Bölüm 43
Başkomutanlığıma Yapılan İtirazlar
Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünerek tekliflerde bulunanların gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı. Derhal itirazlar başladı. "Bir defa, Başkomutanlık ünvanını veremeyiz" dediler. "O, Büyük Millet Meclisi'nin manevî şahsiyeti içindedir. Başkomutan Vekili denilmelidir."
İkinci olarak, "Meclis'in yetkilerini kullanmak gibi bir imtiyazın verilmesi asla söz konusu olamaz" düşüncesini ileri sürdüler.
Ben, padişah ve halifeler tarafından verilegelmiş eski bir ünvanı takınamayacağımı; yerine getireceğim görev, fiilen başkomutanlık olduğuna göre, bu ünvanı olduğu gibi vermekten kaçınmanın yersizliğini ileri sürerek görüşümde direndim. Durum, Meclis'in değerlendirdiği ve belirttiği gibi olağanüstü olduğuna göre, benim de alacağım kararların ve yapacağım işlerin olağanüstü olması gerekeceğine şüphe yoktu. Düşünce ve kararlarımı çabuk ve sert bir şekilde yürütmek ve uygulamak zorunlu vardı. Hükûmetten ve Meclis'ten izin istemekle doğacak gecikmelere durum elverişli olmayabilirdi. Bütün memleketi ve memleketin bütün kaynaklarını ilgilendiren emir ve bildirilerim için, her işin ilgili bakanından veya Bakanlar Kurulu'ndan olur ve izin almak, benim yapacağım Başkomutanlıktan beklenen yararları sağlayamazdı. Onun için kayıtsız ve şartsız emir verebilmeliydim. Bunun için de, Büyük Millet Meclisi'nin yetkisi benim kişiliğimde belirmeliydi. Bunu, başarı için zorunlu görüyordum. Onun için bu noktada ısrar ettim.
Selâhattin Bey, Hulûsi Bey gibi birtakım milletvekilleri, Meclis'in, kendi yetkisini bir başkasına vermekle işleyemez duruma geleceğinden, milletten aldığı vekâleti başkasına devretme hakkı bulunmadığını ve aslında orduya komuta edecek bir kimseye Meclis'e ait yetkilerin verilmesinin söz konusu olamayacağını, buna gerek de olmadığını belirttiler. Meclis'in yetkisini kullanabilecek bir kimseye, milletvekillerinin şahsen güvenemeyecekleri ihtimalden söz edenler de oldu.
Ben, bu düşüncelerin hiçbirine karşı çıkmadım. Hepsini doğru bulduğumu belirttim. Meclis'in bu noktayı çok dikkatle ve önemle düşünüp incelemesini söyledim. Yalnız, şahıslarından korkanların, telâşlarına yer olmadığını söyledim. 4 Ağustos'ta bu konu bir karara bağlanamadı. Görüşme, 5 Ağustos 1921 günü de devam etti. Bugün bazı milletvekillerindeki kararsızlığın iki noktada toplandığı anlaşıldı. Birincisi: Meclis'in varlığının herhangi bir şekilde iş göremez duruma getirilmesi; ikincisi de üyelerden herhangi biri için keyfi ve kanunsuz işlem yapılması...
Bu şüphe ve kararsızlıkları giderecek şekilde konuştuktan ve açıklamalar yaptıktan sonra, yapılacak kanuna da bu hususlarla ilgili bağlayıcı hükümler konmasının yerinde olduğunu belirttim ve vermiş olduğum önergeyi buna göre bazı maddeler haline getirerek bir tasarı şeklinde Meclis'e sundum. İşte bu tasarı maddeleri üzerinde yapılan görüşmeler sonunda, bana Başkomutanlık ünvanının verilmesiyle ilgili, 5 Ağustos 1921 tarihli kanun çıktı. Bu kanunun ikinci maddesine göre bana verilmiş olan yetki şuydu:
"Başkomutan, ordunun maddî ve manevî gücünü büyük ölçüde artırmak, sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına fiilen kullanabilir."
Bu maddeye göre, benim vereceğim emirler kanun olacaktı.
Efendiler, bu ünvanın verilişinden dolayı, "Meclis'in bana karşı gösterdiği güvene lâyık olduğumu az zamanda ispatlamayı başaracağım" dedikten sonra, Meclis'ten bazı ricalarda bulundum. Örnek olarak, Millî Savunma Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı görevlerini yapmakta olan Fevzi Paşa Hazretleri'nin yalnız Genelkurmay'ın işleri ile uğraşabilmesi için, İçişleri Bakanlığı görevinde bulunan Refet Paşa'nın Millî Savunma Bakanlığı'na getirilmesi ve onun yerine bir başkasının seçilmesi gibi...
Özellikle, Meclis'in ve Bakanlar Kurulu'nun içeriye ve dışarıya karşı sakinlik içinde ve çok güçlü bir durum ve görünüşte kalmasının önemli olduğunu, ufak tefek sebeplerle Bakanlar Kurulu'nu sarsmanın doğru olmadığını bildirdim. Kanun teklifi, o gün açık oturumda okundu. Öncelikle görüşüldü ve ad okunarak oylandı. Oy birliğiyle kabul edildi.
Bu münasebetle yaptığım kısa bir konuşmanın bir iki cümlesini, tekrar etmeme izin vermenizi rica ederim. O cümleler şunlardı:
"Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada, bu kesin inancımı yüksek topluluğunuza karşı, bütün millete karşı bütün dünyaya karşı ilân ederim."
Başkomutanlığı Fiilî Olarak Üzerime Aldım
Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlığı fiilî olarak üzerime aldıktan sonra birkaç gün Ankara'da çalıştım.
Genelkurmay Başkanlığı'nın ve Millî Savunma Bakanlığı'nın bütün kadrosu ile Başkomutanlık komuta merkezini kurdum. Bu iki makamın ortak çalışmalarını Başkomutanlıkta uyumlu bir şekilde birleştirmek; bundan başka orduyu ilgilendiren ve Başkomutanlık yoluyla çözümü gereken öteki bakanlıklara ait işleri yürütebilmek için de yanımda küçük bir büro kurdum.
Ankara'daki çalışmalarım, yalnız ordunun insan ve taşıt araçları bakımından gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp düzene konmasıyla ilgili tedbirler almak ve hazırlıklar yapmakla geçti.
Millî Vergiler Emri
Bu sözünü ettiğim hususları gerçekleştirmek için iki gün içinde, 7,8 Ağustos 1921 tarihlerinde, Tekâlif-i Millîye Emri (Millî Vergiler Emri) adı altında yaptığım genel bildirilerin her biri için kısaca bilgi vereyim. Bir savaşın kazanılmasında en küçük şeylerin bile dikkate alınması gerektiğini gösterebilmek için bunları bilginize sunmayı yararlı bulurum:
"1 Sayılı" emrimle her ilçede bir Tekâlif-i Millîye Komisyonu kurdurdum. Bu komisyonlarca toplanan malzemenin, ordunun çeşitli bölümlerine dağıtım şeklini düzenledim.
"2 Sayılı" emrime göre, vatanın her ailesi birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekâlif-i Millîye Komisyonu'na teslim edecekti.
"3 Sayılı" emrimle, tüccarın ve halkın elinde bulunan çamaşırlık bez, Amerikan, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi dikmeye yarayan her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez, kösele, vaketa, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, dikilmiş ve dikilmemiş çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç ipliği nallık demir ve yapılmış nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urgan stoklarından yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el koydum.
"4 sayılı" emrimle, eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvan, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz zeytinyağı, çay, mum stoklarından yine yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el koydum.
"5 sayılı" emrimle, ordu ihtiyacı için alınan taşıt araçları dışında, halkın elinde kalan taşıt araçlarıyla, yüz kilometrelik bir uzaklığa kadar, ayda bir defa olmak üzere, parasız askerî ulaşım yapılmasını mecbur tuttum.
"6 sayılı" emrimle, ordunun giyimine ve beslenmesine yarayan bütün sahipsiz mallara el koydum.
"7 sayılı" emrimle, halkın elinde bulunan savaşta işe yarar bütün silâh ve cephane'nin üç gün içinde teslimini istedim.
"8 sayılı" emirle, benzin, vakum, gres, makine, don, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil ve kamyon lastiği, solisyon, buji, soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan maddeler ve bunlar türünden malzeme ve asit sülfürük stoklarının yüzde kırkına el koydum.
"9 sayılı" emirle demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnafları ve imalâthaneleriyle, bu esnaf ve imâlathanelerin iş çıkarabilme güçleri ve kasatura, kılıç, mızrak, ve eyer yapabilecek ustaların adlarıyla birlikte sayılarını ve durumlarını tesbit ettirdim.
"10 sayılı" emirle, halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla, kağnı arabalarının bütün takım ve hayvalarıyla birlikte binek ve topçeker hayvanlarının katır, ve yük hayvanlarının deve ve eşek sayısının yüzde yirmisine el koydurdum.
Efendiler, emirlerimin ve tebliğlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemeleri'ni Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme bulundurdum.
Cephe Komuta Merkezine Hareket
Ondan sonra Efendiler, 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle birlikte Polatlı'ya cephe komuta merkezine gittim.
Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak, tam bir cesaretle gerekli tedbirleri aldırdım ve yapılacak hazırlıkları yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı. Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921'de ciddî olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve saldırıya geçti. Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün gurupları, savunma hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına kuvvetlerimizi yetiştirdik.
Meydan savaşı yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara'nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara'ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin önü değiştirilmiş oldu. Bunda hiçbir sakınca görmedik Savunma hatlarımız kısım kısım kırılıyordu. Fakat kırılan her kısmın yerine en yakın bir yerde hemen yeni bir savunma hattı kuruluyordu. Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki:
Savunma Hattı Yoktur Savunma Sathı Vardır
"Savunma hattı yoktur savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat, küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona bağlıolamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur."
İşte ordumuzun her ferdi, bu sistem içinde her adımda en büyük fedâkarlığını göstererek ve düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok ederek, sonunda onu, saldırısına devam güç ve kudretinden yoksun bir duruma getirdi.
Savaş durumunun bu safhasını sezer sezmez hemen özellikle sağ kanadımızla Sakarya Irmağı doğusunda düşman ordusunun sol kanadına ve daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Böylece, 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe karar, bu günler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün yirmi iki gece aralıksız devam eden büyük ve kanlı Sakarya Meydan Savaşı yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az rastlanan büyük bir meydan savaşı örneği kaydetti.
Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlık görevini fiilen üzerine aldığım zaman, Meclis'e ve millete mutlaka başaracağımız yolundaki kesin inancımı arz ve ilân etmekle ve bu inancımı varlığımın bütün haysiyetini ortaya atarak gerçekleştirmekle, ilk manevî görevimi yapmış olduğumu sanırım. Ondan sonra, önemli maddî görevlerim de vardı. Onlardan biri, savaş ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum durum idi.
Bütün Türk Milletini Cephede Bulunan Ordu Kadar Duygu Düşünce ve Hareket Bakımından Savaşla İlgilendirmeliydim
Bildiğimiz gibi savaş ve muharebe demek; iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla, bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biribiriyle karşı karşıya gelmesi ve biribiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk Milletini cephede bulunan ordu kadar, duygu ve düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.
Gelecekteki harplerin tek başarı şartı da en çok bu belirttiğim noktaya bağlı olacaktır. Avrupa'nın askerlik bakımından ileri durumda olan büyük milletleri, daha şimdiden bu tutumu kanun haline getirmeye başlamışlardır. Biz, Başkomutanı olduğumuz zaman, Meclis'ten bir vatanı savunma kanunu istemedik. Fakat, Meclis'ten aldığımız yetkiye dayanarak, bu amacı kanun niteliğindeki belirli emirlerle sağlamaya çalıştık. Millet, bundan sonra, bugüne kadar olan tecrübeleri de dikkatle gözden geçirerek aziz vatana saldırıyı imkânsız kılan sebep ve şartları daha açık ve daha kesin olarak tespit eder.
Büyük Millet Meclisi'nce Bana "Mareşal" Rütbesiyle "Gazi" Ünvanının Verilmesi
Efendiler, diğer bir görevim de, ordu içinde, savaş safları arasında bizzat savaşa katılmak ve savaşı bizzat yönetmekti. Bunu da gücümün yettiği ölçüde, hattâ bir kaza sonucu sol kaburga kemiklerimden birinin kırılmış olmasına rağmen, bütün varlığımla, en iyi şekilde yapmaya çalıştığımı sanırım. Sakarya Savaşı'nın sonuna kadar askerî bir rütbem yoktu. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisi'nce bana, "Mareşal" rütbesiyle, "Gazi" ünvanı verildi. Osmanlı Devleti'nin rütbesinin, yine o devlet tarafından geri alınmış olduğunu biliyorsunuz.
Fransız Hükûmeti İle Yapılan Görüşmeler ve Ankara Anlaşması
Efendiler, Sakarya Zaferinden sonra, Batı ile yaptığımız olumlu ve verimli temas ve görüşmeler Ankara Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma, Ankara'da, 20 Ekim 1921'de imza edilmiştir. Bu konuda özet halinde bir bilgi vermek için, kısa bir açıklamada bulunayım:
Bekir Sami Bey'in başkanlığı'ndaki delegeler kurulunun gittiği Londra Konferansı'ndan sonra, bildiğiniz üzere, İkinci İnönü Zaferiyle sonuçlanan Yunan saldırısı geri püskürtülmüştü. Bir zaman için, askerî durum sakinleşti. Rusya ile, Moskova Anlaşması imzalanmış ve Doğudaki durumumuz açıklık kazanmıştı. İtilâf Devletleri'nden de millî ilkelerimize saygılı olabileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi. Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak, bizce önemli görülmekteydi.
Çeşitli sebeplerle, Suriye'den başka, bu adı geçen illeri, işgalleri altında bulunduran Fransızlarında, bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu. Gerçi, Bekir Sami Bey'in, Mösyö Briand (Briyan)'la yaptığı fakat millî olmayan anlaşma reddedilmiş idiyse de, ne Fransızlar ne de biz, çarpışmaları sürdürmeye istekli değildik. Bu yüzden, her iki taraf biribiriyle görüşme yollarını aramaya başladı. Fransız Hükûmeti, eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon (Franklen Buyon)'u önce resmi olmayarak Ankara'ya göndermişti. 9 Haziran 1921 tarihinde Ankara'ya gelen Mösyö Franklin Bouillon ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretleri'nin de katılmasıyla, bizzat iki hafta süren görüşmeler yaptım.
Biribirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran 1921 Pazartesi günü, Ankara İstasyonundaki bana ait dairede yaptığımız ilk toplantıda, görüşmelerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğinden söz ederek konuşmaya başladık. Ben, bizim için hareket noktasının Misak-ı Millî'de tespit edilen ilkeler olduğunu ortaya attım.
Mösyö Franklin Bouillon, ilkeler üzerindeki tartışmanın güçlüklerini ileri sürerek, Sevres Antlaşması'nın bir oldubitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten sonra, Londra'da Bekir Sami Bey'le Mösyö Briand'ın yaptıkları anlaşmayı temel almanın ve bu anlaşmanın Misak-ı Millî'ye aykırı olan noktaları üzerinde tartışmanın yerinde olacağı görüşünü savundu. Bu teklifinde haklı olduğunu göstermek için, Londra'ya giden delegelerimizin Misak-ı Millî'den söz etmediklerini, Misak-ı millî'nin ve Millî Mücadele'nin değil, Avrupa'da daha İstanbul'da bile değeri anlaşılmamış olduğunu söyledi.
Ben verdiğim cevaplarda dedim ki: "Eski Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştur. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sevres Antlaşması, Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bu konuşmamız sırasında bile, Sevres Antlaşmasını ağzıma almak istemem. Sevres Antlaşması'nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanan ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra'ya giden delege kurulumuzun başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa ve özellikle Fransız kamuoyunda ters etkiler doğduğu görülüyor. Bekir Sami Bey'in gittiği yoldan hareket edersek, biz de aynı yanlışlığı yapmış oluruz. Avrupa'nın Misak-ı Millî'den haberdar olmamasına imkân yoktur. Avrupa Misak-ı Millî deyimini öğrenmemiş olabilir. Fakat, yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı mücadelelerin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir. İstanbul'un Misak-ı Millî'den ve Millî Mücadele'den haberi olmadığı yolundaki sözler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, Millî Mücadele'yi bilmektedir ve ondan yanadır. Bu mücadeleyi bilmezlikten gelen ve ona karşı görünen kimselerle bunların yardakçıları azdır ve milletçe de tanınmaktadır."
Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey'in kendisine verilen talimat ve yetki dışına çıkarak hareket etmiş olduğu yolundaki sözlerim üzerine dediler ki, "bunu açıklayabilir miyim?" sözlerimi istediği yerlere bildirip anlatabileceğini söyledim. Mösyö Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey'le yapılan anlaşmadan ayrılmamak için özür ileri sürerken, Bekir Sami Bey'in bir Misak-ı Millî olduğundan ve onun sınırları dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer bundan söz etmiş olsaydı, o zaman ona göre, görüşülüp gerektiği şekilde hareket edilebileceğini; ancak, şimdi durumun güçleştiğini tekrarladı. Batıdaki kamuoyu, bu Türkler, delegeleri aracılığıyla bunu niçin dile getirmemişler de şimdi yeni yeni meseleler çıkarıyorlar" diyeceklerdir.
Nihayet, uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, Mösyö Franklin Bouillon, Misak-ı Millî'yi okuyup anladıktan sonra, yeniden görüşmek üzere, toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millî'nin maddeleri baştan sona kadar birer birer okunarak görüşme ve tartışmaya devam edildi. Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülasyonların kaldırılması ve bağımsızlığımızın tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Mösyö Franklin Bouillon, bu meselelerin incelenmesi ve üzerinde durulması gerektiğini bildirdi. Ben bu noktaya cevap verdim. Söylediklerimin özeti şuydu: "Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu görevi yüklenirken, ne ölçüde başarılabileceği üzerinde hiç şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız kanaat ve inanç, bunda başarılı olabileceğimizdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan bağımsızlığına gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye'yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir. Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız. Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, bağımsızlığımızın tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir.
Tam bağımsızlık demek, elbette, siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun kalması demektir.
Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz, Şekil ve yöntemlere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Ancak, bağımsızlığımızı tam olarak sağlamayacak olan bu gibi barışlar, uyuşma ve anlaşmalarla, milletimiz hiçbir vakit varlığına ve huzura kavuşamayacaktır. Belki de silâhlı mücadelesini bırakarak, yıkıma sürüklenmeye razı olacaktır. Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul edebilecek yaratılışta bulunsaydı, iki yıldan beri mücadele etmeye hiç de gerek kalmazdı. Daha Ateşkes Anlaşmasının ertesinde harekete geçmemek olabilirdi.
Mösyö Franklin Bouillon, bu sözlerim, karşısında, ciddî ve samimi olarak bazı görüşler ileri sürdü ve en sonunda da bunun zaman meselesi olduğu görüşünü belirtti.
Efendiler, Mösyö Franklin Bouillon ile önemli ve ikinci derecede kalan sorunlar üzerinde günlerce görüştük
Sonuç olarak biribirimizi, düşüncelerimizle, duygularımızla ve tutumlarımızla anlayabildik sanırım. Fakat Fransız Hükûmetiyle Türk Millî Hükûmeti arasında, kesin anlaşma noktalarının tespit edilebilmesi için biraz daha zaman geçmesi zorunlu oldu. Ne bekleniyordu? Belki de, Türk millî varlığının Birinci ve İkinci İnönü Savaşı'ndan sonra daha büyücek bir eserle ispatlanmış olması!... Gerçekten de, Mösyö Franklin Bouillon'un kesin karara vararak imza ettiği Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Savaşı'ndan otuz yedi gün sonra, belirtmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921'de doğmuş olan bir belgedir.
Bu anlaşma ile, siyasî, ekonomik askerî v.b. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbirşey feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile millî dâvâmız ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafından onaylanmış ve açıklanmış oldu.
Mösyö Franklin Bouillon, bundan sonra da, birkaç kere Türkiye'ye gelmiş, Ankara'da ilk günlerde aramızda kurulan dostluk duygularını belirtme yolları aramıştır.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro