23 ; cats and chocolates
"Yüzüne ne oldu?"
Hava rüzgârlıydı, sağımdan rüzgâr esiyordu ve açık bıraktığım saçlarım uçuşuyordu. Güneş az önce batmıştı, etraf turuncudan siyaha dönmeye başlamıştı. Buraya geleli 10 dakika olmuştu ama ben Donghyuck'un yüzünü yeni fark ediyordum. Dudağı patlamıştı ve tam piercinginin olduğu yerdi, kesik oluşmuştu. Kaşı kanamıştı ve elmacık kemiği de morarmıştı. Gözünün altı da hafifçe morarmıştı. Ona hesap sormam ne kadar doğruydu bilmiyordum ama onu bu hale getiren kişiyi ve sebebini merak ediyordum.
"Cevap ver," dedim ellerimi pantolonumun cebine koyup gözlerimi kısarken. Benden 4-5 yaş büyük birine böyle resmi olmayan bir biçimde konuşmam ayıplanacak cinstendi ama aramızda resmi bir şey de yoktu.
"Boş ver." dedi ve omuz silkip yere oturdu. Sigarasını çıkarmayı da ihmal etmedi, çakmakla ucunu tutuştururken sinirlendiğimi fark ettim. Yine umursamıyordu. Her zaman yaptığı şeydi sonuçta, şaşırmamam lazımdı.
Sinirden sıktığım dişlerimle ben de yere eğilip ağzındaki dalı aldım ve gözlerinin içine baka baka yere attım, ayağımla ezdim. Yüzünde en ufak bir mimik yoktu, ruhsuz gibiydi. "Cevap verir misin?" Az öncekinin aksine kibar bir şekilde sorduğumda ayağa kalktı, tam dibimde durdu.
Burnu burnuma değiyordu, yaralı yüzü hemen karşımdaydı, okşayıp yaralarını temizlemek istedim. Ama sinirim bu düşüncemin önüne geçti. "Neden umursuyorsun ki beni bu kadar? Kavga ettim ve bu hale geldim, sana ne?"
Kaşlarım çatılırken sert bakışlarıyla yüzüme bakıyordu, gözlerime. Sesi de bakışları gibi sertti, içim üşüse de ifademi bozmadım. "Çünkü seni önemsiyorum, senin aksine." dedim göz temasını kesmeden. Şaşırdı, beklediğim bir şeydi. Ama başka şeyler diyip konuyu dağıtmasını istemediğimden yutkunup devam ettim. "Kim?"
Dalmış gibiydi, anca kendine gelmişti. Cevabını beklerken sonunda tekrar bana baktı. "Yukhei."
Duyduğum isimle şoka girdiğimde diyebildiğim tek şey "Ne?" olmuştu. Yukhei neden durduk yere Donghyuck'u döverdi ki?
Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Birkaç saniye sadece baktık birbirimize. Saniyeler seneler gibi geldi, ilk geri çekilen ben oldum. "Yalan söyleme," dedim yalan söylemesini umarak. Bunu kaldıramazdım, yalan söylemeliydi. Yukhei niye onu döverdi ki? Belki de Donghyuck bir şey diyip sinirini bozmuştu. Ama ne olursa olsun Yukhei onu dövmezdi, dövmemeliydi.
"Yalan söylemiyorum," diyip dudaklarını ıslattı. "Daha arkadaşlarını tanıyamamışsın." Hafifçe omuzuma çarparak ilerledi ve yere oturdu.
Arkadaşlarını tanıyamamışsın.
Doğru, ben onlar için kimdim ki? Arkamdan iş çevirip işleri düştüğü zaman yanıma geliyorlardı sadece. Ben bile kendimi tanıyamamıştım bu zamana kadar, sonra Renjun benimle iletişimini kesmişti ve kendimi tanımak yerine nefret etmiştim kendimden. Hendery ve Mei'nin nasıl benimle arkadaş olduğunu düşündüm, aptalın tekiydim. Arkadaşlarının kalbini kıran bir aptal. Bana güvenmeleri bile saçmaydı. Jeno neyime güvenerek birini sevdiğini söylemişti ki bana? Sonuçta ben bile kendimi sevmiyordum, başkasının sevmesi saçma geliyordu. Arkadaş olarak, ya da başka bir şekilde, kim benim yanımda olurdu ki zaten? Kendime bile güvenemiyordum ben. Yaşadığım, hissettiğim şeyleri kendime bile söyleyemiyordum. İtiraf edemiyordum, cesaretim yoktu buna.
Alt dudağım titremeye başladı, tüm gerçekler yüzüme bir tokat gibi çarptı. Sevmek ve değer vermek çok farklı şeylerdi. Bir çiçeği severdiniz ama ona değer vermezdiniz. Arkadaşlarım beni seviyordu, değer vermiyorlardı. Bana değer verecek kimse yoktu şu saatten sonra, kendi başımaydım. Ailemin yanına dönersem belki istediğim değeri, sevgiyi alırdım. Gerçeklerle yüzleşmek zordu, kalbinize saplanan bir hançerden daha çok can yakıyordu, daha çok kan akıtıyordu. Gerçekler, kadim dostumuz ama aynı zamanda da bizi öldüren düşmanımız.
Nefret ettim gerçeklerden, arkamı dönüp merdivene ilerlerken Donghyuck'un yüzüne bile bakmadım. Bir başıma kalmaya ihtiyacım vardı. Zaten tektim ya, her neyse.
Karanlık sokaklardan geçerken korkmuyordum, şurada ölsem de pişman olmazdım belki. Nasılsa yalnızdım ve kimse gelmezdi yanıma. Çürüyüp giderdim. Kalbime çöken ağırlık ile olduğum yerde kalırken elimi kalbime koydum. Nefes alış-verişlerim yavaşladı, nefesim daraldı. Soluklanmak için kaldırıma çökerken bacaklarım titredi. Gerçekler yaralamıştı beni.
Başımı kaldırıp baktım, yurt en fazla yüz adım uzağımdaydı. Buradan bile Renjun'in odasının ışığının yandığını görebiliyordum. Ayağa kalktım, her seferinde düşemezdim. Kendi başıma kalkmalıydım. Yavaş adımlarla yurda ilerledim, cebimden telefonumu alacakken yurtta bıraktığım aklıma geldi. Güvenliğe hafifçe baş selamı verip merdiveni hızlıca çıktım. 3-4 taneydi zaten, kapıyı ittim ve asansöre bakma gereği duymadan merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladım. Büyük ihtimalle Renjun'in yanındaydı Yukhei Jaemin'le beraber.
Açık mavi kapının önüne geldim ve elimi yumruk yapıp kapıyı çaldım. İçerideki sesler kesilmişti, daha fazla elimi acıtmama kararı alarak elimi çektim. "Selam?" Kapı açıldığında görüş açıma Jaemin girdi, gülümsüyordu. Kendi isteğimle Renjun'in odasına gelmem hoşuna gitmişti belki de. Konuşup bir şeyler halledeceğimi düşünüyor olmalıydı.
Ona gülümsemeye çalışarak yanından geçtim ve içeri girdim. Renjun ve Yukhei ayaktaydı, bana dönmüşlerdi. Renjun'i kısaca süzdüm ve Yukhei'ye baktım. Gözleri endişe doluydu, az sonra yaşanacak olan şeyleri sezmiş gibiydi. Eğer döverken sonuçlarını düşünmediyse endişelenmesinin hiçbir anlamı yoktu.
"Yukhei," dedim ona ilerleyerek. O da bir adım geri gitti, Jaemin ise kapıyı kapatıp açık olan tabletteki filmi kapattı. "Neden yaptın?" Sesim sert değildi, yumuşak çıkmıştı. Birazdan gözlerimin dolacağını hissetsem de umursamadım. "Ne?" Onun yerine Jaemin konuştuğunda hiç kimseye demediğini fark ettim. Renjun'e bile dememişti bunu.
Arkadaşlarını tanıyamamışsın.
Başımı iki yana sallayarak zihnimdeki silik sesi yok ettim ve Yukhei'yi duvara doğru ittim, sırtı duvara çarptı. "Neden dövdün onu?" Bağırdım, birazdan buraya nöbetçilerin geleceğini bilsem de bağırmaya devam ettim. "Derdin neydi söylesene!"
Renjun bana doğru bir adım attı, beni tutmak içindi belki de, ama sonra vazgeçip olduğu yerde kaldı. Diyecek bir şeyim yoktu, sadece sebebini merak ediyordum. Öğrenip buradan gitmek istiyordum. "Konuşsana," diyerek sesimi alçalttım ve yakalarından tuttum. Gözlerindeki endişe ve hüznü gördüm, ama kanmamalıydım.
"Derdim," diyerek derin bir nefes aldı, ellerimi hala çekmedim.
"Seni ne hale getirdi farkında mısın? Günden güne mahvoluyorsun! Ona yumruk attım ve seni ne hale getirdiğini bildiğinden tek bir kelime etmedi, karşılık bile vermedi. Öylece durdu, senin için acı çekmeye dünden razıydı ve yaptım!"
Yutkundum, boğazımdaki yumrunun gitmesi için. İşe yaramadı, ellerimi yavaşça yakalarından çekerken gözlerimi kara gözlerinden çektim. Beni düşündüğü için yaptığını söylüyordu ama bu şekilde daha da üzülmüştüm. Onu o halde görünce kaburgalarım teker teker kırılmış gibiydi ve bunu yapan da Donghyuck'tu, kendini zerre umursamayan Donghyuck.
"Beni bu halde sadece o mu getirdi zannediyorsun?" Titreyen sesimle konuştuğumda Jaemin ismimi söylemişti ama dönüp bakmadım. Başımı eğdim, akan yaşları silip başımı tekrar kaldırdım. "Niye sürekli suçu başkasına atıyorsun?" Sesimi az öncekinin aksine daha yüksekti, büyüyen gözlerine şahit oldum.
"O zaman Renjun'i de dövsene!"
Boğazımı yırtarcasına bağırdım, o ise bir bana bir Renjun'e bakmakla meşguldü. "Eğer bir suçlu arıyorsan o kişi tam karşında." diyerek yüzüne baktım, son kez Renjun'e baktım ve kapıyı açıp odadan çıktım.
Hayır, o benim için acı çekmezdi. Maskesini takar ve gezerdi, bedenine saplanan bıçakları hissetmezdi ama acı çekermiş gibi yapardı. Onun için sadece Lena'ydım. O ise benim için sadece Donghyuck değildi. Daha fazlasıydı, kalbimden dolup taşan şeylerin sahibiydi. Yine de acı çeken taraf ben oluyordum, büyüdükçe, zaman geçtikçe her şeyi yeni yeni kavrıyordum.
Şimdi ise ne yapacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek şey yarın tekrar Donghyuck'un yanına geri döneceğimdi, yanına gidecek ve yine her şeyi ona anlatacaktım.
Asansörün karşısında duruyordum öylece, odama gitmek istemiyordum. Çatıya gidemezdim daha, sadece durdum. Dakikalarca öyle durdum orada ve sesimi bile çıkarmadım. Ağlamadım ya da bağırmadım. Sadece nefeslerimin sesini dinledim. Aldığım nefesin bir amacı varsa anlamlıydı. Birbirimize bir söz vermiştik, asla bırakmama sözü.
Şimdi o söz uçup gitmişti ve aldığım nefes canımı yakmaya başlamıştı. Sözlerin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyorum ama bu kadar erken bitmesi de ayrı bir olaydı. Umursamak istemiyordum ama aklım takılıyordu işte. "Orada ne yapıyorsun?" Duyduğum sesle başımı sola çevirdim ve merdivenden çıkan Mark Lee'yi gördüm. Saçları ıslaktı, belki de duş alıp aşağı inmişti. Üzerine siyah V yaka bir tişört ile ten rengi boylu boyunca cepleri olan bir pantolon giymişti.
"Hiç," diyerek ona doğru adımladım.
"Odana gitmeyecek misin?" Sorusu ile başımı iki yana sallarken bir elimi kapüşonumun cebine koydum. "Aslında... Biraz keyifsizim, odama gidesim yok."
İtiraf ettiğimde sol bileğindeki saate bakmış ve gülümsemişti. "Önden buyurun." diyerek merdivenleri göstermiş ve kenara çekilmişti.
Mark Lee, duyduğum kadarıyla kibardı, bayağı. Onun için eskisi olsam da anlaşılan bu aşamayı geçmişti, arkadaştık şu an. Şikayet etmiyordum, sonuçta arkadaş diyebileceğim biri daha vardı. Ama yarın bir gün birisi gelip de" Mark Lee seni hala seviyor." dese büyük ihtimal hayatımın şokunu yaşardım.
İkimiz de yolda konuşmadık, yemekhaneye indik. Hiçbir çalışan yoktu yemekhanede, masalardan birine oturdum ve Mark da karşıma geçti. Yan taraftaki bardağa sürahideki suyu doldurup bana verdi. "Kahve içiyormuş gibi düşün, tek alternatifimiz bu." Dediği şeye güldüm, kendisi de güldü.
"Ee, anlat bakalım." Kalın sesiyle sırtını dikleştirerek sordu, boğazımı temizleyip yüzüne baktım. "Arkadaşlarım, biraz kavga ettik." Dudaklarını birbirine bastırdı ve başını salladı. Ne diyecekti bir fikrim yoktu. Teselli falan vermese de akıl verirdi belki, Donghyuck gibi.
"Elbet barışırsınız, yine de pek soğuk davranma." Kara kürelerini gözlerime dikerek konuştuğunda yutkundum. Arkadaş mıydık gerçekten? Sevilecek bir yönüm yoktu benim, sadece arkadaşlarına ya da her isteyene bir şeyler ısmarlayan biriydim. Beni ne olarak gördüğü hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dediğim gibi, belki aklından da kalbinden de çıkmıştım, yok etmişti beni zihninin soğuk parmaklıkları ardında. Ama emin olamıyordum işte, sürekli kendimden nefret ettiğim gerçeği ile yaşamak zor geliyordu.
"Mark," dedim ellerim arasındaki bardağın içindeki sudan bir yudum alıp. O da parmaklarıyla oynuyordu, sesimi duymasıyla başını kaldırdı. "Efendim?"
Soracağım şeyi yanlış anlama ihtimali vardı, bir süre bekledim. Dudağımın içini kemirirken konuştum. "Beni seviyor musun?"
Kaşları şokla havalanırken berbat ettiğimi fark edip ellerimi önümde salladım. "Hayır, yani.. Nasıl desem... İyi biri miyim, sevilecek bir yönüm var mı ki?" Bu daha iyi olmuştu, kaşları inerken başını sallayıp gülümsedi. Nasıl bir gülümsemeydi emin değildim, eskileri barındırıyordu.
"İlk olarak, seni seviyorum. Kastettiğin gibi, arkadaş olarak. İkinci olarak, neden kimse seni sevmesin ki?" Tekrar gözlerini gözlerime diktiğinde yutkundum. Neden kimse beni sevmesin ki? Kendi kuyumu kendim kazmıştım, en yakın arkadaşım artık yoktu. Hatta bir arkadaşım bile yoktu adam akıllı. Jaemin ve Hendery vardı, artı olarak Mei. Ama onlar da yarın bir gün giderdi.
"Bilmem," dedim. Sesimden de tedirginliğimi anlayabilirdi. "Kendi arkadaşlarımı sildim, sürekli bir şeyler oluyor. Tanrı benim gibi kötü kalplileri sevmiyor galiba." Hüzünle konuştum, o ise en sıcak gülümsemesini sundu bana.
"Gerçekten kötü biri olduğunu mu düşünüyorsun?" Gülümsedi, başını yana yatırdı.
"Ben senin kalbine aşık olmuştum Lena. Gecenin bir vakti çıkıp sokaktaki kedileri doyururdun, Renjun için faturaları sen öderdin. Jaemin bir kahve daha fazla içebilsin diye inatla sen ısmarladın ona. Yukhei sevgilisinden ayrıldığında senin göğsünde ağladı. Jeno sayende bu okulda okuyor hala. Sokakta gördüğün bir kişiye bile yardım ettin. Küçük çocuklara her ay düzenli olarak şeker-çikolata aldın, ailelerine bağış yaptın. Ben sana değil kalbine aşık olmuştum Lena. Gelip geçici bir şey yüzünden kendini böyle bir kalıba koyman beni üzdü."
Sustum, gözlerindeki parıltılar kendini acıya bırakmış gibiydi. Ne diyeceğimi bilemedim, karşısında, daha doğrusu sözleri karşısında, bu durumda olmak beni tedirgin etmişti. Gördüm, gözlerinde önceden beni ne kadar sevdiğini gördüm. Belki ölene kadar kimse beni Mark'ın sevdiği gibi sevmeyecekti ama sustum.
"Ben," dedim dudaklarımı ıslatıp. Diyecek bir şeyim yoktu, Mark beni çok güzel sevmişti.
Ayağa kalkıp elini uzattı. Az önceki mevzuyu kapatmış gibiydi, gülümsüyordu. "Hadi kalk. Uyku vaktin geldi senin." Uzattığı elini tuttum, ikimiz de yemekhaneden çıktık.
Belki de ölene kadar kediler ve çikolatalarla beraber yalnız kalacaktım.
✰✰✰
ah mark... karpuzlu kekim...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro