4. Bölüm
Kadının yüzündeki gerilim birden silindi, kıvılcımlanan ışıltısı soldu, az önce gülümsemekte olan dudağının kıyısında küçük bir öfke kıvrımı belirdi. Bakışlarının hedefini izledim: Giysileri üzerinden dökülen kısa boylu, şişman bir beyefendiydi, hızla kadına doğru yürüyordu ve heyecandan terlemiş olan yüzüyle alnını bir mendille silmekteydi. Aceleyle eğri takılmış şapkasının altından keli görünüyordu (şapkayı çıkarsa çıplak tepesinin üzerinde de iri ter damlalarının görüneceğini düşündüm ister istemez ve adam bana son derece itici geldi). Yüzüklü elinde koca bir fiş tomarı tutuyordu. Heyecandan resmen çatlayacak gibiydi, karısını hiç dikkate almadan yüksek sesle Macarca konuşarak subaya seslendi. Adamın fanatik bir bahis tutkunu, üst düzeyde bir at satıcısı olduğunu hemen anladım, onu kendinden geçirecek tek şey bahis oynamaktı, yüceliğin o ulvi ikamesiydi. Karısı şimdi bir uyarıda bulunmuş olmalıydı (adamın varlığından gözle görülür biçimde rahatsız olduğu ve güveninin sarsıldığı anlaşılıyordu), çünkü adam hemen şapkasını düzelttikten sonra neşeyle gülerek babacan bir şefkatle kadının omzuna birkaç kez hafifçe vurdu. Kadının kaşları öfkeyle kalktı, subayın yanında ve belki de benim karşımda sergilenen bu karı koca samimiyetinin canını sıktığı belliydi. Adam özür diliyordu herhalde, subaya yine onun gülerek karşılık verdiği Macarca bir şeyler söyledi, fakat ardından tekrar sevecenlikle ve biraz da yaltaklanırcasına karısının kolunu tuttu. Kadının bizim karşımızda bu samimiyetten sıkıntı duyduğunu hissederek, alay ve tiksinti karışımı bir duyguyla aşağılanmasının keyfini çıkardım. Ne var ki hemen toparlandı ve zarafetle kocasının koluna yaslanırken bana doğru ironi dolu bir bakış gönderdi, sanki "Bak, bana sahip olan o, sen değilsin," der gibiydi. Bu bende hem öfke hem tiksinti uyandırdı. Ona böyle bayağı bir şişkonun karısıyla artık ilgilenmediğimi göstermek için sırtımı dönüp gitmek istedim. Ama cazibesi yine de çok güçlüydü. Kaldım.
O sırada başlangıç sinyalinin tiz sesi duyuldu ve bütün o sohbete dalmış, gevşemiş, dağılmış kitle bir anda tersyüz edilmiş gibi, büyük bir kargaşa içinde dört bir yandan bariyerlere doğru aktı. Bu akışa kapılıp gitmemek için biraz güç kullanmak zorunda kaldım, çünkü tam da bu kargaşanın içindeyken kadının yakınında kalmak istiyordum, belki anlamlı bir bakışma veya temas fırsatı çıkardı, şu anda ne olduğunu bilemediğim bir atak olanağı doğardı, bunları düşünerek telaşla dalgalanan kalabalığın ortasında kararlılıkla ona doğru ilerledim. Tam o anda şişman koca herhalde tribünde iyi bir yer kapmak amacıyla öne doğru hamle yaptı ve her ikimiz de başka bir grubun içinde sürüklenerek öyle şiddetli çarpıştık ki şapkası ve fişleri uçuşarak kırmızı, mavi, sarı ve beyaz kelebekler gibi yerdeki tozun içine dağıldı. Bir an gözlerini bana dikti. Refleks olarak özür dilemek istedim, ama nereden geldiğini bilmediğim bir kötülük duygusu dudaklarımı mühürledi; özür dilemek yerine ona sessiz, küstah ve tahkir edici bir meydan okumayla soğuk soğuk baktım. Adamın gözlerinde hırsla yükselen, fakat sonra ürkerek bastırdığı bir öfke bir anlığına pırıldar gibi olduysa da benimkinin karşısında pes ederek çözüldü. Unutamayacağım ve neredeyse dokunaklı bir ürkeklikle bir saniye kadar gözlerimin içine baktı, sonra vazgeçti; ansızın fişlerini hatırlamış gibiydi, eğilerek şapkasını ve fişlerini toplamaya başladı. Bu arada kocasının kolunu bırakmış olan kadın gerilimden kızarmış yüzüyle ve gizlemediği bir öfkeyle gözlerinden yıldırımlar saçarak bana baktı ve ben bir tür haz duyarak beni oracıkta öldürmüş olmayı yeğleyeceğini gördüm. Fakat ben son derece serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla orada durmayı sürdürerek hiçbir yardım girişiminde bulunmadan aşırı kilolu kocanın ayaklarımın dibinde nefesi sıkışarak eğilip fişlerini toplamasını izledim. Eğildiğinde yakası aşağı doğru iyice kaydı ve kızarmış boynundan geniş bir yağ tabakası sarktı, her hareketinde astımlı gibi soluk soluğa kalıyordu. Adamı böyle tıknefes bir halde görünce zihnimde ister istemez densiz ve itici bir görüntü canlandı, onu karısıyla evlilik yatağında baş başa hayal ettim ve bu görüntüden aldığım cesaretle öfkesini zor zapt eden kadının yüzüne karşı gülümsedim. Şimdi benzi atmış ve sabrı tükenmiş bir halde karşımda duruyordu, denetimini kaybetmişti – her şeye rağmen ondan gerçek, sahici bir duygu kopartabilmiştim sonunda: nefret ve dizginsiz öfke! Elimden gelse bu kötücül sahneyi sonsuza dek uzatırdım, adamın kendine eziyet çektirerek fişlerini tek tek toplamasını buz gibi bir hazla izledim. Muzip bir şeytan gırtlağıma çökmüş kıkırdayıp duruyor ve beni bir kahkaha patlatmaya zorluyordu sanki – bu kahkahayı koyuvermeyi veya o bıngıl bıngıl yumuşak et yığınını bastonumun ucuyla dürtüklemeyi çok isterdim. Şimdiye kadar kötülüğün beni, küstahça oynayan bu kadının alçalmasından aldığım zafer hazzındaki kadar ele geçirdiğini hiç hatırlamıyordum. Talihsiz adam sonunda bütün fişlerini toparlamayı başarmıştı anlaşılan, sadece mavilerden biri fazla uzağa uçmuş ve ayaklarımın dibine kadar gelmişti. Adam nefes nefese arkasına dönüp miyop gözleriyle etrafına bakındı –monoklü ter damlacıklarıyla kaplı burnunun ucuna kadar kaymıştı– ve içimdeki haylazca ayaklanmış kötülük duygusuyla onun bu gülünç çabasını uzatmak için bu andan yararlandım. İçimdeki okullu oğlan ataklığına istemsizce boyun eğerek ayağımı çabucak uzatıp fişin üzerine bastım, şimdi ne kadar çabalarsa çabalasın ben onu aratmaya devam etmek istediğim sürece fişini bulamazdı. Gayretle aradı da aradı, sonra güçlükle soluk alarak renkli fişlerini saydı, bir tanesinin –bendekinin!– hâlâ eksik olduğu belliydi; tam kaynaşan kalabalığın ortasında tekrar aramaya başlamak üzereydi ki, karısı yüzünde kızgın bir ifadeyle benim kibirli yandan bakışımı görmezden gelerek ve öfkeli sabırsızlığını artık dizginleyemeyerek "Lajos!" diye buyurganca bağırdı birden. Adam trompetin sesini duymuş bir at gibi irkildi, aranarak bir kez daha yere baktı –sakladığım fiş tabanımın altını gıdıklıyordu sanki ve gülme isteğimi zor tutuyordum– ve sonra itaatle karısına doğru döndü, o da adamı aşikâr bir telaşla benden uzaklaştırarak gittikçe daha fazla kabaran kalabalığın içine çekti.
Ben ikisini izlemek için en ufak bir ihtiyaç duymadan geride kaldım. Bu hikâye benim için bitmiş, yaşadığım erotik gerilim duygusu neşeli bir rahatlamaya dönüşmüştü, bütün heyecanım dağılmış ve geriye, aniden bastıran kötücüllükle yaptığım başarılı şakanın verdiği sağlıklı bir doygunluktan başka bir şey kalmamıştı. Kendimden küstahça, neredeyse taşkın bir hoşnutluk duyuyordum. Ön taraflarda yığılma iyice artmıştı, heyecan dalgalanmaya başlamış ve kara, kirli, tek bir dalga halinde bariyere yüklenmişti, fakat ben bakmadım bile, artık sıkılmıştım. Tam öbür tarafa, Krieau'ya gitmeyi veya eve dönmeyi düşünüyordum ki, öne doğru bir adım atınca unutulmuş bir halde yerde duran mavi fişi gördüm. Fişi yerden aldım ve parmaklarımın arasında çevirerek onu ne yapacağıma karar veremeden baktım. Aklımdan belli belirsiz onu "Lajos"a geri verme fikri geçti, bu karısıyla tanışmak için mükemmel bir vesile olurdu, fakat kadına artık hiçbir ilgi duymadığımı, bu maceranın içimde yaktığı uçucu ateşin eski kayıtsızlığımın içinde çoktan soğuyup gittiğini fark ettim. Lajos'un karısının hırslı ve talepkâr bakışlarının daha fazla üzerimde dolaşmasını istemiyordum artık –şişko onunla bedensel bir şey paylaşmak istemeyeceğim kadar iştah kaçırıcıydı benim için– gerilimin heyecanını yaşamıştım, şimdi sadece gevşek bir merak ve hoş bir rahatlama duyuyordum.
Sandalye terk edilmiş olarak orada duruyordu. Rahatça oturup bir sigara yaktım. Karşı tarafta bariyerlerin dibinde heyecan yeniden alevlenmişti, kulak bile kabartmadım. Tekrarlar beni çekmiyordu. Sigaramın solgun dumanının yükseldiğini görünce aklıma Meran'daki golf sahası geldi, iki ay önce orada oturup şelalenin köpüren sularını seyretmiştim. Aynı buradaki gibiydi, orada da uzaktan dinlediğimde ne kızıştıran ne serinleten güçlü bir uğultu yükseliyordu, orada da suskun mavi coğrafyanın içinde dağılan anlamsız bir tını vardı. Fakat yarışın heyecanı artık iyice yükselmişti; şapkaların, şemsiyelerin, çığlıkların, mendillerin köpüğü yine kalabalığın kara dalgalarının üzerinde uçuşuyordu, sesler yine birbirine karışıyor, kitlenin devasa ağzından tek bir çığlık gibi çıkıyordu, fakat bu kez tınısı farklıydı. Aynı ismin bin kez, on bin kez, sevinçle, kulak tırmalayarak, kendinden geçmişçesine, ümitsizce haykırıldığını duydum: "Cressy! Cressy! Cressy!" Ve yine gergin bir yay aniden çözüldü (tekrar heyecanı bile nasıl da tekdüzeleştiriyor!). Müzik tekrar başladı, kalabalık dağıldı. Kazananların numaralarının yazılı olduğu tabelalar üste çıkarıldı. Fark etmeden o yana baktım. En başta bir yedi görünüyordu. Elimde tuttuğumu unutmuş olduğum mavi fişe baktım otomatikman. Onun da üzerinde yedi vardı. Elimde olmadan güldüm. Yedi kazanmıştı, Lajos'cuk doğru ata oynamıştı. Kötücüllüğümle şişko kocayı parasından etmiştim, bir anda taşkın ruh halim geri döndü, şimdi yaptığım kötü şakanın ona kaça mal olduğunu öğrenme isteği duyuyordum. Mavi kartona ilk kez dikkatle baktım, bu yirmi kronluk bir fişti ve Lajos kazanan ata oynamıştı. Bu epeyce yüklü bir kazanç olabilirdi. Fazlaca düşünmeden sadece merakın çağrısına uyarak telaş içindeki kalabalıkla birlikte gişelere doğru sürüklendim. İtiş kakışın içinde kendimi kuyrukların birine girmiş buldum, fişi uzattığımda kime ait olduğunu bankonun ardından görmediğim, ama süratle çalışan iki kemikli el dokuz tane yirmi kronluğu mermer tablanın üzerine sürmüştü bile.
