6; a man after midnight
günümüz
Çarşamba günü dersim olmadığı için alarm da kurmuyordum, yine de saat yediyi bulduğunda gözlerim açık, tavana sabitlenmişti. Dün akşam gece yarısını beklemeden uyumuştum çünkü doğum günüme girerken uyanık olmak uzun zamandır bana bir şey kazandırmıyordu, uyuyarak girdiğimde en azından kimse saat on ikide beni aramadı diye hayal kırıklığına uğramıyordum.
Su içmek için mutfağa geçerken telefonumu kontrol ettim, bildirim panelindeki yokluk beni evi saran soğuktan daha kötü titretti. Kimsem olmadığını ve her şeyi geride bırakıp buraya kendi isteğimle geldiğimi biliyordum, ama yine de ne kadar sahipsiz hissettiğim gerçeğinin önüne geçemiyordum. Bana pasta alacak, hediyeler verecek, adıma parti düzenleyecek biri değildi istediğim. Doğum günü dileğimi paylaşabileceğim biri bile yoktu.
Daha ne kadar dayanabilirdim böyle, bilmiyordum. Daha ne kadar yalnız kalabilirdim, arkadaşsız, ailesiz, sevgisiz, bilmiyordum.
Yemek yapıp biraz vakit öldürürüm diye düşündüm pencereleri açıp evin içine temiz hava girmesine izin verirken. Sürekli yemek paketletmekten bıkmıştım. Camı açmamla dışarıdaki havanın evin içinden daha ılımlı olduğunu fark ettim, ekimin ortasında olduğumuz için hava elbette soğuktu ama evin için bir iki derece daha düşük hissettiriyordu. Pencere pervazına yaslanıp kahvemi içerken uzaktaki kasaba merkezine baktım, hayat bir şekilde devam ediyordu işte. İçki içmeden de devam ediyordu, Topal'a gidip iki insan yüzü görmeden de, Taehyung'la arkadaşlık etmeden de.
Mutfak alışverişi için liste yaptım, yolda bir velimi falan görürüm korkusuyla güzel giyindim ve süpermarketin yolunu tuttum. Kulaklığımı takıp dinlediğim şarkının sesini en sonuna kadar açmıştım ki birisi bana seslenip konuşmaya çalıştığında fark etmeyeyim. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Devamı gelmeyecek her muhabbet bende hayal kırıklığına yol açıyordu, kolay kolay umutlanıp yıkıntılarından asla ders almayan bir geri zekalıydım çünkü.
Bir araba dolusu alışveriş yaptım. Hem fiyatlar Seul'e göre oldukça uygundu burada, hem de elimde harcayacak bolca para vardı; kazandığım parayı birlikte yiyebileceğim kimsem yoktu çünkü. İki paket tofuyu da alışveriş arabama fırlatırken burnumu çektim, bunu artık aşmam gerekiyordu. Seul'de kalabalıkların içinde yalnız kaldığım içindi belki, belki de insanların bana ihtiyaç duydukları süre boyunca gülümsemesi yeterli gelmişti, bilmiyorum, ama buradaki halime dayanamıyordum. Bir aydır hissettiğim tek şey buydu çünkü, hiçbir şeyin planladığım gibi gitmemesi.
Kadere inanmazdım. Tutkulu bir düşmanı değildim ama kader hakkında pek de düşünmezdim, Seul'de hayatı hızlı yaşamak zorunda olduğum için kısa vadeli planlar yapar ve bunları uygulayarak hayatıma yön verdiğimi düşünürdüm. Belki de yemeği yavaş yavaş, tadını çıkararak yemeyi sevmem bundan kaynaklanıyordu. Tüm o aceleci temponun içinde bir şeylerden gerçekten zevk alabilmek, hayatın tadını çıkarabilmek böyle hissettiriyor olmalıydı. Gampo'yla ilgili yaptığım uzun vadeli planların hiçbirini yoluna koyamamıştım, ve Gampo kısa vadeli planlar için çok yavaştı.
Korktuğum şey yavaş yavaş başıma geliyordu. Gampo'dan, onun suçu olmadığı halde, nefret etmeye başlıyordum.
Elimde poşetlerle evime geri dönerken telefonum çaldı, kulaklıklar zaten takılı olduğu için kablosundaki düğmeye basarak aramayı yanıtladım. "Alo?"
"Park Öğretmen?"
Uzun zaman sonra telefonum ilk defa çalıyordu ve arayan okulun sekreteriydi. İç geçirdim, halbuki kadının hiçbir suçu yoktu. "Buyrun?"
"Burada bir misafiriniz var." dedi sekreter. "Dersiniz olmadığını bilmiyormuş. Okula gelebilir misiniz?"
Attığım adım havada kaldı. Taehyung dışında kim gelebilirdi ki benim ziyaretime? "Tamam, geliyorum hemen." dedim telefonu kapatmadan önce. Derin derin nefesler alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Okul çok da uzak değildi bulunduğum yere, sadece iki sokak aşağı iniyor ve sola dönüyordum-
Ve okul binasının önündeki kırmızı, son model arabayla karşılaşıyordum.
"Hayır." Poşetler düştü elimden, dizlerim tutmadı bir an. "Hayır. Lütfen." O kadar kötü titriyordum ki dişlerim birbirine çarpıyordu, tansiyonum düştü sandım, ayak parmaklarım üşüyor ama başımın tepesi alev alev yanıyordu. Poşetleri alıp elimden gelen en hızlı adımlarla arabanın yanına gittim, tanıdık plakanın önüne bıraktım. Sonra durdum. Okula girmesem ne olurdu şimdi? Sekreteri geri arayıp "Misafir beklemiyorum, kendisini yollayabilirsiniz." desem ne olurdu? Yaklaşık on sene önce başıma gelen olurdu, o zaman üniversite yerleşkesinin kapısında nasıl kamp kurup beni arkadaşlarıma rezil ettiyse şimdi de bir hayat kurmaya çalıştığım bu yeri bana zehir ederdi.
Şans, evren, adına her ne deniyorsa işte, her zaman olduğu gibi yine benden yanaydı(!); birazdan yaşayacağım sinir krizi için okulun teneffüs anına denk gelmiştim. Onlarca öğrenci şahitlik etmeye hazırdı sanki. Gözüm hiçbirini görmedi, kızlarım bana seslendiyse de duymadım hiçbirini. Binaya girdim, sekreterin odasına gittim ve kapıya yaslanmış tırnaklarıyla oynayan kadını gördüm. Annemi.
"Oğluşum!" diye bağırdı beni görür görmez. Koridordaki herkes şaşkınlıkla sesin kaynağına döndü, ağlamak istedim. "İyi ki doğdun!"
"Ne işin var senin burada?" diye tısladım nefesimin altından, tek istediğim onu kolundan yakalayıp önce binanın, sonra bahçenin, sonra da kasabanın dışına sürüklemekti ama etrafta öğrencilerimden biri vardır diye hiçbir şeye kalkışamıyordum. "Yürü gidiyoruz."
"Jimin-ah," Alt dudağını sarkıtarak koluma girdi, gerçekten de üzgün görünüyordu ama benim bunlara kanmamam lazımdı, kaç yaşına gelmiştim! "Seni çok özledim oğlum, niye böyle yapıyorsun şimdi?"
"Anne." dedim dişlerimi sıkarak. Uzun zaman sonra bu kelimeyi duymak onu sevindirmiş olmalı ki gülümsedi- hayır, hayır! Ona sevinmedi, yola gelmeme, ona kanmama sevindi. "Gidiyoruz, dedim."
"Tamam." diye karşılık verdi gülümsemeye devam ederken. Koluma girmesinden faydalanarak hemen adımlarımı binanın dış kapısına çevirdim. Annem bir yandan adımlarıma ayak uydurmaya çalışıyor, bir yandan da bizi izleyen öğrencilere "Aman da aman, ne sevimlisin sen." diyerek öpücükler, kalpler gönderiyordu. Boştaki elimle yüzümü sıvazladım, bina kolonlarından birinin arkasına saklanan iki öğretmenin yargılayan bakışları üzerimizdeydi. Harika. Annemin üzerindeki pahalı giysi ve takılar önümüzdeki haftalarda öğretmenler odasının dedikodu bulutunu besleyecekti, çok güzel. Park Öğretmen çok zengin bir aileden geliyor, Seul'de ne suç işledi de buraya sürüldü acaba?
Doğum günümün kötü geçtiğini sanıyordum ya, yanılmıştım işte. İşte şimdi günüm cehenneme dönüşmüştü.
Arabanın yanına vardığımızda hemen poşetlerime davrandım, annem de bu sırada aracın kilidini açmış ve poşetlerimi koymam için bagaja doğru ilerlemişti. Ben başı öfkenin çektiği, adını koyamadığım daha nice duyguyla poşetlerimi bagaja koyarken korku dolu bir nefes aldı, kendisine yandan bir bakış attım. "Kafana ne oldu?" diye sordu endişeyle, parmaklarını alnıma uzatarak.
Esen rüzgar saçlarımı dağıttığı sırada görmüş olmalıydı, dokunuşundan kaçmak için az da olsa uzaklaştım kendisinden ama kolumu yakalayıp hareket yetimi kısıtladı. "Jimin. Ne oldu?"
Yaram kapanmıştı, yarılan kısım cildimin diğer bölgelerine kıyasla daha ince bir deriyle kaplıydı ve altında kan toplanmış gibi koyu bir renkti. En kısa zamanda bir doktora göstermem gerektiğini biliyordum, kötü bir şey olmasa da, yaranın bu hali normal olsa da bunu bir doktordan duymaya ihtiyacım vardı, bunu da biliyordum. Ama kendimi bir türlü sağlık ocağına gitmeye ikna edememiştim. Bir doktora gitmeye ihtiyacım olması Taehyung'u haklı çıkarmak demekti çünkü. Kavga edip arkadaşlığımızı bitirdiğimiz gün beni hastaneye götürmeye çalışmıştı, ve ben de iyi olduğumu, gerek olmadığını söylemiştim. Aynaya her baktığımda aslında gerek olduğunu ve hiç de iyi olmadığımı görüyordum, bu gerçek beni her seferinde yerle bir ediyordu.
Bir yanıt vermemem fazla uzun sürmüş olmalıydı, annem derin bir nefes aldı. "Evine gidelim. Uzun uzun konuşuruz, tamam mı oğlum?"
"Tamam." dedim sadece, bir an önce okuldan ve insanlardan uzaklaşmak istiyordum. Şimdi onu evime götürmeyi reddetsem yine peşime takılıp beni rezil edeceğini bildiğimden böyle bir şeye kalkışmadım bile. Poşetleri yerleştirdikten sonra ön yolcu koltuğuna geçtim.
"Nasıl buldun beni?" diye sordum lojmanın önüne geldiğimizde, arabadan iner inmez. Annem cevap vermeden indi arabadan ve ben hiç konuşmamışım gibi etrafına bakınmaya başladı. Lojman binasını tepeden zemine süzmüş, kaşları havada bana dönmüştü. "Burada mı yaşıyorsun?"
"Bir problem mi var?" diye sordum kaşlarımı çatarak.
"Hayır." Yine baktı binaya, sonra da arka tarafta kalan kırsalı ve yakınlardaki diğer binaları incelemeye başladı. "Bir problem yok."
Zümre toplantısının yapıldığı gün Kim Öğretmen'in söylediklerini hatırladım. Normal şartlarda o da lojmanda kalacaktı ama annesi binanın halini görür görmez gidip kızına ev tutmuştu, annesinin yüreği çocuğunun böyle bir yerde kalmasına dayanamamıştı çünkü. Ama benim annem için bir problem yoktu işte.
"Pek senlik değil." dedi en sonunda. "Kasabanın dışında kalmış sanki biraz, hm? İnsanlardan uzakta." Başını yana eğip üzgünce bana baktı. "Benim oğlum insanlarla olmayı sever. Severdi."
"Beni tanıyormuşsun gibi konuşma." diye homurdandım poşetlerimi almak için bagaja davranırken. "Aç şunu."
"Biz annemizin gözlerine bile bakamazdık." diye hayıflandı söylediğimi yaparken. "Sen ne zaman böyle terbiyesiz bir çocuk oldun, aklım almıyor."
"Ben çocuk değilim." diye hatırlattım.
"Benim gözümde hep çocuksun ama," dedi gülümseyerek. Derin bir nefes alıp gökyüzünden sabır dilendim. "Hadi evine girelim artık, rüzgarda kalınca üşüdüm."
Yine kıyamadım. Lanet olsundu ki yine kıyamamıştım, annem üşüdüğünü söylediği an yüzüm buruştu acıdan, onu bu kadar önemsediğim için defalarca kızdım kendime içimden. Ufak bir baş hareketiyle kendisini binaya yönlendirirken de kızdım, merdivenlerde önünden çıkıp ona yol gösterirken de kızdım, kapıyı açıp içeriye girebilsin diye beklerken de kızdım. Annem evi incelerken poşetleri mutfağa götürdüm ve yere çökmemek için tezgaha tutundum, kendime çok sinirliydim.
"Neler aldın?" diye sordu peşimden gelip. Hemen doğrulup kendime geldim, annem halimi fark etmeden yere çömelip poşetleri karıştırmaya başladı. "Annen sana jjigae yapsın mı?" diye sordu başını kaldırıp bana bakarak, sevimli bir sesle.
"Anne sen niye geldin?" diye sordum bir cevap vermektense, yalvarırcasına. "Nasıl buldun sen beni?"
Morali bozuldu, oyununa katılmayıp ayaklarımı gerçek dünyaya basmam hoşuna gitmemiş olmalıydı. Poşetleri rahat bırakıp yavaşça ayaklandı, o taraftaki elini tezgaha yaslayıp bana baktı birkaç saniye. "Zayıflamışsın." diye mırıldandı en sonunda.
Derin bir nefes alıp oflayarak dışarı verirken gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Beni gerçekten önemsiyormuş, sağlığım hakkında gerçekten de endişeleniyormuş gibi yapmasından nefret ediyordum. Gerçekten ama gerçekten, bana karşı tavırlarında dürüst olsaydı, sevip önemsiyor rolü yapmasaydı aramız bu kadar kötü olmayacaktı. Beni zaten sevmiyor ki diyip bu duruma saygı duyacaktım, gerekli durumlarda görüşüp iletişim halinde kalacak ve hayatlarımıza devam edecektik.
"Doğum günün için geldim." dedi kızgın gözlerle ona bakmaya devam ettiğimde. "Park Jimin, sana yemin ederim ki doğum günün için geldim."
İç geçirerek kaçırdım bakışlarımı, annemin yeminlerine karnım tok, diyebilmek isterdim; ama öyle değildi işte. "Sen içeri geç," dedim kısık sesle. "Ben de kahve yapayım ikimize."
"Tamam." diye karşılık verdi yumuşak bir tavırla. Burukça gülümsedi, parmaklarının ucunda yükselip yanağımdan öptü nazikçe. Sarılmadı. Normal hayatta da sarılmayı pek sevmezdi, alınmadım o yüzden. Kollarım iki yanımda uyuşup sızladı sadece.
Kahveleri yapıp yanına gittiğimde yatağımda oturmuş etrafı inceliyordu. Kupasını uzattığımda teşekkür etti. "Hiç eşya almamışsın." diye yorum yaptı.
"Yavaş yavaş döşüyorum."
"Havalar daha fazla soğumadan bütün eşyalarını al." dedi kahvesinden bir yudum alıp. Yardımcı olmamı istediğin bir şey var mı, ihtiyacın olan bir şey söyle onu ben alayım... Yirmi dokuz yaşındaydım, annemden böyle şeyler beklemek belki de benim ayıbımdı. Evet, evet, kesinlikle öyleydi. Kimseden bir şey beklememem gerektiğini bana öğreten kişiydi karşımda oturan kadın, şimdi böyle şeyler için kendisini sorumlu tutmak benim hatamdı. Annemin bana öğrettiği şeyleri uygulamadığım için şu an Gampo'da, bu haldeydim zaten. Yalnızdım. Taehyung'dan beklentilerim olmuştu mesela, o yüzden kaybetmiştim arkadaşımı. Kim bilir daha neler kaybedecektim.
Bir süre konuştu, Seul'de hayatın nasıl olduğundan bahsetti, söylediğine göre arkadaşlarım beni özlemişti ve sık sık anneme neler yaptığımı, nerede olduğumu soruyorlardı. Omuz silktim, avuçlarımın arasında, cildimi ısıtan kahve kupasına diktim bakışlarımı. "İnsan tanımaktan asla zarar gelmez, Jimin-ah." diye devam etti annem. "Sana istemediğin kişileri hayatının merkezinde tut demiyorum, ama en azından, iletişimde kal."
"İstemiyorum." dedim küçük bir çocuk gibi. Annem iç geçirdi. "Ben buraya her şeye sıfırdan başlamak, temiz bir sayfa açmak için geldim."
"Jimin, o kadar mı kötüydü hayatın?" diye kızdı. Kupa yüzünden ellerini kullanamadığı için hararetini dışarı yeterince vuramadığını fark etti ve bardağı yere bıraktı, bana geri döndüğünde kaşlarını çatmıştı. "Para kazanıyordun, arkadaşlarınla dışarı çıkıyordun, beni ziyarete geliyordun."
"Saydıklarından hiçbirini isteyerek yapmıyordum." diye, aynı öfkeyle karşılık verdim. "Çeviri yaparak para kazanmaktan, samimi olmadığım o insanlarla dışarı çıkmaktan, sen yalnız kalmaktan nefret ediyorsun diye seni ziyaret etmekten nefret ediyordum ben!"
Ne söyleyeceğini bilemeden donup kaldı bir an, bu kadar dürüst davranmamı beklemiyordu sanırım. "Telefon numaramı değiştirdim. Sosyal medya hesaplarımı sildim. Geride hiçbir iz bırakmadan kaçtım o şehirden. Beni rahat bırakman gerektiğini anlamak bu kadar zor muydu?"
Yutkundu, konuşmadan önce dudaklarını ıslattı. "Baban da, ben de senin için çok en-"
İnleyerek başımı geriye attım. "Saygısızlık etme." diye kızdı annem verdiğim tepkiye. "Sen bizim oğlumuzsun, hayatında neler olduğunu bilmek bizim en doğal hakkımız."
"Oğlunuz olarak benim de birçok hakkım vardı," dedim. "Yanlış mıyım?"
Cevap vermedi, yanaklarının içini ısırarak etrafı izledi bir süre. "Beni rahatsız etmeyin." dedim. "Beni bir rahat bırakın. Bugün arabanı okulun önünde gördüğümde o kadar korktum ki. Sırf annemsin diye böyle şeyler yapa-"
"Gidiyorum." diye ayaklandı. Şaşkınlıkla ona baktım, bu kadar kolay pes edeceğini düşünmemiştim, ben daha yere çöküp ayaklarını öperim sanıyordum. "Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Ama gitmeden önce söyleyecek bir çift lafım var."
Paltosunun düğmelerini iliklerken yüzüme değil, odaya bakıyordu. Artık yüzündeki o rahatsız ifadeyi gizlemiyordu, utanıyordu böyle bir yerde yaşamamdan. "Çok özendiğin, heveslendiğin o yeni hayatın var ya? Ona sadece bizi bırakarak başlayamazsın." Bana baktı. "Jimin olmayı bırakman lazım."
Kaşlarımı çattım. "Ne?" Dudaklarımın arasından duyduklarıma inanamadığımı belirten bir ses çıktı, ben hayatım boyunca Jimin olmayı becerememiştim ki. Kimse izin vermemişti bana.
"Gampo'da yaşadığını nereden öğrendim, biliyor musun?" diye devam etti konuşmaya. "Dans ettiğin video internette viral olmuş, onu görünce öğrendim."
"Ne dansı?"
"Kadın dansı." dedi tükürürcesine. "Babanı sakinleştirene kadar ömrümden ömür gitti. Ama ben yine de sinirlenmedim. Hayır, Jimin-ah, ben mutlu oldum. Yavrum nerede öğrendim diye, seni sağlıklı gördüm diye mutlu oldum. Bu muydu karşılığı? Bu konuşmaların, tavırların mıydı?"
Sesim çıkmadı. Annem, Park Yongja, karşısındakini haklıyken haksız duruma düşürmeye ve bütün durumları kendi çıkarına çevirmeye bayılırdı, oldukça iyiydi bu konuda. "Nefret ettiğin şey ben yalnız kalmayı sevmiyorum diye beni ziyaret etmek değildi." diye devam etti bir çift lafına. "Yalnız kalmayı sevmeyen sendin, Jimin. Elinde de ziyaret edecek bir tek ben vardım. Bundan nefret ettin sen." Çantasını aldı yataktan, kapıya yöneldiğinde ben de beklemeden peşinden gittim. "Hayatına istediğin kadar baştan başla, istediğin kadar yer değiştir, meslek, çevre değiştir," Bana bakmıyordu, eğilmiş, ayakkabılarını giyiyordu tek eliyle. Diğer eliyle duvardan destek alıyordu. "Sen her zaman yalnız olmaktan nefret edeceksin, oğlum. Ve ben de annen olarak umarım ziyaretçisi vardır, diye dua edeceğim."
Kapıyı arkasından çarparak kapatmadan önce son kez baktı yüzüme. "Bir gün ebeveyn olunca anlarsın. Evladını görememek, evladının yalnız kaldığını bilmek nasıl bir acı, anlarsın. İyi ki doğdun, Jimin-ah."
**
geçmiş
"Çok yoruldu bugün," diye fısıldadı Kyungjin, Jiyoon babasının kucağında uyuyakaldığında. "Dadısına verelim de odasına götürsün."
"Gerek yok," diye fısıldayarak karşılık verdi Jimin de, bakışlarını en sonunda zorlukla ayırdı kızından, dadının başı öne eğilmiş bir vaziyette beklediği tarafa baktı. "Sen artık çekilebilirsin."
Dadı odadan çıktığında üçü yalnız kalmıştı, Jimin ilgisini yeniden kızına verdi. Tombul ve kırmızı yanakları, uyurken ağzının açık kalması... Elinde olmadan Yoongi'ye benzetiyordu. "Sen de odana geç artık, Kyungjin." dedi Jimin, yer sofrasından kalkarken. "Geç oldu. İyi geceler."
Kadın bir an için harekete geçmedi, Jimin sorunun ne olduğunu anlamak için ona baktığında kraliçenin yüzünde, gizlemekte başarılı olamadığı bir hayal kırıklığı ifadesi görmüştü. "Geceyi birlikte geçiririz diye ummuştum, majesteleri."
Genç kral gülümsedi sadece. "İyi geceler, Kyungjin."
Kadın en sonunda reveransını verip çıktı odadan, kapılar arkasından kapanmadan önce Jimin muhafızlara "Sofrayı toplatın," diye seslendi, Jiyoon kucağında hareketlenince de alt dudağını ısırıp kapıya yaklaştı, emir bekleyen muhafızlarla konuşmaya devam etti. "Toplarken sessiz olsunlar. Bir de General Min'e haber yollayın, başkent haritasını alıp gelsin."
Kapılar kapanınca Jiyoon'la beraber yatağına geri döndü, oturup kızıyla ilgilenmeye, ufak parmaklarıyla oynamaya, saçlarını okşamaya devam etti. Aykızı doğduğundan beri Jimin çok başka bir adamdı, endişe bile barınmayan yüreğine tarif edilemez bir korku düşmüştü Jiyoon'un doğduğu gün. Artık her adımı dikkatli, her kararı temkinli, kullandığı her kelime özenliydi. Kalbi iki katına çıkmıştı sonuçta, kolay değildi böyle yaşamak.
Sofranın toplandığını fark etmedi bile, Yoongi "Aşkım," diye mırıldanarak yanına çökene kadar onun geldiğinin de bilincinde değildi. Jiyoon'un göz kapaklarının altında hareket eden gözlerine dalıp gitmişti, kızı rüya görüyordu. "Haritayı getirdim."
Kısık sesle güldü Jimin, Yoongi yine onun gülüşüne dalıp gitti. "Masama bırak."
Başını sallayarak kalktı yataktan, getirdiği haritayı Jimin'in çalışma masasına bırakıp yeniden arkasına döndüğünde sevgilisini de ayaklanmış, kendisine bakarken buldu. "Neden çağırdın beni?"
"Gel," Gülümseyerek, dikkatli hareketlerle Jiyoon'u Yoongi'nin kucağına vermeye çalıştı; Yoongi'yse bu fikir karşısında dehşete düşmüş, irileşen gözleriyle Jimin'e bakakalmıştı. "Jimin?"
"Sorun yok," diye fısıldadı Yoongi'nin bir kolunu Jiyoon'un altından geçirirken. "O kadar küçük değil artık, tutarken zarar vermezsin."
Yoongi Jiyoon'u ilk defa tutmaya çalıştığında bebeklerin başlarının desteklenmesi gerektiğini bilmiyordu, küçük kızın kafası geriye düşünce odadaki herkes prensesin başı kopmuş gibi bir tavırla genç generalin üzerine yürüdüğünden beri Yoongi'nin kızla tek teması saçını okşayıp küçük parmaklarını kendi başparmağına dolamasına izin vermekti.
Jiyoon yeni yerinde kıpırdandı bir süre, Yoongi heykelden farksız, nefesini tutmuş bir halde onu izlerken de hafifçe dönüp dış taraftaki elini Yoongi'nin göğsüne attı, kıyafetine tutundu. "Babasının kızı," diyerek güldü Jimin kısık sesle. "Seni bir kere buldu mu bırakası gelmiyor."
Yoongi başını kaldırıp Jimin'e baktığında dudakları ağzının içine doğru kıvrılmıştı, kaşları yukarı doğru büzülmüş ve alnı buruşmuştu; ağlamamak için mücadele ediyordu. "Çok güzel."
"Öyle."
"Sana benziyor."
Burnunu buruşturup mutlulukla baktı kızına. "Hadi balkona çıkalım."
"Üşümesin?" diye sordu Yoongi korkuyla, koca eliyle prensesin başını avuçlamıştı. "Ya rüzgar çarparsa?"
"Yoongi yedinci aydayız," diye hatırlattı Jimin gülerek. "Hadi."
Yoongi Jiyoon'a baktığı için Jimin onu belinden tutarak balkona doğru yönlendirmişti. Bahçedeki hiçbir muhafızın yukarı bakma izni yoktu, yine de, biraz daha güvende hissetmek adına, balkondaki mumların hepsini söndürdü tek tek üfleyerek. Odanın perdesini çekip içeriden herhangi bir aydınlık gelmesini engelledi, o an orada sadece üçü ve ay ışığı vardı.
"Bana bir söz vermiştin, hatırlıyor musun?" diye sordu Jimin. "Aşkımızın birleştiği gün?"
Yoongi Jiyoon'u izlerken gülümsedi, hiç unutmamıştı ki. "Sana bir şey olursa arkandan gelirim." diye tekrarladı o gün verdiği sözü, Jiyoon'un başını okşayarak.
"Şimdi o sözü geri almanı istiyorum senden."
Yoongi'nin, prensesin saçlarındaki eli duraksadı. Başını yavaşça kaldırıp sorgulayan bakışlarını kralına dikti, Jimin de pürdikkat onu izliyor, vereceği tepkiyi bekliyordu. Sarı kirpikler birkaç defa kırpıştı, Yoongi'nin başı hafifçe yana yattı. "Efendim?"
"Cennetler uykuda ama Dalnim şahit," dedi Jimin. "Sözünü geri al, Yoongi."
"İyi de neden?" diye sordu Yoongi. "Ayrılmaya mı çağırdın beni?" Ses tonu korkulu bir hal almıştı. "Eğer öyleyse-"
"Saçmalama."
"-sizi sevmek için size ihtiyacım yok, majesteleri."
Jimin iç geçirdi, Yoongi bazen böyle dinlemeden sonuçlara varmayı ve Jimin'in karşısında kendini küçük görmeyi severdi. Prenslerden en küçüğünün aşkı olmak bile onun için bir mucizeyken bir anda kralın gizli sevgilisi haline gelmiş, karısının karşısında başını eğmek zorunda kalmıştı. "Jiyoon doğduğundan beri," diye açıklamaya başladı. "Ölümden korkuyorum."
Yoongi söyleyeceği diğer lafları yuttu, yutkunup bakışlarını kaçırdı Jimin'den, kucağındaki küçük kızı dünyadaki en ilginç şeymiş gibi incelemeye başladı. Barışören Jimin cesaretiyle nam salmıştı koca krallıkta, onu diğer prenslerin bir adım önüne geçiren özelliklerinden biriydi bu. Şimdiyse sevgilisinin karşısına geçmiş, korktuğunu söylüyordu.
"Ne kadar küçük, baksana." diye devam etti. "Savunmasız. Masum. Ben ölürsem başına neler gelir, düşünsene."
"Düşünmek istemiyorum." diye fısıldadı Yoongi.
Jimin onlara yaklaştı, bir kolunu Yoongi'nin beline sarıp vücutlarını birbirine yasladı, boştaki kolu havalanmış ve Jiyoon'un bedeninin altında sevgilisinin koluna yaslanmıştı. Konuşmaya devam etmeden önce generali öptü şakağından. "Kız olması onu onlarca adım geriden başlattı bu hayata, ve ikimiz de biliyoruz ki, kraliyet başka bir çocuk görmeyecek."
Yoongi başını kaldırıp sevgilisine baktı ama Jimin kızına bakıyordu. "Jimin," diye başladı konuşmaya, sesi çatladı. "Meclis senden bir prens talep edecek."
"Majesteleri babamın huzurunda meclis benden bir varis talep etti." dedi Jimin. "Ben de onlara bir varis verdim. Artık babam yok, bir daha kimse beni senden başka birine dokunmaya zorlayamaz." Elinin tersini Jiyoon'un yanağına sürttü. "Aykızı kraliçe olacak."
Yoongi kısık sesle güldü, başını iki yana sallıyordu. Böyle bir anda bile hatırladığı şeyin absürtlüğüne gülmeden edememişti. "Adı duyurulduğunda seni dövmek istemiştim."
"Kralını mı?" diye alayla karşılık verdi Jimin de. "Canını alabilirim bunun için."
"Generalinin adı Ay Işığı Yoongi, kızının adı Aykızı Jiyoon." diye devam etti Yoongi onun dediğini umursamadan. "Ne büyük risk."
"Sözünü geri al." dedi Jimin son kez. "Bana bir şey olursa arkamdan gelemezsin. Jiyoon yalnız kalmamalı."
Yoongi sessiz kaldı.
"Bize ihtiyacı var." Elini, Yoongi'nin, Jiyoon'un kucağında duran elinin üzerine koydu. "Babalarına."
**
günümüz
Bir gün ebeveyn olunca anlarsın. Evladını görememek, evladının yalnız kaldığını bilmek nasıl bir acı, anlarsın. İyi ki doğdun, Jimin-ah.
Annem öğlen saatlerinde çıkıp gitmişti evimden, şimdiyse perdesi açık penceremden batan güneş görünüyordu. Bir beş saat olmuştu sanırım? Her neyse, kaç saat olmuşsa olmuştu. Konu o değildi. Konu, annem gittiğinden beri gülüyor olmamdı.
İlk yarım saat kendimi durduramadan gülmüştüm, yere düşüp etrafta yuvarlanırken bacağımı kapıya çarpsam da kahkahalarım durmak bilmemişti. O kadar gülmüştüm ki gözümden yaş gelmişti. Sonraki saatlerde de evdeki işlerimi yaparken annemin söyledikleri aklıma geldikçe gülmeye devam etmiştim. Ebeveyn olunca anlayacaktım demek, işte, yine gülüyordum.
Beni asla görmeyip hayatımın en önemli günlerinde yalnız bırakan kadın söylemişti bunları. Hele bir de babamın endişelendiğini söylemez mi! Avuç içlerimi karnıma bastırdım, gülmekten ağrı girmişti. Bir gün, umuyordum ki, ebeveyn olduğumda asla onlar gibi olmayacağımı tahmin etmesi gerekirdi. O cümleleri bana söylemesi bir hakaret, bir küfür gibiydi resmen. Elbette çocuğum için endişelenecektim, elbette çocuğum hep dizimin dibinde dursun, yalnız kalmasın isteyecektim. Kendi ebeveynlerimin aksine. Komik olan buydu işte. Annemin yapmadıklarını yapmış gibi lanse etmesiydi.
Hava karardı, marketten aldıklarım buzdolabında onlarla ilgilenmemi bekledi. Ben de pencereden öylece kasabayı izledim. Gökyüzünü izledim, yarım ayın vurduğu denizi izledim. Rüzgar saçlarıma çarpıp telleri gözlerime soktu, o yüzden ağladım zaten. Başka bir sebebi yoktu. Kıllar gözlerime battığı için ağlamıştım, hepsi buydu.
Yapmamam lazımdı. Saat on biri çoktan geçmişti, yarın okula gidecektim; ağlamaktan şişip kanlanan gözlerimle dışarı çıkmamam, içki almaya gitmemem gerekiyordu. Hava buz gibiydi, rüzgar çok sertti; daha kalın bir ceket almalıydım. Yalnızca daha kalın bir ceket de değil, cüzdanımı da almalıydım yanıma. Ya da, cüzdanımı unuttuğumu fark edince, eve geri dönmeliydim. Doğum günüme yalnız girmiştim, yalnız bitirmeliydim. Eunhye bana veresiye içki satmayı kabul eder umuduyla Topal'a koşmamalı, doğum günüm bitmeden yetişeceğim diye bu soğuk havada nefes nefese kalmamalı, ciğerlerimi yakan bu ağrının göğsümü ele geçirmesine izin vermemeliydim.
Yapmamam gereken çok şey vardı, yapmamış olmayı dilediğim. Annemin her zaman olduğu gibi yine kanıma girmesine izin vermemeliydim, asla baba olamayacağımı bilerek umutlara kapılmamalı, yaşayamadığım çocukluğun acısını kendi yavrumla çıkarma düşleri kurmamalıydım.
Topal'ın hafta içi erken saatlerde kapandığını unutmak da yapmamam gereken şeyler arasındaydı. Öfkeden ağlayıp yere çökmek ve dizlerime sarılmak, hava soğuk diye kimsenin dışarıda olmayıp beni görmeyeceğini umut etmek, en sonunda da görürlerse görsünler diye düşünmek.
Ama sonra öyle bir şey yaptım ki... Asla pişmanlık duymayacağımı bildiğim, tam da yapmam gereken bir şey.
Burnumu çekerek ayaklandım. Bir defasında polis memuru Minhyuk'tan, sonraki seferde de mudang, onun söyledikleri ve diğer insanlardan kaçmak için gittiğim Halüsinasyon Sahili'ne, bu sefer yalnızlığımdan kaçmak için gittim. Gittiğim her yere yalnızlığımı da götürdüğümü unuttum bir an, Gampo'ya gelirken Seul'de bıraktım sandığım şeyi yine peşimde götürdüğümü unuttum, aklıma bile gelmedi. Koştum sadece, yine nefes nefese, yine göğsümü yakan bir sızıyla, deli gibi koştum.
Deniz fenerinin kendisi yanmıyordu, ama kule boyunca asimetrik bir şekilde konumlandırılan ufak pencerelerinden dışarıya ışık vuruyordu. İçeride biri vardı. Burası Kim Seokjin'e aitti, Kim Seokjin buradaydı. On dokuz gün önce kendisiyle vedalaştığımda sadece birkaç günlüğüne burada olduğunu söylemişti. Gitmemiş miydi? Belki de gitmişti ama geri dönmüştü? Buradaydı.
İnsanlardan uzaklaşmak istersen yine gel.
Bu sefer insanlardan uzaklaşmak için değildi, bu sefer insanlara kavuşmak içindi. Sebep ne olursa olsun, Kim Seokjin yine gelebileceğimi söylemişti. Son kez umut ederek deniz fenerine koştum, kapısını buldum, yumruğumu vurmaya başladım ahşaba. Sert miydim, kaba mıydım, gürültülü müydüm; bilmiyordum. Heyecanlıydım ama. Dua ediyordum. Kapı açılsın da birisi yalnızlığımı dağıtsın diye.
Dualarım karşılık buldu, doğum günü dileğimi buna harcadım diye düşündüm, kapı açıldı. Kim Seokjin değildi, daha güzeliydi. En güzeliydi. Sahilin en güzeli, ülkenin en güzeli, gezmemiştim ama emindim ki dünyanın en güzeli açtı kapıyı.
"Jimin?" dedi Yoongi şaşkınlıkla. "İyi misin?"
Dudaklarımın arasından karşımda olup bitene inanamadığımı belli eden, hayranlıkla dolu bir nefes, bir nida kaçırdım. Adımı hatırlıyordu.
"Yüzün gözün kıpkırmızı, burnun düşecek neredeyse," diye devam etti endişeyle. "Ne oldu sana böyle?"
"Bugün benim doğum günüm." dedim nefes nefese. Tam o sırada kilise çanı gibi bir ses duyuldu, filmlerdeki gibiydi. Deniz fenerinde sarkaçlı bir saat vardı sanırım, gece yarısına geldiğimizi, tarihin artık ayın on dördünü gösterdiğini bildiriyordu.
Doğum günüm bitmişti, ama Yoongi bunu umursamadı. Elini kapıdan çekip bana doğru bir adım attı, iki yana açtı kollarını. "İyi ki doğdun."
Ve ben de onun kollarının arasına girdim, beni kucaklamasına izin verdim. En son ne zaman birine sarıldığımı, en son ne zaman birinin bana kollarını açtığını bile hatırlamıyordum. Ama Yoongi benim adımı hatırlıyordu. Daha önce bir kez karşılaşmış ve onda da birkaç kelime konuşmuş olmamıza rağmen, Yoongi beni hatırlıyordu. Yoongi doğum günümü kutluyordu, Yoongi bana sarılıyordu.
Soğuktan üşüyüp akan burnumu çekerek ayrıldım kollarından. Teşekkür ettim.
"Gelmek ister misin?" diye sordu başıyla fenerin içini işaret ederek. "Sana kahve yaparım."
Gülümsedim. Kocaman gülümsedim, kısılan gözlerimden yaşlar aktı ama çeneme kadar süzülemeden rüzgar uçurdu onları, Yoongi üzüldü sanki. "Sabah işe gideceğim," dedim. "Yoksa çok isterdim."
"O zaman seni eve bırakayım!" dedi hevesle. Gözlerim irileşti, böyle bir cümlenin dudaklarından taşmasını kesinlikle beklemiyordum. "Hemen üstümü giyinip geliyorum, bekle!"
"Yoongi hava çok soğuk," diye seslendim o fenerin içine geri dönerken. "Saat de çok geç, beni bırakıp nasıl geri döneceksin?"
"Sorun değil," dedi bir eliyle trabzanlara tutunup beni görebilmek için geriye doğru sarkarken. "Yalnızlıktan patlayacağım burada, bekle lütfen."
"Tamam." dedim gülerek, basamakları koşarak çıkmaya başladı.
Her ne kadar içeriyi incelemek istesem de saygısızlık etmemek için deniz fenerine arkamı dönüp kırsala ve ormana çevirdim bakışlarımı, zaten Yoongi hemen geri gelmişti. O kadar çabuk gelmişti ki korkuyla zıplamıştım bir an. Ona geri döndüğümde kapıyı kilitliyordu, nasıl sıçradığımı görmemişti.
Benim aksime havaya uygun giyinmişti, elinde de başka bir ceket tutuyordu. "Üstündeki ince," diyerek bana uzattı. "Giyin şunu."
Karşı gelmedim, teşekkür edip bana uzattığı kalın ve yünlü ceketi alarak kendi ceketimin üstüne giyindim, şapka kısmı boynumu gıdıkladı. "Hadi gidelim," dedi Yoongi gülümseyerek. "Sabah işe gideceksen hemen uyuman lazım."
Sahilden çıkana kadar kumlara bata çıka yürüdük yan yana, asfalt yola çıkınca konuşmaya başladık. "Işıkların yandığını görünce Seokjin burada sandım." dedim.
"Seokjin-ie hyung'u bulma umuduyla geldin yani." dedi alınmış gibi. Gülerek bakışlarımı kaçırdım, herhangi birini bulma umuduyla geldiğimi söylemedim. Karşıma sen çıktığın için çok şanslıyım, diyemedim. Utandım.
"Yeni gitti onlar da, seninle yine karşılaşamadığı için üzülmüştü." diye devam etti Yoongi. Adımları hızlıydı. Başka biri olsaydı bir an önce benden kurtulmak istiyor, diye düşünerek üzülürdüm; ama nedense Yoongi'nin sırf ben dışarıda daha fazla kalıp üşümeyeyim diye hızlı yürüdüğünü biliyordum. Saf gibi gülümsedim ayaklarıma bakarak, içim ısınmıştı bir anda.
"Son sefer görüştüğümüzde birkaç günlüğüne burada olacağını söylemişti."
"Planları değişti." dedi Yoongi kısaca. "Ama Namjoon'un devam zorunluluğu olan dersleri olduğu için en sonunda gitmeleri gerekti."
"Anladım." Devam etmeden önce yutkundum. "Sen ne zaman gideceksin?"
Cevap vermeden birkaç metre daha yürüdük, yandan ona baktığımda bana bakarak gülümsediğini gördüm. "Değişen planlar buydu işte." dedi gülerek. "Ben artık buradayım, feneri bana uygun hale getirmemiz gerekti."
"Öyle mi?" diye sordum heyecanla, başını salladı. Gülümsememi bastıramadan önüme döndüm, her gün yemek paketlettirdiğim lokantaya varmıştık. "Şu taraftan."
"Kasaba merkezinden epey uzakta yaşıyorsun sanırım?"
"Lojman orada." diye açıkladım, hmm'ladı.
"Eee?" dedi birkaç dakika yürüdükten sonra. "Doğum gününü nasıl geçirdin?"
Üzülerek, korkarak, endişelenerek, gülerek, ağlayarak... Yalnız. Yapayalnız.
"Güzel bitti." dedim sadece, bunun üzerine bir şey söylemedi. Yaklaşık on dakika yürüdükten sonra durup "Şurası," diyerek lojman binasını gösterdim. "Hadi sen git artık."
"Tamam." dedi. Tamam, dedi ama gitmedi, öylece bana bakmaya devam etti. Tek kaşımı kaldırdım eğlenen bir tavırla. "Yoongi?"
"Çok iyi bir kahve makinesi aldım." dedi bir anda. "Daha doğrusu, Namjoon aldı." Açıklamaya devam etmesini bekledim çünkü ben hiçbir şey anlamamıştım. "Sabah işe gideceğini söylediğin için ısrar etmedim ama sana kahve yapmayı gerçekten çok isterim."
Önce şaşırdım, sonra da üst sınıflardaki o hoşlandığım çocuk arkamdaki kıza değil de bana gülümsüyormuş gibi mutlu oldum. Otomat kahvesi ısmarlayanım olmadı diye üzülmüştüm bunca zaman, yıllar sonra aldığım teklife de bakın!
"Cumartesi çalışmıyorsun?" dedi soru sorar bir tavırla, onaylatmak istercesine. Gülerek iki yana salladım başımı. "O zaman cuma gecesi sana kahve yapabilir miyim?"
"Ehm, olur?" Dudaklarımı ağzımın içine kıvırdım, gülüşümü başka nasıl bastırabilirdim emin olamıyordum. Ellerimi ceketin ceplerine sokup bakışlarımı ayakkabılarımın ucuna çevirdim. Neyse ki cildim zaten soğuktan kızarmıştı, oda sıcaklığında olsaydık domates gibi oluşumu kendisine nasıl açıklardım bilmiyordum. "Gelirken atıştırmalık bir şeyler alırım ben de. İstediğin bir şey var mı?"
Birkaç saniye bekledi, elini ensesine atıp oradaki saçlarla oynadı. En sonunda bütün cesaretini toplamış gibi elini ceketinin cebine attı ve telefonunu çıkardı. Yaşlılar gibi bir eliyle tutarken diğer elinin parmağını ekranda gezdiriyordu, haline gülümsedim. Halbuki elleri kocamandı, parmakları da uzundu. "Bence sen bana numaranı ver," dedi, onun gibi ekrana baktığımda arama uygulamasına girdiğini görmüştüm, tuş takımını açıp cihazı bana uzattı. "Ben de getirmeni istediğim bir şey olursa sana haber yollayayım."
"Mesaj yollayayım." diye düzelttim gülerek, heyecandan hata yapmıştı sanırım. Telefonu elinden alıp numaramı yazdım, daha sonra kaydetmek için kendimi de çaldırdım. "Cuma görüşürüz o zaman."
"Görüşürüz. İyi geceler."
Geldiğimiz yolu hızlı adımlarla geri yürümeye başladı, birkaç saniye boyunca gülümseyerek gidişini izledim, sonra da binaya girdim koşarak. Kendi katıma çıkıp içeri girene kadar Yoongi'nin ceketinin üzerimde kaldığını fark etmemiştim. Pencereden bakıp hala yakındaysa seslenmeye niyetlendim ama çoktan gitmişti. Soğuğa dayanamayıp koşmuş olmalıydı. Cuma günü veririm diye düşündüm, her yeri kapatıp kilitledikten sonra yatağa girdim.
Gözlerim kapanmadan önce son gördüğüm yatak başlığına astığım ceketti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro