Kısım Bir | Bölüm Beş
Çiçikov, daha önce de gördüğümüz gibi senlibenli konuşuyordu çiftlik sahibi hanımla. Elindeki çay fincanına biraz meyveli votka ekledi, sonra şöyle konuşmaya başladı:
— Güzel bir köyünüz var be anacığım. Kaç can yaşar burada?
— Doğrusu babacığım, seksenden az değil. Ne var ki zaman kötü. Örneğin geçen yıl öyle kötü bir yıldı ki... Tanrı bir daha öyle yıl göstermesin!
— Ama köylüleriniz gayet irikıyım, kulübeleri de sağlam, bakımlı. Lütfen soyadınızı söyler misiniz anacığım. Dalgınlık. Gece geldim ya, sormayı unuttum.
— Koroboçka. Onuncu dereceden sekretarşa.[4]
— Onur duydum efendim. Ya adınız ve baba adınız?
— Nastasya Petrovna.
— Nastasya Petrovna? Güzel ad. Öz teyzemin, yani annemin kız kardeşinin adı da Nastasya Petrovna.
— Sizin adınız ne? Herhalde tahsildarsınız?
Çiçikov gülümsedi.
— Yok be anacığım. Tahsildar falan değilim. Kendi işceğizlerimiz için geziyoruz biz.
— Anladım, tüccarsınız. Yazık, balım vardı, geçenlerde gelen bir tüccara verdim. Hem de öyle ucuza verdim ki. Ah, be babacığım, bileydim sana satardım balımı!
— Bal almam ben.
— Ne alırsın peki? Kenevir? Ama elimde çok az var. Yarım pud[5] ya gelir ya gelmez.
— Yok be anacığım, başka şeyler topluyorum ben... Söyler misiniz, köylülerinizden ölen var mı?
Yaşlı kadın göğüs geçirdi:
— Ah, ah!.. Tam on sekiz kaybım var. Üstelik hepsi çok iyiydi, çalışkandı... Daha sonra elbet doğumlar oldu, ama şimdilik hepsi çoluk çocuk. Geçenlerde tahsildar geldi, can vergisi diye tutturdu. Can ölüp gitmiş, senden canlıymış gibi vergisini isterler. Geçen hafta demircim yandı, öyle sanatkâr bir adamdı ki, "demir benim emrimde" derdi.
— Köyde yangın mı çıktı anacığım?
— Tanrı korusun! Yangın elbet çok daha büyük bir felaket, ama benim demirci kendisi yandı babacığım. İçinden yandı. Çok içmişti, mavi bir alev çıktı ağzından, sonra yandı, kömür gibi kapkara oldu. Ah, ne sanatkâr demirciydi! Şimdi at nallayacak adam olmadığı için arabama bile binemiyorum.
— Tanrı onun yazısını da öyle yazmış be anacığım, –dedi Çiçikov, göğüs geçirip.– Tanrının bilgeliği üzerine kimse bir şeycik söyleyemez... E, onları bana veriyor musunuz, Nastasya Petrovna?
— Kimleri babacığım?
— Şu... şeyleri canım... hepsini... ölenleri.
— Nasıl yani? Nasıl vereyim?
— Basbayağı... İsterseniz satın... Parayla alayım onları sizden.
— İyi ama nasıl? Doğrusu hiç anlayamıyorum. Yani mezarlarından mı çıkaracaksın onları?
Kadının bir şey anlamadığını gören Çiçikov ona işi biraz daha açması gerektiğini düşündü. Hiç fazla uzatmadan, alışverişin kâğıt üzerinde olacağını, ölü canların da yaşıyor gösterileceğini söyledi.
Yaşlı kadın gözlerini belerterek:
— Ne yapacaksın onları? –dedi.
— Orası benim bileceğim iş.
— İyi ama onlar ölü.
— Canlı diyen mi var? Üstelik ölü oldukları için size zararları da dokunuyor, vergi ödüyorsunuz boş yere; ben sizi hem bu gereksiz maddi yükten, hem de onun telaşından kurtaracağım. Kurtarmakla da kalmayacağım, size can başına on beş ruble vereceğim. Beni anlıyor musunuz?
Kadın duraksadı.
— Bilmem ki, –dedi.– Şimdiye kadar hiç ölü satmadım.
— Yok bir de satacaktınız! Asıl ölü satmanız tuhaf olmaz mıydı? Yoksa onların size bir şekilde yararları olacağını mı düşünüyorsunuz?
— Hayır, böyle bir şey düşünmüyorum. Ölünün ne yararı olacak? Beni de düşündüren zaten bu: Onların ölü olmaları.
"Resmen dangalak bu karı!" diye düşündü Çiçikov.
— Bakın anacığım, isterseniz iyice bir düşünün: Sizi iflas ettiriyor bu ölüler, yaşıyorlarmış gibi vergi ödeyip duruyorsunuz onlar için.
Kadın hemen atıldı:
— Ah be babacığım, onu hiç hatırlatma! Daha üç hafta önce yüz elli rubleden fazla ödedim. Tahsildarın rüşveti ayrı...
— Görüyor musunuz anacığım. Bundan böyle tahsildar falan yemlemeniz gerekmeyecek, bunu düşünsenize... bundan böyle ben vereceğim yemlerini onların... siz değil, ben. Bütün mali yükümlülükleri ben üstleniyorum. Bütün vergi ve harçları ödeyerek onları kendi adıma kaydettireceğim. Beni anlıyor musunuz?
Yaşlı kadın düşünceye daldı. Evet, sanki kârlı bir iş gibiydi bu, ama hem çok yeniydi, hem de duyulup görülmüş bir iş değildi, o nedenle de bu tüccar acaba beni aldatır mı diye korkuyordu kadıncağız... Gecenin bir vakti, kim bilir nerelerden geliyordu adam?
— E, anacığım, –dedi Çiçikov,– el sıkışıyor muyuz?
— Doğrusu babacığım, şimdiye kadar hiç rahmete kavuşmuş birini satmadım. Canlı sattım; üç yıl önce bizim papaza iki kız sattım, her birine yüz ruble aldım. Çok iyi, çok yetenekli kızlardı. Peçete bile işleyebiliyorlardı. Papaz efendi teşekkür edip durdu.
— İyi de, bizim canlılarla bir işimiz yok anacığım. Bizim işimiz ölülerle.
— Bilmem ki... korkuyorum. Yani işin başında korkuyorum, zararıma mı acaba bu iş benim diye. Belki de sen beni kandırıyorsundur anam babam, ölü canlar belki de daha çok ediyordur?
— Dinleyin anacığım... Ne kadınmışsınız ha! Onların daha çok edeceği mi kalmış? Toprak olup gitmişler! Anlıyor musunuz beni? Toprak! Toprak! En beğenmediğiniz, en değersiz bir şeyi alalım... Örneğin bir paçavra... paçavranın bile bir değeri vardır; kimse almasa kâğıt fabrikaları alır. Ama sizin bunları kimse almaz, çünkü kimsenin bir işine yaramazlar. Ben susuyorum, siz söyleyin: Kimin ne işine yarar onlar?
— Orası doğru, kimsenin bir işine yaramazlar. Ama işte beni düşündüren şey de bu: Onların işe yaramaz birer ölü olmaları.
Sabrı taşmaya başlayan Çiçikov, "Tam bir odun kafalı bu kadın," diye düşündü. "Gel de bunun gibisiyle anlaş! Kahrolası, ter içinde bıraktı beni!.." Cebinden mendilini çıkarıp, gerçekten de alnında birikmeye başlayan teri sildi. Aslında Çiçikov'un kızması boşunaydı: Yaşlı kadının yerinde bir başkası, hatta saygıdeğer bir devlet görevlisi de olsaydı, iş söz konusu oldu muydu o da bir Koroboçka olur çıkardı. Kafasına bir şey koymaya görsün, hiçbir güç onu oradan çıkaramaz. İstediğin kadar yadsınamaz kanıtlar öne sür, lastik topun duvardan sekip geri dönmesi gibi hepsi sana geri döner. Terini silen Çiçikov, kadını razı etmek için bir başka yol denemeye karar verdi.
— Şimdi anacığım, siz ya benim dediğimi anlamak istemiyorsunuz ya da sadece bir şey söylemiş olmak için konuşuyorsunuz. Para veriyorum size: Can başına tam on beş kâğıt! Anlıyor musunuz? Para bu! Sokaktan toplanmıyor! Balınızı kaça satmıştınız?
— Pudunu on iki rubleye sattım.
— Günaha giriyorsunuz anacığım. On iki rubleye satmadınız!
— Tanrı şahit, on ikiye sattım!
— Pekâlâ! Düşünün: Bu bal! Bir yıl boyunca onun için çalışıp çabaladınız, emek harcadınız; gezdirdiniz arıları, kovanlara duman verdiniz, kış boyunca bodrumda beslediniz... Ölü canlara gelince, adı üstünde, bu dünyaya ait değildir onlar. Onlar için koşturmanız, çabalamanız gerekmedi. Tanrının emriyle bu dünyadan göçüp gitti onlar ve böylece de size yığınla zarar verdiler. Bir yıl boyunca çalışıp çabalamanızın karşılığı olarak baldan aldığınız para on iki ruble; burada ise parmağınızı bile oynatmadan on iki de değil, tam on beş ruble alacaksınız, hem gümüş falan da değil, masmavi, gıcır gıcır banknot!
Bu kadar güçlü kanıt karşısında yaşlı kadının direncinin kırılacağından neredeyse emindi Çiçikov.
Ama kadın:
— Doğrusu, –dedi,– benim gibi deneyimsiz bir dula göre işler değil bunlar! Hele biraz daha bekleyeyim, bakarsın başka tüccarlar da gelir, ben de kim ne fiyat veriyor öğrenir, fiyatlara alışırım.
— Ayıp, ayıp anacığım! Tek kelimeyle ayıp! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sizin? Kim gelip de alacak ölülerinizi? Alıp da ne yapacak? Ne işte kullanacak!
— Bakarsınız, çiftlik işlerinde ufak tefek de olsa onlar da bir işe yarar. –dedi yaşlı kadın; bir şeyler daha söyleyecekti, ama bu sözlerine ne diyeceğini merak ederek korkuyla Çiçikov'un yüzüne bakıp onu dinlemeye hazırlandı.
— Pes doğrusu size! Ölüleri çiftlik işlerinde çalıştırmaya kadar vardırdınız işi! Yoksa bostanınızda serçelere karşı korkuluk olarak mı kullanmayı düşünüyorsunuz onları?
Yaşlı kadın haç çıkardı:
— Tövbe! Ne tuhaf şeyler söylüyorsun öyle!
— Başka nerede işinize yarayabilirler ki? Hem unutmayın: Kemikleri, mezarları, hepsi burada, size kalıyor. Benim onları almam sadece kâğıt üzerinde. Hadi artık, ne diyecekseniz deyin!
Yaşlı kadın yine düşünceye daldı.
— Ne düşünüyorsunuz Nastasya Petrovna?
— Doğrusu, anlayamıyorum, ne yapacağımı bilemiyorum. En iyisi, kenevir satayım ben size?
— Canım kenevir nereden çıktı şimdi? Ben size bambaşka bir şeyden söz ediyorum, siz bana kenevir sokuşturmaya çalışıyorsunuz! Başka bir gelişimde de kenevir alırım. Tamam mı Nastasya Petrovna?
— Hey Tanrım! Alışverişimize konu olan mal o kadar acayip ki... daha önce bir örneği olmamış, görülüp duyulmamış...
Bu kadarı artık fazlaydı... Sabrının son damlası da tükenen Çiçikov sandalyesini sertçe devirirken kadına şeytanlı bir lanet okudu:
Şeytanın adını duymasıyla yaşlı kadın öyle korktu ki yüzü bembeyaz oldu:
— Alma onun adını ağzına! Geçenlerde bütün gece düşümde onu gördüm zaten. Aklıma esti, akşam duasından sonra bir iskambil falı bakayım dedimdi, herhalde bu yüzden beni cezalandırmak için yolladı onu Tanrı. Öyle iğrençti ki... boynuzları öküz boynuzundan uzundu!
— Düşünüze onlarca şeytanın girmemiş olmasına şaşarım! Şu zavallı dula yardım edeyim, yazık perişan durumda diyerek size yaklaşan bir din kardeşinize layık gördüğünüz davranış madem bu, o zaman yerin dibine batsın sizin köyünüz de, ölüleriniz de!
Yaşlı kadın Çiçikov'a korkuyla baktı:
— Ama sen... küfrediyorsun?..
— Hiç kusura bakmayın, ancak kötü sözler geliyor aklıma: Hani sokak iti gitmiş samanın üstüne yatmış, ne kendi yer ne başkasının yemesine izin verir! Durum aynen bu! Aslında ben devletin resmi müteahhidi olarak sizin çiftliğinizde üretilen değişik ürünlerden almak istiyordum...
Yalan söylüyordu Çiçikov; o anda dilinin ucuna gelivermiş, önünü sonunu düşünmediği bir yalandı bu; ama beklenmedik ölçüde başarılı oldu. Devlet müteahhidi sözü dehşetli etkiledi Nastasya Petrovna'yı, konuşması yüz seksen derece değişti, özür diler gibi alttan alarak:
— Canım bunda bu kadar kızacak ne var? –dedi.– Senin bu kadar kolay parlayan biri olduğunu bileydim dünyada itiraz etmezdim!
— Elbette kızarım! Atla deve değil istediğim sizden, beş paralık bir şey için üzüp duruyorsunuz beni!
— Peki peki, onları on beş rubleye size vermeye hazırım. Yalnız şu müteahhitlik işinde de sen beni gözet. Çavdar unu, karabuğday unu, bulgur, sığır eti falan alacağın zaman beni unutma.
Yüzünde üç koldan akan teri silerken:
— Hiç unutur muyum anacağım, –dedi Çiçikov; sonra da kentte vekâletinin olduğu ya da köylü satışıyla ilgili işler konusunda yetkilendireceği bir tanıdığı bulunup bulunmadığını sordu.
— Var tabii... Başpapazımız Peder Kiril'in oğlu var; il meclisinde çalışır.
Çiçikov, Peder Kiril'in oğlunu vekil ve mutemet tayin ettiğini belirten bir mektup yazmasını rica etti Koroboçka'dan, sonra onu bu zahmetten kurtarmak için mektubu kendi yazmaya karar verdi.
O sırada yaşlı bayan Koroboçka da içinden şunları geçiriyordu:
"Devlete alacağı unu, hayvanı benden alırsa ne güzel olur! Gönlünü hoş tutmalıyım bu adamın. Dünden biraz yufka kalmıştı, Fetina'ya söyleyeyim de börek kızartıversin; yanına bir de mayalı tatlı börek yapsın, yumurtalısından... hem lezzetli oluyor, hem de fazla zaman almıyor." Ev sahibesi böreklerle ve olasılıkla bunlara eklenmesini isteyeceği ev işi başka hamurişleri ilgili düşüncelerini uygulamak, gerekli emirleri vermek için mutfağın yolunu tutarken, Çiçikov da küçük sandığından gerekli belgeleri çıkarmak için geceyi geçirdiği konuk odasına gitti. Oda toparlanmış, o inanılmaz kuştüyü yatak ve yastıklar kaldırılmıştı; divanın önünde üzeri örtülü bir masa duruyordu. Sandığını kaldırıp bu masanın üzerine koydu, sonra da oturup dinlendi, çünkü kendini tere batmış hissediyordu: Çoraplarından gömleğine dek her şeyi, her yanı, nehre girip çıkmış gibi sırılsıklamdı. Biraz dinlenince, "Lanet karı, anamı ağlattı!" diye söylenerek sandığını açtı.
Yazar, kimi meraklı okurlarının bu sandığın iç bölmelerini, hatta planını öğrenmek istediklerinden adı gibi emindir. Öyleyse buyursunlar, giderelim meraklarını! Tam ortada sabun kalıbı için bir çukur, onun çevresinde usturalar için altı yedi civarında şerit biçiminde dar oyuk yer alıyordu, sonra mürekkep şişesiyle kurutma kumu kutusu için dört köşe iki bölme vardı, bu ikisinin arasındaysa tüy kalemler ve mühür mumlarıyla bunlardan daha uzun başka şeylerin konması için gözler yer alıyordu, sonra kartvizitler ve anı olarak saklanmış ölüm ilanları, tiyatro afişleri gibi şeyler için kapaklı ve kapaksız değişik büyüklükte gözler geliyordu. Sandığın bu üst bölümü olduğu gibi çıkarılabiliyor ve altta kâğıtlarla dolu ikinci bölüme geçiliyordu. Bu bölümde para saklamaya yarayan ve yana doğru çekilerek açılan gizli bir göz vardı; sandık sahibinin bu gizli çekmeceyi açmasıyla kapaması bir olduğu için burada ne kadar para bulunduğunu yazar için bile söyleyebilmek mümkün değildir.
Çiçikov hemen işe girişti; tam kalemini sivriltmiş ve yazmaya başlamıştı ki ev sahibesi girdi içeri, konuğunun yanına otururken:
— Sandığın da pek güzelmiş! –dedi.– Besbelli Moskova işi!
— Evet, Moskova'dan almıştım, –dedi Çiçikov, yazmaya ara vermeden.
— Nasıl bildim ama! Her şeyin en iyisi oradadır! Üç yıl önce kız kardeşim Moskova'dan çocuklar için kışlık ayakkabı getirdiydi, öyle sağlam çıktılar ki hâlâ giyiyor çocuklar. –Kutunun içine bir göz attı: – Ay, ne kadar çok armalı kâğıdın var böyle! –Gerçekten de çok sayıda armalı kâğıt vardı kutuda.– Bir taneciğini de bana hediye etsene! Çok ihtiyacım var kâğıda, mahkemeye dilekçe vermem gerekiyor, yazacak kâğıt yok.
Çiçikov bunların can alım satım sözleşmesi düzenlemek için kâğıtlar olduğunu, dilekçe yazmakta kullanılamayacağını açıkladı; ama yine de gönlü olsun diye kadına bir ruble değerinde bir armalı kâğıt verdi. Vekâletnameyi bitirince, imzalaması için kadına uzattı ve ölen köylülerin bir listesini istedi; yaşlı kadının bir liste falan tutmadığı anlaşıldı, ama bütün köylülerinin adını sayabiliyordu. Çiçikov, köylülerinin adlarını saymasını rica etti kadından. Bazı köylülerin soyadları, bazılarının da lakapları çok şaşırttı kahramanımızı; bunları kâğıda geçirirken bir an duralıyor, sonra devam ediyordu yazmaya. Hele biri iyiden iyiye şaşırttı onu: Pyotr Savelyev Neuvajay Korıto! "Ne kadar uzun bir ad bu böyle!" dedi. Bir başkasınınsa adına "Korovıy Kirpiç" sözcükleri eklenmişti. Kiminin lakabı ise çok kolaydı: Koleso İvan[6] gibi. Listenin tamamlanmasıyla derin bir soluk alınca, burnuna alabildiğine hoş kızartma kokuları geldi.
— Sofraya buyurmaz mısınız! –dedi ev sahibesi.
Çiçikov başını kaldırıp baktığında masanın donatılmış olduğunu gördü: Mantarlar, pideler, etler, gözlemeler ve börekler: Soğanlı, peynirli, yoğurtlu, yumurtalı ve içlerinde Tanrı bilir daha neler neler olan börekler!..
— Mayalı tatlı börek, yumurtalı! –dedi ev sahibesi.
Çiçikov börek tabağına uzandı, yarısından çoğunu mideye indirdi ve böreği övdü. Börek zaten lezzetliydi, ama yaşlı kadınla arasında geçen bütün o boğuşmalardan sonra daha da lezzetli gelmişti.
— Şu börekten de buyurun! –dedi ev sahibesi.
Çiçikov'un buna yanıtı, üç böreği üst üste koyup katlamak, sonra da hepsini birden erimiş tereyağına banıp tek hamlede ağzına atmak oldu; elini ve ağzını peçeteyle sildikten sonra börekleri üçer üçer mideye indirme işlemini üç kez daha yineledi; en sonra da ev sahibesinden yaylısının hazırlanmasını emretmesini rica etti. Yaşlı kadın Fetinia'ya emri iletti, ayrıca dönerken bir tabak daha sıcak börek getirmesini söyledi.
Çiçikov yeniden ağzına börek tıkıştırırken:
— Börekleriniz de pek lezzetliymiş be anacığım, –dedi.
— Evet, doğrusu lezzetlidir böreğimiz... ama elimiz kolumuz bağlı... çünkü ürün kötü, un kalitesiz. –Çiçikov'un şapkasını aldığını görünce:– Aceleniz ne? Arabanız bile daha hazırlanmamıştır, –dedi.
— Hazırlarlar anacığım, şimdi hazırlarlar.
— Müteahhit olarak yapacağınız alımlarda beni unutmayacaksınız, değil mi?
— Hiç unutur muyum? –dedi Çiçikov ve hızla kapıya doğru yürüdü.
Ev sahibesi Çiçikov'un ardı sıra seğirtirken:
— Peki domuz yağı da alır mısınız? –dedi.
— Almaz olur muyum, elbette alırım. Yalnız daha sonra.
— Yortu günlerine doğru sanırım domuz yağım olur.
— Alacağım. Her şeyinizden alacağım. Domuz yağı da alacağım.
— Kuştüyüne de ihtiyacınız olursa... Aziz Filip perhizine doğru kuştüyüm de olur.
— Çok iyi... çok iyi, –dedi Çiçikov.
Kapı önüne çıktıklarında ev sahibesi:
— Gördünüz mü, daha hazırlanmamış arabanız? –dedi.
— Şimdi hazır olur, –dedi Çiçikov.– Yalnız lütfen bana anayola nerden, nasıl ulaşacağımızı bir tarif eder misiniz?
— Bilmem ki nasıl anlatsam. Biraz karışık. Epey kavşak, dönemeç var. En iyisi yanınıza bir kız vereyim, yolu göstersin size. Arabacınızın yanında kızın oturması için bir kişilik boş yer vardır herhalde?
— Olmaz olur mu?
— İyi o zaman, bir kız veririm size, yolu gösterir. Yalnız bana bak, sakın kızı yanında götürme! Tüccarlar böyle yol tarif etsin diye verdiğim bir kızımı kaçırdılar!
Çiçikov, kızı yanında götürmeyeceğine inandırdı yaşlı kadını; böylece içi rahatlayan çiftlik sahibesi de avluda neler olup bittiğini incelemeye başladı; kilerden elinde tahta bir bal çanağıyla çıkan kilerci kadına dikti gözlerini, sonra avlu kapısının orada görülen bir köylüye, böylece yavaş yavaş çiftliğinin gündelik yaşamına döndü.
İyi ama Koroboçka'yla ne diye bu kadar uğraşıp duruyoruz? Koroboçka, Manilova, onların çiftlikleri, çiftçilikleri... bırakalım bunların hepsini bir yana! Şaşılası bir düzeni var şu dünyanın: Keder verici bir şeyin üzerinde çok durdu mu insanın aklına Tanrı bilir neler gelir! Örneğin şunu bile düşünebilir insan: Bu Koroboçka, insanoğlunun sonsuz uzunluktaki gelişim merdiveninin gerçekten de en alt basamaklarında mı yer almaktadır? Onunla kız kardeşi Manilova arasındaki fark, gerçekten de bir uçurum boyutlarında mıdır? O Manilova ki merdivenleri dökme demirden, her yanı maun ağacı ve halı kaplı, hoş kokulu, erişilmez aristokratik evinin duvarları arasında, zekâsını göstermek, parlak düşüncelerini sergilemek için yarısı okunmuş bir kitabın başında esneye esneye akıllı sosyetik ziyaretçilerini bekler durur... Sahip olduğu parlak düşünceler de, Fransa'da ne gibi siyasal devrimlerin hazırlanmakta olduğu ya da son moda Katolikliğin nasıl bir yönde geliştiği gibi, moda yasaları uyarınca kentlerde bir hafta kadar dillerde dolaşmış konular üzerinedir; yoksa ilgisizlik ve bilgisizlik nedeniyle işlerin iyiden iyiye sarpa sardığı evinin ya da çiftliğinin durumuyla ilgili değildir. Girmeyelim, hiç girmeyelim bu konulara! Ne diye dalalım bu sevimsiz konulara? Tasasız, bomboş, neşeli anlarımız arasında birdenbire ve kendiliğinden, tuhaf, bambaşka bir kapı açılıverir: Daha gülümsememiz yüzümüzde kaybolmamıştır, ama bambaşka biri olur çıkarız, yüzümüz bambaşka bir ışıkla aydınlanıverir...
Sonunda briçkasının avludan içeri girdiğini gören Çiçikov:
— İşte geldi! Arabam geldi! –diye bağırdı; sonra Selifan'a çıkıştı:– Eşek herif! Nerelerdeydin? Dün geceki alkol buharları hâlâ dağılmadı galiba.
Selifan karşılık vermedi.
— Hoşça kalın anacığım! Hani bir kız verecektiniz yanımıza, yol göstermesi için?
— Hey, Pelageya! Beyefendiye yolu göster! –diye seslendi ev sahibesi, kapının önünde dikilen, on bir yaşlarında gösteren kıza. Üzerinde evde boyanmış kumaştan bir entari vardı kızın; çıplak ayakları öylesine çamurluydu ki uzaktan ayağında çizme varmış gibi görünüyordu. Kız bir ayağını Çiçikov'un kullandığı basamağa atmış ve orayı fena halde çamurlamıştı; Selifan elini uzatarak kızın yukarıya, arabacı yerine tırmanmasına yardım etti; kız Selifan'ın yanına oturdu. Kızın ardından Çiçikov çamurlanmış basamağa basıp arabaya bindi; epey ağır olduğu için arabayı sağa doğru yatırmıştı. Yerine yerleşince:
— Artık tamamız... hoşça kalın anacığım! –dedi.
Atlar asıldı, araba hareket etti.
Bütün yol boyunca Selifan'ın suratından düşen bin parçaydı, ancak bir suç işlediği ya da sarhoş olduğu zamanlar hep olduğu gibi işine karşı dikkatli, özenliydi. Atlar öyle güzel tımar edilmişti ki ışıl ışıl parlıyorlardı. Derisi yırtılmış, alttan kıtıkların göründüğü eski hamut da onarılmış, yırtık deri ustaca dikilmişti. Yol boyunca hemen hiç konuşmadı, tek yaptığı arada bir kamçısını şaklatmaktı; ama atlarına öğüt dolu söylevlerinden vermedi; gerçi beneklinin alıştığı öğüt sözlerini duymak istediği belliydi, çünkü konuşmayı çok seven sürücü dizginleri gevşekçe tutuyor, kamçı da laf olsun diye geziniyordu atların sırtında. Selifan'ın gergin dudaklarından yalnızca şu tekdüze sözler dökülüyordu:
— Esne bakalım karga efendi, esne, esne...
Ne "sevecen" ne de "saygın" bir iltifatla gönülleri okşanmadığı için Doru ile Üye de durumdan pek hoşnut değillerdi. Dolgun sağrısında yakıcı darbeler hisseden Benekli kulaklarını biraz kısmış, kendi kendine: "Nasıl da biliyor vuracağı yeri!" diye düşünüyordu. "Sırtıma hiç vurmuyor... biliyor nerelerin duyarlı olduğunu: Ya kulaklarımı ya da karnımı bulur kamçısı hep!"
Selifan kamçısıyla, yemyeşil tarlalar arasında kararan, yağmurdan çamura kesmiş yolu göstererek:
— Sağa mı dönüyoruz? –diye sordu yanında oturan kıza, hep öyle soğuk soğuk.
— Yok, yok... gösteririm ben, –dedi kız.
Biraz daha gittiler, Selifan'ın gösterdiği yere yaklaştılar.
— Ne yana? –diye sordu Selifan yine.
— Şu yana! –dedi kız, eliyle göstererek.
— Seni ufaklık! Sağ değil mi orası? Daha sağını solunu bilmiyorsun!
Güzel bir gündü, ama yol öyle çamurdu ki tekerleklerin her yanına çamur sıvanmış ve araba iyice ağırlaşmıştı. Üstelik toprak killi olduğu için çamur kolayca yapışıyordu. Bu yüzden de vakit öğleyi geçtiği halde hâlâ köy sınırlarından çıkamamışlardı. Aslında küçük kız olmasaydı bu kadarını bile başarabilecekleri kuşkuluydu: Yakalanıp çuvala doldurulmuş yengeçler yere silkelenmiş gibi her yana kıvır kıvır yollar ayrılıyordu; yanlış bir yola sapsalar bundan Selifan'ı suçlamak haksızlık olurdu. Küçük kız az sonra uzakta kararan bir yapıya doğru elini uzatıp:
— İşte anayol orada! –dedi.
— Peki o yapı ne? –diye sordu Selifan.
— Lokanta, –dedi kız.
— Artık biz gidebiliriz, –dedi Selifan.– Hadi bakalım, sen de doğru evine!
Arabayı durdurdu, kızın inmesine yardım etti.
— Ah, seni karabacak! –dedi, dişlerinin arasından.
Çiçikov bir bakır mangır verdi kıza; kız yukarıda, arabacının yanında oturmaktan memnun, koşa koşa evinin yolunu tuttu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro