Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4; 추석

dalnim: ay tanrıçası diyebileceğimiz bir varlık

hangawi: chuseok'un bir diğer ismi, ulu sonbahar ortası anlamına geliyor

mudang: şaman gibi bir şey


__________________________


günümüz

          Saçlarım yara izimi örtse de üzerine ne olur ne olmaz diye başka bir sargı bezi yapıştırıp yapıştırmamam gerektiğini sorguluyordum aynaya bakarken. Dikişlerim birkaç gün önce alınmıştı ama yara tamamen iyileşmemişti, benim için hala oldukça kötü görünüyordu. Çocuklar korkmasın diye okula giderken kullandığım sargı bezlerinden birini elime aldım, sonra geri bıraktım, sonra yine aldım. Aynada yine baktım kendime, canım sıkılmıştı.

          Chuseok'un ilk günüydü bugün, havanın kararmasına yarım saat falan vardı. Dışarı çıkmak ve kasabadaki festivalin tadına varmak, tezgahların kurulduğu cadde boyunca gezinmek, bu akşamki etkinliklere katılmak istiyordum. Öğrencilerim üç gece boyunca farklı etkinlikler olacağını ve hiçbirini kaçırmamam gerektiğini söylemişti. Ama bir yanım hiçbir yere gitmek istemiyor, yalnızlığımda boğulmayı arzuluyordu. Taehyung'la cuma gecesi yaptığımız telefon görüşmesinden beri konuşmamıştık, cumartesi günü onu ilçede başka bir arkadaşıyla görmüş ve içime kapanmıştım.

          Aynaya bakmaktan sıkıldım, yatağımın olduğu odaya geçtim.

          Hava hala aydınlık olduğu için perdelerim açıktı, pencereden baktım bir süre. Mandalina olayından beri evde diken üstünde dolaşıyordum ama başıma bir şey gelmemişti henüz. Topal'da yemek yedikten sonra saat geç olmadan eve dönmeye çalışıyordum, kapım da hep kilitli oluyordu ama tüm bunlar uykularımın kaçmasına engel olamıyordu.

          Çok uzakta olsa da kasabadaki kalabalığı seçebiliyordum, belki kızlarımdan birini görürüm diye derin bir nefes alıp yara izimi sargılamak için banyoya gittim. Bir yandan da peşimdeki her kimse herkesin dikkati festivaldeyken gelip benimle uğraşmasından korkuyordum sanırım. Bilmiyordum, planladığım hiçbir şey olmuyordu hayatımda ve ben gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum.

          Karnım açtı, kahvaltı yapmamıştım ve dün akşamın erken saatlerinde yediğim yemek dışında bir iki meyve yemiştim sadece. Yine de bir mekana oturmaktansa tezgahların olduğu caddeye çıktım ve canım ne çekerse azar azar yiyip karnımı doyurmaya karar verdim. Kafam o kadar dağınıktı ki yelpazemi unutmuştum ama bunun moralimi bozmasına izin vermedim, yarın akşam alabilirdim yanıma.

          Kasabada yüzünü tanıdıklarım dışında daha birçok insan vardı, hepsinin de farklı yerlerden geldiği belli oluyordu; bir an için Itaewon'da gibi hissetmiştim kendimi. Itaewon'da herkesin bir kostüm giyip olmadığı biri gibi davrandığı Cadılar Bayramı geceleri, benim hayatımın her gecesi.

          Beni tanıyan tezgah sahipleri gülümseyerek mutlu chuseoklar diliyor, sattıkları şeyleri tatmam için davet ediyorlardı. Bir songpyeon tezgahında durdum, yanımda birkaç yabancı turist de vardı ve onlar da hanbok giyinmişti. Gülümseyerek satıcının benimle ilgilenmesini beklemeye başladım, bu sırada da uzaktan gelen bir ses duymuş ve diğer herkes gibi başımı sesin geldiği yöne çevirmiştim. Bir daechwita takımı kasabanın doğu tarafından yaklaşıyor, onları gören yerli halk da her şeyi bırakıp alkış tutuyordu.

          "Affedersiniz," Yanımdan bir ses konuşunca başımı eğip benden kısa olan, yabancı genç kadına baktım. Yanakları hafifçe kızarmıştı, onun arkasında duran (arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim) diğer iki yabancı kadın da tezgahla ilgileniyormuş gibi görünüyor ama bir yandan da gülüşlerini bastırmaya çalışıyorlardı. "İlk defa yiyeceğim de," diyerek tezgahın arkasında taze songpyeon hazırlayan satıcıyı işaret etti. "Sizce hangisini denemeliyim?"

          Gülümsedim, kız bir an bayılacakmış gibi oldu, keyfim iyiden iyiye yerine geldi. Ligimde olmalarına gerek yoktu, insanları etkilemeyi çok seviyordum. "Ballı kestaneli." dedim alt dudağımı ısırıp songpyeon'un tadını hayal ederek. "Ben en çok onu seviyorum."

          Gülümseyerek teşekkür etti ve siparişini verdi, satıcı hemen onun porsiyonunu hazırlamaya başlamıştı. "Koreceniz çok iyi." dedim hangi dilde konuştuğumuzun farkına vararak.

          "Ah," Muhabbete devam etmem çok hoşuna gitmişti, saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. "Seul'de okuyorum. Chuseok için herkes memleketine gidince biz de bilet bulabildiğimiz ilk yere geldik." Biz derken omzunun üzerinden diğer iki arkadaşını işaret etmişti. Onlara da başımla ufak bir selam verdim. Tam o sırada satıcı benim siparişimi sordu. "Ballı kestaneli."

          Genç kadının hala beni izlediğini biliyordum, kendisine hazırlanan siparişini gösterdim. "Bakın şimdi, songpyeon'unuz tam bir daire."

          "Evet?" dedi ilgiyle neler olup bittiğini izlerken. Satıcı pirinç kekini paketleyip ücretini aldıktan sonra genç kadına uzattı. "Paketi açın." diye rica ettim. Fark etmediğimi sanarak bana biraz daha yaklaşmıştı, arkamda duran birisi onu göremezdi şimdi. Yapraktan paketi açıp artık yarım daire şeklini alan şekerlemeye baktı. "Paket yüzünden şekli değişmiş." diye yorum yaptı.

          "Bilerek yapılan bir şey bu." diye, büyük bir zevkle açıklamaya başladım. "Songpyeon'un ilk hali yarın gece yaşanacak olan dolunayı temsil ediyor. Paketten çıkan yarım ay şekli de sonraki günlerde gökyüzünde göreceğimiz şey." Devamında Baekje ve Silla'yı da kapsayan efsaneyi anlatacaktım ama bir anda yabancı ve imparatorluklarımızdan habersiz olduğunu hatırladım. Zaten adını bile sormadığım kadın söylediğim şeyden yeterince etkilenmişe benziyordu.

          Tam o sırada tanıdık bir ses "Öğretmenim, öğretmenim!" diye bağırmaya başladı. Kötü bir şey oldu sanıp hemen sesin geldiği tarafa döndüm. "Yeonji?" diye seslendim endişeyle, üçüncü sınıflardan olup da kalabalığı yarmaya çalışan öğrencime. "Ne oldu?"

          "Öğretmenim, yutnori oynayacağız ama benim eşim yok!" dedi panik içinde. "Eşim olur musunuz?"

          Rahat bir nefes aldım. "Olurum. Gel, songpyeon yiyip gidelim oynamaya."

          Kabul etmeme sevinip yanımda beklemeye başladı, pembe hanbokuyla o kadar tatlı görünüyordu ki gülümsememi bastıramıyordum. "Öğrencilerinizin adlarını ezberlediniz mi?" diye sordu satıcı kadın, siparişimi uzatırken. Ödemeyi yaparken başımı salladım gülerek. Bunca sene atanmayı beklemiştim, nelere hazır olduğum hakkında hiçbir fikirleri yoktu.

          "Öğretmen olduğunu tahmin etmezdim." Yabancı kadın konuşunca hatırladım varlığını, başımı ona çevirdiğimde bana hayranlıkla baktığını görmüştüm. Yanaklarındaki kırmızılıklar sönmeye başlamıştı, cesaret kazandığı belli oluyordu. Çantasına dönüp içini karıştırmaya başladı ve en sonunda da bir göz kalemi çıkardı. Hala yaprakların içinde duran songpyeon'umu tutmayan elimi yakaladı, hanbokumun kolunu iteleyip açılan cildime göz kalemiyle bir telefon numarası yazdı. Ben şaşkınlıktan donakalmışken bıraktı elimi. "İsmim Kate," dedi göz kırpıp. "Seul'e atanırsan haberim olsun, öğretmenim."

          Üç yabancı gülerek uzaklaştı yanımızdan, etrafımızdakiler çoktan konuşmaya başlamıştı. Neye uğradığımı şaşırmıştım, tanımadığım insanlar bana sık sık verirdi numaralarını ama kasabada başıma böyle bir şey gelmesini kesinlikle beklemiyordum. Songpyeon'u Yeonji'ye uzattım.

          "Gördüğüm en güzel adamsınız, öğretmen bey," dedi satıcı kadın gülerek. "Ondan hep."

          Bir anda kulak acıtan bir ses duyuldu, caddedeki bütün konuşma ve gürültü anında sakinleşip durulmaya başladı. Sokaktaki elektrik direkleri ve lambalara asılmış kağıttan fenerlerden geliyordu bu ses, biraz daha dikkatli bakınca sesin kaynağının daha önce kesinlikle fark etmediğim eski model megafonlardan geldiğini gördüm. Kulak acıtan ses de anons makinesinin açıldığını gösteriyordu.

          "Dikkat dikkat," dedi megafonları kullanarak duyuru yapan her kimdiyse. "Kuzey sınırındaki kasabalardan ayı saldırısı olduğuna dair haber gelmiştir." Kaşlarımı öyle çattım ki kafamdaki yara acıdı. Ayı mı? "Halkımızın hava karardıktan sonra kırsaldan uzak durması gerekmektedir."

          "Öğretmen bey?" Velilerimden birisi kalabalıktan çıkıp yanıma geldi şaşkınlıkla. "Lojman kuzeyde, kırsal yakınında değil mi?"

          Duyuru tekrarlanırken herkes festivale kaldığı yerden devam etmişti, velime bir sorun olmadığını söyleyip Yeonji'yle beraber yutnori oynamaya gittim ama içim içimi yiyordu. Apartman kapısını son birkaç gecedir kapatıyordum zaten ama olur da herhangi bir saldırıya uğrarsam yokluğumun fark edilmesi çok uzun sürerdi; ki, beni sağ bulsalar bile, sağlık ocağındaki doktorun bir şey yapabileceğinden şüpheliydim.

          Kızlarım beni o kadar coşkulu karşıladı ki bir an her şeyi unuttum, saf saf gülümsedim. Normalde, tarih derslerinin ilköğretim çocuklarına verilmediği zamanlarda, çocukları zaten çok severdim ama şimdi sevgim boyut atlamış, kendi çocuklarıma sahip olmak için sabırsızlanmaya başlamıştım.

          Kızlar hayatımda hiç yutnori oynamadığımı duyunca deliye döndüler, büyümüş de küçülmüş bir vaziyette Seul'deki kültürel yozlaşma hakkında konuşmaya başladıklarında kahkahalarla gülmeye başladım. Anne ve babalar küçük antenlerin neleri duyup kaydettiğini bilse yanlarında böyle rahat konuşur muydu, merak ediyordum.

          "Öğretmenim, hanbokunuzu nereden aldınız?" diye sordu Chaeyeong, tam da ben oynarken. Dikkatimi dağıtmaya çalıştığını anlamıştım ama hiç bozuntuya vermedim, bu el düzgün bir sayı alamamış ve Yeonji'nin moralini bozmuştum. Sıra Chaeyeong'un takımına geldiğindeyse, tam o bücür oynarken "Chaeyeong-ah, hanedanlık ödevini yaptın mı?" diye sordum.

          Kızım benden de kötü bir sayı yapmış ve mızmızlanmaya başlamıştı, bu ufak çekişmeler dışında çok güzel bir oyun oynadık ve Yeonji'yle sonuncu olmadık. Oyundan sonra kızlarla sohbet etmek için boş kilimlerden birine çöktük, hafta sonu için verdiğim ödevde akıllarına takılıp bulamadıkları birkaç şeyi bana sormaya başladılar. Hanbokumun gerçekten çok güzel olduğunu söylediler, gece boyunca bu yorumu çok fazla insandan almıştım ama hiçbiri öğrencilerimin yerini tutmuyordu. "Sizi ilk defa beyaz gömlek ve siyah pantolon dışında bir şeyle görüyorum, öğretmenim!"

          Bazılarının ailesi geldi, bazıları başka oyunlar oynamaya gitti ve küçük grubumuz en sonunda dağıldı. Telefonumu kontrol edip bana ulaşmaya çalışan biri olmuş mu diye baktım, sonra da derin bir nefes alıp ben adım atmaya karar verdim. Sonuçta Taehyung'un onu kıskanıp kendisine kırıldığımdan haberi bile yoktu. Arkadaşımın chuseok'unu kutlamak için karakolun olduğu bölgeye doğru yürümeye başladım.

          Yürüdüğüm sırada birkaç farklı etkinliğe daha denk geldim ama hiçbirinde durup izlemedim. Aslında çok şey kaçırdığımı ve bu fırsatın sonraki chuseok'a kadar kendini göstermeyeceğini biliyordum ama kızlar gidince bir anda çok yalnız hissetmiştim ve bir an önce arkadaşımın yanına varabilmek istiyordum. Meşgulse, benimle ilgilenemeyecek gibiyse de en azından görmüş olurdum. Karakola yüz metre falan kalmışken bir tezgahta durup Taehyung için atıştırmalık bir şeyler paketletmeye başladım.

          "Yarınki Görü için adınızı yazdırmayı unutmayın!" diye bağırıyordu biri, insanlar önünde sıra olmuştu. "Hangawi Dolunayı'nı kaçırmayın!"

          "Bu ne?" diye sordum karpuz dilimleyen tezgah sahibine. "Şu Görü?"

          "Kasabanın mudang'ı Hwang her sene chuseok'ta şanslı birkaç kişiye fal bakar." diye açıkladı işini yapmaya devam ederken. "Talep çok olduğu için kura çekerek yapıyor, fal baktırmak isteyenler şimdiden yazdırıyor ismini."

          Böyle şeylere pek de inanmazdım, elbette, çocukken ben de ayda bir tavşan olduğunu ve orada durup gerçekleştirmek için ondan bir şeyler dilememizi beklediğini sanıyordum. Büyüdükçe diğer her şey gibi Hangawi Dolunayı da büyüsünü kaybetmişti, hiçbir mudang aydaki tavşanla konuşup bana geleceğimi söyleyemezdi (tüm bu önyargımın kesinlikle nereye atanacağımı sormak için gittiğim falcının konudan sapıp bana güzel memeli bir kadınla evleneceğimi söylemesiyle alakası yoktu).

          "Öğretmen bey?" Karakoldaki bütün polisler mavi hanbok giymişti ve inanılmaz güzel bir atmosfer vardı, duvarları bile süslemişlerdi. Benimle konuşan polis memuruna döndüm, daha önce görmediğim ama belliydi ki beni tanıyan hoş bir kadındı. "Buyrun?"

          "Kim Taehyung'a gelmiştim." dedim gülümseyerek. "Chuseok kutlu olsun."

          "Teşekkür ederim, sizin de," diye karşılık verirken kaşları havalanmıştı, az da olsa şaşkın görünüyordu. "Ama amirim burada değil."

          Görevde falan olmalıydı herhalde, hiç de anlamazdım bu işlerden ama ben daha bir şey düşünüp bir karara varamadan memur konuşmaya devam etmişti: "Amirim chuseok izninde, perşembeye kadar gelmeyecek."

          Paketlettirdiğim atıştırmalıkları kadına verdim, o ne olduğunu anlamazken sakin bir sesle son kez kutladım chuseok'unu ve ayrıldım karakoldan. Diğer her yalnız, ihanete uğramış gibi hisseden, ağlamak isteyen ama sebebini bilmeyen insanın yapacağını yaptım sonra da.

          Falcının çekilişine adımı yazdırdım.

**

          Festivalin ikinci günü asıl dolunayın olduğu ve kutlamaların zirve yaptığı gündü, hiçbir bildirim bulunmayan telefonumun ekranına bakarken bugün gerçekten de dışarı çıkmak isteyip istemediğimi sorguluyordum. Yaralandığım günden beri antibiyotik ve kan yapıcı birkaç ilaç daha kullandığım için alkol tüketemiyordum, hoş, beraber alkol tüketebileceğim biri de yoktu. Hava kararana kadar perşembe günkü dersimin müfredatına çalıştım ve hiçbir şey yemedim, düzgün beslenmediğim için bedenimin yorgun düştüğünü ve iyileşmemin geciktiğini biliyordum ama gerçekten hiçbir şey yemek istemiyordum.

          Taehyung'un neden yalan söylediğini anlayamıyordum. İlk iki gün başka bir plan yaptığını söyleyebilirdi ama çalışacağım, demişti.

          Bu sefer yelpazemi unutmadım evden çıkarken, Taehyung'un benim için aldığı meyvelerden kalanları da poşetleyip kasaba merkezine giderken gördüğüm ilk çöp konteynerine fırlattım. Sahildeki onlarca restoranın neredeyse hepsi açıktı ama ben yine de Topal'a gittim, içki içemesem de Eunhye'yi görmek ve tanıdık bir yüze mutlu bir chuseok dilemek istiyordum.

          Topal Kahraman anıtının birkaç metre ilerisine dev bir çadır kurulmuştu, önündeyse dün ismimi yazdırdığım adam yine sıraya girmiş olan insanların adını çekilişe katmaya devam ediyordu. Görü etkinliğinin saat dokuzda başlayacağı söylenmişti dün akşam, o saate kadar tezgahların kurulduğu caddeye çıkmaya ve bu akşamki etkinlikleri izlemeye karar verdim.

          Saat sekiz gibi yaklaşık elli kişilik bir dans grubu geldi kasaba meydanına, herkes neler olacağından haberdarmış gibi kenara çekilip dans grubuna yer açmaya başlamıştı. İçlerinde benim de bulunduğum birçok turist ve kasaba yabancısı olup bitenlere sonradan ayak uydurdu, hepimiz heyecanlı bir şekilde olacakları beklemeye başladık. Bakışlarımı seyircilerin üzerinde gezdirdiğimde birçok öğrencimi ve geçen hafta benimle ilgilenen sağlık ocağı doktorunu görmüştüm, yanında annesi olabilecek yaşlarda bir kadın vardı.

          Geleneksel müziklerimiz çalmaya başladı önce, canlı değildi, okuldan getirilen hoparlörler kullanılmıştı. Üniversitedeyken halk danslarıyla ilgili bir toplulukta bulunmuştum, onun dışında kendim de modern danslarla ilgilenirdim, dansçıların bir kısmı geleneksel kıyafetlerle sokak sahnesine çıktığında bu yüzden ben de diğer herkes gibi, eğer daha fazla değildiysem, heyecanla alkışlamaya başladım. Yelpazemi kolumun altına sıkıştırmıştım.

          Bugün dışarı çıkarken çok mutsuzdum, modum düşüktü ve olurdu da falcının karşısına çıkarsam benim yüzüm ne zaman gülecek, diye sormayı planlıyordum. O kadar bezmiştim ki yara izime ayrıca bir sargı bezi bile yapıştırmamıştım. Neyse ki kızlarım terbiyeli çocuklardı da beni görünce öğretmenim, korkunç görünüyorsunuz, gibi yorumlar yapmamışlardı.

          Ama şimdi, yapılan her dansı yüzümde kocaman bir gülümsemeyle izliyor, içim içime sığmazken yerimde zıplayıp duruyordum. Ayı saldırılarının yaşandığı yere yakın yaşadığımı, Taehyung'la aramızda bazı sorunlar olduğunu, chuseok'u birlikte kutlayabileceğim kimse olmadığını aklımdan geçirmiyordum. Tek isteğim öne doğru bir adım atıp dansçılar için ayrılan alana dahil olmak ve aralarına karışıp hareket etmekti.

          Nitekim, taepyeongmu dansından sonra kendimi tutamadım. Erkek dansçılar geri çekilirken bir grup kadın dansçı yelpazeleriyle öne çıkıp çok iyi bildiğim o pozisyonu aldılar ve şarkı değişti; buchaechum oynanmaya başladı. Bir süre dayandım, kalabalıkta benim gibi yelpazesi olan birkaç kişi de öne çıkıp dansçılara katılınca ve kalabalık coşkusunu bastıramayıp naralar atmaya başlayınca ben de resmen sıçrayarak kadınların arasına karıştım.

          Kadınların fuşya giysilerinin yanında erkek oluşum dikkat çekmeyecek olsa bile hanbokumun siyah rengi ve altın detaylarıyla göze battığını biliyordum. Kadın dansı kabul edilen bir şeyi bu kadar iyi, esnek ve kıvrak bir şekilde sergileyip içine modern dokunuşlar kattığım için yine ibne olarak anılacağımı da biliyordum. Ama kendimi tutamadım. Hayatımda hiçbir şey yolunda gitmiyordu zaten, bu sırada dans etsem daha da kötüye gidemezdi herhalde.

          Yabancılar beni görünce coştu, öğrencilerim şok olmuş ifadeleri atlatıp oldukları yerde benim hareketlerimi kopyalamaya çalıştı. Kadın dansçılar beni aralarına kabul etmiş ve koreografilerini bozmadan benim etrafımda dolanmaya başlamışlardı, yalancı sahnemiz buram buram profesyonellik kokuyordu. Şarkının bitmek üzere olduğunun bilinciyle son notada yelpazemi havaya savurdum ve kalabalıktan öyle coşkulu bir çığlık yükseldi ki gök gürledi sandım. Dansçılar da beni alkışlıyordu, ben de onları alkışlayıp defalarca eğildim teşekkür etmek için, gülerek kenara geçtim yeniden. Yelpazemi gerçek amacına uygun kullanıp terimi soğutmaya çalıştım.

          Topal Kahraman'ın yanında kurulan çadırın oraya gitmeden önce dün yemeye fırsat bulamadığım ballı kestaneli songpyeon'dan aldım bir tane, diğer herkes gibi oraya akın ederken de ağzıma tıktım. Mudang çadırın önünde, kendi ritüel dansını yapıyordu, Görü henüz başlamamıştı.

          Kasabanın kendi nüfusu, herkes katılmamış olsa da, yedi bin kişiydi, bunun üstüne bir de turistleri katınca çekilişteki insan sayısı korkunç bir hal alıyordu ve benim çıkma ihtimalim çok ama çok düşüktü. Yine de, bir umut, kalabalığın içinde zor da olsa önlere gitmeye çalıştım. Adım okunursa hemen hareket edebilmek ve arkada kalıp da hakkımı kaybetmemek istiyordum.

          Kendime uygun olduğunu düşündüğüm bir yer buldum ve hanbokumun cebinden dün adımı yazdırdıktan sonra bana verilen kağıdı çıkardım. Çekiliş numaram iki yüz yediydi. Numara vermeleri bu etkinliğin ne kadar da profesyonel olduğunu gösteriyordu zira Park Jimin diye anons edilen bir ismin ardından çadıra en az on kişinin girmeye çalışacağına emindim. Komik olmadığı halde güldüm kendi kendime. En azından hala eğlenecek bir şeyler bulabiliyordum, mudang'ın saçmalayacağını bile bile.

          İlk dört kişiden biri değildim, çadıra giren de bir türlü çıkmak bilmediği için kalabalıkta istemsiz bir gerginlik oluşmuş, insanlar birbirini itelemeye başlamıştı. Altıncı kişiden sonra sayımız gittikçe azalmaya başladı, umudunu kaybedenler sahili terk ediyordu. Aslında benim de gitmem lazımdı çünkü telefonuma baktığımda saatin gece yarısına yaklaştığını görmüştüm. Tezgahlar yarım saat içinde boşalmaya başlayacak, insanlar festivale yarın devam etmek üzere evlerine çekilecekti. Turistler çoktan kiraladıkları pansiyon odalarına dönmeye başlamıştı.

          Altıncı şanslı kişi çadırdan suratında kocaman bir gülümsemeyle çıktı, "Baba oluyorum!" diye bağırdı coşkuyla. Dışlanmamak için ben de diğer herkes gibi alkışladım ama bunu öğrenmek için fal baktırmaya gerçekten de gerek olup olmadığını sorguluyordum gülerek.

          "İki yüz yedi!"

          Bir an idrak edemedim, birçok kişi hayal kırıklığı dolu sesler çıkarmıştı. Kura kazananını anons eden adam numarayı tekrarlayınca "Ben! Ben!" diye öne atıldım. Neyse ki insanlar bana yol verip çadıra doğru ilerlememe izin verdi. Numaramın yazdığı kağıdı adama verip mudang'ın beni beklediği çadıra girdim eğilerek.

          İçeri girip doğrulduğumda etraftaki her şey bir anda dikkatimi çekip başımı döndürmüştü. Hayvan derileri, iskelet ve ayrılmış kemikleri, yanan mum ve tütsüler... Kendimi sorguladım bir saniye için, geriye doğru bir adım atıp gerçekten burada olmam gerekiyor mu diye sordum kendi kendime.

          "Gel yavrum," dedi falıma bakacak olan kadın, mudang. "Korkun yersiz."

          Yutkunup söylediği gibi ona doğru gittim ve önünde oturduğu sehpanın diğer ucuna oturdum. "İç bunu," diyerek bana bir bardak uzattı. Makine işi olmadığı belli oluyordu, hayatımda gördüğüm en çirkin şeydi çünkü. "Alkol tüketemiyorum, ilaç kullanıyorum." diye belirttim ne olur ne olmaz diye.

          "İçinde alkol yok." diye güvence verdi. Ben bardakla bakışıp dudaklarımı yalarken de ayaklandı, elinde tuttuğu şeyi büyük bir mumun üzerinde serbest bıraktı. Kolye benzeri bir mücevherdi bu, zinciri kadının yumruğunun içinde duruyorken taşı ateşte yanıyordu. Çıktık bir yola, diye düşünerek bardaktakini tek seferde diktim kafaya.

          Tadı yoktu.

          Ki suyun tadını bile alıp hangi bölgeden geldiğini ayırt edebilen biri olarak söylüyorum bunu, içtiğim şeyin tadı yoktu. Çok garipti. Başım dönmeye başladı, göz kapaklarım ağırlaşıyordu. "Sakin ol, baş dönmesi hemen geçecek." dedi neyle savaştığımı biliyormuş gibi.

          Taşın yeterince yandığından emin olunca arkama geçip kolye benzeri takıyı başıma bağladı. Mum ateşinde ısınan taşın cildimi yakmasını bekledim ama iki kaşımın arasına yerleştiğinde cildimde hissettiğim tek şey soğukluk oldu. Taş buz gibiydi.

          Mudang eski yerini alıp önündeki kağıda doğru eğildi, elinde bir kalem vardı. "Adın?"

          "Park Jimin." Sesim boğuk duyuluyordu, neredeyse bana ait değil gibiydi. Daha da garip olan şeyse, yaşadığım tüm bu deneyime rağmen kalbimde bir damla korku olmamasıydı. Gerçekten meraklanmış, neler olacağını öğrenmek için can atmaya başlamıştım. Doğum tarihimi ve babamın adını sordu sonra, bir an ne diyeceğimi bilemedim çünkü babamın adını söylemem ben doğduğumdan beri yasaktı bana. Babamın soyadının farklı olduğunu duyunca mudang başını kaldırmadan boyalı kirpiklerinin altından bana baktı. Sonra da bütün hayat hikayemi çözmüş gibi "Kimseye söylemeyeceğim." dedi.

          Ve ben korkmaya başladım. Çünkü gerçekten de kimseye söylememesi gerekiyordu ve bunu, ben daha rica etmeden onaylamıştı.

          Bilgilerimi yazdığı kağıdı suyla dolu, yine el yapımı, çirkin bir kaseye attı. Aynı kaseye adını bilmediğim yabani otlar ve tozlar da eklemişti; su fokurdamaya başlayınca dudaklarımın arasından bir şaşkınlık nidasının kaçmasına engel olamadım.

          "Yüce Dalnim," dedi korku dolu bir sesle. Kaseden ayrılan bakışlarım onu buldu ama o hala fokurdayan karışıma bakıyordu, gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. "Park Jimin," diye fısıldadı. "Kaçıncı hayatındasın sen?"

          "Umarım sonuncudur," diye bir espri yapmaya ve korkutucu atmosferi dağıtmaya çalıştım ama kurduğum cümle bittiği an çadırdaki bütün mumların ateşi yukarı yükseldi. Mudang'la aynı anda çığlık attık. Çadırın giriş kısmından meraklı bir baş uzandı, "Çık dışarı!" diye bağırdı mudang. "Ne duyarsan duy bir daha sakın gelme!"

          Sonra yine bana döndü. "Alnındaki taşa dokunur musun?" diye rica etti.

          Sol elimi kaldırıp taşı cildime bastırdım, dokunduğu yerden beynime bir ok saplandı sanki. Karşımdaki manzara değişti, gündüz vakti, önü açık bir arsadaydım. Esen rüzgarı hissediyordum. Korkuyla bağırmaya, etrafımda dönüp neler olduğunu anlamaya çalıştım. "Sakin ol," diyen bir kadın sesi yayıldı gökyüzünden. "İksir etkisini gösteriyor, sakin ol. Güvendesin."

          "Çıkar beni buradan!" diye yalvardım korkuyla.

          "Ne gördüğünü anlat bana," dedi gökyüzünden gelen ses. Yutkunup kollarımı etrafıma sardım ve araziyi incelemeye başladım ama ne bir ağaç vardı ne de-

          Kırmızı.

          Ayaklarımın altındaki otlar kırmızıydı. Kan kırmızısı. Yere eğilip ellerimi sürttüm, bitkilerin kendi rengi değildi bu. Gerçekten de kandı, burada kan akmıştı.

          "Kan," diye mırıldandım, gökyüzünün beni duyabildiğini biliyordum.

          "Kimin kanı?"

          Korkudan kalbim duracaktı. Kalbim duracaktı, çünkü ben bunun cevabını biliyordum. "Katlettiğim insanların."

          Arazi bir anda kayboldu, gözlerimin önünde yine belirdi mudang ama bu sefer sehpanın diğer ucunda oturmuyordu. Dizlerinin üzerinde yükselip sehpanın üstünden uzanarak başımdaki takıyı koparıp çekmişti. "Park Jimin," diye fısıldadı. Nefes nefese, kalbim göğsümün duvarlarını döverken devam etmesini bekledim. Kilometrelerce koşmuş, dayak yemiş, yüksek katlı bir binadan düşmüş, atların altında çiğnenmiş gibi hissediyordu bedenim; bunların hepsini aynı anda hissediyor ve hepsinin sebep olduğu ağrı ve acılara aynı anda ev sahipliği yapıyordu. Başım dönüyordu.

          Kadının yüzü üzgün, acı dolu bir ifadeye büründü. Gözleri bir an için bembeyaz oldu, irisleri geri geldiğinde alt kirpik çizgisinde yaşlar birikmeye başlamıştı. "Majesteleri."

          Taş alnımda olmasa da, az önce olduğu yerden başka bir şey saplandı sanki kafama. Gerçekten de sivri bir şeyin kafatasımı delip beynime saplandığına yemin edebilirdim. Öyle bir acı, öyle bir çaresizlikti hissettiğim. Aşkım.

          Gözlerimi kırpıştırdım. Majesteleri. "Ne oluyor?" Yeni bir ok. Doktor bey. Ağrı kulağımın üstünde. Hain. Bir ok daha. Öğretmenim. Yine. Günahkar.

          "Kaçıncı hayatın?" diye sordu mudang yeniden.

          Jimin-ah. "Durdur şunu!" diye bağırdım başımı ellerimin arasına alırken. Zehirli oklar parmaklarımın üzerinden saplanmaya devam etti beynime. Hırsız. Öğretmen bey. Komutanım. Katil! "Öleceğim, durdur!"

          Yüzüme çarpan suyla sesler sustu, okları atan her kimdiyse silahı tükenmiş olmalıydı ama kafama saplananlar hala oldukları yerde duruyor, beynimin kafatasımın içinde bir kalp gibi atmasına sebep oluyordu. Başım taşıyamayacağım kadar ağırlaşmıştı. Gözlerimi zorlukla açık tutabiliyordum.

          Mudang karşımda hareketsiz duruyor, onun bu ifadesizliğiniyse yanaklarına hiç durmadan düşen gözyaşları bozuyordu. "Bu ne acı," diye mırıldandı. "Bu ne... aşk!"

          "Gitmek istiyorum." dedim ayaklanmaya çalışarak.

          "Majesteleri, bekleyin-"

          "Ne dedin sen!" diye kükreyerek üstüne davrandım ama beynim sarsılıp olduğum yerde sallanmama yol açtı. Öne eğilip dizlerime tutundum. "Lütfen geri dön yerine," diyerek beni yakaladı ve kalktığım yere oturmama yardımcı olmaya çalıştı. "Seans bitmeden gidersen arada kalabilirsin."

          Söylediğini yapıp oturdum yine, bedenim çok ağır bir yük gibi yere yapıştı. Gitmek istiyordum ama bu halde eve kadar yürüyemezdim, okların saplandığı yerler kanıyor olmalıydı, kan kaybından ölecektim. "Doktor çağır." diye yalvardım.

          "Sorun yok, zarar görmedin." diye teselli etti yumuşak bir sesle.

          "Öğretmenim ben, kraliyetten değilim."

          Dizleri dizlerime değecek şekilde oturdu önüme, başımı tutan ellerimden birini alıp avcum yukarı bakacak şekilde çevirdi. Sonra da sehpadan aldığı bir sopayı o kadar sert bir şekilde geçirdi ki elime gözlerimin arkasında şimşekler çaktı acıdan, en az sekiz kemiğimin kırıldığını hissettim.

          Ama sesim çıkmadı.

          Sopanın değdiği yer bembeyaz olmuştu, sonraki saniyelerde kan çekildiği yerlere yeniden dolmaya, mudang da oluşan şekilleri okumaya başladı. "Sadece öğretmen olarak üçüncü hayatın bu." Çok üzgün duyuluyordu sesi. "Hepsi de yarım kalmış."

          "Bitir seansı..." dedim zorlukla, kekeleyerek.

          "Önceki hayatlarından insanlar hayatına girmeye başlamış." diye devam etti talebimi umursamadan. "Beklediğin kişi de aralarında."

          "Başım acıyor... Başım kanıyor..."

          "Hayır, hiçbir şey yok," dedi, konuşurken bana değil elime bakıyordu, belliydi ki oluşan şekillerden hiçbirini kaçırmak istemiyordu. "Neredeyse iki bin yıllık bir aşk..."

          Hıçkırarak ağlamaya başladım. Neyin sebep olduğunu bilmiyordum, kaynağını biliyordum sadece. Kalbim. Başımdaki oklar değil, kalbimdeki hançer. Çok acıyordu, göğsümün içi özlemle kavruluyor, dudaklarım öpülme isteğiyle sızlıyor, belimin iki yanı iki büyük avcun yokluğunda ateşle dağlanıyordu sanki. Mahvoluyordum. Yanıyor, kül oluyor, yine kavrulmak için o küllerin içinden bir daha yükseliyordum.

          Birini çok özlüyordum.

          "Üstünde karma yok." dedi şaşkınlıkla, hıçkırıklarımı umursamadan. "Borçlarını fazlasıyla ödemişsin. Gördüğün o kan, katlettiğin insanlar, o kan-"

          "Bırak beni!" Dayanamayıp kurtuldum tutuşundan, kafam yere düşecek gibi olduysa da ayağa kalktım ve mudang'ın söylediği diğer şeyleri umursamadan çıktım çadırdan. Sahildeki aydınlatmalar gözlerimi kamaştırıp yüzümü avuçlamama sebep oldu, meraklı insanları umursamadan kalabalığın içinden geçip gitmeye çalıştım. Neler olup bittiğini, mudang'ın ne dediğini, falımın kötü çıkıp çıkmadığını sordular. Kulaklarımı kapatıp hızla yürümeye devam ettim. Geldiğim günden beri olaysız bir günüm geçmemişti şu kasabada, oluşacak olan yeni dedikoduları umursamadım, tek isteğim o an için hayatta kalmaktı. Acıdan ölecektim. Yüzüm kasılmış, alt dudağım dişlerimin arasına sıkışmış, kollarım göğsüme vücudumsa öne doğru katlanmıştı. Yürümeyi bırakın o an için ayakta durabilmem bile bir mucizeydi.

          Duyduğum tüm o isimler, sıfatlar, önceki hayatlarımdan mıydı? Hem birinin aşkı, hem de vatan haini mi olmuştum önceki hayatlarımda? O zaman nasıl olurdu da üzerimde karma olmazdı? Tüm bu fal ve görü doğruyduysa, akıttığım kana kendi gözlerimle şahit olmuştum.

          Sahilin en boş kısmına kadar yürüdüm, esen rüzgarın cildimde yarattığı dokunuşla hayatta kaldığımı hissetmeye çalıştım çünkü her an başımdaki oklar yüzünden kendimi kaybedip yine o arazide, ya da başka bir yerde belirmekten korkuyordum. Lanet cadı, kesin içirdiği o şeyde aklımı yerinden edecek bir uyuşturucu vardı. Mesleğimi kaybedip ülkemden sürüleceğim diye, daha da şiddetli ağlamaya başladım.

          Aşkım. Arkadaşım. Majesteleri. Katil. Hain. Doktor. Öğretmen. Hırsız.

          Birine çarptım, hem de o kadar şiddetli çarptım ki bedenim geriye savruldu. Yere bir yetmiş dört uzandım sırt üstü, başım sahilin irili ufaklı taşlarla dolu kumuna gömüldü, gözlerimi ölüyorum korkusuyla sımsıkı yummuştum ama hala hayatta, hala acı içinde, hala yüzlerce ok taşıyan bir hedef tahtasıydım.

          "Yüce Dalnim, iyi misiniz?" diye sordu kalın ve endişeli bir ses. Dalnim dediğini duyunca mudang'ın adamlarından biri olduğunu sanıp korkuyla açtım gözlerimi. Kendisine çarptığım adam üzerime eğilmişti. Gri renk saçları, yakışıklı bir yüzü vardı. Cildi tertemizdi ve parlıyordu, hayal görmediğime emin olsam ay ışığını kendi cildinden yansıttığını söylerdim. Gözleri büyük ihtimalle üstüme eğildiği için olduğundan daha siyah ve karanlık görünüyordu. Benim gibi o da siyah bir hanbok giymişti.

          Sorusuna bir cevap vermediğimde iyice panik oldu. "Beni duyuyor musunuz? Söylediklerimi anlayabiliyor musunuz?"

          "Başım..." diye soludum zorlukla, kekeleyerek. "Başımı taşıyamıyorum."

          "Sizi eve bırakacağım." Bedenimi kucaklamak için yere çöktüğünde gökyüzüyle aramdan çekilmişti, bakışlarım dolunayın üzerine düştü. Ya da, daha korkunç ama gerçek bir şekilde ifade etmem gerekirse, dolunayın bakışları benim üzerime düştü. Işığının altında çırılçıplak, savunmasız hissettim. Sonra da son bir ok saplandı kafama, son bir isim duydum.

          Baba.

          "Aaaaahhhh!" Boğazım yırtılırcasına çığlık atmaya başladım, beni yerden kaldırmaya çalışan adam korkarak geri çekildi. "Başım! Başım acıyor! Aaahh!"

          "Namjoon? Ne olu-" Yeni bir adam geldi yanımıza, nasıl biri olduğuna dikkat bile edemedim çünkü gözyaşlarımdan önümü göremiyordum. Patlamak üzere olan başıma vurmaya başladım, gri saçlı adam ellerimi yakalayıp kendime zarar vermeme engel olmaya çalıştı ama ben kendime zarar vermiyordum, ben kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Gözlerimi sımsıkı yummuştum, tüm bu acının ortasında alnımda sıcacık bir şey hissettim.

          Kan.

          Yaram açılmıştı. Nasıl olmuştu bilmiyordum ama açılmıştı ve yavaş yavaş kanıyordu. "Namjoon, hayır." dedi biri. Sonra bir hırlama duydum, beni tutan eller kayboldu.

          O sahilde sabaha kadar, acıdan yanıp kül olurken ağladım hıçkırarak. Cenin pozisyonunda, başım iki elimin arasında, "Durdurun şunu." diye sayıkladım. "Yalvarırım. Çok acıyor!"

          Ben ağlamaktan yorgun düşüp uyuyakalana kadar saçlarımda gezinen bir el, her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir ses kaldı yanıbaşımda.

          "Korkma," diye fısıldadı. "Yalnız değilsin."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro

Tags: #yoonmin