Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

5. Bölüm

Aceleyle o tarafa yöneldim, hatta koşturdum, kalabalığı yararak kendime yol açtım. Üzerine oynayabilmem için tanıdığım hiçbir at olmadığı aklıma geldiğinde önümde iki kişi kalmıştı ve biri gişeye varmıştı bile. Telaş içinde etrafımdaki konuşmalara kulak verdim. "Ravachol'e mi oynayacaksınız?" diye sordu birisi. "Elbette, Ravachol'e," diye yanıtladı yanındaki. "Sizce Teddy'nin de şansı yok mu?"

"Teddy mi? Asla. Genç atlar yarışında tümüyle çuvalladı o. Tam bir fiyaskoydu."

Bu bilgileri hararetle kaydettim. Teddy kötüydü demek ki. Kazanamayacağı kesindi yani. Hemen parayı ona yatırmaya karar verdim. Parayı uzattım, varlığını henüz öğrenmiş olduğum Teddy'nin adını verdim, bir el fişleri önüme attı. Şimdi avucumun içinde bir yerine dokuz kırmızı beyaz fiş olmuştu. Bu da kötü bir duygu veriyordu, ama parmaklarımın arasında hışırdayan nakit para kadar tedirgin edici ve aşağılayıcı değildi.

İçimde tekrar bir hafifleme, neredeyse bir kaygısızlık hissettim: Artık paradan kurtulmuştum, maceranın tatsız yanı atlatılmış, durum yine başlangıcında olduğu gibi oyuna dönüşmüştü. Tekrar rahatça sandalyeme kuruldum, bir sigara yaktım ve dumanını keyifle savurdum. Fakat bu uzun sürmedi, kalktım, etrafta dolaştım, tekrar oturdum. Tuhaftı: O hoş düşler âleminden çıkmıştım yine. Bedenime uzuvlarımı çıtırdatan bir tür gerilim yayılmıştı. Önce gelip geçen insanlar arasında Lajos ve karısına rastlama olasılığından duyduğum huzursuzluk olduğunu düşündüm, fakat elimdeki yeni fişlerin kendilerininki olduğunu nereden bileceklerdi? İnsanların gerginliği de beni etkilemiyordu, aksine ne zaman tekrar öne doğru hamle yapacaklarını dikkatle izliyordum, hatta kendimi ikide bir ayağa kalkıp yarış başlarken çektikleri bayrağa göz atarken yakaladım. Demek buydu, sabırsızlıktı, bekleyişin içimde tutuşturduğu ateşin yayılmasıydı; yarışın başlamasını, bu sıkıntılı durumun tamamen geride kalmasını bekliyordum.

Bir oğlan elinde yarış bülteniyle yanımdan geçerken durdurup programı aldım. Anlamadığım, yabancı bir jargonda yazılmış sözcüklerin içinden tüyolar çıkartmaya çalıştım, sonunda Teddy'yi, jokeyini, haranın sahibinin kim olduğunu ve kırmızı beyaz renkleri buldum. Fakat bunlarla niçin bu kadar ilgileniyordum? Kâğıdı öfkeyle buruşturarak attım, önce ayağa kalktım, sonra tekrar oturdum. Bir anda ateş basmıştı, terleyen alnımı mendilimle kurulamam gerekti ve yakamın sıkmaya başladığını hissettim. Yarış hâlâ başlamak bilmiyordu.

Nihayet gonk çaldı, insanlar hücum ettiler ve o an start gongunun beni de aynı bir çalar saat gibi irkilterek bir tür uykudan uyandırdığını dehşetle fark ettim. Öyle bir şiddetle ayağa fırladım ki sandalyem devrildi, sonra hızla öne doğru atıldım, hayır, daha doğrusu koşturdum ve fişleri hırsla parmaklarımın arasında sıkarak, sanki bir yere geç kalacakmışım, çok önemli bir şeyi kaçıracakmışım gibi çılgınca bir korkuyla kalabalığın içine daldım. Hatta insanları kabaca sağa sola iterek en öndeki bariyere ulaştım, tam o sırada bir hanımefendinin uzandığı bir sandalyeyi umursamazca çekip aldım. Densizliğimi ve hırsın gözlerimi kararttığını kadının –karşımda öfkeyle kalkan kaşlarını gördüğüm kadın iyi tanıdığım biriydi, Barones R.'ydi– şaşkın bakışlarından hemen anladım, fakat utanç ve inattan onu görmezden gelerek yarışı izleyebilmek için sandalyenin üstüne çıktım.

Uzaklarda yeşilliğin içinde atlar küçük bir küme halinde başlangıç çizgisine yan yana sıkışarak dizilmişti. Uzaktan renkli kuklalar gibi görünen ufak tefek jokeyler onları güçlükle çizgide tutuyorlardı. Derhal aralarında kendiminkini aradım, fakat gözlerimin alışkın olduğu bir şey değildi bu, sıcakta gözlerimin önünde tuhaf titreşimler oluyordu ve ben o renkli lekelerin arasında kırmızı beyazı seçemedim. O sırada gonk ikinci kez vurunca atlar aynı yaydan fırlayan yedi ayrı renkli ok gibi çayırın içine fırladılar. Bu zarif hayvanların yere neredeyse değmeden dörtnala kalkarak ileri atılmalarını, çimenin üzerinde uçar gibi ilerlemelerini sükûnetle ve sadece estetik açıdan izlemek harika bir şey olmalıydı. Fakat ben bunları hiç fark etmeden sadece kendi atımı ve jokeyimi tanıyabilmek için ümitsizce çabalıyor ve yanıma bir dürbün almamış olduğum için kendime lanetler yağdırıyordum. Ne kadar eğilsem, uzansam da uçarak yuvarlanan bir yumak halinde birbirine karışan beş sinekten başka bir şey göremedim; sadece yavaş yavaş kümenin şekil değiştirdiğini, dönemece geldiklerinde uzayarak kama biçimi aldığını fark ettim, kümenin ucu öne doğru sivrilirken arkalarda kopmalar başladı. Yarış hararetlenmişti: Dörtnala giderken uzaklaşmış olan üç veya dört at şimdi birbirine iyice yapışmış renkli şeritler gibi görünüyorlardı ve bazen biri, bazen diğeri bir baş öne çıkıyordu. Elimde olmadan ben de, sanki at binercesine heyecanla yaylanıp gerilirsem yarıştakilerin hızını artırıp kendimle birlikte çekebilecekmişim gibi tüm bedenimle öne doğru uzandım.

Etrafımda heyecan yükseliyordu. Daha deneyimli olanlar dönemece varan renkleri tanımış olmalıydılar ki, şimdi çalkalanan kalabalığın içinden vınlayan fişekler gibi isimler yükseliyordu. Yanımda ellerini kudurmuşçasına sallayarak duran biri atlardan birinin başı ne zaman öne çıksa ayaklarını yere vura vura tiksinç tizlikte ve zafer dolu bir sesle haykırıyordu: "Ravachol! Ravachol!" Bu atın jokeyinin mavi ışıltısını gerçekten de gördüm ve öne geçen benim favorim olmadığı için öfke duydum. Yanımda duran münasebetsizin attığı yırtık "Ravachol!" çığlıkları gittikçe katlanılmazlaşıyordu; öfkeden neredeyse kuduracaktım, haykırırken açılan ağzının ortasındaki kara deliğe bir yumruk geçirmeyi ne kadar isterdim. Hiddetten titriyordum, nöbete yakalanmış gibiydim, her an anlamsızca bir şey yapabilecek durumda olduğumu hissettim. Fakat tam o sırada bir başka at öndekine yetişti. Belki de Teddy'ydi bu, belki de, belki de – bu umutla yeniden heyecanlandım. Gerçekten de o anda eyerin üstünde yükselip atın sağrısına doğru bir hamle yapan jokeyin üstünde kırmızı bir yansıma gördüm, evet bu o olabilirdi, o olmalıydı, o, o! Fakat atı niçin hızlandırmıyordu şu hergele? Bir kırbaç daha! Hadi bir daha! Şimdi çok yaklaşmıştı! Şimdi bir karış kalmıştı! Niçin Ravachol kazansındı? Ravachol? Hayır, hayır Ravachol olmaz! Teddy! Teddy! Haydi Teddy! Haydi ileri!

Ansızın kendimi zorlayarak geri attım. Ne – ne oluyordu burada? Bu bağıran kimdi? Bu, "Teddy! Teddy!" diye kudurmuş gibi haykıran kimdi? Bendim bu bağıran. Kendimi o taşkınlık halinde yakalayınca korktum. Kendimi tutmak, frenlemek istedim, yaşadığım coşkunun orta yerinde ansızın kapıldığım utanç azap vericiydi. Ne var ki gözümü pistten ayıramıyordum, orada iki at birbirine yapışmış gibi mücadele ediyordu, Ravachol'ün, o yürekten nefret ettiğim, lanet olası Ravachol'ün ensesindeki gerçekten de Teddy olmalıydı, çünkü şimdi çevremde başkaları da en üst perdeden ve bir ağızdan, "Teddy! Teddy!" diye haykırıyorlardı, tam bir anda kendime gelmişken bu çığlıklarla yeniden aklım başımdan gitti. O kazanmalıydı, evet o kazanmalıydı ve gerçekten de şimdi, şimdi uçar gibi giden diğer atın arkasından bir baş ileri çıktı, sadece bir karış, bir karış daha ve artık boynu görünüyordu – o anda gonk gümbürdedi ve sevincin, umutsuzluğun ve öfkenin sesi tek bir çığlık halinde patladı. Sabırsızlıkla beklediğim isim bir saniye boyunca bütün göğü doldurarak maviliğe yükseldi. Sonra düştü ve bir yerlerde müzik başladı.

Ateş basmış, ter içinde kalmış bir halde, yüreğim çarparak sandalyeden indim. Yaşadığım taşkın heyecanla o kadar allak bullak olmuştum ki, biraz oturma ihtiyacı hissettim. Rastlantı meydan okuyuşuma boyun eğmiş ve ben daha önce hiç yaşamamış olduğum bir esrimenin, anlamsızca bir sevincin içine düşmüştüm; aslında bu atın kazanmasını istemediğimi, niyetimin paradan kurtulmak olduğunu, her şeyin benim iradem dışında gerçekleştiğini söyleyerek kendimi boşu boşuna kandırmaya çalıştım. Fakat buna kendim de inanmadım, zaten uzuvlarımda amansızca bir kıpırtı hissetmeye başlamıştım bile, sanki mıknatısla bir yere doğru çekiliyordum ve nereye çekildiğimi de biliyordum: Zaferimi görmek istiyordum, onu hissetmek, ona. dokunmak istiyordum; para, çok para, parmaklarımın arasında hışırdayan mavi banknotlar istiyordum; tüm bedenimi dolaşan o titreşimi hissetmek istiyordum. Tanımadığım, kötücül bir haz beni ele geçirmişti ve artık hiçbir utanç duygusu ona teslim olmamı engelleyemiyordu. Daha ayağa kalkar kalkmaz hızla, koşarak gişelere gittim, son derece kaba bir tarzda, gişenin başında bekleyenlerin arasından kendime dirseklerimle yol açtım, sadece parayı cismen görebilmek için insanları sabırsızlıkla iki yana ittim. İtip kaktıklarımdan biri arkamdan, "Odun!" diye bağırdı; duydum, ama hesap sormak aklıma gelmedi, akıl almaz, hastalıklı bir sabırsızlıkla titremekteydim çünkü. Sonunda sıra bana geldi, bir tomar mavi banknotu avuçladım. Titreyerek ve aynı zamanda hevesle saydım. Altı yüz kırk kron vardı.

Paraları hırsla aldım. İlk düşüncem oynamaya devam etmek, daha fazla, daha fazla kazanmak oldu. Yarış bültenim neredeydi? Ah, o heyecanla fırlatıp atmıştım. Yenisini edinmek için çevreme bakındım. İşte o zaman adlandıramadığım bir korkuya kapılarak çevredeki herkesin çıkışa doğru uzaklaşarak dağıldığını, gişelerin kapandığını, dalgalanan bayrağın indiğini fark ettim. Yarışlar bitmişti. Bu sonuncusuydu. Bir saniye kadar donmuş gibi kaldım. Sonra içimde sanki bir haksızlığa uğramışım gibi bir öfke kabardı. Şimdi bütün sinirlerim gerilmiş titrerken, kanım yıllardan beri olmadığı kadar ateşlenmişken her şeyin bitmiş olduğunu kabul edemiyordum. Fakat yanıldığıma inanarak aldatıcı isteklerle umudu yapay olarak beslemenin yararı yoktu, çünkü renkli kalabalık giderek artan bir hızla dağılıyordu, geriye kalan tek tük insanların arasında çiğnenmiş çimenlerin yeşili görünüyordu artık. Yavaş yavaş asabi bekleyişimin gülünçlüğünü kavrayınca şapkamı aldım –bastonumu o heyecanla turnikelerde unutmuştum belli ki– ve çıkışa yöneldim. Park görevlilerinden birisi yaltakçı bir hareketle kasketini kaldırarak bana doğru seğirtti, arabamın numarasını verince elini ağzının önünde boru gibi tutarak alanın ötesine doğru bağırdı ve anında tok nal seslerinin yaklaştığı duyuldu. Arabacıdan ağır ağır anayolu takip etmesini istedim, çünkü tam da şimdi heyecanım tatlı tatlı düşmeye başladığında bütün olanları zihnimde tekrar canlandırmak için yoğun bir istek duydum.

Tam o sırada başka bir araba önümüze geçti, ister istemez o yana baktım ve başımı hemen çevirdim. Arabadakiler o kadın ve semirgin kocasıydı. Beni fark etmemişlerdi. Fakat ben anında sanki yakalanmışım gibi pis ve boğucu bir duyguya kapıldım. Elimde olsa arabacıya seslenip onlardan hemen uzaklaşmak için atları kırbaçlamasını isterdim.

Kadınların rengârenk giysileriyle ağaçların yeşil denizinin kıyısında çiçek dolu tekneler gibi salınan diğer pek çok faytonun arasında bizimki de kauçuk tekerleklerinin üstünde usulca kayıyordu. Hava yumuşak ve ılıktı, akşam serinliğinin ilk esintileri şimdiden hissediliyor, zaman zaman çiçek kokularını taşıyordu. Fakat daha önce yaşamış olduğum o düşler âlemindeki gibi hoş duygu tekrarlanmadı, dolandırmış olduğum adamla karşılaşmak utancımı tazelemişti. Heyecanımın içine bir aralıktan giren soğuk hava akımı gibi utanç sızmıştı. Olanları berrak zihinle bir kez daha düşününce kendi kendimi anlayamaz oldum: Benim gibi bir centilmen, elit tabakaya ait biri, saygın bir yedek subay, ihtiyacı olmayan bulunmuş bir parayı alıp cüzdanına sokmuş, hatta her türlü özrü silecek biçimde taşkın bir sevinçle bundan haz almıştı. Daha bir saat öncesinde düzgün, lekesiz bir insan olan ben para çalmıştım. Ben bir hırsızdım. Ve araba hafif bir tırısla yol alırken ben adeta kendi kendimi korkutmak istercesine, farkına varmadan atların nal sesleriyle aynı ritimde, "Hırsız! Hırsız! Hırsız!" diye tekrarladım.

Fakat tuhaf bir şeydi bu, nasıl anlatabilirim bilmiyorum; evet, öylesine açıklanamaz bir şey ki, öylesine acayip ve yine de kendimi hiçbir biçimde sonradan yanıltmadığımı biliyorum. O anlarda duygularımın her saniyesinin, düşüncelerimin her titreşiminin öylesine olağanüstü bir berraklıkla bilincindeyim ki, böyle bir şeyi otuz altı yıllık yaşamımda daha önce hiç yaşamadım ve buna rağmen olayların bu akıldışı dizilimini, algımdaki bu şaşırtıcı iniş çıkışı ortaya dökmeye cesaret edemiyorum; evet, herhangi bir şair veya psikolog bu olanları akla uygun bir şekilde tasvir edebilir miydi acaba, ondan da emin değilim. Benim yapabileceğim sadece olayları hiç beklenmedik bir biçimde ortaya çıktıkları sıraya göre dizmek. Evet, kendi kendime, "Hırsız! Hırsız! Hırsız!" dedim. Sonra hiçbir şeyin olmadığı tuhaf, adeta bomboş bir an geldi, sadece –ah, bunu ifade etmek ne kadar da zor– kulak verdiğim, kendi içimi dinlediğim bir an. Kendimi suçlamış, kendimi yargılamıştım, şimdi yargıç hükmünü bildirecekti. İçimi dinlemeye devam ettim, ama bir şey olmadı, hiçbir şey olmadı. Beni kendime getirmesini, tarifsiz ve dipsiz bir utanca düşürmesini beklediğim kırbaç gibi şaklayan "hırsız" sözcüğü içimde hiçbir şey uyandırmamıştı. Sabırla birkaç dakika bekledim, sonra kendime biraz daha yakından baktım –çünkü bu inatçı suskunluğun altında bir kıpırtı olduğunu hissediyordum– ve delicesine bir ümitle kendime yönelttiğim bu suçlamayı izlemesi gereken, ama bir türlü gelmeyen o yankıyı, tiksintiyle, öfkeyle, çaresizlikle atılacak çığlığı bekliyordum. Yine hiçbir şey olmadı. Hiçbir yanıt gelmedi. Kendime tekrar aynı sözcüğü tekrarladım: "Hırsız! Hırsız!" Bu kez ağır işiten, felçleşmiş vicdanımı uyandırabilmek için bağırdım. Yine bir yanıt gelmedi. Sonra birden sanki bir kibrit çakılmış da karanlık derinliklere tutulmuş gibi bilincimde çakan çiğ bir ışıkla fark ettim ki, ben sadece utanmak istiyordum, ama aslında utanmıyordum, hatta o derinliklerde bir şekilde gizli bir gurur, daha da ötesi, yaptığım o budalalıktan duyduğum bir hoşnutluk vardı.

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Şimdi kendimden gerçekten korkarak bu beklenmedik yüzleşmeye karşı direndim, fakat içimde kabararak, şiddetle yükselen bir duygu vardı. Hayır, kanımda böylesine hararetle mayalanan şey utanç değildi, öfke değildi, kendimden tiksinme değildi; içimde tutuşan, taşkınlığın parlak, harlı alevleriyle kıvılcımlanan şey sevinçti, esrik bir sevinç; çünkü yıllar, yıllar sonra ilk kez o dakikalarda yeniden gerçek anlamda yaşadığımı, duygularımın felçleşmiş, ama henüz ölmemiş olduklarını, tutkunun o sıcak kaynağının her şeye rağmen kayıtsızlığımın pas tutmuş yüzeyinin altında bir yerlerde gizlice akmayı sürdürmüş olduğunu hissettim ve şimdi rastlantının sihirli değneği dokununca yüreğime kadar ulaşmıştı. Benim içimde bile, soluk alıyor oluşumu evrenin bir parçası olmaya borçlu olsam da benim içimde bile, yeryüzüne ait her şeyde bulunan o gizem dolu volkansı özün, bazen tutkunun sarsıntılarıyla parlayan ateşi hâlâ canlıydı demek ki; demek ki ben de yaşıyordum, canlıydım, kötücül ve ateşli hazları olan bir insandım. Bu tutkunun fırtınasıyla bir kapı açılmıştı, içimde bir derinleşme olmuştu ve ben haz dolu bir esrimeyle içimdeki bu bilinmeyene bakarken hem korkuyor hem hayat buluyordum. Ve fayton düşler içindeki bedenimi üst tabakanın toplumsal dünyasının içinden ağır ağır geçirirken ben basamak basamak, insana dair olanın içimdeki derinliklerine indim; bu sessiz yolculukta tarifsiz bir yalnızlık içindeydim, üstüme sadece aniden aydınlanan bilincimin parlak meşalesinin ışığı düşüyordu. Gülerek, sohbet ederek dalgalanan bir insan kalabalığının ortasında ben kendi kendimi arıyordum, içimdeki o yitik insanı arıyordum, idrak edişin o büyülü sürecinde yılları yoklayarak gerilere gittim. Hayatımın tozlanıp körelmiş aynalarında ansızın tümüyle yitik şeyler beliriverdi, daha bir okul çocuğuyken bir arkadaşımın çakısını çaldığımı ve aynı şeytani sevinçle onun herkese sorup çırpınarak her yerde çakısını arayışını izlediğimi hatırladım; birden cinsellikle ilgili bazı anlardaki o gizemli fırtına kokusunun anlamını kavradım, tutkumun sadece körelmiş olduğunu, toplumsal çılgınlık tarafından, dayatılan centilmenlik ideali tarafından çiğnenmiş olduğunu anladım, ama yaşamın sıcak nehirleri, çok derinlere gömülmüş kanallardan ve çeşmelerden de olsa diğer herkeste olduğu gibi benim içimde de akıyordu. Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim, kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güç patlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti. Şu andaysa yaşama hâlâ bağlı olduğumu biliyordum, yaşamın gerçek yanının –bunu başka nasıl ifade edebilirim ki– sahici yanının, çarpıtılmamış yanının içimde filizlendiğini rahmindeki çocuğun ilk kez kıpırdadığını duyan bir kadının doygun mutluluğuyla hissettim. Benim gibi içi ölmüş bir insanın –bunları yazmaktan neredeyse utanç duyuyorum– ansızın yeniden çiçeklenişini, damarlarımda kanın kızıl ve huzursuz akışını, duyguların bu sıcaklıkla ağır ağır uyanışını ve tatlı ya da buruk, bilinmeyen bir meyve gibi olgunlaştığımı hissettim. Tannhäuser'in mucizesi benim başıma bir yarış alanının çiğ ışıkları altında, binlerce avare insanın uğultusunun içinde gelmişti: Yeniden hissetmeye başlamıştım, kurumuş dal yeniden yeşermiş tomurcuk veriyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro