Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

8; yaşam kırıntısı

 günümüz

Pazar günü Taehyung beni arabasıyla evin önünden alırken "Bugün özellikle yapmak istediğin bir şey var mı?" diye sormuştu. Topal'da oturup akşama kadar muhabbet etmek dışında hiçbir plan yapmadığım için başımı iki yana sallayarak yanıtlamıştım sorusunu. Kemerimi bağlamamı tembihledikten sonra "Harika," demişti. "O zaman hazır fırsatını bulmuşken seni gezdirip bütün kasabayı tanıtayım diyorum. Ne dersin?"

Gampo'ya geleli neredeyse iki ay olacaktı ama kasabadaki her şeyi görmemiştim, fikrini gülümseyerek onayladım. Kuzey sınırından güney sınırına kadar yürüyüş yaptığım olmuştu ama kasaba düz bir çizgiden oluşmuyordu, yerini bilmediğim birçok şey vardı.

Taehyung radyoda güzel bir şarkı buldu, ikimizin de sevdiği bir parçaydı, gülerek eşlik ettik. Yol boyunca denk geldiğimiz insanlar Taehyung'un açık penceresinden – kapalı olsaydı kimse arabanın içini göremezdi – kasabanın amirine selam veriyor, Taehyung da onlara karşılık veriyordu. İlk geldiğimde hayalini kurduğum gibiydi sanki her şey. Kimse karşımıza geçip bize hakaret etmiyordu, aşağılamıyordu, peşimizden koşup başımızı yaralamamıza yol açmıyordu.

"Şurası," dedi Taehyung sağlık ocağının olduğu sokakta durup. Düğmeye basıp benim penceremi indirmişti şimdi, eğilerek işaret etti bahsettiği noktayı. Tarlaların ardındaki tepede eski bir evi gösteriyordu. "Mudang'ın evi."

Yüzüm buruştu, Taehyung'un sesinden güldüğü anlaşılıyordu. Uyuşturucu meselesiyle sonsuza kadar dalga geçeceğini de böyle fark ettim. "Ha ha."

"Önümüzdeki dolunayda kendisini ziyaret etmek istersen diye diyorum." dedi gülerek. "Kızma hemen."

Arabayı yeniden harekete geçirdi. "Niye? Sadece dolunayda mı fal bakıyor?" diye sordum alayla.

"Elbette." dedi Taehyung, bakışları yoldaydı. "Sanırım tavşanla konuşuyor."

Bir şey demeden profilini izledim birkaç saniye boyunca. Taehyung'un daha önce bana kendiyle ilgili anlattığı her şeyi bir süre kafamda tartıp konuyu istediğim yere getirebilmek adına bir açık aradım. Ve buldum da. Bana daha önce askerliğini yaparken chuseok için kasabaya geldiğini ve buraya aşık olduğunu söylemişti. "Tavşan burada kalman için ne söyledi acaba?" diye attım ortaya tezimi, Taehyung'un gözleri irileşti. Bakışları hala yoldaydı ama ilgisinin tamamen bende olduğunu biliyordum. Yutkundu. "Anlatmak zorunda değilsin elbette, ama bu tarz şeylere inanıyorsan da benimle konuşmaktan çekinmene gerek yok. Yargılamam seni."

"Şurası çarşı," dedi Taehyung. Dudaklarımı ağzımın içine doğru kıvırdım, sinirlerini bozmuş olmaktan korkarak konuyu kapattım ve işaret ettiği caddeye baktım. Kasabada gördüğüm diğer sokaklara kıyasla oldukça canlı görünüyordu. Zaten kasabanın güney tarafı benim yaşayıp çalıştığım kısmına göre çok daha kalabalıktı. Japon işgali sırasında Gampo'nun kuzeyi tamamen onların elindeydi ve asker kaynıyordu, yerliler bölgeyi hala lanetli görüyor olmalıydı. Haklılardı da, gördüğüm halüsinasyonları başka nasıl açıklayabilirdim ki? "Salı günleri burada pazar kuruluyor," diye devam etti Taehyung. "Senin evine çok uzak ama aklında olsun."

Başımı salladım, birkaç saniye sonra Doğu İlkokulu'nun önünden geçtik. Bahçesinde maç yapan birkaç çocuk vardı. "Sağ taraftan gidince milli parka çıkıyor, değil mi?"

"Evet," dedi Taehyung bana bakarak, az önce sinirini bozan ben değilmişim gibi etkilenmiş görünüyordu, tek kaşı havadaydı. "Geldin mi daha önce?"

"Üniversitedeyken kütüphaneyi kullanmak için gelmiştim, ama Gampo sınırından değil, diğer kapısından."

"Doğru, mezuniyet projen Silla üzerineydi senin," Başını anladığını belirtircesine sallayarak yine gaza basmıştı ki birisinin "Hyung! Taehyung-ie hyung!" diye bağırmasıyla aniden fren yaptı. Kemerim takılı olmasaydı büyük ihtimalle ön camı öpmüştüm. Taehyung'a döndüğümde kendi kemerini açmış, arabadan iniyordu. "Bir saniye, Jimin."

"Tabii." Kapısını kapatıp arabanın arkasına doğru yürüdü, kendisine seslenen kişi de koşup yanına gelmişti. Kendimi tutamadan dikiz aynasından olup bitenleri izlemeye başladım, Taehyung'un karşısındaki genç bir oğlandı. Uzun zamandır tanışıyorlarmış gibi selamlaşıyorlardı şimdi. Elbette, tanışmıyor olsalar Taehyung'a hyung değil de Amir Kim diye hitap etmesi gerekirdi.

Mudang Taehyung'un falında ne görmüş olabilirdi?

Ne görmüştü de, o tavşan o kadına ne söylemişti de böylesine başarılı bir polis olan arkadaşım Gampo'da kalmıştı? O sıralar yaşça daha küçüktü elbette, daha memur bile değildi; ama Taehyung'un ne kadar zeki olduğunu onu ilk kez gören birisi bile hemen fark eder ve çok iyi yerlere geleceğini tahmin ederdi. Yirmi dokuz yaşında çalıştığı karakola amir olabilmiş kaç polis vardı şu ülkede? İnsanlar yıllarını harcıyordu tek bir rütbe için, Taehyung kısa sürede çok fazla basamak tırmanmıştı. Biliyordum ki Seul'de çalışıyor olsaydı yönettiği operasyon ve davalarla ana haber bültenine bile çıkardı.

Peki ya sen, diye sordu iç sesim. Dudaklarımın sarktığını hissettim. Memuriyet sınavında ülke genelinde on dördüncü olup da neden Gampo'ya geldin? İlk ve tek tercihin?

"Jimin-ssi, bir gelir misin?" diye seslendi Taehyung, onun gülümseyen ses tonuyla afallayıp düşüncelerimden sıyrıldım ve indim arabadan. Taehyung yanındaki oğlanın omuzlarına sarmıştı bir kolunu, arabanın arkasından dolaşıp benim kapımın olduğu tarafa gelmişlerdi. "Bu genç adamın ismi Dongin, eşimin kuzeni."

Eşimin kuzeni.

O an anladım. Tavşanın ne söylediğini, mudang'ın Taehyung'un falında ne gördüğünü. Eşi. Eşi buralı olmalıydı. Taehyung aşkı için burada kalmıştı.

"Dongin-ah, arkadaşım Park Jimin," dedi Taehyung eliyle beni göstererek. Oğlanla aynı anda selam verdik birbirimize. "Tarih öğretmeni. Daha birkaç dakika önce parktaki kütüphaneyi kullandığından bahsediyordu."

Dongin'in gözleri parladı, ellerini göğsünde birleştirdi heyecanla. Neler olup bittiğini anlamadığım için kaşlarımı kaldırarak ikisinden de herhangi bir açıklama bekledim. Taehyung gülümseyerek konuşmaya başladı. "Dongin kasabanın lisesinde son sınıf öğrencisi. Ulusal bir yarışmaya proje hazırlıyor."

"Öyle mi?" dedim ben de gülümseyerek. "Hangi konuda?"

"İşgal sırasındaki isyanlarla ilgili." dedi Dongin. "Arşivleri kullanamadım. Genel bölümdeki kitaplara bakabiliyorum ama öğretmenim arşivlere erişim izni çıkaramadığı için projemi askıya aldı."

Alnımın kırıştığını hissettim, gözlerim şüpheyle kısıldı. Hangi öğretmen böyle bir yarışma için öğrencisinin şevkini kırardı ki? Arşiv izni çıkarmak kolay değildi, bunu biliyordum; babamın bana babalık yaptığı tek sefer daha mezun bile olmamışken arşivlere girebilmem için bana yardımcı olmasıydı. Yine de spesifik bir kitap için bakanlıkla görüşüp izin almaya uğraşılabilirdi. "Öğretmenin kim?"

"Shin Ilsung."

Gözlerim şaşkınlıkla irileşti, Taehyung ismin bende yarattığı etkiyi fark etmiş ve konuyu dağılmadan toparlamaya çalışmıştı. "Ne dersin, Jimin-ah?" Gözlerimi kırpıştırarak ona döndüm. "Dongin'i arşivlere sokabilir misin?"

Konuşmadan önce boğazımı temizledim, duyduğum isim keyfimi öyle yerine getirmişti ki anlatamam. Bana üstünlük taslayan adama gol atmak üzereydim çünkü. "Dongin'i sokamam ama istediği kaynakların halka sunulan kısımlarını toplaması için yardımcı olabilirim."

Dongin kendini yere atıp önümde diz çöktü bir anda, Taehyung'la hemen ona davranıp teşekkür eden çocuğu yerden kaldırmaya çalıştık. "Hey, hey, önemli bir şey değil," dedim omzunu sıvazlayarak ama çoktan ağlamaya başlamıştı.

Dongin'i sakinleştirip kütüphaneye gideceğimiz günü kararlaştırma planları yaptıktan sonra Taehyung'la yeniden bindik arabaya, çocuk arkamızdan el sallarken bir yandan da eğilip kalkarak minnettarlığını göstermeye devam ediyordu. "Öğretmen Shin'le aranda ne geçti?" diye sordu Taehyung yolumuza devam ettiğimiz sırada, bana yandan, komik bir bakış atarak. Dedikodu istiyordu. Gülmeye başladım.

"Jimin-ah~" diye üsteledi şarkı söylüyormuş gibi, gülüşümü bastırmak için avuç içimi ağzımın üzerine kapattım. "Bak şu tarafta otobüs terminali var."

"Otobüs terminali mi?" Kaşlarımı çatarak başımı pencereden çıkardım, sanki böyle daha iyi anlayacaktım olup biteni. "İlk geldiğim gün bana sadece tek bir minibüs çalışıyor dediler!"

"Kuzeybatıdaki ilçeye sadece bir minibüs çalışıyor." diye onayladı Taehyung zamanında bana söylenen şeyi. "Ama milli parka gelip giden çok fazla ziyaretçi ve turist oluyor, o yüzden terminal bu tarafta."

"Benim eve ne kadar uzaktır burası?" diye sordum arkadaşıma dönüp.

"Yürüyerek mi?" Düşündü. "İki saat falan."

İç geçirdim, haftasonları kaçamak yapıp çevre illeri keşfe çıkmak bile zordu benim için. "Shin diyorduk?"

Moralim hemen yerine geldi, gülüp Taehyung'a bakarak sevgili sunbae'min nasıl bir kadın düşmanı olduğunu anlatmaya başladım. Adamla aramda geçen beş dakikalık muhabbeti Taehyung'la beraber sonraki beş saat boyunca çekiştirdik. Kasabanın her köşesini öğrendim bu sırada, arabanın giremeyeceği yollarda inip yürüdük, sadece orada olan dükkanlardan bir şeyler alıp benim için bir Gampo paketi oluşturdu hatta Taehyung, yerel lezzetleri tatmam için çok heyecanlıydı. Buraya ilk geldiğinde o da böyle hissetmiş olmalıydı, gülümsemem gün boyu düşmedi suratımdan.

Taehyung kızını bugün ilçede bir kursa bırakmıştı, iki saat sonra derslerin biteceğini ve almaya gitmesi gerektiğini söyledi. Günü bitirmeden önce arabayı deniz kenarına çektik ve sahildeki kafeden aldığımız kahvelerle kaputuna oturup ufuk çizgisini izlemeye başladık. "Taehyung?"

"Hm?" Bakışlarını manzaradan ayırıp bana baktı.

"Senin falın çıktı mı?"

Bunu sormamdan korkuyormuş gibi iç geçirdi. Geçen gün barıştığımızda, mudang falıma baktığı sırada fenalaşıp kafama vurduğumu söylemiştim ona. Sadece bundan bile kadının kötü bir şeyler gördüğünü çıkarmıştı. Yüzü düşünceli bir ifadeye büründüğünde falının çıktığını ve bana kendimi kötü hissettirmeden bunu nasıl açıklayacağını düşündüğünü anladım. "Anlatmak istemezsen sorun değil." dedim hemen.

"Ondan değil, elbette anlatmak isterim." Kahvesinden bir yudum alıp birkaç saniye boyunca ellerinin arasındaki kağıt bardaktan yükselen buharı izledi, benim aksime oldukça şekerli bir kahve almıştı. "Jimin üzülmeni istemem ama mudang Hwang ne dediyse çıkar."

Omuz silktim, bu kadar rahat olmama gözlerini devirdi. "İnanmadığını biliyorum-"

"İnanırsam kafayı yerim." diyerek kestim lafını.

Dudakları büzüldü. "O kadar mı kötü?"

"Kadın bitirmeden ayrıldım çadırdan." diye itiraf ettim. "Geleceğim hakkında pek de konuşmadı. Önceki hayatımdan insanların hayatıma girmeye başladığını söyledi sadece."

Düşünceli bir ifadeyle salladı başını. "Senin falında ne çıkmıştı?" diye sordum.

"Hayatımın aşkıyla Gampo'da tanışacağımı söylemişti." diyip bütün şüphelerimi haklı çıkardı. "Bir de sana dediği gibi, ilk hayatımdan birine bu hayatta kavuşacağımı söyledi."

"Eşinle önceki hayatında tanışmış mısın?" diye sordum bu tarz şeylere inanmadığını iddia eden birisi için fazla heyecanlı bir sesle.

Gülümseyerek iki yana salladı başını. "Hayır, eşimin ilk hayatı daha." Bakışları yine kağıttan bardağa düşmüştü, parmaklarıyla ritim tutuyordu kenarlarında. Derin mi derin bir nefes aldı. "Keşke sana anlatabilsem..."

Bana hala tam anlamıyla güvenmediğini idrak edince bakışlarım ufuk çizgisine döndü. Burada olmak istemedim. Aynı ufuk çizgisini izlerken yanımda Taehyung olsun istemedim, Yoongi olsaydı da şimdi omzuna yatıp ağlayabilseydim diye düşündüm. Onun yerine Yoongi'yi istemem belki de Taehyung'dan gizleyip de Yoongi'den gizlemediğim o şey yüzündendi. Kimliğim. Kimi sevdiğim. Hayatımı kiminle paylaşmak istediğim.

"Senin de bana anlatamadığın şeyler var." diye belirtti Taehyung.

"Var." diye onayladım.

"Bir gün her şeyi konuşacağız." Bakışlarım ona döndü. Söylerken öyle umutlu bir ses tonu kullanmıştı ki, burukça gülümsemeden edemedim. "Bir gün bana gerçek anlamda güveneceksin, o gün ben de sana güveneceğim ve her şeyi konuşacağız Jimin."

**

1919

"Yeni bir mudang var diyorlar," İçinden bir yudum bile almadığı bardağın ağzında gezindi işaret parmağı. Ne kadar çabalamış olursa olsun sesinde umut kırıntısı yoktu, her şey bir alışkanlık haline gelmişti onun için. "Üç kilometre kuzeyde."

"Yoongi, yetmiş yıl oldu." Kim Seokjin iç geçirdi, yalnız olmalarından faydalanarak sesini normal bir düzeyde tutuyordu. "Bundan önceki diğer bütün falcılar da söyledi, biliyorsun. Jimin dönmeye-"

"Jimin dönecek." diye kesti onun lafını Min Yoongi. "Jimin her zaman geri döner."

"Giderken görüşürüz demesi bunu garantilemiyor ama." İç geçirdi, insanların içinde yaşarken edindiği bir alışkanlıktı bu. "Sevgilini nasıl özlediğini biliyorum ama artık hayatına devam-"

İkisinin de başı aynı anda duydukları sesle birlikte kapıya döndü, metrelerce ötede birisi bulundukları yere doğru koşuyordu. Kapıya ilk ulaşan Seokjin oldu, açarak gelen kişiyi beklemeye başladı. "Efendim, efendim, Kim Seokjin efendim!"

Bu köye geleli yalnızca iki ay olmuştu ve ikisi de dışarıya ancak güneş battıktan sonra çıkabiliyordu. Yine de ülkenin bu zor zamanlarında bu iki okumuş genç adamın kendilerine yardım etmek için burada kalması yerlileri o kadar etkilemişti ki ne zaman işgalle ilgili bir derde düşseler çaldıkları ilk kapı onlarınki oluyordu. "Muhtar bey?" dedi Seokjin soru sorarcasına, yaşlı adamın nefes nefese kalmış bedenini endişeyle süzerken. "Ne oldu?"

"Polisler-" dedi kesilen nefesiyle. "İşgal polisleri geçen haftaki direnişle ilgisi olabilir diye ahaliyi toplamaya başladı."

Yoongi duydukları karşısında hızlı davranıp dış giysilerini askılarından almış ve Seokjin'le birlikte giyinerek hemen muhtarın peşinden olayın yaşandığı yere yönelmişlerdi; yaşlı adam başlarında olmasa hızlı bir şekilde olay yerine varabilirlerdi ama muhtarın zaten nefessiz kalan bünyesi bir de yorgun düşünce üçlünün olup bitene engel olma şansı ortadan kalkmıştı. Oraya vardıklarında işgal polisleri direnişle ilgisi olduğunu düşündükleri insanları evlerinden alıp götürmüştü zaten. Sokakta geride bırakılan insanlar ağlayıp dövünüyor, polisler buradayken korkudan dışarı çıkamayıp komşularına yardımcı olamadıkları için birbirlerine lanet okuyorlardı.

Seokjin boşaltılan evlerden birinin kapısına çiviyle çakılan tutuklama kararını yırtıp çekti, üstündekini okuduktan sonra da okuyabilmesi için Yoongi'ye uzatırken öfkeyle soludu. "Artık kafalarına göre değil de hukukla hareket ediyorlarmış."

1 Mart günü başkentteki isyanları ateşlemek ve halkı galeyana getirerek toplum huzurunu bozmak amacıyla resmi olmayan bir bildiri yayımlayan öğretim görevlisi Kim Namjoon'un ailesi, Yüksek Mahkeme kararıyla oğullarının idamına şahit olmak ve sonrasında da ülkeden sürülmek üzere Yüce Japon İmparatorluğu tarafından başkente çağırılmıştır.

"Çağırmak? Buna çağırmak mı diyorlar?" diye soludu muhtar kağıdı Yoongi'nin elinden çekip alırken. Seokjin'se bu sırada boşaltılan diğer evlerin kapılarından kağıtları topluyor ve direnişle ilişiği bulunan ailelerin adını yüksek sesle okuyordu. Kim Namjoon gibi büyük şehirde yaşayıp da ismini direnişe bulaştıran dört kişi daha vardı, ama onların aileleri sadece sürülmek için alınmıştı evlerinden; Kim ailesi gibi önce oğullarının idamını izlemek zorunda bırakılmayacaklardı.

"Evlerinize dönün!" diye bağırdı Seokjin, sokaktaki tüm o gürültü kesildi bir anda, herkesin başı ona döndü. "Yoongi-ssi ve ben başkente gidip bu sorunu çözüme kavuşturacağız!"

Min Yoongi bekledi. Sokaktaki her köylü evine girene, kapı ve pencerelerinden kendilerini izlemeye bir son verene kadar bekledi. Sonra da öfkeyle, verilen yalancı umudun acısıyla hyung'una döndü. "Güneş gökteyken yerin altındasın sen." diye tısladı hala onları dinleme gayretinde olan herhangi biri kaldıysa geride diye. "Nasıl kavuşturacakmışız bunu çözüme? Dört tanesi çoktan idam edilmiş-"

"Ben değil," dedi Kim Seokjin koşmaya başlamadan hemen önce. "Sen."

Yoongi sabır dilenircesine derin bir nefes alırken Seokjin çoktan gözden kaybolmuştu, hyung'u gibi koşup eve varması yalnızca birkaç saniyesini aldı. "Diğer dört tanesi onların gözünde yalnızca birer protestocuydu ama Kim Namjoon'u bir örnek haline getirecekler. İdamı bir gösteriye çevirip bakın, bize karşı gelirseniz sonunuz böyle olur, diyecekler. Hazırlan, başkente gidiyoruz."

"Ben kuzeye gideceğim. Bu yeni mudang'ı-"

"Jimin yeniden doğsa bile yaşayabileceği bir ülkesi olmayacak." dedi Seokjin, tokat atsaydı Yoongi'nin canı daha az acırdı. "Direnişten bu kadar korkmalarının bir sebebi var, Yoongi."

"Söz ver."

Seokjin'in bakışları Yoongi'ye döndü. "Ne için?"

"Konseyle konuşacaksın."

Yaşça büyük olanın gözleri irileşti. "Bu konuyu rafa kaldırdığımızı sanıyordum."

"Sen kaldırdın, ben değil." Titreyerek yere çöktü. Jimin yeniden doğsa bile. Doğmuyordu. Yıllar geçmişti, sevgilisi geri gelmiyordu. "İçimde kalan son yaşam kırıntısı da bana küsmeden konuş konseyle."

**

1920

"Yoongi."

"Hyung," Karanlık gökyüzünü izleyen bakışları yanına yaklaşan adama döndü, Seokjin metrelerce uzaktaydı ama Yoongi'nin duyabileceği mesafeye girer girmez kendisine seslenmişti. "Haber var mı?"

"Yok."

İsteseydi birkaç saniye içinde yanına varabilirdi ama Seokjin bir insan gibi yürümeyi seçmişti. Yoongi'nin başı aldığı yanıtla beraber yeniden gökyüzüne döndü. Ağlamayacaktı. Günlerdir yaşadığı duygusal saldırılar içini yeterince parçalıyordu, bir de buna ağlamayacaktı.

"Namjoon nerede?" Seokjin en sonunda Yoongi'nin olduğu yere varmış, verandanın basamağında yanına oturmuştu.

"Avlanmaya çıktı."

Yaşça büyük olanın irileşen gözleri dehşet içinde küçüğüne döndü. "Tek başına mı? Sen aklını mı yitirdin?" Ayaklandı hemen. "Nereye gitti? Ne tarafa?"

"Sakin ol." diye karşılık verdi Yoongi, önerdiği gibi sakin bir sesle. "Başının çaresine bakabilir."

Ama Seokjin'in sakin olmak gibi bir niyeti yoktu. Yoongi'ye yalan söylemişti; aslında haber gelmişti, tam da bu yüzden bedenini ele geçiren panik duygusunun önüne geçemiyordu. "Endişem Namjoon için değil." dedi bahsettiği adamı görebilirmiş gibi etrafına bakınırken. "Onun karşısına çıkacaklar için."

Kurduğu son cümle Yoongi'nin ilgisini çekmişti, bakışları yeniden hyung'unu buldu.

"Senin kendine gelmen bir yıl sürdü." diye devam etti Seokjin ne dediğini tartmadan, kendisini dinleyen adamın kalbinde asla kabuk bağlamayan o yarayı deştiğini fark etmeden. Yoongi'nin ağlamamakla ilgili verdiği tüm o mücadele parçalandı birden, gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Bir yıl sürmüştü. Yalnızca bir gün erken gelseydi kendine tüm bu acı, tüm bu ayrılık ve özlemde boğulmayacaktı.

Bir gün erken gelseydi kendine Jimin'e verdiği tüm o sözlerden, en azından birini tutabilmiş olacaktı.

"Yoongi, özür dilerim."

"İki saat önce bir mudang'ı daha öldürdüm."

Seokjin sustu. Alt dudağını ısırarak Yoongi'nin yanına çöktü yeniden, kolunu omuzlarına sarmak istedi ama hareket etmeden oturdu öylece. "Yakın gelecekte Jimin'i göremediğini söyledi." diye devam etti Yoongi, gözyaşları yavaş yavaş akmaya, yanaklarını ıslatmaya başlamıştı. "Bu sefer o kadar umutluydum ki," dedi burnunu çekerek. "Önümüzdeki yirmi yılı görebileceğinin garantisini verdi. Jimin yirmi yıl daha yok şimdi."

"Haber geldi." diye itiraf etti Seokjin.

Yoongi'nin yaşlı gözleri gözlerini buldu, Seokjin daha fazla dayanamayıp kaçırdı bakışlarını. "İşgal bitene kadar-"

Min Yoongi öne eğildi, acılı bir nidayla dizlerine sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

"İşgal yüzünden kullanabileceğimiz herkese ihtiyaç duyduklarını söylüyorlar." diye açıklamaya çalıştı Seokjin. "Güneş gökteyken yerin altına girmek zorunda olmayan tek gangshi sensin, Yoongi."

"Ama-ama," diye konuşmaya çalıştı kekeleyerek. "Artık Namjoon da var. Namjoon'un içinde ona hala küsmemiş bir yaşam kırıntısı var. Güneş gökteyken Namjoon-"

"Namjoon daha çok genç," diyerek kesti onun lafını Seokjin, yumuşak bir ses tonuyla. Söyledikleri Yoongi'nin zaten bildiği ama içinde olduğu acı haliyle kabul etmeyi reddettiği şeylerdi. Konseyin elindeki tek silahın Yoongi olduğunu ikisi de biliyordu. Namjoon'un Yoongi'nin sahip olduğu olgunluğa erişmesi için önünde çok ama çok uzun bir yol vardı, ikisi de biliyordu. "Sadece dolunayda kendinde oluyor, sense ondan güneş altında kimliğini korumasını bekliyorsun."

"Ben çok yoruldum." dedi Yoongi elleriyle yüzünü örterken. "Çok yoruldum, çok yoruldum!"

Seokjin daha fazla dayanamayıp kollarını onun etrafına sardı, Yoongi onun kucaklamasına karşılık verirken yaşça büyük olanı nasıl büyük bir güçle kucakladığının farkında değildi; Seokjin'in kafasının içinde saldırıya uğradığını söyleyen sesi susturmak için çok büyük bir mücadele vermesi gerekmişti. Namjoon üstü başı kan içinde, ağlayarak evine dönene kadar ikili verandada sarılarak oturmaya devam etti. "İçlerinden biri çocuktu." dedi Namjoon sarsılan bedeniyle önlerine yığılırken. "On yedi yaşındaydı daha."

"Koreli miydi?" diye sorarak korkuyla ayaklandı Seokjin.

Namjoon başını iki yana salladı. "Japondu. Ama çocuktu."

Yoongi'nin tepkisi Seokjin'inkinden farklı olmuştu, Namjoon'u en iyi anlayan kendisi olduğu içindi belki de, küçük olanın ayaklanmasına yardım edip içeri almış, banyoya çeşmeden su taşımış ve yıkanmasını sağlamıştı. Sabaha kadar verandada oturup uzaklardan gelen bağırışları, hem işgalcilerin hem de Namjoon'un arkasında bıraktığı enkazın diğer canları yakmasını dinlediler. Gökyüzü renk değiştirmeye başladığı an Seokjin ikiliyi yalnız bırakıp ışık hızıyla yok oldu ortadan. Çünkü güneş göğe yükselirken, onun alçalması gerekiyordu.

"İçeri geçelim mi?" diye sordu Namjoon hırıltılı bir sesle. Besleneli yalnızca birkaç saat olduğu için güneşe karşı Yoongi'den çok daha dayanıklıydı ama canlı gözleri bir an kırmızı bir an siyah oluyor, bilincinin sürekli değişkenlik gösterdiğini bildiriyordu. Yoongi'nin yorgun ama siyah gözleri küçük olana döndü. "Geçelim." diye onayladı fısıldayarak.

"Hyung." Pencereleri tahta bloklarla kapatılmış odada, bu evi ilk buldukları zaman yaptıkları çukurlara uzanmışlardı Namjoon konuştuğunda. Yoongi'nin gözleri kapalıydı, göz kapaklarının arkasında Jimin'in unutmaktan korktuğu gülüşünü izliyordu. "Hm?" diye karşılık verdi Namjoon'a, bir kelime kullanmaya kalksaydı sesi çatlar diye korkmuştu.

"Bana öğretmen lazım." dedi Namjoon yalvarırcasına. "Nasıl insan kalındığını öğretmen lazım bana."

Jimin'in gülüşü parlıyordu, gökyüzündeki dolunaydan daha parlaktı. Elleri Yoongi'nin ellerine tutunmuştu, onu nasıl sevdiğini söylüyordu olduğu yerde zıplarken. İçindeki yaşam kırıntısı.

"Olur." diye fısıldadı uykuya dalmadan önce. "Öğretirim."

**

günümüz

Cuma akşamı canım çok sıkıldığı için giyinip Topal Kahraman'ın yolunu tuttum. Yoongi'yle geçen haftadan beri birkaç kez telefonda konuşmuştuk; ben mesaj attığımda mesajla dönmek yerine beni arıyordu ve itiraf edeyim, bu durum çok hoşuma gidiyordu. Bugün mesaj atmamıştım çünkü geçen hafta söylediği gibi akrabalarıyla görüşmeye gideceğini biliyordum. Ona ulaşma çabalarımı asla karşılıksız bırakmayacak kadar kibar olduğu için o kadar insanın içinde kendini bir de benimle konuşmak zorundaymış gibi hissetmesini istemiyordum.

Taehyung'sa mesajıma cevap vermeyi bırakın, iletimi okumamıştı bile.

Her neyse, giyinmiş Topal'a gidiyordum. Hava soğuk, gökyüzü kapalıydı. Kasabaya inerken telefonumun ekranına baktığım için etrafımın ne kadar boş olduğunu fark etmedim. Sahile çıkıp normalde duyduğum o insan seslerini duyamayınca dank etti ne kadar yalnız olduğum. Başımı kaldırıp da baktığım binalarda ışıklar yanıyordu ama kasabada benim dışımda insan olduğunun tek belirtisi buydu. Yollar bomboştu. Telefonumun ekranını kilitleyip cihazı montumun cebine tıktım, omurgam boyunca bir ürperti gezindi. Bu kadar yalnız hissetmekten korkmuştum bir anda.

Topal bomboştu.

Eunhye içeriye girdiğimi fark etmedi bile. Bakışları barın televizyonundaydı, ismini bilmediğim bir drama oynuyordu. Tezgaha yaklaşıp ekranla arasına girdiğimde yerinde korkuyla zıplamış ve ben ona gülerken bağırarak küfretmişti.

Eli kalbine yaslıydı şimdi, sakinleşmeye çalışıyordu. Dizisini daha fazla kaçırmaması için yalnızca bir şişe bira aldım ve kendisine iyi akşamlar dileyip bardan ayrıldım. Eve gitmedim, hava soğuktu ama biraz daha dışarıda kalıp vakit öldürmek istiyordum. Topal Kahraman anıtının yanına gidip denize bakacak şekilde altına oturdum ve sırtımı heykele yasladım. Artık bu kasabada yaşıyordum ama hakkında oldukça az bilgiye sahiptim. "Özür dilerim kahraman," diye seslendim heykele, biramdan bir yudum alıp. "Dongin'i kütüphaneye götürdüğümde seni de araştıracağım. Söz."

Yarım saat sonra soğuğa daha fazla dayanamayacağımı kabullenerek biramın dibini görmeden ayaklandım ve şişeyi çöpe atıp eve doğru yürümeye başladım. Tek başına içmek pek de zevkli değildi, Yoongi akrabalarıyla olmasaydı ya yanına giderdim ya da onu yanıma çağırırdım. Taehyung'dan bir ses var mı diye telefonumu kontrol ettim, mesajımı hala okumamıştı. Kasabanın boş sokaklarında yürürken telefonumun ekranına düşen yağmur damlasıyla bakışlarım göğe yükseldi.

Yağmurun hızlanmasından korktuğum için adımlarım hızlandı, bir an önce evime girip ısınmak istiyordum ama bulutlar benim lojmana varmamı bekleyemedi, elbette. Eve on metre falan kalmışken bir anda şimşek çaktı, bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı yağmur.

Telefonum da tam o an çaldı.

Taehyung olduğunu düşünerek ekrana bile bakmadan yanıtladım aramayı, bu sırada koşuyordum. "Efendim?"

"Jimin?"

Adımlarım durdu, yağmurun altında öylece kalakaldım. Üzerimdeki etkisi hep böyle olacaktı, emindim bundan. Yaptığım her şeyi bırakıp ilgimi ona çevirecektim, başım hep sesinin geldiği yöne dönecekti, bakışlarım hep o güzel gülüşünü kovalayacaktı. "Yoongi?" diye karşılık verdim heyecanla.

"Dışarıda mısın?" diye sordu şaşkınlıkla, fırtınayı duyuyor olmalıydı. Onun tarafından gelen herhangi bir sesi seçebilecek halde değildim, Yoongi'nin sesini bile zor duyuyordum.

"Eve gidiyorum!" diye yanıtladım sorusunu koşmaya kaldığım yerden devam ederken. "Bir saniye!"

Hiçbir şey demeden bekledi, binanın içine girer girmez kapıyı arkamdan kapatıp "Hah," dedim Yoongi'ye. "Apartmana girdim şimdi. Nasılsın?"

"İyiyim, iyiyim," dedi ama nasıl olduğunun pek de önemi yokmuş gibi hissettiriyordu, aklında başka bir şey vardı sanki. "Islandın mı?" diye sordu endişeyle. "Ya hasta olursan?"

Merdivenlere doğru attığım adım havada kaldı bu sefer, Yoongi dakikada en az üç kez beni olduğum yere çivilemesini çok iyi biliyordu. Nasıl olduğunu geçiştirmişti çünkü benim nasıl olduğum konusunda endişeleniyordu. Yemin ederim, kafamda zaten canımı sıkan bir yara izi olmasaydı hiç beklemeden kendisini apartmanın duvarına çarpardım. "Olmam." dedim yumuşak, onu rahatlatmak isteyen bir ses tonuyla. Ailesinin yanında beni düşünüp canını sıkmasını istemezdim.

"Seni görmeye gelebilir miyim?" diye sordu hevesle. Daha doğrusu, bastırmaya çalıştığı bir hevesle. Hevesli duyulmak istemeyen küçük bir oğlan çocuğu gibi. Benden hoşlandığını biliyordum, bilmemek için aptal olmak lazımdı, ama benden öyle güzel hoşlanıyordu ki bazen tüm bu olanlar gerçek mi diye durup düşünmem gerekiyordu. Hayatımda ilk defa birisi benimle böyle güzel ilgileniyordu.

"Sen akrabalarının yanında değil misin?" diye sordum sırtımı duvara yaslayarak. Sesim boş apartmanda az da olsa yankılanıyordu ama Yoongi duymada herhangi bir zorluk yaşadığını dile getirmediği için eve çıkmamıştım hala. O böyle güzel konuşurken bacaklarımın tutmama olasılığı vardı.

Yoongi'nin olduğu taraftan da sağanak yağış sesi gelmeye başladı, kaşlarımı çattım şüpheyle. Kahve içmek üzere Halüsinasyon Sahili'nde buluştuğumuz gece Yoongi Daegu'nun bir köyünde büyüdüğünü söylemişti, akrabalarının da orada olduğunu varsaymıştım böylece. Orada da mı yağmur yağıyordu? Ama Yoongi oradaysa nasıl beni görmeye gelecekti ki?

"Daha gitmedim." diye yanıtladı sorumu, gözlerim irileşti korkuyla. Yağmur sesi... Düşündüğüm şeyi yapmıyordu şu an, değil mi? O nasıl ben ıslandım diye endişeleniyorduysa, ben de ona bir şey olur diye dehşete düşüyordum. "Yoongi?" dedim korkuyla.

"Jimin?" diye karşılık verdi eğlenen bir sesle.

"Yanıma mı geliyorsun?"

Birkaç saniye cevap vermedi, yalnızca düzenli soluk alışverişlerini dinledim. "Geldim bile." dedi en sonunda.

Sırtımı şok içinde çektim duvardan, başım o kadar keskin bir şekilde apartman kapısından dışarı yöneldi ki neredeyse boynum kırılacaktı. Yoongi yağmurun altındaydı. Telefonu kulağına yaslı, yüzünde o sevdiğim gülüşüyle kapının penceresinden görebildiği kadarıyla bana bakıyordu.

"Sen delirdin mi?" diye fırladım dışarı, apartmanın ağır kapısı arkamdan gürültüyle kapandı. "Şemsiye bile almamışsın!"

Beklediğimden daha kuruydu, sanki otuz dakikadır yürüyen o değildi. "Hadi gel, gel içeri."

Kol kola koştuk binaya, ben kapıyı açmaya çalışırken homurdanıyordum; Yoongi'yse benim homurtularıma kıkırdıyordu. "Seni özledim." dedi şımarık bir ses tonuyla, sanki beni özlediği için tüm bunları yapmayı hak görüyordu kendine. "Ben de özledim ama-" diye karşı çıktım.

"Sen benim kadar özlememişsindir." diye kesti lafımı.

"Tamam hadi bunun yarışını yapalım." Montundan tutup binanın içine çektim kendisini gözlerimi devirirken ama onunla laf dalaşı yapmak bile hoşuma gidiyordu. "Evde olup olmadığımı bilmeden niye çıktın ki dışarı?"

"Yağmur daha yeni başladı." diye hatırlattı. Başımı salladım söylediği şeyin doğruluğu karşısında. Benimle birlikte merdivenlere yönelmediğini fark ettiğimde durup havalanan kaşlarımla ona baktım. "Ne oldu?"

"Seokjin-ie hyung ve Namjoon yolda, beni almaya geliyorlar." diye açıkladı buruk bir gülüşle. Az önceki eğlenen halinden eser yoktu, şimdi oldukça üzülmüş gibiydi. "Uzun kalamayacağım."

"En azından bir şemsiye getireyim sana." dedim ellerini tutup. Hareketime şaşırarak bakışlarını temas ettiğimiz noktaya indirdi, haline gülümseyip parmaklarımı sürterek buz kesen cildini ısıtmaya çalıştım.

"Yağmur durmazsa sen ne kullanacaksın?" diye sordu bu sefer. "Ben birkaç gün burada olmayacağım."

"O zaman ara, seni almaya buraya gelsinler." dedim.

Başını salladı gülümseyerek. "Tamam, ararım."

Yoongi bunu söyledikten sonra birkaç saniye boyunca ikimiz de bir şey demedik, birbirimize, tutuşan ellerimize baktık. Sessizlik rahatsız edici değildi, aksine, dışarıdan gelen yağmur sesiyle harmanlanınca insanın içine huzur dolduruyordu. "Jimin?" diye mırıldanarak bu huzuru ikiye katladı Yoongi, güzel ellerinde dolaşan bakışlarım sarı kirpiklerle çevrelenen gözlerine tırmandı. "Hm?"

"Sana sarılabilir miyim?"

Kızardığımı hissettim. Karlı bir günde sıcak, şekerli bir içecek tüketiyormuşum gibi ısındı içim. Böylesine masum bir eylem için bile benden izin istemesi kalbime dokunmuştu. İnsanlar genelde benim ne isteyip istemediğimi sormazdı çünkü. Yoongi'ye bir yanıt verirken de böyle düşünüyordum. "Sormana gerek mi var?" diye başka bir soruyla karşılık verdim, gülümseyerek.

"Var." dedi başını sallayarak. "Ben... ne demişti Namjoon?" Bakışlarını kaçırıp duvarı izledi birkaç saniye. Hatırlayınca da heyecanla bağırdı: "Eski kafalıyım!"

Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. "Onu fark ettim." dedim Yoongi hipnoz olmuş gibi gülüşümü izlerken. "Bazen çok eski kelimeler kullanıyorsun. Bazı hareketlerin de dönem filmlerindeki beyefendileri anımsatıyor."

Yutkundu. Konuşmadan önce dudaklarını ıslattı diliyle. "Bu kötü bir şey mi?"

Başımı yavaşça iki yana salladım. "Hayır. Çok hoşuma gidiyor. Bu tarz şeyleri romantik bulacağımı hiç düşünmezdim."

"Romantik?" dedi soru sorarcasına.

"Romantik." diye onayladım. "Min Yoongi? Bana sarılır mısın, lütfen?"

Daha önce sarıldığım olası partnerlerim olmuştu. Hiçbiriyle de Yoongi'yle ilk seferde hissettiğim çekimi hissetmedim. Hiçbiriyle o andan sonraki adımları düşünmedim, hiçbiriyle kafamda ortak bir geleceğin hayalini çizmedim. Tüm bunlara rağmen, hiçbiri de bana sarılırken özgüvenlerinden ödün vermedi.

Yoongi gibi sarılmadı hiçbiri bana.

Yoongi'nin kucaklamasında bir sihir vardı. Kendisi gibi eski bir şeydi bu, sarılırken kırmaktan korkar gibi. Narin, güvende hissettiren ama sıkmayan bir kuvvet. Isıtan ama yakmayan, saran ama boğmayan kolları vardı Yoongi'nin. Diğerleri gibi hemen belime konmamıştı elleri, sırtımda, dokunsa yıkacağı kağıttan bir evmişim gibi hassastı avuç içleri.

Onu bırakmayayım diye dua ediyordu sanki.

"Dönünce seni bulamamaktan korkuyorum." diye itiraf etti titreyen bir sesle.

Onu sımsıkı kucaklamak ve düşünmesi gereken en son şeyin bile bu olamayacağını söylemek istedim. Ama Yoongi böyle sarılırken onu sıkmaktan korktum, korkutmaktan çekindim. Bunun yerine ellerimden birini kalbinin üzerine koydum. Montu yüzünden olsa gerek, ritmini hissedemedim ama bu romantik an bozulmasın diye çaktırmadım. "Bıraktığın yerde olacağım." dedim kısık sesle. "Sen çabucak dön ama. Olur mu?"

Kollarını geriye çekip bir adım geriledi, başını yana yatırdı bana gülümserken. "Sana bir dolunay borcum var."

Ben de gülümsedim. "Bu akşam birlikte takılsaydık da yağmur bulutları yüzünden dolunayı göremezdik." diye hatırlattım. "Hadi, Seokjin'i ara."

Başını sallayıp ben ne olduğunu anlamadan binadan ayrıldı, kocaman olmuş gözlerimle arkasından bakakaldım. Telefonunu çıkarmış Kim Seokjin'i arıyordu ama bunu ıslanmadan da yapabilirdi!

Duymamı istemiyor olmalıydı ki konuşmaları devam ederken bahçe boyunca yürüyerek sokağa çıkmıştı, onu öyle ıslanırken görünce içimin acımasına engel olamadım. Cildi zaten hep soğuktu, hasta olacak diye ödüm kopuyordu. Konuşmalarını bölecek olmamı umursamadan ben de apartmandan çıktım ve Yoongi'nin yanına koştum. Telefonu kapatıp cebine tıkarken şaşkınlıkla bana dömüştü. "Ne yapıyorsun?" diye sordu dehşet içinde. "Hasta olacaksın!"

"Sen de ıslanıyorsun!"

"Kasaba merkezindelermiş, geliyorlar şimdi. Hadi sen eve çık." diye rica etti.

Omuz silktim şımarık bir çocuk gibi. "Gelsinler, çıkarım."

"Jimin," diyerek iç geçirdi, yüzümü avuçlamak için elini kaldırdı. "Acaba..."

Bu sefer de yüzüme dokunup dokunamayacağını sormaya niyetlendiğini fark edince beklemeden elini yakalayıp yanağıma yasladım. Buz gibiydi, üşüyor olması beni dünyadaki her şeye sinirlendirdi bir anda. "Sormana gerek yok." diye bastırdım. "Gerçekten yok. Bu kadar kibar olmana bayılıyorum ama her adımını tartmana gerek yok. Benimleyken rahat ol istiyorum."

Buruk bir şekilde gülümsedi. "Rahat olamam."

Öyle konuşuyordu ki sanki benim bilmediğim bir şey biliyordu. Ama her ne biliyorduysa da benimle bir ilgisi yoktu, döndüğünde beni bıraktığı yerde bulacaktı, benimleyken bu kadar diken üzerinde olmasını istemiyordum. "Daha en baştan bu kadar korkarsan biz nasıl ilerleyeceğiz?" diye sordum yürek yemiş gibi.

Yoongi'nin gözleri irileşti, bir an önümde diz çökecek sandım. "İlerleyecek miyiz?"

"Ben hazırım." dedim ellerini ellerimin arasına alırken. Yağmurda ıslanan saçları alnına yapışıyordu ama şu haliyle bile benim gözümde o kadar yakışıklıydı ki... "Benim yanımdayken bu kadar düşünmeni istemiyorum. Hislerinle hareket et, lütfen."

"Hislerimle?"

"Hislerinle."

Ellerimi bıraktı.

Bir an korktum. Çok hızlı gittim, fazla cesur davrandım, onu soğuttum ve kaçmasına sebep oldum diye yüreğim ağzıma geldi; ağlayacaktım neredeyse. Ama bunlardan hiçbiri olmamıştı. Yoongi, tıpkı bana sarılırken yaptığı gibi, nazik bir jestle sol elini sırtıma yaslayıp beni kendine çekti. Ayaklarım hareket etmeyi reddetmişti, belim kıvrılırken vücudumun üst kısmı ona doğru eğildi. Sağ eli yükseldi ve çenemi iki parmağının arasına sıkıştırdı; başımı kendine göre çevirdi. Yoongi hislerinin, ben onun kontrolündeydim; yağmur altında bir kukla gösterisiydi bu. Yüzü yüzüme yaklaştı, dudakları yapbozun son parçası gibi birleşti benim dudaklarımla.

Tuttuğumu fark etmediğim nefesimi onun dudaklarının arasına bıraktım, bu kadar uzak olmak onu mahvediyormuş gibi bir adım atarak aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdi. Ben böyle öpülmedim hayatımda. Yoongi beni öyle güzel öptü ki, hayır hayır, ben böyle sevilmedim hayatımda.

Uyuştuğumu hissettim. Tüm bu heyecan ve mutluluk bünyeme ağır gelmişti sanki. Dudaklarımız hareket ederken maraton koşuyormuş gibi yoruluyordum, kendimi tutamadan Yoongi'ye yaslanarak bütün ağırlığımı onun bedenine verdim ama hiç etkilenmemişti, olduğu yerde sallanmadı bile. Parmaklarım ıslak saçlarına karıştı, gözlerim tüm bu deneyimin hayal olmasından korktuğu için açılmamak üzere kapandı sanki. Dudakları buz gibiydi, onu ısıtma telaşıyla sımsıkı sarıldım boynuna. Benim kollarımda, ben onu öperken üşümesi kalbimi kırmıştı.

Uykum geliyordu, nefes almakta zorlanıyordum. Başıma gelen en güzel şeyin bende bu etkiyi yaratmasına üzülüyordum. Yoongi'den istemeye istemeye ayrılmaya çalıştım ama zordu, ellerim boynundan kopamadı bir türlü.

Arka tarafımdan gelen korna sesiyle ürktüm, Yoongi tepkimden hoşlanmamış ve benden ayrılınca resmen hırlayarak omzumun üzerinden arkadaki arabaya dikmişti bakışlarını. "Kim o?" diye mırıldandım zorlukla, korku içinde. "Kim gördü bizi?"

"Seokjin-ie hyung ve Namjoon." dedi Yoongi. "Korkma. Hadi içeri gir artık."

"Tamam." Yoongi nasıl yorulduğumu biliyormuş gibi sarmıştı gövdemi, lojmanın bahçesine girerken dönüp de Kim Seokjin'e el sallayamadım. Ben binanın kapısını açana kadar bekledi, içeriye girmeme yardımcı oldu ama kendisi girmedi. "Çabuk gel." diye mızmızlandım.

"Geldiğimde burada ol." diye karşılık verdi gülümseyerek. Bir an duraksadı ama sonra kararlı bir halde kaldırdı elini, tersini yanağıma sürttü. "İyi geceler."

"İyi geceler. İyi yolculuklar."

Onlar gidene kadar bekliyormuş rolü yaptım, keşke gücüm olsaydı da gerçekten Yoongi'yi yolculuyor olsaydım ama gerçekler öyle değildi. Apartmanın demirden kapısına yaslanmış, arabanın uzaklaşmasını izliyordum çünkü hareket edemiyordum. Kendime gelmem neredeyse yarım saat sürdü, zor da olsa basamakları tırmanıp evime çıktım ve ıslak kıyafetlerimden kurtulup başka bir şey giyinmeye uğraşmadan kendimi yatağıma attım.

Rüyamda Yoongi'yi gördüm. Saçları uzun olduğu için anlamıştım rüya olduğunu, beyaza yakın bir sarıydı, rüzgarda uçuşuyordu. Parmaklarım saç tellerinin arasından geçiyordu, bir kız çocuğu baba, diye bağırarak bulunduğumuz yere koşuyordu.

Hayallerin de dinlenmeye ihtiyacı var, diyordu Yoongi, son kelimeyi eklemeden hemen önce. Majesteleri.  

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #yoonmin