Önüme gerçek paranın, o mavi banknotların sürüldüğü o an neşem aniden gırtlağımda düğümlendi. İçimi derhal tatsız bir duygu kapladı. Bana ait olmayan o paraya dokunmamak için ellerimi içgüdüsel olarak geri çektim. Aslında paraları oldukları yerde bırakmayı yeğlerdim. Fakat arkamdaki insanlar kazandıkları paraları almak için sabırsızlanıyorlardı. Böylece sıkıntıyla da olsa paraları parmak uçlarımda kötü bir duyguyla bankonun üstünden almaktan başka çarem kalmadı. Banknotlar mavi alevler gibi avucumu yaktı sanki ve ben onları alan el de bana ait değilmiş gibi farkında olmadan elimi bedenimden uzaklaştırdım. Durumun tatsızlığını derhal kavradım. Bir şaka yüzünden kendi istemim dışında, düzgün bir insana, bir centilmene, bir yedek subaya yakışmayacak bir duruma düşmüştüm ve bunun adını koymaktan bile çekiniyordum. Çünkü bu saklanmış da değil, daha kötüsü hileyle kaydırılmış, çalınmış bir paraydı.
Etrafımda sesler çınlıyor, uğulduyordu; insanlar gişelere doğru veya gişelerden ayrılmak üzere itişip kakışıyorlardı. Ben paraları tutan elimi hâlâ ileri doğru uzatmış vaziyette hareketsiz duruyordum. Ne yapmalıydım? Aklıma önce en olağan çözüm geldi, yani paranın gerçek sahibini bulmak, özür dilemek ve geri vermek. Ama bunu yapamazdım, hele o subayın karşısında asla. Ben de bir yedek subaydım ve bu tür bir itiraf derhal rütbeme mal olurdu. Bileti bulmuş bile olsaydım parayı gişeden almam zaten yakışıksız bir davranıştı. Parmaklarımı kaşındıran içgüdüye uyarak elimdeki parayı buruşturup atmak da aklımdan geçti, ama onca insanın içinde bunu yapmak da kolay değildi ve kuşku uyandırırdı. Fakat bana ait olmayan bu parayı hiçbir şekilde üstümde tutmak istemiyordum, değil ki daha sonra birine bağışlamak üzere cüzdanıma yerleştirmek. Çocukluğumdan beri bana aşılanmış olan temizlik duygusuyla bu kâğıtların ucuna dokunmak bile tiksinmeme yol açıyordu. Yeter ki şu paradan kurtulayım diye için için tutuşuyordum, nasıl olursa olsun, yeter ki kurtulayım! Parayı gizlice bırakabileceğim bir yer var mı diye ümitsizlikle etrafıma bakınırken insanların yeniden gişelere hücum etmeye başladıklarını fark ettim, fakat bu kez para yatırmak üzere. Bu fikir benim için bir kurtuluştu. Parayı bana getiren kötü rastlantıya iade edecek, şimdi yeniden yatırılan gümüş ve kâğıt paraları anında yutan o doymak bilmez gırtlağa terk edecektim –evet, doğru olan buydu, gerçek kurtuluş buydu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro