Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4


Pazar iki sayfasını dolduran mektubunuzdaki o söylev Milena, yüreğinizin ta içinden geliyor, yaralı yüreğinizin sesi bu (to mne rozbolelo - bu yaraladı beni diyorsunuz, bunu da ben yaptım ha? Ben, size!), ama öylesine tok, öylesine onurlu ki bu ses, yüreğinize değil de çeliğe vurulmuş sanısını veriyor insana; en doğal şeyler isteniyor; ama gene de ters anlaşılmışım (çünkü benim "gülünç kişilerim" de sizinkilerle eş, hem sonra: sizinle onlar arasında bir seçmeye nasıl girebilirim? Gösterin o tümceyi. Böyle budalaca bir düşünceye nasıl saplanabilirim? Yargılamaya yetkim mi var benim? Ben her bakımdan - evlilik, iş, yüreklilik, esirgemezlik, arınmışlık, özgürlük, doğruluk, kendi başına buyrukluk konularında- siz ikinize erişebilir miyim? Bunlardan söz açmak bile tiksinti veriyor bana. Ben mi yardımcı elimi uzatmaya kalkıştım? Bu yürekliliği ben mi gösterdim? Nasıl başaracaktım dersiniz? Yeter bunca soru; onlar ne güzel bilinçaltında uyuyordu, ne demeye gün ışığına çıkarmalı onları? Karanlık, üzücü şeyler bunlar, etkileri de öyle. İki sayfa yazı yerine, iki saat yaşamak daha iyi demeyin, yazı daha yoksul, ama daha açık), evet ters anlaşılmışım, ne de olsa söylev bana çekilmiş, suçsuz da değilim; şu bakımdan suçsuz değilim: Yukarıda sorduklarımın karşılığı çoğunlukla "hayır" ya da "hiçbir zaman" olacaktır. Ama sonra o canım telgrafınız geldi... Geceyi -bu etki düşmanımı- avutsun diye (yetmezse avutmaya, inanın ki suç sizin değil, suç gecelerin. Bu kısa yeryüzü- geceleri, o sonsuz geceyi akla getiriyor da korkutuyor insanı); ama mektubunuz da avuntularla doluydu, ne var ki, o iki sayfa bir birlik olmuş köpürüyor onda; oysa telgraf kendi başına buyruk, haberi yok ötekinden. Telgrafınızı alıp -bütün öteki şeyler bir yana - gelmiş olsaydım Viyana'ya da, siz bana öyle bir söylev çekseydiniz ne olurdu? (Yukarıda da söylediğim gibi etkisi oldu, bütün bütün değilse bile -hem de haklı olarak- hırpaladı beni.) Gözüme bakarak söyleseydiniz, nasıl olsa olacaktı biliyorum, söylenmeseydi düşünülecekti belki, bir bakış, bir ürperiş ya da hiç değilse "söyleyeceğim" karar, boylu boyunca yere yıkardı beni, siz bütün hastabakıcılık hünerlerinizle kaldıramazdınız beni. Bu dediklerim olmasaydı, çok daha kötüsü olurdu Milena. Anlıyor musunuz şimdi?

Sizin F.

***

İnsanları tanıma yetiniz nicedir, Milena? Kuşkulanıyorum kimi zaman, örneğin Werfel için yazdıklarınız! Yazdıklarınızda sevgi de var, belki yalnız sevgiye dayanıyor sözleriniz... Gene de onu iyi anlamadığınız çıkıyor ortaya. Werfel nasıl bir adamdır? Onu bırakalım şimdi; "şişko'luğu için kızmanızı alalım ele. (Kaldı ki, yersiz bu çıkışınız... Onu pek sık göremiyorum, ama bence, günden güne daha sevimli, daha yakışıklı oluyor Werfel.) Yalnız şişmanlara güvenildiğini duymadınız mı? Yalnız bu sağlam fıçılar dayanır kaynamalara, yalnız bu hav istifçileri üzüntülerden, çılgınlıklardan kişinin korunabileceği kadar- koruyabilirler kendilerini, yalnız onlar işlerine dört elle sarılmasını başarırlar. Birinin dediğine göre yeryüzünün gerçek sahipleri şişmanlarmış... onlar işe yararmış yalnız, çünkü Doğu'yu ısıtır, Kuzey'i gölgelendirirlermiş! (Tersini savunmaya kalkışabiliriz, ama haksız çıkarız.)

Gelelim Yahudilik konusuna! Yahudi olup olmadığımı soruyorsunuz.. Şaka mı ediyorsunuz? Belki de Yahudilerin o korkaklarından olup olmadığımı merak ediyorsunuzdur, kim bilir? Yaksa Praglı olduğunuza göre, Heine'nin karısı Mathilde kadar bön olamazsınız bu konuda! Belki bilmezsiniz, anlatayım... Daha önemli şeyler anlatmam gerektiğini sezinlemiyor değilim, hem sonra dokuncası da olacak bana; öykünün değil, anlatmanın... Ama ne çıkar? Bir kez de hoş bir şey dinlemiş olun benden! Meissner'in "Anılar"ında okumuştum; kendisi bir Alman ozanıydı, Yahudi değildi. Heine'nin karısı Mathilde durmadan Almanları kötüler, içerletirmiş Meissner'i. Mathilde'ye göre Almanlar; acı, tok sözlü, şakadan anlamayan, hep haklı çıkmak isteyen, karşısındakine inanıveren, yapışkan, kısacası çekilmez bir ulusmuş! Meissner dayanamaz, "Tanımıyorsunuz ki Almanları" der... Kocanızın burada, Paris'te düşüp kalktığı Alman gazetecilerin çoğu Yahudi. "Amma da büyütüyorsunuz" der Mathilde, içlerinden bir ikisi Yahudidir belki, örneğin Seiffert! Hayır, der Meissner, Seiffert Yahudi olmayan tek kişi, Mathilde şaşar, nasıl? der, Jeitteles Yahudi mi dersiniz? - Jeitteles sarışın, uzun boylu, güzel bir adamdı- Evet, der Meissner. Ya Bamberger? Ya Arnste-in? Onlar da mı? der Mathilde. Evet, onlar da. Bütün tanıdıklar sıradan geçer, sonunda Mathilde iyice sinirlenir: Daha neler, der, neredeyse Kohen adının da bir Yahudi adı olduğunu söyleyeceksiniz! Oysa Kohen kocamın amcaoğludur... Kocamın Protestan olduğunu da bildiğinizi umarım... Meissner söyleyecek söz bulamaz, susar.) Anlaşılan korkmuyorsunuz Yahudi ırkından. Kentlerimizdeki bu son, ya da sonradan bir önceki durum göz önünde tutulursa, yüreklilik sayılır bu davranışınız -eğlenmiyorum- bir genç kız, ana babasına "Bırakın beni" diye alıp başını giderse, bu Jeanne d'Arc'ın köyünden çıkmasına benzemez, daha başka, daha önemli bir şeydir. Yahudilere özgü korkaklıkla suçlandırabiliriz onları, ama yaygın olan bu suçlandırma insanları tanıma bakımından teoride kalır, gerçeğe uymaz; örneğin, kocanız için daha önceleri yaptığınız tanımlamaya uymuyor, benim deneyerek edindiklerime de uymuyor... Evet, birkaçı için doğru belki, hem bu birkaçı için de tam yerinde... Bende olduğu gibi. Tuhaflığı burada işte, bütün Yahudiler bu suçlamaya girmiyor. Yahudilerin bu güvensiz durumları, kendilerine olan güvensizlikleri ile başkalarına olan güvensizlikleri bize şunu gösteriyor: Yahudiler yalnız ellerinde tuttukları, dişleriyle koparabildikleri nesnelere sahip olabileceklerine inanmışlardır. Ellerinin altında olan bu varlıklar onlara yaşama hakkını verir ancak. Yitirirlerse bu varlıkları, bilirler bir daha ele geçiremeyeceklerini. Hiç ummadıkları yerden tehlikeler yağdırılır Yahudilere. Daha açık anlatabilmem için, tehlikeyi bırakıp şöyle diyeyim: "Gözdağı ile korkutulur." Sizinle ilintisi olan bir örnek vereyim. Hiç sözünü etmeyecektim, ama o zaman tanımıyordum sizi daha. Susmakta bir sakınca görmüyorum şimdi, sizin için de yeni bir şey olmayacak bu; soy sopun sevgisini gösterir! Kim olduklarını söyleyecek değilim, adlarını unuttum bile. Küçük kız kardeşim Hıristiyan bir Çekle evlenecekti. Oğlan, sizin yakınlarınızdan birine bir Yahudi kızla evleneceğini söyleyince: "Aman sakın bir Yahudi ile evlenme, görmüyor musun bizim Milena'yı" filan gibi sözler edilmiş. Bunları anlatmakla nerelere sürükledim sizi? Yolumu şaşırdım, ama ne çıkar? Siz de birlikte geldiniz belki, demek ikimiz de yolumuzu şaşırdık! Çevirilerinizin en güzel yanı bence, asıllarına bağlı kalışları ("bağlı" sözü için azarlayın beni, her şey gelir elinizden, ama en iyi başardığınız iş azarlamak anlaşılan; ödevlerini hep yanlış yapan bir öğrenciniz olmak isterdim, durmadan azarlayasınız diye; sınıfı görür gibiyim, üzerime eğilmişsiniz, ben korkudan başımı kaldıramıyor, bakamıyorum yüzünüze... Durmadan azarlıyor, parmağınızı sallıyorsunuz havada! Ne dersiniz? Öyle mi yapardınız?). Evet, aslına çok "bağlı" kalıyorsunuz çevirilerde, bana öyle geliyor ki, elinizden tutmuş arkamdan sürüklüyorum sizi; öykülerimin karanlık, basık, pis, boğucu yollarında dolaştırıyorum; bitmek tükenmek bilmiyor bu yollar... (Tümcelerimin uzunluğu da bu yüzden, anlamadınız mı?) Bu sonsuz yolların (iki ayda bitiriverdiniz öyle mi? Çok çabuk!) aydınlık çıkışında elinizi bırakıp, kaçmayı akıl etsem bari. Mektubumu bugün kesmek için bir uyartı sayıyorum bunu, onun için bugünlük bırakıveriyorum bana mutluluk taşıyan eli. Yarın gene yazarım... Viyana'ya neden gelemediğimi -kendimi temize çıkarmak amacıyla- gene yarma bırakıyorum, bana hak vermedikçe de erince kavuşamayacağım.

F.

***

Milena, adresi biraz daha okunaklı yazmanızı isteyeceğim; bana yazılan zarfa girdi mi, yarı yarıya benim sayılır artık, sizin olmaktan çıkar... Yabancıların mallarına önem verin biraz, biraz sorumlu duyun kendinizi. "Tak". Ben de mektuplarımdan birinin elinize geçmediğinden korkuyorum. Yahudi korkaklığı. Mektuplarımın elinize geçeceğinden korkacak yerde! Gene o konuya dönüyor, budalaca bir söz etmek istiyorum; budalalık şurasında: Kendimce gerçek bulduğum bir şeyi - sakıncası olabileceğini düşünmeden - söylemek isteyişim. Bir de Milena korkaklıktan söz açar! Göğsüme bir yumruk indirir gibi bir soru sorar bana, hiç çekinmeden hem de: "Jste Zîd?" (Yahudi misiniz?) der bana. Çekçede ses ve devinme bakımında birbirinin eşidir bu tümce. "Jste"de sıkılmış yumruk hız almak için nasıl geriliyor, görmüyor musunuz? Sonra "Zîd"de sevinçli, uçan, yerini bulan bir iniş var. Çekçenin Alman kulağına böylesine ettikleri çoktur. Bir seferinde de: "Nasıl oluyor da kalışınızı bir mektuba bağlayabiliyorsunuz..." demiş, "Nechapu"yu (anlamıyorum'u) yapıştırmıştınız! Çekçede, hele sizin kullandığınız dilde bu söz çok yadırgatıcı; katı, ölü, pinti, sert bir şey, daha doğrusu; ceviz kıracağına benziyor. Çene bu sözü diyebilmek için üç kez çatırdıyor: İlk hece cevizi kapmak istiyor, olmuyor ama, ikinci hecede ağız alabildiğine açılmış, ceviz sığıyor şimdi ağıza, üçüncü hecede kırılıyor ceviz, çıkan sesi duymuyor musunuz? Sonunda dudakların öyle bir kapanışı var ki, hiç savunma hakkı vermiyor karşısındakine., kimi zaman yerinde bu kapanış, hele benim gibi bir geveze olursa karşınızda. Geveze özür diliyor sizden, bağışlanmasını istiyor: "Kişiler ancak birazcık sevinçli oldukları vakit gevezedirler" diyor. Oysa bugün mektup gelmedi sizden. Asıl söylemek istediğimi de söyleyemedim gene. Başka sefere. Ama yarın, ne olur, yarın bir şeyler gelsin sizden, kapıyı yüzüme kapamadan önce söyledikleriniz - kapanan bütün kapılarda vardır bu - korkunçtu.

F.

***

Pazartesi

Gelelim açacağım dediğim konuya : İstemiyorum (Milena, yardım edin bana! Söyleyebildiklerimden daha çoğunu anlayın!), istemiyorum (kekelemek değil bu) Viyana'ya gelmek... gelirsem dayanamam ki! Benim sıkıntım içimden; ciğerlerimin hastalığı içimin sıkıntısını örtmek için çıktı ortaya. İlk iki nişanlanmamdan beri - sizin anlayacağınız dört beş yıldır-hastayım ben. (Son mektubunuzdaki sevinçli havayı önce anlayamamıştım... neden sonra çözebildim: Unutuyorum hep, öyle ya, daha o kadar gençsiniz ki, yirmi beş bile değil, yirmi üç yaşındasınız belki! Bense otuz yedi, neredeyse otuz sekiz oluyorum, neredeyse sizden bir o kadar daha yaşlıyım. Uykusuz gecelerden, baş ağrılarından saçlarım apak olacak neredeyse.) Bu uzun, karmakarışık öyküyü birtakım ayrıntılarıyla sermek istemiyorum önünüze, korku içindeyim daha, bir çocuk gibi ürküyorum gene; üstelik bende çocukların unutkanlığı da yok. Üç kez nişanlandım, suç hep bendeydi, hep bendim suçlu; iki kızı da mutsuz kıldım. Size ancak ilkinden söz açabilirim, öteki kızın sözünü edemem, çok alıngan, çok duygundur o... Kendisi için söylenecek her söz - iyi niyetle de söylenmiş olsa - kırabilir onu; anlamıyor değildim onu, işte bu yüzden (öl desem ölürdü belki) rahat değildim, işte bu yüzden sevincim sürekli olmuyordu, bocalıyordum, evlenmeye yanaşamıyordum bir türlü; oysa evlenelim diye Tanrının günü zorlayan da gene bendim; kimi günler ona delice âşıktım; evliliğin çok kutsal bir şey olduğunu da biliyorum. Aşağı yukarı beş yıl üzdüm, başının etini yedim durmadan (daha doğrusu, kendimi yedim bitirdim), yataklara düşmedi o, Prusya Yahudisi, sağlam bir kırmaydı. Ben onun kadar güçlü değildim. Ama o, yalnız çekmekle kaldı, ya ben? Ben hem çektim, hem çektirdim! Bitti. Bir şey yazamam, hiçbir şey açıklayamam artık! Hastalığımı, niçin Viyana'ya gelemeyeceğimi anlatmaya çalışacaktım sözde... Şimdi bir telgraf aldım: "Sekizinde Karlsbad'da buluşalım, geleceğini yazıyla bildir." Ne yalan söyleyeyim, telgrafı açarken Korkunç bir yüzle karşılaştım; bunu yazanın, dünyanın en uysal, en silik, en boynu bükük kişisi olduğunu bildiğim halde; hem sonra, bu da benim isteğimle oldu. İnandıramam onu, hastalığıma sığınamam artık... Pazartesiye buradan ayrılmak zorundayım! Birden siliniyor telgraftaki yazılar, gizli, başka bir yazı çıkıyor ortaya: Viyana üzerinden git! diyor. Bu yazı güçlü, bir buyruk gibi, buyruklardaki sertlik yok bunda. Gitmeyeceğim Viyana'ya, gidemem de... kestirme Münih yolu dururken, Linz ya da Viyana üzerinden yolu uzatmanın saçmalığını bilmiyor değilim. Bir deneme yapıyorum: Ekmek kırıntısı bekleyen bir serçe var balkonda, masadan aldığım ekmek kırıntısını balkona değil de odanın ortasına atıyorum. Serçe görüyor içerisini, yaşamasını sağlayacak yem içeride, yarı karanlık bir yerde; bu ekmek kırıntısı mıknatıs gibi çekiyor onu., silkiniyor... dışarıdan çok içeride sanki; ama içerisi karanlık, sonra ekmeğin yanı başında ben varım, bir insan, o bilinmeyen güç! Gene de sıçrıyor eşiğe, birkaç kez daha sekiyor, sonra birden ödü patlamışcasına uçup gidiyor... Bu küçük, bu cılız kuşta nice güçlü bir itki olmalı ki, yeniden geliyor, çevresine bir göz atıyor; yılgınlığı gitsin diye biraz daha ekmek serpiştiriyorum yere -elimde olmadan-, kımıldamasaydım (işte bilinmeyen güçlerin bu türlü etkileri vardır!) kaçmayacaktı, gelip alacaktı ekmeği. İznim haziran sonunda bitiyor. Sıcaklar bana dokumaz, ama iyiden iyiye bastırır artık, birkaç gün de bir köyde kalmak istiyordum, "ben de gelirim" demişti.. Anlaşılan buluşacağız şimdi; ondan ayrıldıktan sonra birkaç gün de Konstantinsbad'a, anamın babamın yanma gitmek istiyorum, oradan da Prag'a döneceğim. Bu kafayla nasıl çıkacağım bu yolculukların içinden bilmiyorum. Napoleon, Rus savaşına hazırlanırken, savaşın biteceğini bilseydi ne yapardı? diyorum. İlk mektubunuzu aldığım gün - birkaç gün sonra da sözde düğünümüz olacaktı - (bakın o iş, yalnız benim başımın altından çıkmıştır) çok sevinmiş, mektubu ona da okumuştum. Sonra -yok, hayır bu mektubu da yırtmak istemiyorum, siz sobaya atıyorsunuz, bense yırtıyorum. Başlayıp sonra size göndermekten caydığım bir mektubu yırtacak yerde, arkasını ona yazıp göndermiş olacağım... belirtilerden sezinliyorum böyle olduğunu. Önemli değil bütün bunlar, telgrafa boş veriyorum, gelmeyeceğim Viyana'ya, tersine, telgrafın gelmesi, Viyana'ya gitmemem için bir neden daha. İnanın gelmeyeceğim, ama bilinmez, belki - hayır, hayır gelmeyeceğim- gene de kendimi Viyana'da bulursam, ne kahvaltı, ne de akşam yemeği hazırlayın bana, boylu boyunca yatıp kendime gelebileyim diye bir sedye bulundurun yeter... Sağlıcakla kalın; biliyorum, kolay geçmeyecek bu haftam. Karlsbad'a yazmak isterseniz, -hayır hayır, Prag'a yazarsınız. Ne biçim okullarda öğretmenlik ediyorsunuz kuzum? Kaç öğrenciniz var? iki yüz mü, elli mi? Son sırada, pencere yanında bir yerim olsun isterdim.. Bir saat oturabilirsem yeterdi bana, bir daha yüz yüze gelmek istemezdim seninle. (Nasıl olsa hiç yüz yüze gelmeyeceğiz ya!) Yollara düşmekten de yetti, yazmayacağım artık. Bitmek bilmeyen bu ak kâğıtlar adamın gözüne batar, durmadan onun için karalarız. Öğleden sonra yazmıştım yukarıki satırları, şimdi gecenin on biri. Elimden gelen tek şeyi yaptım: Karlsbad'a gidemeyeceğimi telgrafladım ona. Neden gitmediğimi daha sonra açıklarım; her şeyi altüst ettim biliyorum, ama elden ne gelir? Ne düşünülür, ne gizlenebilir artık? (Onun için de Karlsbad'da buluşalım demiştim.) İşte böylesine oynuyorum bir insanla. Başka türlü davranamazdım, Karlsbad'a gitseydim konuşmazdım, susamazdım da... Daha doğrusu susmadan konuşmak olurdu: Tepeden tırnağa bir tek söz gibiyim. Viyana üzerinden dönmeyeceğim de kesinleşti demektir; pazartesiye Münih üzerinden - nereye olduğunu bilmiyorum daha - Karlsbad ya da Marienbad'a gidiyorum, ama yalnız olacağım. Yazacağım size; ancak Prag'da mektup bekleyebilirim sizden, o da üç hafta sonra!

F

Cumartesi

Durmadan soruyorum kendime: Anladı mı verdiğim karşılığı diyorum, ama öyle bir hava içindeydim ki, başka türlü olamazdı yanıtım; aşırı yumuşaktı bile, aşırı aldatıcı, aşırı göz kamaştırıcıydı. Durmadan gece gündüz soruyorum kendime işte; sizden gelecek mektubu çarpıntılar içinde bekliyorum, boşuna yiyorum kendimi; bir hafta durmamacasına taşa bir çivi çakmakla görevlendirilmişim sanki, ama çivi de işçi de benim Milena! Bir söylentiye göre -inanmak istemiyorum- işçilerin grevi yüzünden bu akşamdan sonra Tirol postası işlemeyecekmiş. Aynı gün Geldi mektubunuz, mektubunuzun mutluluğu! Yazdıklarınızın içinde çok önemli bir yer var: Bana, Prag'ı belki de artık yazamayacağınızı söylüyorsunuz! Önce bunun üzerinde durmak, bunu tek başına ele almak istiyorum ki, bütün dünya, siz de Milena - göreceksiniz diye. Bunu yazmakla gözdağı veriliyor birine öyle mi? Uzaktan da olsa, bilinmiyor değil bu insanın durumu... Hem sözde, hani iyiliği isteniyordu bu adamın? Yazmak istememekte haklısınız belki, bunu mektubunuzun birkaç yerinde iyice sezinliyorum. Bu yerler için kendimi savunacak değilim. Bunlar öyle yüksek yerler ki, oraya çıkarılmış olmamı korku ile görüyorum, orada soluk almaya ciğerlerimin gücü yok; işte, dinlenmem gerekiyor şimdi bile. Yarm gene yazarım.

F.

***

Pazar

Bugün yazacaklarım birtakım şeyleri aydınlatabilir belki, Milena! (Ne varlıklı, ne ağır bir adınız var? Ağırlığı taşınmasını güçleştiriyor. Oysa beğenmemiştim önceleri, yolunu şaşırıp Bohemya'ya sürüklenmiş bir Yunanlının ya da bir Romalının adına benzetmiştim; Çek dili zorlamış onu, vurgusunda yanıltmış, gene de biçiminin güzelliği, renklerinin parlaklığı ile bir kadını andırıyor; el üstünde taşınan bir kadını... Ne bileyim ben? Kaçırılır bu kadın, yangından, yeryüzünden, kucağa alıp kaçırılır... O da güvenle, istekle sokulur insana. Yalnız "i"nin sesi çok güçlü, sıçrayıp elinden kaçıvermiyor mu adın? Yükünün mutluluğundan bu sıçramayı kendin yapıyorsun belki de?) İki türlü mektup yazıyorsun -mürekkep ya da kurşun kalemle yazdıklarını demek istemiyorum - kaldı ki, yazın kurşun kalemle de göze çarpıyor, bir şeyler sezdiriyor insana, ama yetersiz bir sezgi bu; örneğin, evin resmini gönderdiğin mektup kurşun kalemle yazılmıştı, gene de mutlu kılmıştı beni; rahat yazdığın mektuplar mutlu kılıyor beni Milena. (Yaşımı, yıpranmışlığımı, hele korkumu anlamaya çalış; sonra unutma ki, sen gençsin, taptazesin, gözüpeksin; oysa benim korkum, gün geçtikçe artıyor, dünyadan el etek çekmek anlamına geldiği için artıyor baskısı bu korkunun, baskı arttıkça da korku büyüyor. Ama senin gözü pekliğin ileri atılmayı sağlıyor sana, bu yüzden azalıyor baskısı, gözü pekliğin artıyor. O rahat yazılmış mektuplarının önünde saatlerce oturabilirim, yanan başıma damlayan yağmur damlaları gibidir o çeşit mektupların. Ama ötekiler? Daha çak mutluluk getirmesi gereken öteki mektupların yok mu? (Güçsüzlüğümden ötürü günlerce sonra varabiliyorum onların mutluluğuna.) Ünlemle başlayan (yanında değilim ki) birtakım korkularla biten mektupların yok mu Milena? Onları alınca, tehlike çanları vurmuş gibi titremeye başlıyorum. Okuyamam bu türlü yazılmış mektupları, gene de okuyorum, suya kavuşan bir hayvanın içişi gibi içiyorum onları, ama bir yandan da korku... Hem de ne türlü; altına girip saklanabileceğim bir eşya arıyorum, titreyerek bir köşeye büzülüyorum, çılgınlar gibi dua ediyorum: Bir fırtına gibi odama nasıl girdimse, gene öyle penceremden uçup gitmem için dua ediyorum... Kasırgayı alıkoyamam ki odamda! Medea'nın güzel başı olmalı sende bu mektupları yazarken: Korkunun yılanları ürkmüş ama benim korkumun yılanları daha azgın.

Çarşamba

Perşembe günkü mektubuna : ah yavrucuğum, yavrucuğum! Budalaca şakalarımı (Zid ve Nechapu = tiksinme üzerine) çok ciddiye almışsın bilesin diye yazmıştım; korkudan birbirimizi ters anlar olduk; n'olursun beni Çekçe yazmaya zorlama; suçlamadım ki seni! Tanıdığın Yahudileri (beni de kat içlerine) övdüğün, onları kötü bulmadığın için seni suçlayabilirim belki - içlerinde neleri vardır, neleri! - Yahudi oldukları için hepsini, (kendimi de şuradaki çamaşır dolabının çekmesine tıkmak istiyorum kimi vakit. Bir süre bekledikten sonra çekmeyi usulca açıp, ölüp ölmediklerine bakmak, ölmemişlerse, çekmeyi gene kapamak, ölünceye değin de çekmeyi açmamak. Ama bak, "söylev"inle ilgili dediklerim ciddiydi. (İkide bir "ciddi" giriyor yazılarıma, belki de haksızlık ediyorum ona -düşünmek istemiyorum bu konuyu -ama ona kopmaz bağlarla bağlı olduğumu da biliyorum, gün geçtikçe daha da bağlanıyorum ona -neredeyse ölünceye değin diyecektim-, konuşabilsem onunla! Ama çekmiyorum: benden daha akıllı, daha olgun. Biliyor musun Milena, sen ona varmakla uçuruma doğru bir adım attın, ayrıldın yolundan, bana gelirsen şimdi, uçurumun dibini boylarsın. Sezinlemiyor musun bunu? Geçen mektubundaki "yüksek yerler" bana göre değil, hayır Milena. O yerler senin.) Söylevinden söz ediyorum, değil mi? Onları yazarken sen de ciddiydin, yanılmış olamam. Hastalığından söz açmışsın? Yatman gerekirse, ne yaparsın? Daha iyi olur belki, belki de yatıyorsun ben burada oturmuş sana yazarken? Bir ay önce daha mı iyi bir insandım? Kendi kendime de olsa, üzülüyordum hastalığına, hiç değilse hasta olduğunu biliyordum... Ama şimdi? Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimi düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.

F.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro