha, Yamalı!.. Sorduğun, yamalı!.. –diye bağırdı köylü.
Yamalı'dan sonra bir de ad söyledi, ona son derece uygun düşen bir ad, ama pek kibar sayılmayacak bir söz olduğu için, onu buraya yazamıyoruz. Ama bu o kadar cuk oturan bir addı ki arabanın bir hayli yol almasına, köylünün de gözden yitip gitmesine karşın, Çiçikov oturduğu yerde hâlâ gülüyordu. Şu Rus halkının ne müthiş buluşları vardır! Birine bir ad takmaya görsün, artık o ad onun torununa torbasına da geçer, memuriyet hayatında da, emekliliğinde de, Petersburg'da da, dünyanın öbür ucunda da onu izler. Ne yapsa kurtulamaz ondan. Eli kalem tutan insanlara paralar verip bu adın eski prens soylarından birinden geldiği üzerine yazılar da yazdırsa, yararı olmaz. Karga sesiyle cümle âleme açıkça duyurur durur bu ad kendini, kuşun nerelerden uçup geldiğini söyler. Tam yerini bulmuş bir söz, tıpkı yazı gibidir; balta bile vız gelir ona! İşte Rusya'nın derinliklerinde, Alman, Fin ya da başka hiçbir yabancı halkın, kavmin bulunmadığı, yalnızca, diyeceğini öyle tavuğun kuluçkaya yatması gibi uzun uzadıya düşünüp taşınarak değil, bir çırpıda söyleyiveren canlı, ateşli, hazır cevap Rus zekâsının ışıldadığı yerlerde adama öyle lakaplar takarlar ki daha sonra o kişinin dudağının şöyle, burnunun böyle olduğunu belirtmek gerekmez, lakabı onu olduğu gibi resmetmeye yeter.
Şu mukaddes, dindar Rusya'mızın dört yanına çan kuleleri, kubbeleri, haçlarıyla ne kadar kilise ve manastır serpilmişse, dünyanın dört bir yanına da o kadar kavim, kuşak, halk, topluluk, alaca bulaca benekler halinde serpilmiştir. Yaratıcı ışıltıları, özellikleri olan her halkın kendine özgü sözü vardır; öyle ki bununla herhangi bir nesneyi tanımladığında, bir ölçüde kendi karakterini de tanımlamış olur. Britanyalının sözü insan yüreğini ve yaşamı bilgece kavramışlığı dile getirirken, Fransız'ın cakalı bir ışıltı taşıyan sözü, bir an gözleri kamaştırır, sonra yok olur gider; Alman herkesçe hemen anlaşılamayan ince, akıllı sözünü söylemeden önce uzun uzun düşünür taşınır; ama Rus insanının yürekten kopan ve tam yerini bulan sözü kadar kapsayıcı, hayat dolu, ele avuca sığmaz bir başka söz daha yoktur.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro