Şan: 9
KİKONLAR KATINDA
Ona karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi: — Alkinoos Han, bütün halkın yüz suyu! insana dinlemek hoş geliyor böyle bir ozanı ki, sesiyle tanrılara benzer. Benim için en gönül açacak şey, inan bana, bütün bir budunun barış içinde yaşamasıdır: konaklarda, sıra sıra davetliler oturup ozanı dinliyor; sofralarda ekmek et bol, saki sebu ile sağraklar arasında gidip gelerek şarap dolduruyor. İşte benim gönlüme en yakın gelen budur!... Ama göz yaşlarım sana dokunmuş, kaygılarımı öğrenmek istiyorsun; demek, iki kat kaygılanıp figan etmemi arzu ediyorsun: hangilerinden başlıyayım, hangilerini sonraya bırakayım ve hangileriyle bitireyim ki, göklerde oturan tanrılar bana sayısız kaygılar vermişlerdir.
Önce ismimi söyliyeyim, siz de beni tanıyasınız; ve zalim ecelden kurtulursam, daima size konuk geleyim, yurdum ne kadar uzakta olursa olsun!
Laertes oğlu Odysseus benim! evet, hilelerinin destanı bütün dünyada okunan, ünü göklere yükseltilen adam benim! Yurdum İthaka'dır: bu, uzaktan iyi görünen bir adadır, üstünde titrek yapraklı ormanları ile şanlı Neritos dağı yükselmektedir; her yanında, birbirine yakın, hepsi de şen, bir kaç ada daha vardır: Dulihios, Same ve ormanlarla örtülü Zakynthos. Açık denizin derinliğinde, batı kuzeyinde, karaya en yakın olarak bizim İthaka görünür, öbür adalar doğuda ve güneyde kalır. Kayalık bir ada, lâkin beslediği uşaklar yaman! Benim gözümde, görünüşü ondan daha güzel yer yoktur.
Evet, tanrıçaların en tanrısalı Kalypso, oyulmuş mağaraları içinde beni kapatıp kocası olmam için tutuşuyordu; onun gibi, düzenbaz Kirke de, Aiaie konağında, beni koca olarak tutmak arzusundaydı, ama hiç bir zaman göğsümün içinde gönlüm razı olmamıştı: insan için atalar yurdundan ve hısımlarından daha tatlı ne olabilir? Yadelde, en zengin bir evde bile yaşamak neye yarar, yakınlardan uzak olduktan sonra?.
Ama şimdi sana çok mihneti! dönüşümü, Troia'dan gelirken Zeus'un bana çektirdiği cefaları anlatayım.
İlion'dan götüren rüzgâr beni İsmaros'ta Kikonların katına attı. Orada ben şehri talan ettim ve erlerini öldürdüm; ve surların altında, elimize geçen kadınları ve zengin malları öyle paylaştırdım ki, ayrılırken kimsenin bana bir diyeceği olmamıştı. O zaman bizimkileri en çevik ayakla kaçmağa davet ettim, lâkin akılsızlar razı olmadılar. O deniz kenarında eğlenip içtikleri şaraplar, kestikleri koyunlar, paytak yürüyüşlü sığırlar! Bu ara Kikonlardan kaçabilenler, haykırarak komşuları olan öbür Kikonları imdada çağırdılar. Memleketin iç tarafındaki Kikonar daha çok ve daha cesur adamlardı; atlı erlerini yolladılar; bunlar gerek eyer üstünde, gerek yayan, iyi savaşabiliyorlardı. Çok geçmeden, baharda ağaçların üstündeki pıtrak yaprak ve çiçeklerden daha çok olarak yetiştiler: Zeus'un gazabına uğramıştık! biz talihsizler ne belâlar altında kaldık! Bütün şafak boyunca ve kutsal gün ışığının arttığı müddetçe savaşa dayanadurduk, onlar daha çok olmakla beraber! fakat güneş dönüp öküz salıverimine gelince Kikonlar galip gelip Akhaiları bozdular. Güzel knemisli yarenlerden gemi başına altı kişi helak oldu; kalanlar ölümden, ecelden kaçıp kurtulduk.
Oradan gamlı yürekle eski seferimize devam ettik: ölümden kurtulmuştuk, ama sevgili arkadaşları kaybetmiştik! çifte küpeşteli gemiler palamarı çözmediler: Kikonların vuruşları altında, o ovada, can veren talihsiz yarenlerin adını üçer defa bağırıp anmadan.
Gemiler açılınca bulut devşiren Zeus Boreas yelini üstümüze saldırdı, azgın bir kasırga koparttı, karayı ve denizi bulutlarla kapladı; gökten ise gece bastı. Gemiler alabanda etmiş, kaçıyorlardı; yelkenlerini azgın rüzgâr, üçer dörder parça olmak üzere, yırttı; onları toplayıp bağlamak lâzım geldi: mahvolmak tehlikesi vardı! gemileri de güç ile, küreklere dayanarak karaya yanaştırabildik.
Orada, iki gün iki gece yorgunluktan bitkin, gam yiyerek, serilip yattık. Fakat güzel belikli Şafak üçüncü günü müjdelerken gene direkleri diktik, beyaz yelkenleri takıp oturduk; gemileri ancak rüzgârla dümeni tutan kılavuzlar idare ediyorlardı. Artık, sağ esen, atalar yurduna dönüyordum! Fakat Maleias burnunu dolanırken akıntı, dalga ve Boreas yeli beni boğazdan ve Kythera'dan öteye sürükledi. O zaman, kazalı rüzgârlar beni dokuz gün balıklı deniz üzerinde çalkaladılar; onuncu gün Lotosyiyenlerin kıyılarına atıldık: bu halkın yediği çiçekten yetişen bir gıdadır.
Burada karaya çıkıp su çektik, ve arkadaşlar, çabucak, tez yürüyüşlü gemilerin yanında övünlerini yiyebildiler. Yiyip içip karnımızı doyurduktan sonra, bir keşif yapmak üzere yarenler yolladım, bu iş için iki kişi seçmiş, onlara bir de çavuş katmıştım. Bunlar çabucak lotos yiyen erlerle buluştular; bu halk arkadaşların mahvını akıllarına getirmek şöyle dursun, onlara lotos sunup yedirdiler. Tatlı bir yemiş olan lotostan yiyince bizimkiler, artık dönmeyi ve salık ulaştırmayı hatırlarından çıkardılar!
Onları, gözlerinden yaş döktüklerine bakmıyarak, zorla gemilere getirdim, kocaman karınlı gemilerin kürekçi iskemlelerini altına çekip zincirle bağladım. Sonra sadık kalan yarenleri, acele gemilere bindirdim: İçlerinden biri lotos yer de dönüşü unutur diye korkuyordum. Uşaklar hemen gemilere girip sıralı kürekçi iskemlelerine oturdular, kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar.
Oradan, gene kederli yürekle, eski seferimize devam ettik; azgın, töresiz Kyklopların memleketine geldik; bunlar ölümsüz tanrılara güvenerek elleriyle ne fidan dikerler ne de çift sürerler. Bunların ne işleri danışmak için dernekleri ne de yerleşmiş töreleri vardır. Yüksek dağların tepelerinde, oyulmuş mağaralarda otururlar ve her biri kendi töresince çocukları ve karıları üzerine hüküm sürer; başkaları umurunda değildir.
Limanın önünde bir küçük ada uzanır: Tekerlek gözlülerin kıyısından ne çok uzak ne de ona pek yakın burası ormanlık bir adadır, üzerinde sayısız yaban keçileri üreyip durur. İnsan ayağı asla onları rahatsız etmez, hiç bir zaman avcılar peşlerine düşmez, o avcılar ki dağların tepelerinde ormanları dolaşıp zahmet çekmekten çekinmezler; üstünde çift sürülmeyen, ekin ekilmeyen bu ada ıssızdır, ancak meliyen keçileri beslemeğe yaramaktadır.
Tekerlek gözlülerde aşı boyalı gemi yok; onlarda usta yapıcı erler yok ki güzel güverteli gemiler yaratsınlar ve onlarla denizleri aşarak başka illere ve şehirlere gitsinler, insanların birbirleriyle değiş tokuş ettikleri malları arasında, eğer olaydı ne bayındır bir adaları olurdu! çünkü toprağı hiç fena değil: üstünde her mevsimin yemişleri yetişir, köpüklü dalgaların yıkadığı kıyılarında öyle sulak yumuşak çayırlar vardır ki, buralarda hiç bozulmaz bağlar yetiştirilebilirdi. Hele toprağın sürülmesi öyle kolay ki! her yaz ne güzel hasatlar elde edilirdi! çünkü toprak altı da çok yağlıdır.
Limanında gemiler için öyle sığınacak yerler var ki palamara bile hacet yok; bir kere gemileri yanaştırdınız mı, orada canınız ne kadar isterse, uygun rüzgâr çıkıncaya kadar, kalabilirsiniz. Limanın dip bucağında, bir mağara altındaki bulaktan berrak su akar; çepeçevre kavaklar gövermede.
İşte buraya ulaştık: bir tanrı kılavuzluğumuzu ediyordu! Gemileri her yandan kalın bir sis sarmıştı, gökte ay hiç ışıldamıyordu bulutlarla örtülmüştü; bu yüzden hiç birimiz adayı gözleriyle görmemişti, ve kıyılarına doğru yuvarlanan büyük dalgaların farkına varmamıştı, güzel güverteli gemileri yanaştırmadan; gemileri yanaştırdıktan sonra yelkenleri topladık, kendimiz de karaya çıkıp deniz kenarına uzandık, tanrısal Şafağa kadar orada kaldık.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez adaya hayran kalıp içinde dolaşmağa gittik. Nympheler, fırtına koparan Zeus'un kızları, dağ keçilerini kaldırdılar: bizim tayfalar onlardan övünlerini edinsinler diye.
Hemen bükülgen yayları ve uzun demrenli kargıları gemilerden çıkardık; üçe ayrılarak yayıldık; ve tanrılar bize bereketli av verdiler: benimle beraber gelen gemiler on ikiydi, her birine dokuz keçi düştü, benimkine ise on tane ayırdılar.
Bütün bir gün, güneş batıncaya kadar, kendimize ziyafet çektik durduk: dille anlatılmaz etlerimiz tatlı şarabımız vardı! Gemilerdeki kırmızı şarap henüz harcanmamış daha epeyce kalmıştı; çünkü her gemi bütün iki kulplu destilerini doldurmuştu, Kikonların kutsal şehrini alıp talan ettiğimiz zaman.
Tekerlek gözlülerin yakın olan yerlerinden yükselen dumanları görüyorduk, kendilerinin ve keçilerinin sesini işitiyorduk. Güneş batıp alaca karanlık basınca deniz kumsalında uzanıp uyuduk.
KYKLOPELİ'NDE
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez herkesi derneğe çağırdım, ve söz alarak şöyle dedim:
— Sadık arkadaşlarım, siz hepiniz, burada kalacaksınız; yalnız ben kendi gemimi ve gemimin tayfasını alıp şu erlerin kimler olduğunu anlamağa gideceğim; doğruluk bilmez haydutlar, vahşiler mi, yoksa yabancıları konuklar, taundan korkar erler mi?
Böyle deyip gemiye bindim, tayfalara emir verdim, kendileri de binsinler ve palamarı çözsünler. Bunlar hemen bindiler, sıra sıra kürekçi iskemlelerine geçip oturdular, kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar.
Az sonra, zaten yakın olan o yere varmıştık; ucunda, denizin üstünde, yüksek bir mağara gördük, kubbesi defnelerle sarmaşmış. Burada sürülerle koyun ve keçiler dinleniyordu. Her yanı derin bir avlu ile çevrilmişti: yere gömülmüş iri taşlarla döşenmiş, çiti ise yüksek fıstık ağaçları ve gür yapraklı meşelerle sarılmıştı, işte devadam burada yalnız başına yatıp kalkardı. Sürülerini kendi güder, kimse ile görüşmezdi; bu tenha köşeye çekilmişti, düşündüğü hep töresiz işlerdi.
Pek acaip bir mahlûktu bu devadam; ekmek yiyen insanlara hiç benzemezdi; daha çok, başka tepelerin arasından sivrilip yükselen ağaçlı bir tepe gibiydi.
O zaman sadık yarenlere emir verdim, deniz kenarından ayrılmasınlar, gemiyi beklesinler. Ben en yiğitlerinden on iki kişi seçip onlarla yola çıktım; yanıma siyah tatlı şarap dolu, keçi derisinden bir tulum da aldım; bunu bana Euanthes oğlu Maron vermişti. İsmaros'ta Apollon tapınağında olan bu rahibi, karısı ve oğlu ile beraber, Phoibos Apollon ormanının ağaçları altındaki çatısına saygı göstererek, ölümden esirgemiştik. O da bana parlak armağanlar sunmuştu: yalnız iyi işlenmiş nevinden yedi talant altın vermişti; som gümüşten bir sağarak da hediye etmişti; bunlara bir de on iki tane iki kulplu desti dolusu tatlı şarap katmıştı: içinde bir damla su bulunmayan tanrısal bir içkiydi! evinde yerini ancak kendisi, karısı ve kâhya kadın bilirdi; öbür kul ve karavaşlardan gizli tutardı. Bunu bal gibi tatlı, kırmızı şarap olarak içmek için bir sağrak dolusuna yirmi ölçü su katmalıydı ve içinde karıldığı sebudan tatlı, hoş bir koku yayılırdı ve tatmak isteğinden insan kendini zor tutardı.
Çarçabuk mağaraya ulaştık; kendisini orada bulmadık; semiz davarlarını otlağa götürmüştü. Mağaranın içine girince her şeye hayran kaldık: peynir sepetleri dopdolu; kuzucuklar ve oğlaklar mandıralara tıka basa kapatılmış; yaşlarına göre ayrı ayrı yerlerde: körpeleri beride, büyücekleri ötede, ve en büyükleri daha ötede. Sağmaya mahsus işlenmiş kaplar, kavatalar, teknecikler sütten ayrandan taşıyordu.
Burada yarenlerimin ağzından ancak rica sözleri çıktı, benden yalvarıyorlardı; peynirleri alalım, mandıraları boşaltıp kuzuları, oğlakları kaçıralım, koşarak tez yürüyüşlü gemiye, tuzlu suya dönelim. Ben, yazık ki razı olmadım: bu daha kazançlı olurdu! Ancak onu görmek ve konuk olarak bize edeceği hediyeleri anlamak istiyordum! Meğer, az sonra, görünmesi yarenlerim için hiç de hoş bir şey olmayacakmış.
Orada kalıp ateş yaktık, tanrılara tütsü kıldık, kendimiz de, peynir alıp yedik, oturup onu bekliyekaldık. Otlaktan döndü, ve yemeğini hazırlamak için kocaman bir kucak kuru odun taşıyordu; onları mağaranın ağzına öyle bir gürültü ile attı ki, biz ürkerek en dibe çekildik. O ara bütün sağılacak semiz dişileri bu geniş mağaraya aldı; erkekleri, koçları tekeleri ise dışarda, avluda bıraktı. Sonra kocaman bir kayayı kaldırıp dikerek mağaranın ağzını kapadı: dört tekerlekli, sağlam yapılmış yük arabalarından yirmi iki tanesiyle bu kaya yerinden kımıldatılamazdı! Bu aşılmaz kaya ile kapısını örttükten sonra, oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, sıra ile sağmaya koyuldu; sonra her yavruyu anasının yanına salıverdi; beyaz sütün yarısını pıhtılaştırdı, süzülmek üzere örülü sepetlere kotardı, öbür yarısını da yemekte ve istedikçe kendi içmek için kaplara doldurdu. Çalışıp acele bu işleri bitirdikten sonra ateş yaktı ve bizi fark ederek şöyle sordu:
— Yabancılar, kimlersiniz? Deniz yolu ile nereden geliyorsunuz? Bir ticaret işi için mi? Yoksa maksatsız korsan olarak, denizlerde dolaşıp ve hayatınızı tehlikeye atıp yabancı memleketleri talan etmek için mi?
Böyle dedi ve bu devadamın cüssesinden ve korkunç sesinden ödümüz koptu. Ona karşı ben söz alarak dedim ki:
— Biz Troia'dan dönen Akhailardanız; bütün rüzgârlar bizi yolumuzdan ayırıp engin denizin dalgaları üzerinde dolaştırıyor; evimize ulaşmak isterken bilinmedik yollardan buraya düştük. Buna herhalde Zeus hükmetmiş olacak... Budun olarak, Atreus oğlu Agamemnon'un erlerinden olmakla övünürüz; gök altında onunkinden daha yüksek kimsenin adı sanı duyulmamıştır; alıp talan ettiği şehir o kadar büyük, tepelediği budunlar o kadar çoktu, işte biz şimdi senin katındayız, senin dizlerine kapanıyoruz; umarız ki, bizi konuklarsın, ve konuklar arasında verilmesi âdet olan armağanlardan da ihsan edersin. Tanrılardan kork, ey en ulu güçlü! Sana sığınmış yalvarıcılarız: Zeus sığınanların ve yabancıların ahını yerde komaz! O konuklayıcıdır ki, suçsuz konuklara yoldaşlık eder.
Böyle dedim, o ise hemen, zalim yüreğinden, cevap verdi:
— Akılsızmışsın sen, yabancı, veya pek uzaktan gelmiş olmalısın, ki bana tanrılara saygı göstermemi veya onlardan sakınmamı öğütlüyorsun. Tekerlek gözlüler Kykloplar ne fırtına koparan Zeus'a önem verirler, ne de öbür mutlu tanrılara: çünkü biz çok daha güçlüyüz. Ben, kendi canım istemedikten sonra, Zeus'un kininden sakınayım diye seni ve arkadaşlarını esirgiyecek değilim... Fakat, buraya gelirken, sağlam yapılı gemini nerede bıraktın? uçta bucakta mı, yakında mı? Söyle bana şunu bileyim.
Ağzımdan lâf almak istiyordu; dikkatimden kaçmadı; benim de bildiklerim çoktu; kurnazlıkla cevap verdim:
— Gemimi yeri sarsan Poseidon parçaladı: adanızın ucundaki burnun kayalarına çarparak; rüzgâr engin denizden bizi o tarafa sürmüştü; yalnız ben ve bu gördüklerin helâktan başımızı kurtardık.
Böyle dedim, o katı yürekli ise hiç cevap vermeden arkadaşlarım üzerine saldırdı, uzattığı elleriyle ikisini birden yakaladı ve köpek yavruları tartaklar gibi yere çarpıp ezdi: beyinleri fışkırmış, toprağı ıslatıyordu; sonra üyelerini birer birer kopararak onlardan övününü hazırladı; dağların beslediği bir arslan gibi hepsini yedi sömürdü: barsaklardan, etlerden, ilik dolu kemiklerden hiç bir şey bırakmadı. Biz ise ellerimizi Zeus'tan tarafa kaldırarak ağlıyorduk: o korkunç manzara karşısında, yüreğimiz çaresizlik içinde kalmıştı.
Böylece Kyklop kocaman karnını insan elleriyle doldurduktan ve su katılmamış süt içtikten sonra, mağaranın ortasında davarların yanına uzanıp yattı. O zaman ulu güçlü yüreğime danıştım: kalçamdan aşağı sarkan sivri kılıcı çekip üstüne atılayım mı; göğsüne, can evinin karaciğerle birleştiği yere saplıyayım mı? Kılıcı da hazır elimde tutuyordum. Fakat başka bir düşünce beni alıkoydu: o hal de de bizim helak olmamız şüphesizdi, çünkü yüksek kapıyı kapamak için dikmiş olduğu kocaman kayayı kollarımızla biz hiç bir zaman kımıldatamıyacaktık.
İniltiler içinde tanrısal Şafağı bekledik; sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez, Kyklop ateş yaktı, sonra seçkin davarlarını, sıra ile, sağmağa koyuldu, ve her birinin yavrusunu yanına salıverdi; bu işleri çalışıp acele bitirdikten sonra, arkadaşlardan ikisini daha kaparak kahvaltısını hazırladı; ve yedikten sonra semiz davarları mağaradan dışarıya çıkardı. Kapının kocaman kayasını kolay cacık kaldırmış, tekrar, çabucak, kolaylıkla yerine koymuştu, sanki okluğa kapağını takıyormuş gibi. Sonra, hızlı hızlı, ıslık çalarak semiz davarlarını dağa sürdü.
Orada kalmıştım; ve intikam almak için derinden düşünüyordum; içimde doğan düşüncelerden bana en münasip görüneni şuydu:
Kyklop'un, mandıralardan birine dayanmış kocaman bir sopası vardı: bu, yaş koparılmış bir zeytin dalıydı, kuruduktan sonra elde taşınmak için. İlk görünce engin denizlerde sefer edebilen bir kara geminin, yirmi kürekli bir yük gemisinin direğine benzetmiştik: gözle bakınca o uzunlukta, o kalınlıkta görünüyordu.
Kalkıp yanına yaklaştım, ondan bir kulaç kadar kesip ayırdım; budak yerlerini yontmak üzre yarenlerin yanına koydum; onlar düzelttiler, parlattılar; ben de yaklaşıp ucunu sivrilttim. Sonra alıp alevli ateşte ısıtarak katılaştırdım ve kalın bir tabaka halinde bütün mağarayı örtmekte olan gübrenin içine sokup iyice sakladım. Sonra yarenleri kur'a çekmeğe davet ettim; benimle beraber kimler kazığı kaldırıp o, tatlı tatlı uyurken, gözüne sokmak tehlikesini gözlerine alacaktı? Tam seçilmelerini istediğim dördüne kur'a düştü bunlara ben de beşinci olarak katılıyordum.
Akşama doğru, güzel yapağılı davarlarını otlatıp döndü. Ancak, o akşam, büyük mağaranın içine semiz davarların hepsini aldı; dışarda, derin avluda hiç bir baş bırakmadı; ya bir şüpheye düştüğünden veya bir tanrı böyle ilham ettiğinden.
Ondan sonra kocaman kayayı yukarı kaldırıp mağarayı kapadı; oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, hepsini sıra ile, sağdı, ve her birinin altına yavrusunu salıverdi. Bu işleri çabucak becerdikten sonra, gene arkadaşlardan ikisini daha kaparak yemeğini hazırladı. O zaman ben yanına yaklaşarak, ve Kyklop'a iki elimle tuttuğum gerdel dolusu siyah şarabı uzatarak şöyle dedim:
— Şimdi, Kyklop, yediğin insan etinin üstüne şu şaraptan iç de gemide nasıl içkimiz vardı, bir gör! sana bundan gene getirir sunardım, eğer merhamet edip memlekete yollasaydın. Fakat senin azgınlığın her haddi aştı a zalim!
Nasıl istersin ki, bundan sonra, insanlar gene senin yanına gelsinler? İnsan töresince hareket etmiyorsun ki!
Böyle dedim, o ise gerdeli alıp yuvarladı; tatlı içkiden aşırı hoşlanmıştı, benden bir daha rica etti:
— Lütfet, bir daha ver, ve bana hemen adını söyle ki, seni de bir konukluk hediyesi ile sevindireyim. Bereketli toprak Kykloplara da özlü üzümden şarap yetiştirir, ve salkımlarımızın tanelerini Zeus'un yağmuru irileştirir ama bu halis süzülmüş nektar, ambrosia'dır.
Böyle dedi, ben de hemen ona o ateş gibi şaraptan sundum: üç defa getirip verdim: üç defa o da deli gibi sordu! Şarap Kyklop'u yüreğine kadar tutunca, ben de en tatlı sözlerle ona şöyle dedim:
— Kyklop, benden en anılmış adımı soruyorsun. Sana söyliyeceğim, sen de vadettiğin konukluk armağanını vermelisin. Adım Kimse'dir. Anam, babam ve bütün arkadaşlarım beni Kimse diye çağırırlar.
Ben böyle dedim, ve o zalim yürekli şöyle cevap verdi:
— Kimseyi en son, bütün arkadaşlarından sonra yiyeceğim, ötekileri ondan önce; bu da sana vereceğim konukluk hediyesi olacak!
Bunun üzerine yuvarlanıp, sırtüstü düştü. Kocaman boynu bükülmüş olarak yatıyordu, her şeyi yenen uyku, onu da aldı; boğazından ise şarap, insan eti parçaları fışkırıyordu: Sarhoş sarhoş kusuyordu. Hemen kazığı alıp ısıtmak için köz yığını içine soktum, arkadaşlara cesaret verecek sözler söyledim; içlerinden biri korkup geri çekilmesin diye.
Zeytin kazığı az sonra sıcaklıktan parlıyacak bir hale gelmişti, henüz yeşil iken aşırı ısınıp tutuşmak üzere idi; o zaman ateşten çektim, koşarak getirdim; arkadaşlar ayakta her yanımı sarmışlardı: Bir tanrı yeni bir cesaretle onları canlandırıyordu. Kazığı kaldırıp ucunu gözünün köşesine batırdılar. Ben de yukardan bastırarak çevirdim, tıpkı bir gemi merteğini matkapla deldikleri gibi: Nasıl kalfaları iki yandan kayışla dik tutarken usta yukardan basıp çeviredurur! İşte ben de onun gözünün içinde kazığın kızgın ucunu böyle döndüreduruyordum, ve kan, sıcak sıcak fışkırarak göz kapaklarını ve kaşlarını yakıyordu; gözün kökleri ise tutuşmuştu...
Bir bakırcı ustası büyük bir baltayı veya çekici soğuk suyun içine batırdığı zaman nasıl madenden hızlı ıslık sesleri çıkarsa tıpkı onun gibi, onun gözünün içindeki zeytin kazığından ıslık sesleri çıkıyordu... Bir canavar gibi bağırdı, kaya yankılandı; ve biz korkup uzaklaştık.
Gözünden kanlar içindeki kazığı çekip çıkardı; çılgın bir halde elinden fırlattı. Yüksek komşuları öbür Kyklopları çağırmağa başladı; bunlar civarda rüzgârların dövdüğü tepelerdeki mağaralarda otururlardı. Sesini işitenler her yandan üşüştüler; mağaranın etrafında, ayakta durup başına geleni anlamak istiyorlardı:
— Polyphemos, böyle acı acı niye bağırıyorsun? Böyle tanrının gece yarısında bizi niye uyandırıyorsun? Ölümsüzlerden biri gelip sürünü kaçırmak mı istiyor? Seni mi öldürüyorlar? Hile ile mi, güç ile mi?
Polyphemos, mağaranın dibinden, bunlara en kalın sesiyle bağırıyordu:
— Ey dostlar, beni zorla veya hile ile kim mi öldürüyor? Kimse! Onlar da cevap vererek kanatlı sözler söylediler:
— Kimse zorla sana bir şey yapamaz, zahir... çünkü yalnızsın. Ulu Zeus'tan gelen dertlere ise derman yoktur. Babamız Poseidon Hana yalvar!
Böyle deyip çekildiler, ve ben yürekten güldüm: Takındığım ad, düşündüğüm eşsiz hile onları gaflete düşürmüştü.
Fakat Kyklop, acılar içinde inlerken elleriyle de yoklıya yoklıya, gidip kapıdan kayayı kaldırdı; sonra mağara ağzının orta yerine, iki elini uzatarak oturdu: Bizden koyun dalgası arasında kaçmağa kalkışan olursa yakalamak için; çünkü aklı sıra benim böyle bir ahmak olacağımı sanıyordu. Bu ara ben, arkadaşları ve kendimi ölümden kurtarmanın en iyi çaresini bulmak için düşünüyordum; bütün hileleri aklımda hesaplıyordum: Can kaygısı bu; tehlike çok büyük ve çok yakındı. Aklımın içinde bana en uygun görünen düşünce şu oldu: Koyunların erkekleri iyi besili ve gür yapağılıydı; bunları sessizce, iyi bükülmüş sazlarla bağladım: Zalim Kyklop canavarının üzerlerinde yattığı sazlar işime yaradı. Koçları üçer üçer bağlıyordum, ortadaki adamlarımdan birini taşıyordu, öbür ikisi de iki yandan giderek onu saklıyordu; ve böylece her adamın ağırlığını koçların üçü yükleniyordu. Bana gelince: Bütün davarların en iyisi olan bir koç vardı, bunu yandan kucaklayıp kaba yünlü karnının altına asıldım, durdum: ellerim o muhteşem yapağıya yapışmış, sabırlı yürekle tutunuyordum.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez davarların erkekleri otlağa fırladı; sağılmıyan dişiler ise mandıralar etrafında meleyip duruyorlardı, çünkü şişmiş memeleri ağrımaklı olmuştu. Müthiş acılar içinde kıvranan Kyklop, önünden geçen bütün koçların sırtlarını yokluyordu; ve ahmak, hayvanların kaba yünlü karınlarına asılmış olanların farkına varmıyordu. Davarların son erkeği de dışarı çıkmak üzere ilerledi: yapağısı çetin düşüncelere dalmış olan benim yükümden ağırlaşmış olarak.
Güçlü Polyphemos onu da yoklarken şöyle diyordu:
— Baba koç, niçin böyle, mağaradan, davarların en sonuncusu çıkıyorsun? Eskiden sen başkalarından hiç geri kalmazdın; hepsinden daha önce, uzun adımlarla, taze çiçek açmış çimenlerde otlamağa koşardın! Gene en önde olarak dere başlarına varırdın! Akşamları gene hepsinden öne geçerek ağıla dönmek isterdin! Şimdi hepsinden geride kalmışsın! Yoksa sahibinin gözüne mi üzülüyorsun? Fena bir adam, alçak arkadaşlarının yardımı ile, başımı şarapla sersem ettikten sonra bu gözü kör etti! Fakat Kimse haini, inan bana, henüz helakten kurtulmuş değildir. Keşke dost duyuşunla dile geleydin de bana gücümden korkarak nerelerde saklandığını haber verebileydin!.. Beyni eşiğe çarpılıp mağaranın şurasına burasına dağılırdı; ve o zaman Kimse haininin getirdiği acılardan yüreğim hafiflerdi!
Böyle deyip koçu dışarıya salıverdi. Mağaradan ve avludan biraz uzaklaşınca en önce kendimi koyverdim, sonra yarenleri çözdüm; acele, ince uzun bacaklı, etli yağlı davarlardan bir çoğunun yolunu çevirerek gemimize gelinceye kadar sürdük. Ne kadar sevindiler sevgili arkadaşlar, ölümden yakayı kurtaran bizleri görünce! Öbürleri için ise inlediler, figan ettiler! Lâkin ben kaşlarımı çatarak ağlamanın sırası olmadığını anlattım, ve hemen gemiye güzel yapağılı davarlardan birçok bindirip, vakit geçirmeden, tuzlu su üzerinde açılmayı emrettim. Onlar da hemen gemiye atıldılar ve sıralı kürekçi iskemlelerine oturarak kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Haykıran bir adamın ses erimi kadar uzaklaşınca, ben Kyklop'a aşağılayıcı sözlerle şöyle dedim:
— Kyklop, yaman gücüne güvenerek oyulmuş mağarana çekilip korkak bir adamın arkadaşlarını rahat rahat yemek kısmet değilmiş sana! Zalim kötü işlerinin cezasını çekmekten kurtuluş olamazdı!
Evine sığınan yabancıları yediğin için Zeus ve öbür tanrılar cezanı böyle verdiler işte.
Böyle dedim, ve hemen, yüreğindeki öfkesi artarak, koca bir kayanın tepesini kopardı, lâcivert pruvalı gemimize doğru fırlattı. Kayanın düşüşü ile deniz sarsıldı; bu kabarıştan meydana gelen dalga bizi ıslattı ve çekilirken gemiyi de beraber götürüp karaya çarpayazdı.
Bu ara ben, iki elimle en uzun saplı zıpkını alarak hisa ettim ve arkadaşlara yüreklendirici emirler verdim. Başımla ben hamle işaretini veriyordum, onlar da öne yatarak kürek çekiyorlardı. Fakat deniz üzerinde iki misli mesafe alınca Kyklop'a haykırdım; yarenler ise her yandan seslenerek, en yalvarıcı sözlerle beni tutmağa çalışıyorlardı.
— A bahtı kara, niçin yabanî adamı kızdırmak istiyorsun? Şimdi denize öyle bir mermi attı ki, az kaldı gemiyi karaya çarpıyordu: O anda hepimiz «şimdi helak olduk!» demiştik. Gene sesini, haykırdığını duyarsa başlarımızı da geminin kerestesini de paramparça eder, başka bir köşeli kaya fırlatarak: Buraya kadar atabilir çünkü.
Böyle dediler, ama benim ulu gönlümün hırsını yatıştıramadılar; ben yanan yüreğimin öfkesiyle haykırdım:
— Kyklop, eğer ölümlü insanlardan biri gelip senden biçimsiz körlüğünün sebebini sorarsa, ona de ki: Gözümü kör eden şehirler talancısı, Laertes oğlu Odysseus'tur; evden barktan yana İthaka adalıdır.
Böyle dedim, o da haykırarak cevap verdi:
— Eyvahlar olsun! Eskiden haber verilmiş bir kehanet meğer başıma gelmiş! Burada iyi, büyük bir kâhin vardı, Telemos Eurymides adında; kâhinlikte cümleden üstündü; Kykloplar arasında kâhinlik ederek ihtiyarlamıştı, işte o, bütün başıma gelecekleri haber vermiş, Odysseus'un elleriyle gözden mahrum kalacağımı söylemişti. Fakat daima boylu boslu, görklü yakışıklı birinin gelmesini bekliyordum: Öyle birisi ki, çok büyük bir kuvveti olsun! Şimdi ise karşıma küçük, değeri yok, bir cüce çıkıp gözümü kör ediyor: Kafamı şarapla sersem ettikten sonra? Seni yeri sarsan ulu tanrıya havale ediyorum: O seni sılana kavuştursun; ben onun oğluyum, o da benim babam olmakla övünüyor! Yalnız o, isterse, beni iyi edebilir; başkası, gerek mutlu tanrılardan gerek ölümlü insanlardan, edemez!
Böyle dedi, ben de ona karşı dedim ki:
— Keşke senin canını alaydım, ve hayattan mahrum ederek seni Hades'in konağına Cehenneme yollıyaydım, öyle ki, yeri sarsan bile gözünü iyi edemesin.
Böyle dedim; o ise ellerini yıldızlı göğe kaldırarak Poseidon Şaha dua ediyordu:
Kabul et duamı, ey yerin sahibi, lâcivert saçlı Poseidon! Senin oğlun isem, benim babam olmakla övündüğün doğru ise, ihsan et ki şu şehirler talancısı Odysseus yurduna ulaşmasın, ve eğer sevdiklerine kavuşmak ve yüksek tavanlı evine ve atalarının yurdu olan yere ulaşmak ona kısmet edilmişse, geç ulaşsın, bütün yarenlerini kaybettikten sonra, yabancı bir gemi ile; evine dönünce de yeni kaygılarla karşılaşsın!
Böyle dua etti ve Lâcivert saçlı onadı. Hemen ilkinden daha kocaman bir kaya kaldırıp bir çevirdi ve olanca kuvvetiyle fırlattı. Kaya lâcivert pruvalı geminin arkasına düştü, az kaldı dümen yerine değerek ucunu parçalıyordu. Adada güzel güverteli gemilerin büyük kısmını bırakmış olduğumuz yere geldiğimizde, arkadaşları keder içinde şurada burada oturmuş bizi bekler bulduk; yanaşır yanaşmaz gemiyi kumsala çektik. Kyklop'un davarlarını çıkararak üleştirdik; paylar öyle ayrılmıştı ki, kimsenin bir diyeceği olmadı. Yalnız bana, güzel knemesli yarenlerim, payıma düşen davarlardan fazla olarak bir kuzu verdiler; bunu sahilde her şeye hükmü geçen, kara bulut devşiricisi, Kronos oğlu Zeus'a kurban keserek butlarını yaktım; o ise kurbanımı kabul etmedi; çünkü onun niyeti bir hile ile bütün güzel güverteli gemilerimi ve sadık yarenlerimi mahvetmekti.
O gün, bütün gün, güneş batıncaya kadar, şölen başında oturduk: Dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı. Güneş batıp alaca karanlık basınca denizin kumsalında yatıp uyuduk.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez yarenlere, gecikmeden, gemilere binmek ve palamarları çözmek için emir verdim. Onlar da hemen gemilere bindiler, kürekçi iskemlelerine geçip sıravarî oturduktan sonra kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeye koyuldular. Gene, kaygılı gönülle, deniz üzerindeki seferimize girişiyorduk: Ölümden yakayı sıyırmıştık, lâkin sevgili arkadaşları kaybetmiştik.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro