2; resurrection
merhabalaaar, önceki bölüme not düşmeyi unutmuşum ama kore'de öyle olmadığı halde fikte okullar eylülde açılıyor çünkü böylesi işime geldi fdjgfkgsk iyi okumalar, mika out<33
______________
geçmiş
Odasının kapısı çalındığında sıkkınca iç geçirmişti, tek yapmak istediği karanlık gökyüzüne bakarak sabaha kadar ağlamaktı çünkü. Yine bir iş çıkmıştı şimdi. "Gir." dedi ama izin vermekten çok küfrediyordu sanki. Masasının üzerindeki bir defteri alıp aslında onu inceliyormuş gibi yapmaya başladı.
"General," diye, önüne eğilmiş bir halde girdi muhafız odasına. Tüm vücudu titriyordu, bu hali Yoongi'nin kaşlarının çatılmasına yol açmıştı. "Ne oldu?" diye sordu.
"Prenses," dedi muhafız. "Prenses Jiyoon kayıp."
Üstünü değiştirdikten sonra saçlarını açmıştı, hali odasından ayrılmaya kesinlikle müsait değildi ama kınındaki kılıcını ve pelerinini alırken ikinci defa düşünmemişti, odadan fırlayıp herkesin konuyla ilgili konuşmak üzere toplandığını bildiği meclis odasına koştu. Haber verenle birlikte kendi odasını da gözetleyen muhafızlar ardından koşuyor, ona yetişmeye çalışıyordu. Meclisin kapıları açıldı önünde, sarı saçları siyah pelerinin üzerine dökülürken hışımla girdi içeri. Jimin'in tahtında oturan Kraliçe Kyungjin dışında herkesin başı ona döndü, odadaki kadınlar generalin giysilerini görünce utanarak eğdiler başlarını.
"Ne oldu?" diye sordu general, haberleri duyduğundan beri tuttuğu nefesini bırakarak.
Babası Min Sanggi de odadaydı, Yoongi'nin kraliçesine reveransta bulunmadığını fark ederken kocaman açtığı gözleriyle oğluna bakıyordu ama Kyungjin zaten Yoongi'ye bakmadığı için fark etmemişti. Genç kadın dirseğini tahtın kenarına, öne eğdiği başınıysa avuç içine yaslamıştı. "Odasında yok." dedi çatlayan sesiyle. "Saray hala aranıyor."
"Ne zaman fark edildi?"
Odada başka birisi "Bir saati geçti." diye yanıtladı Yoongi'nin sorusunu.
Sonraki saniye, Kyungjin dışında herkes, generalin "Bana şimdi mi haber veriliyor?!" diye kükreyen sesiyle yere çöktü. Kyungjin kirpiklerinin altından ona bakmakla yetinmişti. "Erler, benimle bahçeye çıkın. Hemen!"
Yoongi'nin emriyle odadaki bütün genç erkekler meclisten dışarı fırladı, saray aranırken onlar da bir yandan sarayın belki de altı katı büyüklüğündeki bahçeyi arayacaklardı. Yeniay olduğu için karanlık olan gökyüzünün altında.
"General."
Yoongi de meclisi terk etmeden önce kraliçe seslenmiş, genç adamın hiç istemediği halde durmasına sebep olmuştu. "Yaklaş." diye devam etti Kyungjin.
Kılıcının kınını tutan parmakları kasıldı, dışarı çıkıp bir an önce kızını bulmak ve güvenliğinden emin olmak istiyordu. Bunun yerine emre karşı gelmedi ve arkasına dönüp kraliçenin oturduğu tahta doğru yürümeye başladı. Bir metre ötesinde, dizlerinin üzerine çöktü. "Prensesin başına bir şey gelmişse," diye başladı Kyungjin konuşmaya. "Majesteleri Barışören Jimin seni de, beni de kılıçtan geçirir."
"Biliyorum." dedi yere bakarak.
Kraliçe öne doğru eğildi, Yoongi'nin çenesini sıkıca kavrayıp başını kalkmaya zorlamış, bakışlarını birleştirmişti. Kaşlarını kaldırdı, onun o hasta bakışlarında gördü general aslında hakkında endişelendiği şeyin prensesin sağlığı değil de kendi canı olduğunu. "Ölümüm Jimin'in elinden olmayacak." diye fısıldadı kraliçe. "Bundan emin olacaksın, general."
"Ölümünüz majesteleri kralımızın elinden olur mu, olmaz mı, ben bunu bilemem, kraliçem." En az karşısındaki kadın kadar hastalıklı bir halde gülümsedi Yoongi. "Ama prenses, uğruna ölünmesini hak ediyor. Öyle değil mi?"
**
günümüz
"İyi günler," diyerek zaten açık olan kapıdan içeriye uzattım başımı. Odanın perdeyle kaplı köşesiden birisi "Geliyorum!" diye seslendi, yaşlı bir adamın sesiydi bu. Birkaç saniye sonra perdeyi açarak asıl alana gelmiş, başını eğerek selam vermişti. "Buyrun?"
"Ütü yaptıracaktım da," dedim elimdeki kıyafet poşetini havaya kaldırarak. "Ne zamana yaptırabilirim?"
"Acil mi?" diye sordu terzi. "Şu an ilgilenmem gereken onlarca hanbok var. Kaç parça?"
"Bir pantolon, üç gömlek." diye yanıtlarken kendimi tutamayıp öksürdüm, göğsüme ve sırtıma son birkaç gündür olduğu gibi korkunç bir ağrı yayıldı. Yerde yattığım için çok kötü üşütmüştüm. "İki gün sonra işbaşı yapıyorum da."
"Tamam," dedi yaşlı adam, sanırım sancılı öksürüklerime üzülmüştü. "Yarın akşam gel al." Masasına ilerleyip sayfaları yazılmaktan kabarmış bir defteri açtı, ismimi sordu. "Park Jimin." diye tekrarladı söylediğimi yazarken. "Bir pantolon, üç gömlek."
Giysi poşetimi orada bırakıp güneşin ısısından yararlanmak için sahile çıktım ve bahçeli bir kafeye oturdum. Aslında kurt gibi acıkmıştım ama hızlı yemek yemeyi sevmezdim, oturup tadını çıkaranlardandım; yaklaşık bir saat sonra da veli toplantım olduğu için yalnızca filtre kahveyle ballı pirinç keki sipariş ettim. Güneş bedenimi ısıtırken gözlerimi yumup başımı geriye attım. Evde geceleri o kadar üşüyordum ki...
Siparişim geldiğinde başımı kaldırıp teşekkür ettim, garson genç saçlarımın çok güzel durduğunu söyleyince de gülümsedim; yeni boyandığı için normalden parlak görünüyordu. Garson masamdan ayrılınca bakışlarımız karşı masamda oturan kız çocuğuyla kesişti, panik olup hemen başını çevirmiş ve ailesinin ettiği muhabbete dahil olmuştu. Kendi kendime gülüp kahvemden bir yudum aldım.
Veli toplantısı beklediğimden çok ama çok daha iyi geçti, normal şartlarda tarzım yüzünden beni yargılayacağını bildiğim insanlar sırf öğretmen olduğum için bile bana saygı duymak zorunda kalıyordu ve ben buna bayılmıştım; kendimi kötü bile hissetmiyordum. Zaten okul bahçesine girdiğim an tüm karakterim değişiyor ve hayatım boyunca aldığım tek gerçek iltifat kulaklarımda çınlıyordu: otorite sana yakışıyor, Jimin-ah.
Kim Taehyung da okuldaydı, iki sınıfımın toplantısını aynı anda yaptığım için onu o kalabalıkta zor fark etmiştim, en arkada oturuyordu. Onun kızına da öğretmenlik yapacaktım, yine de toplantı boyunca çıt çıkarmadı. Öğrencilerden beklentilerimi anlattım, diğer velilerden söz alıp konuşanlar olsa da genç polis amiri bir şey söylemedi. Dönem boyunca iki okul gezisi yapacağımı söyledim, diğer veliler endişe ve taleplerini dile getirirken Kim Taehyung ne onayladı ne de karşı çıktı. Sadece dinledi. En son gördüğünde sarı olan, şimdi de hangi sebeple boyattığımı tahmin ettiği siyah saçlarıma bakıp burukça gülümsedi yalnızca.
Toplantıdan sonra, elimden geldiğince güneşte yürüyerek eve gittim, öksürüklerimin şiddetleneceğini hesaba katmadan duşa girdim. Neyse ki saç kurutma makinem vardı. Rahat ve sıcak tutan giysiler giyinip hem guruldamaktan yorgun düşen midemi susturmak hem de kendimi ödüllendirmek adına Topal Kahraman'a gittim. Evime uzak kalıyordu ama orada çalışan kadını sevmiştim ve medeni insan iletişimine ihtiyaç duyuyordum.
Hava karardıktan sonra Gampo'da rüzgar şiddetleniyordu, eylülde böyleyse kışın nasıl olacaktı düşünmek bile istemiyordum. Bir an önce başka bir eve çıkamayacağımı ve lojmandaki dairemi döşemem gerektiğini kabul etmeye çalıştım yürüdüğüm süre boyunca. Sahile indiğim an kasaba biraz daha hayat bulmuş, artık öğretmen olduğumun bilincinde olan yerliler bana selam verip gülümsememi sağlamıştı. Her gülüşüm öksürüğümle kesiliyordu ama önemli değildi, ruhsal açıdan çok daha iyi hissediyordum.
"Jimin-ssi, hoş geldin," dedi başka bir masaya siparişlerini götüren mekan sahibi kadın. "Hemen geliyorum, sen geç canım."
Adımı hatırlaması beni mutlu ederken boş bir masaya geçtim, cüzdanımı masaya bırakıp telefonumu kontrol ettim. Hiçbir mesaj veya cevapsız arama olmamasının beni mutlu edeceğini sanmıştım, gerçekten, Seul'de çok arkadaşım, çok tanıdığım vardı ama aramalar ve mesajlar asla samimi olmazdı, kimsenin hayatında istediğim yeri edinemezdim. Bu yüzden daha temiz ve gerçek bir başlangıç yapmanın beni rahatlatıp mutlu edeceğini düşünüyordum.
Ama bir haftalık yalnızlık çoktan canıma tak etmişti. Yalan olsa da etrafımda insan olmasını özlemiştim sanki. Birinin hadi içmeye gidelim, diye mesaj atmasını; birinin arayıp borç para istemesini; bilmiyorum, çok çok uzaktan tanıdığım birinin arayıp kendisi için ücretsiz çeviri yapmamı istemesini özlemiştim resmen.
Kadın yanıma geldiğinde adını öğrendim, saçlarımın yeni rengine iltifat edip bana çok yakıştığını söyledikten sonra siparişlerimi aldı. O geri gelene kadar telefonumun ekranını kilitleyip bakışlarımı bardaki televizyona çevirdim, Seul'deki barlardan en büyük farkı bu olmalıydı, ekranda adını bile bilmediğim bir dizi oynuyordu.
Kim Taehyung masama geldi.
İçeri girdiğini bile fark etmemiştim, ceketini çıkarırken "Oturabilir miyim?" diye sormuş ve şaşkınlığımı bir kenara bırakıp başımı salladığımda da gülüp hemen karşımdaki sandalyeye oturmuştu. Omzunun üzerinden televizyona baktı, ekranda gördüğü şey hoşuna gitmemiş olmalı ki bana geri döndüğünde yüzü buruşmuştu. "Önümüzdeki ay Gong Yoo'nun dizisi başlıyor." dedi. "Ben onu bekliyorum."
"Peki?"
"Eunhye!" Beni yine boş verip adını yeni öğrendiğim kadına seslenmişti. "Kimbap var mı?"
Taehyung ve Eunhye birbirleriyle bağırarak konuşup karşımdaki adamın siparişine karar verirken barda olup da bu durumu şaşkınlıkla sindiren tek kişi bendim. Ufak bir yer olduğu için herkesin birbirini böyle tanıması normaldi, herhalde?
"Sana nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum." diyerek bana döndü bir anda.
Son sekiz dakikadır Eunhye'yle bağrıştığı için bir an benimle sakince konuştuğunda afalladım, koca gözleri dikkatle beni izliyordu. "İlk tanıştığımızda ben görevini yapan bir polistim." diye devam etti, sesi yumuşacıktı. "İkinci karşılaşmamızda da sen görevini yapan bir öğretmendin."
Sıradan bir öğretmen değildim, veli toplantıma geldiğine göre kızının öğretmeniydim ve Kore'de insanlar çocuklarının öğretmenleriyle bu kadar... içli dışlı(?) olmazdı. "Arkadaş olmamız gerekiyormuş gibi hissediyorum." dedi Taehyung.
Keşke başka bir şey dileseymişim diye düşünmedim bile, ona nasıl baktım bilmiyorum ama aynı fikirde olduğumu anlayıp yavaşça gülümsemişti. Avrupalıymışız gibi uzattı elini masanın üzerinden, "Kim Taehyung." diyerek tanıttı kendini.
"Park Jimin." Siparişlerimiz gelince konuşmamız bir an bölündü, Eunhye'ye teşekkür edip içkilerimizi doldurmaya yeltendim o sırada. "Sana garip gelmiyorum, değil mi?" diye sordu Taehyung.
"Nasıl yani?"
"Seul'de böyle değildir herhalde, değil mi?" diye sordu bu sefer. "Yani kimse sana gelip arkadaş olmamız lazım, demiyordur?"
"Ah, hayır," Güldüm, öksürüklerim nüksedince içki şişesini bırakıp yüzümü gizledim hemen, Taehyung biraz şaşkın biraz da endişeli bakıyordu şimdi. "Üzgünüm." Boğazım yumuşasın diye bir yudum alıp konuşmaya devam ettim, içkiyi bu kadar rahat içmeme şaşırdı bu sefer de. "Seul'de hiç böyle bir şeye rastlamadım, hayır. Ama garip gelmiyorsun bana." En sonunda onun da bardağını doldurup önüne koydum. "Kasabaya geldiğimden beri yalnızım, bir arkadaş bana çok iyi gelir."
"Hasta mısın?" diye sordu dediğimi umursamadan. Bu konuda garip gelmişti işte, bir anda bir konudan tutkulu bir şekilde bahsederken sonraki saniye başka bir konu hakkında böylesine meraklı olması yani. "Soğuk kaptım, önemli bir şey değil." dedim sadece, yerde yattığımı söylemeye utanmıştım.
"En baştan başlasana." dedi bu sefer. Yine değişmişti konu. "Seul'den geldiğini farz ettim ama aslında nereden geldiğini bilmiyorum."
Yemeği uzatarak, yavaş yavaş yemeyi sevdiğim için bu sorularından rahatsızlık duymuyordum. Ben anlatırken Taehyung da ara sıra yiyor ama çoğu zaman ilgisini üzerimde tutuyordu. O kocaman gözleri anlattığım her şeyi anında emiyor, beni garip bir şekilde rahatsız etmediği halde biliyordum ki analiz ediyordu. İç dünyamla ya da Seul'de kendimi bir yalanın içinde yaşıyormuş gibi hissetmemle ilgili bir şey anlatmamıştım zaten; bilmesinden rahatsızlık duymayacağım şeyleri anlattım hep.
"Zor olmalı o zaman senin için," diye yorum yaptı. "Seul'de o kadar sosyalken burada yalnız kalmış olmak yani."
"Evet, o yüzden arkadaş olmak istemene mutlu oldum." diye karşılık verdim.
"O gün olanlar için çok üzgünüm." dedi. "Elimden hiçbir şey gelmedi-"
"O konu geçti," diyerek salladım elimi havada, gerçekten de konuşmak istemiyordum. Hareketleri samimi geldiği halde gerçek kimliğimi de ortaya dökmek istemiyordum, bu yüzden kesmiştim lafını.
Taehyung anlatmaya başladı bu sefer. Askerliğini Gyeongju'da yapmış, chuseok için izne çıktığı bir gün de Gampo'ya gelip kasabanın ruhuna aşık olmuş. Bu konuda onunla hemfikirdim, buradaki bütün insanlar çok iyi diyemezdim ama kasabayla ilgili insanı kendine çeken bir şey vardı, ben de Silla'yla ilgili geçmişi yüzünden tercih etmiştim zaten. "Burada chuseok festivali hala binlerce yıl önceki gibi." dedi yüzünde kocaman bir gülümsemeyle. "Krallar ve kraliçeler için ayinler yapılır, kasabanın doğusundan batısına tezgahlar kurulur ve geleneksel ürünler satılır."
"Chuseok'a on gün var," dedim düşünceli bir şekilde. "Merak ettim şimdi."
"Hanbok'un var mı?" diye sordu içmek üzere eline aldığı bardağı bir anda masaya bırakarak, panik içinde. Kaşlarımı çattım. "Yoo?"
"Hanbok almak zorundasın," dedi. "Yediden yetmişe herkes chuseok boyunca hanbok giyer burada."
"Gerçekten de gelenekselmiş." diyerek güldüm, öksürüğüm araya girdi, Taehyung yine endişelendi ama yorum yapmadı. Söylediğim şeyde herhangi bir alay havası yoktu, ben zaten geçmişi bu kadar sevdiğim için tarih öğretmeni olmuştum. Hayatımda ilk defa chuseok kutlayacakmış gibi heyecanlanmıştım istemsizce. "Kasabada giysi mağazası var mı?" diye sordum. "Gezdiğim kadarıyla görmedim ama."
"Var, var olmasına da, sana yakışan bir tane bulacağından şüpheliyim."
Terzinin uğraştığı onlarca hanbok'u düşünüyordum o sırada, Taehyung'un ne dediğini kaçırmıştım ama o zaten kendini açıklamaya başlamıştı. "Öyle herkesin giydiği bir tane giymek istemezsin," dedi, oturduğu yerde hafifçe öne eğilerek bana yaklaşmıştı, sanki bir sırrını paylaşıyordu. "Buradaki herkese kim olduğunu göstermen lazım."
Gözlerimi kırpıştırdım. "Anlayamadım?"
"Bence anladın."
**
geçmiş
"Bırak beni! Sana bırak beni dedim!"
"General! General Min, prensesi bulduk!"
Seslerin geldiği yere doğru koştu, bahçenin en ağaçlık, çalılarla dolu yeriydi. İki muhafız bulmuştu Jiyoon'u, Yoongi saatlerdir tutuyormuş gibi hissettiği nefesini bıraktı en sonunda. "Bırak dedim!" diye çırpınıyordu muhafızlardan birinin kucağında, adamın gövdesini yumrukluyordu ufacık elleriyle bir yandan da. "Emrediyorum, bırak beni!"
"Prensesi duydun." dedi general, hissettiklerinin aksine sakince, nefesini kontrol edebiliyormuş gibi. "Emretti."
Muhafız panik içinde küçük kızı yere indirdi, Jiyoon da topukları yere basar basmaz koşup Yoongi'nin bacağına sarıldı, elbisesinin eteği çalılara takılmıştı. "Kraliçeye haber verin." dedi Yoongi yine sakince, Jiyoon'la aynı boya gelebilmek için yere çökmeden hemen önce. "Ben prensesi getiririm."
"Emredersiniz, general." Reveranslarını yapıp hemen uzaklaştılar oradan, Yoongi kınındaki kılıcını yere koyarak eğildi, dizlerinin üzerine oturdu. Jiyoon'un yüzünü avuçladı, genç adamın bacağından ayrılmak zorunda kalan küçük kızsa yaşlı gözleriyle tutundu adamın omuzlarına. Saatlerdir ağlıyormuş gibi kızarmıştı yüzü, burnu akmış, sümüğü kurumuştu cildinde. "Majesteleri?" diye fısıldadı yanaklarını okşayarak. "İyi misiniz?"
"General..." diye mızmızlandı küçük kız, dudakları büzülmüştü hemen, Yoongi'nin kalbi paramparça oldu.
"Herkes çok endişelendi," dedi Yoongi prensesin kömür karası saçlarını okşayarak. Jiyoon da bebekliğinden kalan bir alışkanlıkla onun parlak sarı saçlarını okşadı. General gülümsedi burukça. "Neredeydiniz?" Etrafa bakındı ve birkaç metre ötede, muhafızların küçük kızı yakaladığı yerde hazırlanmış bir bohça olduğunu gördü. Kızı rahatlatmak adına eteğinin çalılara takılan kısımlarını düzeltmeye başladı.
"Babama gidecektim."
Genç adamın burnunun direği sızladı, elinde olsaydı o da Jimin'e giderdi çünkü.
"Ona bir şey sormam lazım." diye devam etti Jiyoon, sonra da kendini tutamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Tam sarılacaktı ki bir şey hatırlamış gibi korkarak geriye çekilmişti, elini de çekti Yoongi'nin saçlarından, kaçmaya çalıştı. Genç adam korkuyla kavradı kılıcını, kabzasından çıkararak arkasına döndü ama kimse yoktu. Jiyoon daha da içli ağlamaya başladı.
"Majesteleri, majesteleri," Kılıcını yeniden yere bırakıp öne eğilmişti, Jiyoon kaçmaya uğraştıysa da Yoongi küçük kızı elbisesinin eteğinden yakalayıp kendine çekti. "Sorun ne? Neyiniz var?"
"Sana dokunduğum için özür dilerim!" dedi kız hıçkırıklarının arasında, zorlukla. Elleri geride duruyordu.
"Majesteleri, ben sizin askerinizim," dedi Yoongi yavaşça, küçük kız daha da korkmasın diye. "Lütfen ağlamayın, istediğiniz gibi dokunabilirsiniz bana."
Jiyoon cevap vermedi, omuzları sarsılarak ağlamaya devam etti. Yoongi iç geçirdi, o da ağlamaya başlayacaktı birazdan, zor tutuyordu kendini. Tüm cesaretini topladı, başkasının yanında asla soramayacağı soruyu yöneltti kıza: "Kraliçe yüzünden mi?"
Jiyoon'un gözleri büyüdü, cevap vermemek için ağzını kapattı ufak elleriyle.
Yoongi her saniye biraz daha parçalanıyordu. "Son birkaç aydır bana adımla hitap etmiyorsunuz, majesteleri." dedi usulca. "Böyle yapmanızı kraliçemiz mi istedi?"
Kız o kadar ağlıyordu ki Yoongi onun bayılmasından korkuyordu, ufacık vücudu bu kadar gözyaşına nasıl dayanacaktı? "Majesteleri, ben kimseye söylemem," dedi titreyen bir sesle, prensesin ince bileklerini tuttu narince. "Eğer başkalarının duymasından çekiniyorsanız kimse yokken bana dokunabilir, ismimle hitap edebilirsiniz."
Daha altı yaşında, ufacık bir çocuktu; Yoongi'nin gözünde doğduğu günkü gibi bir bebekti Park Jiyoon hala. "Kraliçemiz benim artık büyüdüğümü ve gerçek bir prenses gibi davranmamı söyledi." dedi Jiyoon, Yoongi'nin son söylediğinden sonra o da cesaretini toplamaya çalışıyordu sanki. "Dadılarım dışında kimseyle samimi ilişkiler kurmamam gerekiyormuş."
Samimi ilişkiler. Küçük bir çocuğun böyle sözcükleri kullanması bile dehşet vericiydi, arkadaş edinmesi, çocukluğunu yaşaması gereken yaşlardaydı bu kız; gününün büyük bir kısmı zaten eğitimlerle geçiyordu.
"Prenses," dedi Yoongi, yine kaçmaması için dua ederken yanağını okşadı. Neyse ki Jiyoon geriye çekilmemişti. "Siz gerçek bir prenses olarak doğdunuz, Park beyliğinden Aykızı Jiyoon olarak." Gülümsemeye çalıştı, kızın gözlerinde gördüğü kadarıyla ikna ediciydi. "Yapacağınız hiçbir şey," Vurgulamak için "Hiçbir şey," diye tekrarladı. "Bu gerçeği değiştiremez."
"Babamın yanına gidebilir miyiz?" diye sordu Jiyoon, beklemeden koşup bohçasını düştüğü yerden aldı, Yoongi'nin yanına geri döndü. "Ben eşyalarımı hazırladım, sen de hazırlan, gidelim, olur mu?"
"Majesteleri, on yaşına gelmeden başkentten çıkamazsınız." diye hatırlattı Yoongi. Prenses üzülerek oturdu yere, Yoongi de onu taklit edip bağdaş kurdu toprağın üstünde. "Ne soracaktınız kralımıza? Belki de benim yanıtını bildiğim bir şeydir?"
"Artık ona baba dememem gerekiyormuş," dedi Jiyoon titreyen dudaklarıyla, yeni bir ağlama krizi yaklaşıyordu anlaşılan. "Sadece kraliçemiz değil, öğretmenim de öyle söyledi."
"Ne dediler?" diye sordu Yoongi gözlerini kısarak. Jiyoon'un tereddüt ettiğini görünce de "Aramızda kalacak, hayatım üzerine yemin ederim." dedi.
"Babama da artık majesteleri diye hitap etmem gerekiyormuş, bir prensesin kralımıza baba demesi ayıp ve utanç verici bir şeymiş."
"Majesteleri," Uzanıp küçük kızın ellerini tuttu. "Buna sadece kralımız karar verir, siz onun prensesisiniz." Başını eğip gülümsedi. "Eğer sizi rahatlatacaksa, babanız Kral Jimin'in kendi babası Kral Jisung'a sekiz yaşına kadar baba dediğine ben şahidim."
Prensesin yüzü aydınlandı, şimdi gerçekten de bir aykızı gibi görünüyordu. "Öyle mi?"
"Öyle." diye onayladı Yoongi. "Büyükbabanız Kral Jisung emredene kadar bekledi. Adet böyledir." Adet böyle değildi, ama altı yaşında bir kızın böyle bir mesele için daha fazla gözyaşı dökmesine de izin veremezdi. Jimin yirmi gündür yoktu, geri dönmesine de daha fazla vardı; o yokken boşluktan faydalanıp üzerine gitmişlerdi Jiyoon'un, Yoongi sevgilisinin emanetine, kızına, sahip çıkamamıştı.
"Yoongi," diye fısıldadı Jiyoon, yalnız oldukları halde birinin duymasından çekiniyordu sanki. Aylar sonra isminin o dudaklardan taştığını duymak Yoongi'nin içini yaktı. Daha fazla tutamadı kendini, gözleri doldu.
Generalin de duygulandığını görünce Jiyoon yeniden ağlamaya başladı. Ama bu sefer korkuyla değil, çok daha farklı bir hisle. "Ben babamı özledim."
Ben de, diye karşılık vermek, kızlarını göğsüne çekip sevgilisinin özlemiyle ağlamak istedi. Jimin'im yokken nefes alamıyorum, o dönene kadar da nefes alamayacağım.
**
günümüz
Pazar sabahı saat yedideki minibüsle ilçeye gittim, dükkanlar açılana kadar da bir lokantada kahvaltı yaptım, vakit öldürdüm. Bugün çok fazla vakit öldürecektim zaten, zira minibüs kasabaya akşam yedide dönecekti.
Öğlen vakti, en sonunda açılan mobilya mağazasına gittim ve kendime bir yatak aldım. Yarın öğleden sonra evime teslim edeceklerini söylediler, bu gece son kez evimin soğuk zemininde uyuyacaktım yani. Ağrılarım artmıştı, normalden bir tık daha fazla üşüdüğüm için de ateşimin çıktığını tahmin ediyordum ama alnıma dokunup bu tezimi doğrulayacak kimsem yoktu. Yatağı aldıktan sonra bir eczane bulmaya çalıştım, internetten en yakındaki eczanenin adresine bakarak on beş dakika yürüdüm ama pazar günü olduğu için kapalıydı. Boğazım da şişmişti, nefes almakta zorlanıyordum. Kepenklerin üzerindeki elektronik tabelada geçen yazılardan nöbetçi eczanenin telefon numarasını öğrendim ve arayarak bana konum atmalarını rica ettim. Yürüyerek kırk dört dakika görünüyordu haritada, benimse ayakta dört dakika durmaya mecalim kalmamıştı.
Ana caddeye çıkıp bir taksi gelene kadar bekledim, sanırım bir ömür bekledim ama arka koltuğa oturduğumda telefonumdan kontrol ettiğim saat yalnızca yirmi dakika beklediğimi söylüyordu. Seul'de ana caddelerde sadece taksilerin geçtiği bir şerit bulunduğundan böyle olmuştu sanırım. Öksürüklerimi kontrol altına almaya uğraşırken taksiciye adresi verdim. Yolculuk da on dakika falan sürdü zaten.
Eczacı adam ateşimi ölçüp gerçekten de yükseldiğini onayladı, ateş düşürücü iğne yaptırmak isteyip istemediğimi sordu. İstediğimi söyledim, daha altı saat ilçede olacaktım, en azından ayakta durabilecek kadar iyi olsaydım bana yeterdi. Nevresim takımı ve ütü alışverişi yapmak istiyordum. Hafif, reçete gerektirmeyen bir iğne yaptı, yarım saate etkisini göstereceğini söyledi. Yine reçete gerektirmeyen bir ağrı kesici aldım baş ve boğaz ağrım için. En kısa zamanda bir doktora görünmemi çünkü öksürüklerimin kulağa hiç hoş gelmediğini söyledi. Başımı salladım sadece, kasabada doktor var mı bilmiyorum diye eklemedim.
Gözlerimi biraz daha iyi açabildiğimde ayrıldım eczaneden, o an olduğum semtte gezinip saat yediye yaklaşınca minibüsün kalkacağı yere dönmeye karar verdim. Bir mağazanın önünden geçerken camdaki vitrininde tasarım hanboklar olduğunu gördüm ve aklıma geçen gece Taehyung'un söyledikleri geldi.
Buradaki herkese kim olduğunu göstermen lazım.
Siyah, en dış tülü altın rengi işlemelerle kaplanmış bir hanbok siparişi verdim. Ölçülerimi alan kadın not aldığı her sayıyla biraz daha coşkulu sesler çıkarıyor, hasta olmasam gülmekten yerlere yatacağım tepkiler veriyordu. "Yelpaze de istiyorum." diye ekledim kalçalarımı ölçtüğü sırada, mezurayı yere düşürdü.
Chuseok festivali bir sonraki pazartesi başlıyordu, hanbok siparişim festivalden iki gün önce, cumartesi hazır olacaktı. Yatakta uyumaya başladıktan sonra iyileşeceğimi umarak ayrıldım mağazadan, siparişi gelip kendim almam gerekecekti çünkü.
Hanbok'la birlikte kullanabileceğim altın rengi küpeler aldım kendime, uzun, gösterişli, neredeyse omuzlarıma değecek ve biliyordum ki olduğum insanı sevmeyen herkesi kıskançlıktan çatlatacak küpelerdi. Taehyung'un söylediği gibi geleneksel bir festival hazırlandığına göre de sokaklar fenerlerle donatılacaktı, küpelerim ve hanbok'umdaki işlemelerin epey can yakacağını düşünüyordum.
Çok fena gülümsedim kaldırımda yürürken, yanaklarımdaki kaslar sızladı ağrıyla. Bana doğru yürüyen bir adam tökezledi, keyfim iyice yerine geldi.
Kendime ikinci el bir ütü, çamaşır deterjanı, çamaşırlarımı balkona asmak için mandal ve kasabadaki marketlerde göremediğim abur cuburlardan aldım. Nevresim alırken gözüm siyah bir battaniyede kaldı ama bu kadar eşyayı taşıyamazdım; şimdi minibüse taksiyle gitsem bile kasaba merkezinden eve yürürken zorlanırdım ve hasta halimle gerçekten yorulmuştum. Alışverişe başladığımdan beri eczane dışında yalnızca bir kahve dükkanında oturmuştum. Hanbok'u teslim almaya geleceğim zaman o battaniyeyi satın almaya karar verip taksiye bindim.
Öyle umut ettiğim halde minibüs şoförü bu sefer beni eve bırakmadı, ütü ve deterjan kollarımı koparırken vardım lojmana. Bir ağrı kesici içip yemek yemek için yeniden dışarı çıktım, lojmana yakın lokanta olduğu halde o hasta halimle ayaklarım Topal'a gitti. Eunhye'yi görmüş olurdum, yemeklerini de seviyordum. Fazla oturamazdım zaten, yarın sabah okullar açılıyordu ve dördüncü sınıflara dersim vardı.
Hasta olduğum için kafamın içi mukusla doluydu, yoksa hayatta ilaç içtiğimi unutup alkol sipariş etmezdim. Gerçekten. Pazar olduğu içindi sanırım, bar bugün önceki gecelerden daha kalabalıktı. Daha önce oturduğum masaların aksine ufacık bir masaya oturabilmiştim ve Eunhye de meşgul olduğu için benimle muhabbet edememişti. Yavaş yavaş yedim yemeğimi, televizyon izlerken soju içtim. Saat dokuza doğru bir müşteri Eunhye'ye maçın olduğu kanalı açmasını söyledi, pek takip etmesem de diğer insanlardan geri kalmamak için ben de izlemeye başladım futbol maçını. Adını daha önce duymadığım takımlar oynuyordu.
Bu gece Taehyung yoktu, kızını yarın sabahki okula hazırlıyor olmalıydı. Benim de artık kalkmam ve erkenden uyumam gerekiyordu, gece zaten sürekli uyanıp uykumu eksik alacaktım. Ama istemiyordum. Eunhye meşguldü, Taehyung da karşımdaki sandalyede oturmuyordu; bir şişe daha sipariş ettim. Telefonumda hiç arama yoktu, mesaj yoktu; bari ekranı açmışken alarm kurayım dedim.
Maçın ikinci yarısında gol atıldı, sanırım buralıların tutmadığı takımdı golü atan, çünkü barda toplu bir hayal kırıklığı nidası duyulmuştu. Birisi sandalyesini iterek ayağa kalktı ve bağırarak lanet okudu. Sesini duyduğum an ensemdeki tüylerin kalktığını hissettim.
Polis memuru Minhyuk.
O tarafa baktığımda oldukça sinirli görünüyordu, elini havada salladı ve tam yerine geri oturacağı an bakışlarımız kesişti. Golü ben atmışım, Kore'yi ben işgal etmişim, vebayı ben yaymışım gibi baktı bana. Korkuyla önüme döndüm. Normal bir zamanda olsak böyle korkmazdım ama Taehyung geçen gece Minhyuk'u bir haftalık mesaiye bıraktığını ve mesai parasını yatırmayacağını söylemişti ve bende yumruk atacak güç yoktu o an.
Yiyip içtiklerimin parasını masaya bırakıp Eunhye'ye iyi geceler diledim ve bardan ayrıldım. Sahil Topal Kahraman'a girdiğim saate kıyasla çok daha boştu, derin bir nefes alıp koşmaya başladım ama bacaklarım anında pes etti, otuz metre belki koşmuştum.
Dönüp arkamı kontrol ettim, polis memuru Minhyuk Topal'dan çıktı, etrafına bakındı, beni gördü, bana doğru yürümeye başladı.
Ben de koşmaya başladım.
Başım dönüyordu, ateşim yine çıkmış mıydı bilmiyordum ama alkolden normal zamanlara kıyasla çok daha fazla etkilendiğim aşikardı, hareket ederken çok zorlanıyordum. Sahil çizgisindeki binalar bitti, ben koşmaya devam ettim. Arkamdan gelip gelmediğini bilmiyordum, dönüp bakamıyordum da çünkü bakışlarımı bastığım yerden ayırmamam gerekiyordu. "Korkak!" diye bağırdı arkamdan, koşmaya devam ettim sadece. İleride uzun bir yapı vardı, biraz daha yaklaşınca bunun bir deniz feneri olduğunu anlamış ve dibindeki kayalıklara saklanabilirim düşüncesiyle nefes almadan koşmuştum.
Minhyuk arkamdan gelmiyordu ama durumu riske atamazdım, binalardan uzaklaştığımız için etrafta kimse yoktu, ödüm kopuyordu. Dönen başımı zor taşıyordum boynumun üzerinde, kayaların arasına girmeye çalıştığım sırada ayağım kaydı ve gözlerimin arkasında şimşek çaktıran bir acıyla başımı üstüne düştüğüm kayaya çarptım.
O kadar yüksek sesli bir çığlık attım ki Minhyuk arkamdan geliyorduysa da başıma bir şey geldiğini ve üzerine kalacağını düşünüp kaçmaya başlamış olmalıydı. Acıdan inleyerek kumsala geri dönmeye çalıştım, kayaların üzerinde emeklerken zorlukla nefes alıyordum. Tam o an elimin üzerine damladı. Sıcacık, üşüyen cildime renk katacak şekilde.
Kan.
Başım kanıyordu.
Sanırım gerçekten sarhoştum çünkü kafam koptu sanmıştım. Evet, sırtımı deniz fenerinin kirli beyaz duvarına yaslarken iki elimin arasında tuttuğum kafam koptu sandığım için ağlıyordum. Ellerimi geriye çekip baktığımda sol avcumun koyu renk ve ıslak olduğunu gördüm, çok kötü kanıyordu başım. Hıçkırıklarımı yutup sakinleşmeye çalıştım, kafamın kopmadığını, sadece yarıldığını kabullendim. Nefeslerim yavaş yavaş düzene girerken duydum olup biteni. Sanırım yaşadığım durum ve dalga sesleri engel olmuştu en başından fark etmeme.
Deniz fenerinde biri vardı.
Çok yavaş hareket ediyordu, sırtım duvara yaslı olmasa fark etmezdim diye düşünüyordum. Minhyuk'sa da umrumda değildi gerçekten, kafam çok acıyordu.
Ama Minhyuk değildi.
Deniz fenerinin kapısı dehşet verici bir gıcırtıyla açıldı, açan kişi yavaş davrandığı için ses birkaç saniye sürmüştü, duyduğum rahatsızlıkla dişlerimi sıktım, yaranın acısı boyut atlamıştı sanki. O andan sonra olanları da acının yarattığı bir halüsinasyon sandım. Halüsinasyon sanmasaydım, gördüğüm şey yüzünden kafayı yer, daha ilk dersime giremeden bir akıl hastanesine yatırılırdım.
Deniz fenerinden bir insan çıkmamıştı çünkü.
Açık yaradan akan kan cildimi ısıtıp ıslatmaya devam etmeseydi kanımın damarlarımda donduğuna yemin ederdim. Yere çökmüştü, hareket bile etmiyordu. Kırmızı gözlerinin parlaklığı üstüne çöken beyaz bir tabakayla gizlenmişti, ama o tabaka bile bakışlarının kafamdaki yaraya odaklandığını gizleyememişti. Uzun, gümüş rengi saçları yerlerde sürünüyordu. Gözlerini bile kırpmıyordu. Yirmi dokuz yaşında, altıma yaptım.
Çığlık attım yine, birinin duymasını umarak, var gücümle çığlık attım. Yalnızca bir halüsinasyondu, biliyordum ama korkudan kafayı yiyecektim! Bir zombi gibi yavaşça yanıma yaklaşmaya başladı, gerilemek istedim ama felç olmuştum sanki, bir türlü kaçamadım ondan. Gözlerimi sıkıca kapatıp bu sanrının yok olmasını bekledim.
Buz gibi soğuk, sert parmaklar dokundu cildime. Yeniden bağırdım ama yaratık sesimden rahatsız olmuyordu; aksine, çırpınmam, acı çekiyor olmam hoşuna gitmişti. Korkudan gözlerimi açamıyordum, uzağımdayken beni böyle dehşete düşürmüştü, şimdi o kırmızı gözlerini yüzümün önünde görürsem kalp krizi geçirirdim.
Yaranın olduğu yeri yaladı, ve benim ömrüm kısaldı.
Kalbimin yakınlarında bir damar büzüştü sanki, sanki ciğerlerim daha az oksijen geçirdi kanıma, bacaklarımı hissedemez oldum bir an. Fark edebildiğim, beynimin işleyebildiği tek şey, yaratığın nefes aldığını duymak oldu. Onu gördüğümden beri aldığı ilk nefes.
Gözlerim hala kapalıydı, soğuk parmakları çenemi kavradı. "Jimin?" diye fısıldadı hırıltılı sesiyle.
Ve ben en sonunda bu halüsinasyona daha fazla dayanamayıp bilincimi kaybettim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro