Bölüm 33
Konya İsyanı
Efendiler, Çopur Musa olayından önce bir ayaklanma olayı da Konya'da oldu. 5 Mayıs 1920 tarihinde, Konya'da bir bozgun derneği keşfedildi. Bu dernek üyelerinin ileri gelenleri tutuklanmaya başlandı. Birgün sonra, tutuklanmakta olan bu ileri gelenler, halkı da kışkırtarak Konya içinde silâhlı bir toplantı yapmaya giriştiler. Bir kısım halk da silâhlı olarak dışarıdan gelerek hep birlikte isyan ettiler. Konya'da bulunan komutan, elindeki kuvvetlerle cesurca hareket ederek âsîleri dağıtmayı ve önayak olanları tutuklayıp takip etmeyi başardı.
Savaş Cephelerinin Durumu
Efendiler, Meclis'in açıldığı, ilk günlerde, çeşitli cephelerin ne durumda olduklarını da hep birlikte bir defa daha hatırlayalım:
1 - İzmir, Yunan Cephesi:
Yüksek kurulunuzca da bilinmektedir ki, Yunanlılar İzmir'e çıktıkları zaman, orada 17. Kolordu Komutanı olarak merkeziyle birlikte Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56. Tümen'in iki alayı vardı. Bu kuvvet, özellikle, kolordu komutanının emriyle, düşmana karşı koydurulmaksızın, büyük hakaretler altında, Yunanlılara teslim edilmiştir. Bu tümenin bir alayı (172. alay) Ayvalık'ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey (Afyonkarahisar Milletvekili Albay Ali Bey) idi.
Yunan ordusu işgâl alanını genişletirken, Ayvalık'a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919'da savaşa girişti. Bu tarihe kadar, Yunan birlikleri hiç bir yerde ateşle karşılık görmemişti. Aksine, bazı şehir ve kasabalar halkı korkutulmuş, İstanbul Hükûmeti'nin emirlerine uyarak idare âmirleri başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel kurullarla karşılaşmışlardı. Ali Bey'in Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma'da, Akhisar'da, Salihli'de millî cepheler oluşmaya başlamıştı.
1919 yılının 5 Haziranında başlayarak, Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı Kâzım Paşa Hazretleri), Balıkesir'deki 61. Tümen'in komutasını, vekâleten üzerine almıştı. Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerini içine alan Kuzey Cephesi Komutanlığı'nı yaptı. Fuat Paşa'nın Batı Cephesi Komutanlığı'na tayin edilmesinden sonra, Kâzım Bey'e, Kuzey Kolordusu Komutanlığı makam ve yetkisi verildi. Aydın dolaylarında, İzmir'in işgalinden sonra, asker ve halktan bazı vatanseverler, Yunanlılara karşı savunma, halkı cesaretlendirme ve silâhlı millî teşkilât kurma gayretleriyle çalışıyorlardı. Bu arada İzmir'den ad ve kıyafet değiştirerek o bölgeye gitmiş olan Celâl Bey (İzmir Milletvekili Celal Bey)'in gayret ve fedakârlığı anılmaya değer. 15/16 Haziran 1919 gecesi, Ali Bey'in Ayvalık'tan gönderdiği kuvvetler, Bergama'daki Yunan İşgal kuvvetlerini bir baskınla perişan etmişlerdi. Bu baskına, kısmen, Balıkesir ve Bandırma'dan gönderilen kuvvetler de katılmıştı. Bu olay üzerine, Yunanlılar, dağınık ve zayıf müfrezelerini geri çekip toplamak gereğini duydular. Bu arada Nazilli'yi de boşalttılar. Bu sebeple, Aydın'da hazırlıkta bulunurken, çevreden toplanan halk kuvvetleri, bunları sıkıştırmaya başladı. Yunanlılar'la halk arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Sonunda, Yunanlılar, Aydın'ı da boşaltıp çekildiler.
Böylece, 1919 yılının Haziran ayı ortalarında Aydın Cephesi de kuruldu. Bu bölgede bulunan 57. Tümen'in Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey'di. Alay komutanlarından Binbaşı Hacı Şükrü Bey, millî kuvvetlerin başında Yürük Ali Efe ve Demirci Mehmet Efe vardı. Sonunda, Demirci Mehmet Efe duruma hâkim olarak Aydın Cephesi Komutanlığı'nı kendi üzerine aldı. Daha önce dolayısıyla bildirmiştim ki, sonradan oraya gönderdiğim Albay Refet Bey (Refet Paşa) bile, Demirci Mehmet Efe'nin komutanlığını kabul etmiştir.
Efendiler, İzmir'in çeşitli cephelerinde kurulan ve yavaş yavaş subaylar ve askerî birliklerle desteklenmeye çalışılan millî cephelerin beslenmeleri, daha çok, doğrudan doğruya o bölgeler halkı tarafından sağlanıyordu. Bunun için de geri bölgelerde millî teşkilât kurulmuştu. Bu görevin, halktan hükûmete geçişi, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.
2. Güneyde Fransız Cephesi:
a) Fransız birliklerine karşı doğrudan doğruya Adana bölgesinde; Mersin, Tarsus, Islahiye bölgelerinde ve Silifke dolaylarında millî kuvvetler kurulmuş ve çok cesurca işe girişmişlerdi. Adana'nın doğu bölgesinde, Tufan Bey adıyla hareket eden Yüzbaşı Osman Bey'in kahramanlıkları kayda değer. Millî müfrezeler, Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin girişlerine kadar sokulup hâkim oldular. Pozantı'da Fransızları kuşatarak geri çekilmeye mecbur ettiler.
b) Maraş'ta, Antep'te, Urfa'da önemli savaş ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal kuvvetleri buradan çekilmeye mecbur edildiler. Bu başarıların kazanılmasında büyük rolleri olan Kılıç Ali ve Ali Saip Bey'lerin adlarını anmayı bir görev sayarım.
Fransız işgal bölgelerinde ve cephelerinde millî kuvvetler, hergün daha esaslı bir şekilde teşkilâtlanıyorlardı. Millî kuvvetler, ordu birlikleri ile de desteklenmeye başlanmıştı. İşgal kuvvetleri, her tarafta sıkı ve şiddetli bir şekilde zorlanıyordu.
Efendiler, bu durum üzerine Fransızlar, 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki ve görüşme imkânları aradılar. Önce Ankara'ya, İstanbul'dan bir binbaşı ile bir sivil geldi. Bu şahıslar, İstanbul'dan önce Beyrut'a gitmişler. Eski Van Milletvekili Haydar Bey bunlara aracılık ediyordu. Bu buluşma ve görüşmerimizden elle tutulur bir sonuç çıkmadı. Fakat, Mayıs sonlarına doğru, Suriye Fevkalâde Komiseri adına hareket eden Mösyö Duquest adında bir zatın başkanlığında bir Fransız kurulu Ankara'ya geldi. Bu kurulla yirmi günlük bir ateşkes anlaşması yaptık. Bu geçici anlaşma ile, biz Adana bölgesinin boşaltılmasına bir başlangıç hazırlama hedefini güdüyorduk.
Efendiler, bu Fransız kuruluyla yaptığım yirmi günlük ateşkes anlaşması, Büyük Millet Meclisi'nde bazılarının itirazlarına uğradı. Oysa, benim bu anlaşmayı kabul etmekle sağlamak istediğim yararlar şunlardı:
Önce, Adana bölge ve cephelerinde bulunan ve kısmen askerle de desteklenen Millî Kuvvetleri, sakince yeniden düzenlemek istiyordum. Millî kuvvetlerin bu çarpışma aralığında dağılabileceklerini de dikkate alarak, ateşkes bildirisi yanında bazı tedbirlerin alınmasını da emrettim. Bundan başka, Efendiler, önemli saydığım siyasî bir yararlanmayı da hesaba katıyordum. Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti ile ilişki ve işlemlerde bulunmakta idiler. Bu bakımdan, Fransızların İstanbul Hükûmeti'ni bir tarafa bırakıp Ankara'da bizimle görüşmeleri ve herhangi bir konuda uyuşmaları, o gün için sağlanması yararlı önemli siyasî bir nokta idi. Bu ateşkes görüşmesinde, millî sınırlarımız içinde olup da Fransızlar tarafından işgal altına alınmış bulunan bölgelerin tamamıyla boşaltılmasını açık ve kesin bir dille istedim. Fransız delegeleri, bu konuda yetki almak üzere Paris'e gitmek mecburiyetini ileri sürdüler. Yirmi günlük ateşkes anlaşması, bir bakıma daha esaslı bir anlaşma yapmak için yetki almaya zaman bırakmak gibi kabul edildi. Efendiler, bu görüşme ve konuşmalarımızdan bende uyanan izlenim, Fransızlar'ın Adana ve dolaylarını boşaltacakları merkezinde idi. Bu düşünce ve inancımı, Meclis'e ifade etmiştim. Gerçi Fransızlar, ateşkes süresi sona ermeden Zonguldak'ı işgal etmek şekliyle, anlaşmanın yalnız Adana bölgesine ait olduğunu göstermek istemişlerse de, biz bu hareketin ateşkesi hükümsüz bıraktığı sonucuna vardık. Fransızlarla anlaşmamız bir süre gecikti.
İstanbul Ankara İle Temas Arıyor ve Bu Teması Nurettin Paşa Sağlamaya Çalışıyor
Saygıdeğer Efendiler, 9 Mayıs 1920 günü Meclis'in gizli oturumunda açıklama yaparken ve Fransız memurları ile kurulları tarafından bizimle ilişki ve bağlantı kurma yolları arandığını bildirirken, milletvekillerinden biri (yanlış hatırlamıyorsam Çorum Milletvekili rahmetli Fuat Bey), "Birkaç günden beri güya İstanbul, bizimle anlaşmak istiyormuş, bu konuda bilgi verir misiniz?" diye bir soru yöneltti.
Gerçekten, o tarihten dört beş gün önce, İstanbul'da Leon adında biri, Çanakkale üzerinden bizi aramıştı. Ankara'yı bulduktan ve bizim burada bulunduğumuzu anladıktan sonra, dediler ki: "Söyleyeceğimiz şeyler pek önemlidir. Onun için haberleşmeyi geceye bırakalım. Ordu merkezleri de aradan çekilsinler." O gece görüşmediler. Fakat bir iki gece sonra yeniden aradılar. Bu defa karşımıza çıkan kimse eski İzmir Valisi Nurettin Paşa imzasıyla bir telgraf yazdırdı. Bu telgrafın içindekiler şöyleydi: "Ben, iki arkadaşımla birlikte, İstanbul'un sizinle anlaşmasına aracılık etmeyi vatan için yararlı bir görev sayarım. Buradaki hükûmet ve İngilizler buna razı oldular. Sizin de olumlu cevabınızı bekleriz." Nurettin Paşa, telgrafını Hey'et-i Temsiliye Başkanlığı'na yazıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükûmeti'nin kuruluşundan, çalışmaya başladığından ve Büyük Millet Meclisi'nin varlığını ve yasallığını doğrulayan Hiyanet-i Vataniye Kanunu'ndan habersiz görünüyor. Nurettin Paşa'nın telgrafını, Millî Savunma Bakanı olan Fevzi Paşa Hazretleri'ne gönderdim. Fevzi Paşa, Nurettin Paşa'ya cevap verdi. Bu cevabında dedi ki: "Telgrafınızı Hey'et-i Temsiliye Başkanlığı'na çekmekle daha gerçek durumdan haberdar olmadığımız anlaşılıyor." Ve durumu açıkladıktan sonra "İstanbul'da hangi makam, Ankara'da hangi makamla görüşmek istiyor?" dedi. Bu telgrafa imzasız olarak gelen cevapta: "Telgrafı yazan kimseler şimdi burada değillerdir. Bunu bırakıp gittiler. Yarın saat 10.00'da size bilgi veririz." deniliyordu. Bundan sonra Nurettin Paşa ikinci defa olarak yine aradı. Bu defa, "Telgraf haberleşmeleriyle anlaşma imkânı olmadığından, siz yetkili bir hey'eti İstanbul'a gönderin, görüşelim ve anlaşalım" diyordu.
Efendiler, biz de cevap olarak dedik ki: "Pek doğrudur, gerçekten telgrafla anlaşmak mümkün değildir. Fakat siz Mudanya'ya geliniz ve ne vakit gelebileceğinizi de bildiriniz. Bizim tarafımızdan da orada yetkili kimseler hazır bulunur. Bursa'ya da gereken talimat verildi." Ondan sonra bir daha arayan olmadı. Hoca Müfit Efendi (Kırşehir): "Acaba gerçekten Nurettin Paşa'mıydı?" diye sordu. Ben de: "Evet, gerçekten Nurettin Paşa'ydı", karşılığını verdim.
Efendiler, İstanbul Hükûmeti'nin Nurettin Paşa aracılığıyla yaptığı bu başvurunun, Anzavur'un Balıkesir bölgesinde yenilgiye uğratıldığı ve Bolu'da başarı kazanmaya başladığımız günlere rastladığını da belirtmeliyim.
Nurettin Paşa Ankara'da
Efendiler, Nurettin Paşa'dan bir daha telgraf almadık. Fakat, kendisi Diyarbakır'lı Kâzım Paşa ile birlikte, 1920 yılının Haziran ayı ortalarında Ankara'ya geldi. Bizimle işbirliği etmeden önce, bazı konularda görüşümüzü anlamak istediğini söyledi.
Birincisi, Hilâfet ve saltanat makamı üzerindeki düşünce ve görüşümüz;
İkincisi, bolşeviklik konusundaki görüşümüz;
Üçüncüsü, İtilâf Devletleri'ne, karşı, özellikle İngilizlere karşı da, savaşa karar verip vermediğimiz konularıydı.
Görüşme, Ziraat Okulu'ndaki merkezimizin bir odasında, gece yapıldı. Bu görüşmede, Nurettin Paşa ile birlikte gelen Kâzım Paşa'dan başka Fevzi ve İsmet Paşa'lar da hazır bulunuyorlardı. Nurettin Paşa, birinci, ikinci sorulara aldığı cevapları pek doyurucu bulmadı. Fakat, özellikle üçüncü sorunun cevabı, uzun ve hararetli tartışmalara yol açtı. Çünkü biz demiştik ki, gayemiz millî sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve milletin bağımsızlığını tam olarak sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun, mutlaka çarpışır ve başarı kazanırız. Bu konudaki karar ve inancımız kesindir. İşte Nurettin Paşa, bir türlü buna inanamıyor ve razı olamıyordu. Nihayet kendisine dedik ki: "Bu konuda görüşmeyi kabul etmekle, yeni görüşlere varmak ve kararlar almak söz konusu değildir. Sen, bugüne kadar milletin iyice belirmiş ve kesinleşmiş olan inançlarına uyacaksın". Ondan sonra, kendisine verebileceğimiz uygun bir görev üzerinde duruldu. Kendisinin, Konya valisi sivil görevi ve Konya yöresi komutanı ünvanıyla, Yunan Cephesinin güneyindeki bölgenin komutanı olmasını uygun gördük. Asıl Batı Cephesi için, komutan olarak 18 Haziran 1920'de Ali Fuat Paşa'yı görevlendirdik.
Efendiler, o günlerde Yunan Cephesi'nde düşmanın bazı hazırlıklar yaptığı hissedildiğinden, cephede duyarlılık arttı. Bu yüzden Nurettin Paşa'nın görevi kesinleşmeden ve kendisini görev yerine göndermeden, acele olarak Batı Cephesi'ne hareketim gerekti. Nurettin Paşa'nın görevlendirme işleminin tamamlanmasını Genel Kurmay Başkanı bulunan İsmet Paşa'ya bıraktım. Gerçekten düşman, bütün cephe üzerinde saldırıya geçmişti. Bizim birliklerimiz geri çekiliyordu. Nurettin Paşa, cephedeki elverişsiz durumu anlayınca İsmet Paşa'ya görev kabul edebilmek için birtakım şartların, hükûmetçe karar altına alınması gereğinden söz etmiş. O şartlara göre, hükûmet memleketin yönetiminde ve önemli konularında esaslı ve kesin karar almadan önce Nurettin Paşa'nın düşünce ve onayını almak zorunda kalacaktır. Çünkü, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nde yer alan üyeler, Tevfik Paşa ve benzerleri gibi olgun yaşta ve tecrübeli kimseler olmayıp, genç bir takım kimselermiş. İsmet Paşa, pek yadırgadığı bu zihniyet ve teklifi, derhal şifreyle bana bildirdi. Ben de Nurettin Paşa'nın, kendisine görev teklif ettiğim zaman söylemediği bu düşünceyi, genel durumda bunalım başgöstermesi üzerine ortaya atmış olmasını anlamlı buldum ve İsmet Paşa'ya verdiğim cevapta, kendisine görev verilmemesini emrettim. Nurettin Paşa'nın, Yunan saldırısı başladıktan iki gün sonra bana gönderdiği bir yazıda yazdıklarını dikkate değer bulmuştum. Arzu buyurursanız, bu yazıyı yüksek kurulunuza olduğu gibi okuyayım:
Ankara İstasyonu, 24.6.1920
Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığı'na
Efendim Hazretleri,
Atanmış olduğum komutanlıktan ve valilikten uzaklaştırılma şekli ile görevden alınma durumumun bildiriliş şeklini hakaret saydım. Bir devlet adamı tarafından ileri sürülen vatanla ilgili bir düşünce ve görüşün tartışılmasına değil, dinlenilmesine bile değer ve önem verilmemesini ve ilgili Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükûmeti'nin oylarını alıncaya kadar bile beklenmeyerek ve tahammül edilmeyerek veyahut belki de buna gerek görülmeyerek iki veya üç kişi gibi pek az üyenin düşünce ve istekleriyle bu yolda işlem yapılmasında bir sakınca görülmemesini ve bundan dolayı da memleketin, eğer yanılmıyorsam böyle bir anlayışla yönetilmesini millet ve memleket için tehlikeli saymakta olduğumun arzına, Başkanlık yüksek makamının izinlerini rica ederim.
Bugünkü şartlar içinde, görev kabulünü sakıncalı bulduğum ve işbirliğini yararlı göremediğim için, memleketim olan Bursa'da oturmak üzere, ilk trenle Ankara'dan ayrılacağımı bilginize sunar, veda ederim, efendim Hazretleri.
Nurettin İbrahim
Efendiler, benim bu yazıya verdiğim cevap da aynen şuydu:
25.6.1920
Tümgeneral Nurettin Paşa'ya
İlgi: 24 Haziran 1920 tarihli yüksek tezkereleri,
Sözkonusu edilen komutanlık ve valilik görevi, daha Millî Savunma ve İçişleri Bakanlıkları'nca resmen zâtıalilerine verilmemiş ve tebliğ edilmemişti. Bu bakımdan ne atanmanız ne de ayrılmanız söz konusu değildir. Yalnız, zâtıâlinize görev verilmesi düşünülmüş, bu konuda düşünce ve kararınız sorulmuştu. Atama durumu daha kesinleşmemiş olduğu bir sırada, Genelkurmay aracılığıyla öğrenilen düşünce ve kanaatınızdaki kararsızlıklar üzerine, Hükûmetçe, atanmanızdan vazgeçilmesine karar verildi. Böyle bir kararı vermek için, zan buyurduğunuz gibi, durum Büyük Millet Meclisi'nin Genel Kurulu'na sunulması, mevcut ve yürürlükteki kanunların gereklerinden değildir. Bursa'ya giderek orada oturmanıza gelince, bağlı bulunduğunuz askerlik mesleği dolayısıyla, bu konuda Millî Savunma Bakanlığı yüksek katına usulünce başvurmanız gereği tebliğ olunur, efendim.
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
Nurettin Paşa, Bursa'ya değil Taşköprü'ye gitmiş ve uzun zaman orada kalmıştır. Bundan sonra da kendisine, yeniden birkaç durum dolayısıyla dokunacağız. O durumları da yeri geldikçe gerektiği kadar açıklayacağım.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin Dışişleri Konularında Verdiği İlk Karar:
Moskova'ya Bir Topluluk Gönderilmesi
Efendiler, kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin, dışişleri konularında verdiği ilk karar, Moskova'ya bir topluluk gönderilmesi olmuştur. Kurul, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'in başkanlığında idi. İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey üye bulunuyordu. 11 Mayıs 1920'de Ankara'dan hareket eden kurulun asıl görevi, Rusya ile ilişki kurmaktı. Rusya'nın, hükûmetimizle yapacağı anlaşmanın bazı hükümleri, 24 Ağustos 1920'de parafe edilmiş olmakla birlikte, durumun gereği olarak uzlaşmaya bağlanamayan bazı noktalardan dolayı gecikmiştir. Moskova Antlaşması diye anılan diplomatik belgenin imzası, ancak 16 Mart 1921'de mümkün olabilmiştir.
Saygıdeğer Efendiler, memleket içinde yer yer kendini gösteren iç isyanları takip etmekte gecikmeyen ilk genel Yunan saldırısı, bakışlarımızı yeniden batıya çevirecektir.
Yunanlılar'ın İlk Genel Saldırısı
Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de Milne (Miln) hattından genel saldırıya geçtiler. Kuvvetleri altı tümene çıkmış bulunuyordu. Üç tümenle iki koldan, Akhisar - Soma yönünden; iki tümenle Salihli yönünden; bir tümenle de Aydın Cephesinden saldırdılar. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran 1920'de Balıkesir'e girdi ve süvarileri 2 Temmuz 1920'de Kirmastı ve Karacabey'i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61. ve 56. Tümenlerimiz, Ulubat Köprüsünü tahrip ederek Bursa'ya doğru çekildi. Düşman takibe devam ederek, Bursa'yı da işgal etti ve ileri hatlarını Dünboz-Aksu hattına kadar sürdü. Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz fazla sarsıldı. Eskişehir'e kadar çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920'de Mudanya'ya ve 2 Temmuz 1920'de de Bandırma'ya birer müfreze çıkardılar.
Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de, 24 Haziranda Alaşehir'e girdi. Daha sonra ilerleyerek 29 Ağustos'ta Uşak'ı zaptetti. ve Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere, bu bölgeye kadar ilerledi. Bu düşman karşısında bulunan 23. Tümen ve Millî kuvvetlerimiz çok kayıp verdi ve zayıfladı. Aydın'dan ilerleyen bir Yunan kolu da, Nazilli'ye kadar geldi.
Bu harekât sırasında, tümenlerimizin kuru birer kadro halinde olduklarını, harp malzemelerinin bulunmadığını ve henüz desteklenmelerine de imkân olmadığını bilirsiniz.
Efendiler, bizzat Eskişehir'e ve oradan da ileri bölgelere gittim. Gerek orada gerek başka bölgelerde bulunan kuvvetlerimizin düzene sokulmasını emrettim. Yeniden, düşman karşısında düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını sağladım.
Yunan Taarruzu Karşısında Millî Cephelerin Bozulması Üzerine Meclis'te Şiddetli Hücum ve Eleştiriler
Efendiler, Yunan saldırısı ve millî cephelerin bozulması, Meclis'te büyük bir sıkıntıya, şiddetli hücum ve eleştirilere yol açtı. Büyük Millet Meclisi'nin 13 Temmuz 1920 günü, 41. toplantısında kusurlarından ve idaresizliklerinden dolayı, Bursa Komutanı Bekir Sami ve Valisi Hâcim Muhittin Beylerin ve Alaşehir Komutanı Âşir Bey'in ne harp divanına verilmediklerinden dolayı, Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı hakkında gensoru önergeleri okundu.
Bu önergenin sahibi, Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü Bey'di. Sinop Milletvekili Hakkı Hâmi Bey'in de derhal cezalandırma konusundaki ısrarı, "bravo" sesleriyle karşılanıyordu. Önerge sahibi olan Mehmet Şükrü Bey'in, "Biz sorumlu tutulduklarını görmek istiyoruz!" feryadı üzerine, gensoru kabul ediliyor. Soruşturma günü olarak tespit edilen 14 Ağustos 1920'de, Genel Kurmay Başkanı cevap verdi. Fakat bir türlü inandırmak ve yatıştırmak mümkün olamıyordu. Karahisar Milletvekili Şükrü Bey "Anket" (soruşturma) istiyor. Diğer bir milletvekili, bazı subay ve komutanların cezalandırılmalarının doğal olduğundan söz ederek birçok örnekler sıralıyor. Başka bir milletvekili, asker geri çekilirken bir komutanın otuz altı deve eşya götürmüş olduğunu söylüyor. Başka bir milletvekili de Yunan ordusunun kısa bir zaman içinde Akhisar'dan Marmara sahillerine varıncaya kadar, bütün şehir ve köyleri yıldırım hızıyla istilâ ettiğinden söz ederek, "Bursa felâketi dolayısıyla uğramış olduğumuz korkunç zarar, dünyanın gözünde, Anadolu'da savunma denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğuna genel bir kanaat uyandırmıştır" diyor ve bu büyük bozgunun sorumlularının cezalandırılmalarını istiyordu.
Efendiler, uzun ve ateşli olarak devam eden tartışmalara benim de karışmam gerekti. Ortaya çıkan bu çok acı durumda, Meclis'in üzüntü ve ilgisini takdir ettikten sonra, düşünce ve duyguları yatıştırmak maksadıyla konuşma ve açıklamalar yaptım. Benim sözlerime karşı da yapılan ufak tefek hücumlara cevap verdikten sonra, genel açıklamalar yeterli görüldü.
Efendiler, ayrıntılarını Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu ateşli görüşmelerden önce, 26 Temmuz 1920 günü, de gizli bir oturumda buna benzer bir görüşme olmuştu. Orada da uzun açıklamalar yapmaya mecbur olmuştum. Çünkü, üzüntü ve ızdırap sonucu yapılmakta olan eleştiri ve tekliflerde bu yenilgiyi doğuran gerçek sebepler sanki unutulmuş gibiydi. Bütün felâketin sebebi olmak üzere, daha kurulalı ve üzerine görev yükleneli iki ay bile geçmemiş olan Bakanlar Kurulu'nu sorumlu tutmak gayesi güdülüyordu. Bir yılı aşkın bir zamandan beri, Yunan ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş ve durmadan hazırlanmakta bulunmuş olduğu, buna karşılık İstanbul Hükûmeti'nin ordumuzu sürekli olarak felce uğratacak şartlar hazırlamakla meşgul olduğu ve milletin kendiliğinden kurabildiği millî kuvvetleri dağıtıp yok ettirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadığı asla düşünülmüyordu. Eğer, bu bir yıl içinde Yunan kuvvetleri karşısında, azçok bir varlık gösterilmiş idiyse, bunun da beş on fedakârın kendiliğinden gösterilmiş bulunan azim ve gayretlerinin ürünü olduğunu insafla görmek istemiyorlardı. Askerî harekâtı, gerçek durumu kavrayarak ve askerliğin gereklerini göz önünde tutarak düşünen ve inceleyen yoktu. Söylenilen sözler, ya vatanseverlik duygusunun sürüklediği coşkunlukla veyahut aşırı duyarlık sonucu olarak ağlayıp sızlama ve bağırıp çağırmak halinde dile getiriliyordu. Söz söyleyenler içinde, ender olmakla birlikte millî inancı ve vatana bağlılığı şüpheli olanlar bile vardı.
Söz konusu ettiğimiz bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım sırasında özellikle demiştim ki: "Felâket başa gelmeden önce, onu önleme ve ona karşı savunma çarelerini düşünmek gerekir." Geldikten sonra üzülmenin yararı yoktur. Yunan saldırısı yapılmadan önce, yapılacağı kuvvetli bir ihtimalle biliniyordu. Eğer bunu önleyecek çare ve tedbirler bulunamamışsa, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve onun Hükûmeti'ne ait olamaz. Büyük Millet Meclisi'nin sorumluluk konumuna geldikten sonra almaya başladığı tedbirler, bir yıl öncesinden beri İstanbul Hükûmetleri tarafından, bütün milletle birlikte ve ciddiyetle alınmaya başlanmak gerekti. Bazı kuvvetlerin cepheden alınıp iç isyanların bastırılmasına memur edilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmasındaki yarardan daha önemli ve zorunlu idi. Yine de öyledir. Gerçi, Bursa'da bırakılması zorunlu olan, bir tümen, Adapazarı isyan bölgesine gönderilen iki tümen, Hendek'te dağılan bir tümen ve bütün bu düzenli ordu kuvvetlerine yardım eden Millî müfrezeler, cephede bulundurulabilseydiler, belki de düşman saldırısı bu kadar gelişemezdi. Fakat, memleketin huzuru ve milletin kurtuluş gayesi noktasında birleşip dayanışma sağlanamadıkça, bir dış düşmanın istilâ adımlarını durdurmaya çalışmak ne mümkündür, ne de bundan köklü bir yarar ve sonuç alınabilir. Ancak, memleket ve milletçe dediğim durum korunabilirse, düşmanın herhangi bir zamandaki başarısı ve bunun sonucu olarak fazla toprak elegeçirmiş olması, geçici olmak niteliğinden kurtulamaz. Birlikte ve amaçta azimli olan ve ısrar eden millet, gururlu ve saldırgan her düşmanı eninde sonunda bu gurur ve saldırganlığından pişman kılabilir. Onun için iç isyanları bastırmak, elbette Yunan saldırısını durdurmaktan daha önemlidir. Zaten, cepheden iç isyanlara karşı kuvvet ayrılmamış olsaydı, sonucun başka türlü olabileceğini farzetmek güçtür. Söz gelişi, düşman, kuzey cephesine üç tümenle saldırdı. Bizim orada cepheye yetebilecek kuvvetimiz yoktu. "Filan noktada, filan derede, filan köydeki kuvvetimiz yahut da oradaki subay veya komutanımız, düşmanın geçmesine izin vermeseydi, bu felâket başımıza gelmezdi" şeklinde bağırıp çağırmanın anlamı yoktur. Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu olan cephe, savunmaya ayrılan kuvvetle orantılı dar bir cephe olmayıp da, böyle yüzlerce kilometre genişliğinde ise, bu cephenin şurasında ve burasında bulunan zayıf bir kuvvetin, sonuna kadar savunmasını kabul etmek, bütün düşünce ve muhakemeleri yanılgıya sürükler. Cepheler delinebilir, buna karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibaretti. Bu ise, cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, kuvvetli destekler bulundurmakla mümkündür. Oysa, Yunan ordusu karşısındaki millî cephemiz bu durumda ve bu kuvvette miydi? Bütün Batı Anadolu illerimizde, Ankara ve dolaylarında, daha doğrusu bütün memlekette, kuvvet denilecek bir askerî birlik bırakılmış mıydı?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro