Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 49




Abdülmecit Efendi, Babasının Adı Dolayısıyla da Olsa "Han" Ünvanından Vazgeçemiyor

Refet Paşa'dan, 20 kasım 1922'de aldığım şifreli telgrafın birinci maddesinde, Refet Paşa diyordu ki, "Abdülmecit Efendi'nin 29 rebiülevvel tarihli yazısının altında "Halife-i Resûlullah Hâdimü'l Haremeyn'iş - Şerifeyn" ünvanının altında "Abdülmecit Bin Abdülaziz Han" imzası kullanılmıştır.

Efendiler, yaptığımız uyarıyı iyi karşıladığını bildirmiş olan Abdulmecit Efendi, "Halife-i Müslimîn" yerine "Halife-i Resûlullah" ve babasının adı dolayısıyla "Han" ünvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Bir takım düşünceler ileri sürdükten sonra da, Vahdettin'le ilgili demeçten vazgeçtiğini, çünkü, "başkasının kötü işlerini dile getirmek şeklinde bile olsa, bu türlü demeçlerin kendi prensip ve karakterine ağır geleceğinin açık olduğunu" bildirmiş. Bu nokta, telgrafın ikinci maddesinde yer almıştı. Telgrafın üçüncü maddesi, benim Meclis Başkanı sıfatıyla kendisine, halifeliğe seçildiğini bildiren telgrafıma yazdığı cevap niteliğinde idi. Bu cevapta: "Ankara'da Türkiye Büyük Millet meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne" diye doğrudan doğruya şahsıma hitap eden bir başlık kullanılmıştı. Dördüncü maddede, İslâm dünyasına duyuracağı bildiri şekli vardı. Bu bildirinin yazıldığı İstanbul'un, "Dârü'l-Hilâfetü'l - Aliyye" olduğunu da özenle belirtilmişti.

21 Kasım 1922 tarihi bir telgrafta: "Halife-i Resulûllah yerine, daha önce de bildirdiğimiz gibi Halife-i Müslimin denilecektir" dedik. Kendisine, halife seçildiğini bildiren telgrafımıza vereceği cevabın, şahsıma değil Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na yazılmasını hatırlattık. Yazılarında siyasî ve genel konularla ilgili kelimelerin bulunduğunu, bunlardan kaçınılması gerektiğini bildirdik.

Efendiler, önemsiz ayrıntılar gibi sayılması pek mümkün olan bu açıklamalarımla işaret etmek istediğim asıl nokta şudur: Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra, başka ünvanla aynı nitelikle bir makamdan ibaret olması gereken hilâfetin de ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Bunun, elverişli zaman ve fırsatta açıklanmasını doğal buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi'nin bu gerçekten büsbütün habersiz olduğu iddia edilemez. Özellikle, kendisinin Halife ünvanıyla saltanat sürmesinin imkân ve şartlarını hazırlayıp sağlayabileceklerini hayal edenlerin varlığı düşünülürse, Abdülmecit Efendi'nin ve tabiî taraftarlarının saf ve gafil oldukları zannına kapılmak hiç de doğru olamazdı.


Halife Olacak Zatın Sıfat ve Yetkisi Ne Olacaktı

Şimdi, arzu buyurursanız, Halife seçimi dolayısıyla Meclis'in 18 Kasım 1922 günü gizli oturumlarında geçen görüşmelerle ilgili kısa bir bilgi vereyim:

Meclis'te konuyu pek ciddî ve önemli sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler, kendi uzmanlıkları ile ilgili bir konu bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış... Onu makamından indirmek ve yenisini seçmek... Sonra, yenisini İstanbul'da bırakmayıp Ankara'ya getirmek... Milletin ve devletin başına geçirmek.. Kısacası, Halifenin kaçması yüzünden Türkiye'de ve bütün İslâm dünyasında, karışıklık çıkmış veyahut çıkacakmış... Onun için, tedbirler alınmalı imiş... şeklinde düşünceler, endişeler ortaya atılıyordu.

Bazı konuşmacılar da, halife olacak zatın sıfat ve yetkisinin ne olacağına tespit gereğinden söz ediyorlardı.

Görüşme ve tartışmalara ben de katıldım. Konuşmalarımın çoğu, ileri sürülen düşüncelere cevap niteliğinde idi. Söylediklerimin özü şu cümlelerde toplanıyordu:

"Bu konu fazlasıyla tartışılıp tahlil edilebilir. Ancak, tartışma ve tahlillerde ne kadar ileri gidersek, konuyu çözüme bağlamakta da o kadar güçlük ve gecikmelere uğrarız. Yalnız, şu noktaya hepinizin dikkatini çekerim. Bu Meclis, Türk halkının meclisidir. Bu Meclis'in sıfat ve yetkileri yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi ile ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün İslâm dünyasını içine alan bir güç ve kudrete sahip olamaz. Efendiler! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclisimiz, kendi varlığını, halife ünvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir kişinin eline veremez ve vermeyecektir Efendiler! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış veyahut olacakmış. Bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor."

Bu sözüme itiraz eden bir kişiye cevap verdim ve açıkça dedim ki:

"Sen yalan söyleyebilirsin, yaratılışın buna elverişlidir!"

Efendiler, ortalığı gürültüye vermenin gereği olmadığını açıkladıktan sonra, dedim ki, "Bizim dünya gözündeki en büyük güç ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir. Hilâfet makamı esaret altında olabilir. Halife ünvanını taşıyanlar, yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler elele verip her şeyi yapabilecek bir işbirliğine girişebilirler. Fakat, yeni Türkiye'nin rejimini, politikasını ve kuvvetini hiçbir şekilde sarsamazlar."


Türk Halkı Kayıtsız Şartsız Hakimiyetine Sahiptir

Türk halkının kayıtsız ve şartsız hâkimiyetine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiç bir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Ünvanı, ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle izin vermez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun içindir ki, kaçmış olan Halife'nin halifeliğine son verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde, belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zorunludur. Başka türlüsüne kesinlikle imkân yoktur.

Saygıdeğer Efendiler, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, yapılacak işlem üzerinde Meclis'te çoğunlukla görüş birliği sağlandı. Ondan sonraki sonuç da yüksek malûmunuzdur.

Saltanatın kaldırılması üzerine, İstanbul'da hükûmet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşalarla, arkadaşlarının Saray'a istifalarını nasıl verdiklerinden; İstanbul'un yönetimini düzene sokmak için verdiğimiz talimat ve emirlerden söz ederek kurulunuzu yormayı yararlı bulmuyorum.


Lozan Barış Konferansı

Lozan Konferansı genel toplantısı, 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa'nın başkanlığındaki delegeler kurulunu oluşturuyordu.

Kurulumuz, Kasım 1922 başlarında Lozan'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı.

Efendiler, iki dönemden ibaret olup sekiz ay devam eden Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinen bir husustur.

Bir süre Ankara'da Lozan Konferansı görüşmelerini takip ettim. Görüşmeler hararetli ve tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını tanıyan olumlu bir sonuç görülmüyordu. Ben bunu pek doğal buluyordum. Çünkü, Lozan Barış masasında ele alınan meseleler, yalnız üç dört yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesabı görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.

Efendiler, bilindiği üzere, yeni Türk Devleti'nin yerini aldığı Osmanlı Devleti, Uhud-ı Atîka (Eski Anlaşmalar) adı altında birtakım kapitülasyonların esiri idi, Hristiyan halkın birçok hakları ve ayrıcalıkları vardı. Osmanlı Devleti, Osmanlı ülkesinde oturan yabancılara karşı yargı hakkını uygulayamadı; Osmanlı vatandaşlarından aldığı vergiyi, yabancılardan alması engellenmiş bulunuyordu. Devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde yaşayan azınlıklarla ilgili tedbirler alması mümkün değildi.

Osmanlı Devleti, kendisini kuran temel unsurun, Türk Milletinin, insanca yaşamasını sağlayacak tedbirleri alma bakımından da engellenmişti; memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramazdı. Hattâ okul yaptırmakta bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda, yabancı devletler hemen işe karışırlardı.

Osmanlı hükümdarları ve çevresindeki yakınları, gürültü ve gösteriş içinde yaşayabilmek için memleket ve milletin bütün servet kaynaklarını kuruttuktan başka, milletin her türlü çıkarlarını feda etmek, devletin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak şekliyle birçok dış borçlar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş dünya gözünde, iflas etmiş sayılmıştı.


Osmanlı Devleti'nin Dünya Gözünde Hiçbir Değeri Kalmamıştı

Efendiler, mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti'nin dünya gözünde hiçbir değeri, fazileti ve haysiyeti kalmamıştı. Devletlerarası hukukun dışında tutulmuş, sanki himaye ve korunmaya muhtaç bir duruma gelmiş gibi kabul ediliyordu.

Geçmişteki hoşgörürlüğün ve yapılan yanlışların sorumlusu biz olmadığımıza göre, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Milleti ve memleketi gerçek bağımsızlık ve hakimiyetine sahip kılmak için, bu güçlüğe ve fedakarlığa da katlanmak bizim üzerimize yüklenmişti. Ben, mutlaka olumlu bir sonuç alınacağından emindim. Türk milletinin varlığı için, bağımsızlığı için, hâkimiyeti için ne pahasına olursa olsun elde etmeye ve sağlamaya mecbur olduğu hakların dünyaca tanınacağından asla şüphem yoktu. Çünkü, gerçekte bu haklar, kuvvetle, liyakatle, fiilî ve maddi olarak elde edilmişti. Konferans masasında istediğimiz zaten elde edilmiş olan bu hakların şeklince ifade ve onaylanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz, açık ve doğal haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı kazanmak ve korumak için kudretimiz de vardı; kuvvetimiz de yeterliydi. En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız millî hâkimiyetimizi kavramış, onu fiilî olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutulabileceğimizi fiilen ispatlamış olmamızdı.

İşte bu düşüncelerle, konferansın gidişini soğukkanlılıkla takip ediyor ve ortaya çıkan tersliklere gereğinden fazla önem vermiyordum.


Halkın İçinde Bulunduğu Psikolojiyi, Düşünce ve Eğilimlerini Bir Daha İncelemek İçin Halkla Yakından Temasa Geçmek

Efendiler, saltanatın kaldırılması ve hilâfet makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından temasa geçmek, halkın içinde bulunduğu psikolojiyi, düşünce ve eğilimlerini bir daha incelemek önem kazanıyordu. Bunun dışında, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni seçim dolayısıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni, siyasî bir parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış gerçekleşince cemiyet teşkilâtımızın, siyasî bir partiye dönüşmesini gerekli buluyordum. Bu konuda da doğrudan doğruya halk ile görüşüp konuşmayı yararlı sayıyordum. Zaferden sonra, eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da, yakından görmek istiyordum. İşte bu maksatlarla, Batı Anadolu'da bir gezi yapmak üzere, 14 Aralık 1923 tarihinde Ankara'dan hareket ettim.

Eskişehir'den başlayarak, İzmit, Bursa, İzmir ve Balıkesir'de, halkı uygun yerlerde toplayarak uzun sohbetlerde bulundum. Halkın, bana diledikleri gibi serbestçe sorular sormasını istedim. Sorulan sorulara cevap olmak üzere, altı saat, yedi saat süren konferanslar verdim.

Saygıdeğer Efendiler, hemen her yerde halkın anlamak istediği hususlardan dikkati çeken noktalar şunlardı:

Lozan Konferansı ve sonucu, millî hakimiyet ve hilafet makamı, bunların durumları ve ilişkileri, bir de kurmak niyetinde olduğum anlaşılan siyasi parti..

Lozan Konferansı görüşmelerini, her yerde özetleyerek olduğu gibi anlatıyordum... Olumlu sonuç alınacağı hakkındaki inancımı da belirterek, milletin endişesini gidermeye çalışıyordum.


Millî Hakimiyet İle Hilâfet Makamının Durumları İle İlişkileri

Halkın, millî hakimiyet ve hilafet makamının durumları ile, bunların ilişkileri konusunda merak ve endişeye kapılmakta hakkı vardı. Çünkü, Meclis 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, kişi hâkimiyetine dayanan devlet şeklinin, 16 Mart 1920 tarihinden başlayarak ve sonsuza kadar tarihe karıştığını ilân ettikten sonra, bir takım Şükrü Hocalar, "Müslüman kamuoyu şüphe ve üzüntülere düşmüştür" diyerek hareket ve faaliyete geçtiler. Bunlar: "Hilâfet demek, Hükûmet demektir. Hilâfetin hak ve görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde değildir" dâvâsını ortaya atmışlardı. Meclis'in milletin ortadan kaldırdığı kişi saltanatını, hilâfet makamında devam ettirmek ve Padişah'ın yerine Halife'yi geçirmek sevdasına düşmüşlerdi.

Gerçekten de gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü imzasıyla "İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet Meclisi" adıyla bir broşür yayınladı. Bu broşürün, Ankara'da 15 Ocak 1923 tarihinde yayınlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı, bana İzmit'te bildirildi. Broşürün üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Fakat, broşürün daha ben Ankara'da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara'dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.

Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, "Halife Meclis'in, Meclis Halifenindir" safsatasıyla, Millet Meclisi'ni Halife'nin danışma kurulu ve Halife'yi Meclis'in, dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.


Halife Olan Zatı Ümitlendirecek Bağlılık Gösterileri

Efendiler, Halife bulunan kişiyi ümitlendirecek bazı bağlılık gösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık gösterileri ise, bizim dışardan tahmin ettiklerimizden daha fazla imiş. Bu konuda bir fikir vermiş olmak için, o sıralarda İstanbul ve Trakya'da görevli memurumuz ve temsilcimiz olan Refet Paşa'nın, o günlerde, Halife'ye "Konya" adındaki bir atı sunması dolayısıyla, kendi kardeşi ve aynı zamanda yaveri Rıfat Bey'e yazdığı bir şifreli telgrafla, bu telgrafa Halife'nin başyaveri aracılığıyla verdiği cevabı, olduğu gibi bilginize sunacağım:

Şifre

05.01.1923

Rıfat Bey'e

Konya'yı, Halife Hazretleri'ne sunmak için getirmiştim. Yalnız şimdi ne durumda olduğunu görmedim. Cesaret edemiyorum. İstanbul'da iyi bir hayvan bulunmayacağını anladığım için, Halife Hazretleri'nin başyaverlerinden de hayvan satın alınması hususunda acele etmemelerini rica etmiştim. Hayvanın Halife Hazretleri tarafından beğenilmesini, Tanrı'nın bir lûtfu sayıyorum. Büyük bir cesaretlik olacağını bilmekle birlikte, İstiklâl Savaşı'nın tarihî bir hâtırası olduğu için, en sadık bir askerin gazâ yadigârı olarak sunduğu Konya'nın Halife Hazretleri tarafından lûtfen kabulüne ve Halife Hazretleri'ne duyurulmasına aracı olmalarını Başyaver Şekip Bey'den rica ederim. Konya'yı ve bu şifreyi, Şekip Bey'e hemen teslim ediniz.

Refet


7.1.1923

Trakya Olağanüstü Temsilcisi Refet Paşa Hazretleri'ne

Saygıyla bildiririm:

Pek sayın kardeşiniz Rifat Bey'in teslim ettiği yüce şahsınızdan gelen telgrafı Halife Hazretleri Efendimiz'e bildirdim. Peygamber vekili olan Halife Hazretleri, gerek bir defa daha ifade buyurulan içten bağlılık duygularından ve gerek kendilerine sunulan Konya adındaki hayvandan dolayı pek hoşnut ve müteşekkir kaldılar. Aziz vatanımızın bağımsızlılığını korumak gibi, pek kutsal ve yüce bir gayenin elde edilmesine çalışan büyük simalar arasında seçkin bir yeri olan yüksek şahsiyetlerinin de yiğitlik ve fedakârlık gösterdikleri er meydanlarından birinin adıyla anılan bu sevimli ve güzel ata sahip olmakla iftihar ettiler. Yüce Cebrail, kâinatın şerefi Peygamberimiz Hazretleri'ne (S.A.S.) peygamberliği bildirdiği gibi, zâtıdevletiniz de Halife Hazretleri'ne Peygamberin vekili olduğunu bildirdiğinizden dolayı, yüksek şahsiyetiniz, kendilerine bütün ömürlerinin en mutlu ve kutsal bir olayını her zaman hatırlatacaktır. Yüksek şahsiyetlerinin bu aziz hâtıraya karışmış olmaları dolayısıyla, sık sık ve içten gelen bir sevgi ile hatırlanacakları zaten belli iken, bir de her gün, alışıldığı üzere tatlı sabah rüzgarı gidişli bu ata binildikçe, yüksek şahsiyetlerinin değerli hâtırası yeniden anılacak ve canlanacaktır. Şu satırlarla, Halife Efendimiz'in gerçekten tertemiz ve değerbilir duygularına ne dereceye kadar tercüman olabildiğimi kestiremem. Bunu başaramadıysam, eksiğimi, Zâtıdevletlerine, Halife Hazretleri'nin bizzat göstermiş ve ifade buyurmuş oldukları babaca sevgi ve okşayışlar daha önceden telâfi etmiştir, kanaatıyla avunmaktayım. Bu vesileyle ve sonuç olarak size, Tanrı'nın gölgesi ve Peygamber'in vekili Halife Hazretleri'nin özel selâmlarını ve hayır dualarını bildirmek ve müjdelemekle şeref duyar, üstün saygılarının kabulünü rica ederim, Efendim Hazretleri.

Şekip Hakkı

Başyaver


(Bu yazışmaları ve karşılıklı sevgi gösterilerini, biz ancak hilâfetin kaldırılmasından ve Halife'nin soyundan gelen kimselerin memleketten çıkarılmasından sonra rastlantı eseri olarak öğrenebildik.)

Din oyunu aktörleri, Halife'yi bütün İslâm dünyasına hükümdar yapmak istiyorlardı

Şunu bildirmeliyim ki, Şükrü Efendi Hoca ile, onu ve imzasını ileri süren politikacılar, Sultan veya Padişah ünvanını taşıyan bir hükümdar yerine, ünvanı Halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar ve iddialarda bulunmuşlardı. Yalnız şu farkla ki, herhangi bir memleket ve milletin hükümdarı yerine, dünyanın dört bucağında kitleler halinde yaşayan, türlü türlü ırktan üç yüz milyonluk bir topluluğa hüküm yürüten bir hükümdardan, onun görev ve yetkilerinden söz etmişlerdi. Bu, bütün İslâm dünyasına hâkim olacak büyük hükümdarın eline, kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammed ümmetinden yalnız on beş milyon Türk halkını lûtfetmişlerdi. Halife adındaki hükümdar, "yeryüzündeki bütün Müslümanların işlerini yönetecek, dünya işleriyle ilgili hükümlerden, onların çıkarlarına en uygun olanları hakkında karar" verecekti. Bütün Müslümanların "haklarını savunacak, onların işlerine ve problemlerine etkili bir azim ve irade ile" sahip çıkacaktı.

Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında, adaleti sürekli olarak ayakta tutacak, vatandaş haklarını gözetecek, güvenlik ve huzur bozucu olaylara engel olacak, Müslümanlara, başka dinlere bağlı olanlardan gelmesi muhtemel saldırıları önleyecekti. İslâm topluluğunun güven içinde yaşamasını, gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.

Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara cahil, dünya şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi kandırmak için, İslâmî hükümler diye yayınladıkları safsataların, gerçekte tekrarlanacak bir değeri yoktur. Ancak, bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, milletlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir türlü siyasî ve kişisel maksatla çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların memleket içinde de dışında da var oluşu, ne yazık ki, daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak, gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır.

Şükrü Hocaların ne kadar anlamsız, mantıksız ve uygulama yeteneğinden yoksun düşünce ve hükümler savurduklarını anlamamak için, cidden Hoca Efendi gibi allahlık denilen yaratıklardan olmak lâzımdır.

Onların dediği gibi, Halifenin ve Hilâfetin otoritesi, bütün dünya Müslümanları üzerinde geçerli olmak gerekince, bütün varlığını ve kuvvet kaynaklarını yalnız Halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla, Türk halkının omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lâzım gelmez miydi?

Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre, Halife adını taşıyan hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört köşesindeki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki sahibi olacaktı.

Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İslâm topluluklarının başka başka maksatlarla biri birinden ayrıldıkları; Emevîlerin Endülüs'te, Alevîlerin Kuzey Afrika'da, Fatımilerin Mısır'da, Abbasîlerin Bağdat'ta birer hilâfet yani saltanat kurdukları; hattâ Endülüs'te her bin kişilik bir topluluğun "bir halifesi ile bir minberi" olduğu, Hoca Şükrü imzalı broşürde de yer almıştır.

Bu tarihi gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere Halife adı altında bir hükümdar tayin etmek akıl ve gerçek ile bağdaştırılabilir miydi? Hele, böyle bir hükümdarın konumunu korumak için, bir avuç Türk halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için uygulanagelen tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı? "Halifenin görevi ruhanî değildir", "Hilafetin temeli, maddi iktidar ve hükûmet kuvvetidir" diyenlerin, Hilâfetin devlet, Halifenin devlet başkanı olduğunu ifade ve ispat ettikleri ve maksatlarının halife ünvanını taşıyan bir kişiyi Türkiye Devleti'nin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu.

Saygıdeğer Efendiler, Şükrü Hoca Efendi'nin ve politikacı arkadaşlarının, siyasî maksatlarını açıktan açığa ortaya koymayıp, bunu bütün İslâm dünyasına mal etmek istedikleri dinî bir konu olarak ele almaları, Hilâfet oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro