Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

17


Pazartesi 

Ah Milena... denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz... Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir. Her gün yazma diye yakarmıştım geçenlerde, yalanım yoktu, içten bir dilekti bu; korkuyordum mektuplarından, rahatlıyordum mektup gelmeyince; bir mektubunu görünce masamın üstünde, bütün gücümü toparlamam gerekiyordu, gücüm hiç, ama hiç yetmiyordu- gene de: bugün şu iki kartın gelmeseydi mutsuz olacaktım, hem de ne türlü. Sağ ol Milena. Bugüne dek Rusya üstüne okuduklarım, bu mektuba eklediğim yazının yanında hiç kalır; çok etkiledi bu yazı beni. Daha doğrusu, yinime, sinirlerime, kanıma dek işledi. Yazılanlara pek inanmadım, kendi orkestrama göre değiştirdim. (Yazının sonunu göndermiyorum, yırttım attım... Bir sürü suç sayıp dökmüş, bu yazıyla ilintisi olmadığından göndermiyorum... Bütün yazı bir taslak zaten.)

***

Perşembe 

Pazar ve pazartesi günkü mektuplarınla bir kartını aldım. N'olursun Milena, yanlış yorumlama dediklerimi. Senden uzaktayım, içime kapanık yaşıyorum, pek o kadar sıkıntılı değilim, ama bin türlü şey geçiyor kafamdan, korku, tedirginlik... Tutamıyorum kendimi, içimi sana döküyorum, yazmam doğru değil, ama sana yazarken unutuyorum onları, her şeyi unutuyorum, seni bile... Sonra yazdıklarıma karşılığın gelince, aklım başıma geliyor, şaşırıyorum. Korkun yersiz, neden korkuyorsun? Kocan çok hastaysa, bir değil de iki hastalığı varsa, bunlar da öyle küçümsenmeyecek hastalıklarsa, gidemez işe elbet... Ama bu yüzden onu işten çıkarmazlar ki... Devlet memuru değil mi kocan? Nasıl atarlar işten? Yalnız, hastalıklarını göz önünde tutarak yaşamını değiştirmesi gerekir biraz; hiç değilse görünüşte geniş bir soluk alabilirsin, gerçek üzücü olsa bile... Bana öyle geliyor ki, yeryüzünün en saçma işi: suçun kimde olduğunu aramaktır. Başakakma bir yana, o, o kadar saçma değil belki, darda kalınca kişi, suçu yükleyecek birini arar elbet. (Gene de bıçak kemiğe dayandı mı, iş değişir, o zaman suçu yükleyecek biri aranmaz artık.) Bu gürültüsü, yürek çarpıntısı bol günlerde kendini suçlu bulmanın üzüntüsünü anlamıyor değilim, çok doğal bu, ama kolay bir hesap sorununu çözer gibi, bu iş üstünde durup, günlük davranışını ona göre düzenlemeyi anlayamam, bak bu olmaz işte. Sen de suçlusun elbet, kocan da suçlu... Sonra gene sen, gene o... ikiniz de suçlusunuz; bir arada yaşayanlar kaçınabilirler mi bundan? Suç suç üstüne biner, ta ölünceye dek de sürer. Neye yarar bu hesap? Benim, ya da doktorun ne işine yarar suçun kimde olduğunu aramak? Durmadan yağmur yağıyor, duracağa da benzemiyor. Aldırmıyorum buna, odamdayım, kahvaltımı yapıyorum; bir boyacı tam penceremin önünde, belinden astırmış kendini, yapıyı boyuyor. Yağmura - şimdi birazcık dindi- içerliyor, belki benim oburca yediğim tereyağlı ekmeğe de içerliyor, belki de onun için camları kirletiyor fırçasıyla, belki bu da benim yersiz bir kanım, belki adamcağız hiç ilgilenmiyor bile benimle, benim onunla ilgilendiğim kadar! Şimdi de bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur, ama o hiç istifini bozmadan çalışıyor yağmurun altında. 

Utanıyorum. Weis'dan duydum bir şeyler, hasta olduğunu sanmıyorum, ama çok parasızmış... Birkaç ay önce Franzensbad'a onun adına para toplanmıştı, oradan biliyorum. Üç hafta önce "taahhütlü" bir mektup göndermiştim ona, Kara-Ormana. Karşılık vermedi. Starnberg Gölündeymiş şimdi sevgilisiyle; kız Baum'a (*) yazmış, hem de üzüntülü şeyler yazmış (kızın yaratılışı öyledir), ama mutsuzluk yokmuş yazılarında (bu da yaratılışına uyuyor). Prag'dan ayrılmadan önce, bir ay kadar oluyor (tiyatroda çok başarı göstermişti, kızcağız), ayaküstü konuşmuştum. Bitikti, zaten zayıf, ince bir kızdır, ama dayanıklıdır; bütün yıl durmadan tiyatroda oynamanın yorgunluğu çarpıyordu göze. Weis'dan şöyle söz etmişti: "Kara- Orman'da, iyi değil durumu, ama şimdi Starnberg Gölünde birlikte olacağız, düzelir o zaman." (*) Kafka'run dostu. Kör bir yazar. - Çevirenin notu.

***

Pazar 

Bak Milena, önemli olan görmek mi, yoksa, yazılı görmek mi? Meran'da yazdığın son mektuplardan birinde sözünü etmiştin bunun, karşılık vermeye vakit bulamamıştım. O güç yolculuğa katlanmak için Robinson yarışmaya girmişti; başarısızlığa uğramış, bir sürü şey gelmişti başına... Ben yalnız seni yitirmemle düşüveririm Robinson'un durumuna. Gene de ondan çok ben Robinson sayılırım. Onun bir adası vardı, bir Cuma'sı, bir sürü şeyi daha. Gemisi de vardı, onu kurtaran, olup bitenleri bir düşe çeviren bir gemisi vardı onun... Benim hiçbir şeyim yok, adım bile yok... Onu bile sana verdim. Bu yüzden bir çeşit bağımsızlığım var sana karşı... Bağımlılık sınır tanımaz da ondan. "Ya hep, ya hiç" sözü, büyük bir söz! Ya benimsin, ya değilsin. Benimsen, sorun yok, her şey iyi demektir, ama değilsen, yitirirsem seni... kötü olmaz... O zaman hiçbir şey olmaz, o zaman hiçbir şey yok demektir... Ne kıskançlık kalır, ne üzüntü, ne sıkışma, hiç, hiçbir şey. Biliyorum, birine böylesine güvenmek, bayağının aşağısı bir şey, onun için durmadan korku çörekleniyor ya içime? Ama bu korku seni yitiriririm korkusu değil! Birine güvenmeye nasıl yeltenir insan, işte bu korkutuyor beni. Buna karşı koyabilesin diye, sevimli yüzüne Tanrısal bir güzellik ekleniyor. (Ama belki doğuştan vardı bu.) Samson, Dalila'sına büyük gizini anlattı işte! Artık kesebilir saçlarını... Zaten ikide bir darmadağın ediyordu, kessin, ne çıkar? Onun da buna benzer bir gizi yok mu sanki? Gözle görülür bir nedeni olmadan üç gecedir çok kötü uyuyorum. Hasta değilsin ya? Karşılık sayılmaz, ama hemen söyleyeyim: şimdi geldi telgrafın. Hiç beklemediğim bir zamanda... Üstelik de açık geldiği için korkmaya vakit bulamadım. Belki inanmazsın, ama bu telgrafın gelmesi gerekliydi bugün... Nereden bildin bunu? Bana gereken şeyin senden gelmesi doğal oldu artık. Salı Yanlış yorumlamışsın, diyemeyeceğim, çünkü yanlış yorumlamadan daha kötü bu Milena, yüzeyde kalanları anlamışsın yalnız... Önemli değil ki, bu kadarını anlamış ya da anlamamış olman! Senin yanlış yorumlamaların, ters anlamaların sürüp gelen bir şey. Meran'da da bir iki kez olmuştu. Bana bir çıkar yol göster diye yalvarmadım ki sana... Karşı masada çalışan arkadaşıma yakarmama benzerdi bu. Ben kendimle konuşmuş, kendi kendimden dilenmiştim bunu... Düşler içindeydim, uyandırdın beni! 

Rusya üstüne ettiğim sözleri iyi anladın mı, bilmiyorum. Yazarın yazmadığı nesneler, yeryüzünde söylenebilecek en büyük övgü bence. (Dün akşam saat sekizde eve dönerken, Yahudi topluluğunun tören salonuna bir göz attım... Yüzden çok Rus Yahudisini tıkmışlar oraya, Amerikan vizesi bekliyorlar, üst üste hepsi. Oylarını kullanan halk topluluklarına benzettim... Sonra gece, bir buçukta gene baktığımda, hepsini uyur buldum, yan yana uzanmışlar yere, iskemlelerin üstünde de vardı uyuyanlar; arada bir biri öksürüyor, ya da soldan sağa dönüyor, ya da usulca geçiyor aralarından... elektrik bütün gece yanıyor.) Ne olmak istersin, diye sorsalardı bana, Doğulu bir Yahudi çocuğu olmak isterim, derdim... Onların arasında bir köşede olmak, üzüntüsüz bir yana kıvrılmak... Babam öteki erkeklerle tartışadursun, anam sıkı sıkı sarılmış paçavralara, ablam yaşıtlarıyla çene çalıyordur... arada bir güzel saçlarını düzeltiyor... Birkaç hafta sonra da Amerika yolunda olurduk. Durumları bu kadar rahat değil zavallıların, dizanteri çıkmış aralarında; sokaktan geçenler durup pencereden içeriye küfrediyorlar, kendi aralarında bile dalaşıyorlar, iki kişi bıçak çekmiş bile. Ama küçüklerin umurunda mı bu? Vız geliyor onlara. Bir sürü çocuk gördüm: Yatakların üstünde cirit atıyorlardı, iskemlelerin altına saklanıp oynuyorlar... Yiyecekleri ekmeğin üzerine ne sürüleceğini gözlüyorlar... Ne sürülürse sürülsün, her şeyin yeneceği bir yaşta onlar. 

***

Salı 

Bugün iki mektubunla bir kartını aldım. Mektupları açamadım hemen. Ya akıl almayacak kadar iyisin ya da kendini çok iyi dizginleyebiliyorsun; ilki daha akla yakın, ama ikincisinden de var bir şeyler. Gene söylüyorum: Haklısın, yerden göğe kadar haklısın. V. ile olan konuşmada sen benim gibi davransaydın, yani böylesine saygısızca, yanını yöresini unutup direnen bir çocuk sersemliği içinde, yalnız kendini düşünen, biraz da "adamsendeci" bir davranışla davransaydin, ben deliye dönerdim. Telgraf süresince de sürmezdi bu delilik. Yalnız iki kez okudum telgrafını; aldığım gün bir göz atmıştım, bir de sonraları, yırtarken. İlk okurken duyduklarımı anlatmak güç biraz: Bir sürü nesne el kaldırmıştı sanki, ama senin indirdiğin tokat en belirlisiydi... "Hemen" sözcüğü ile başlayan bir tokattı bu. Hayır, bütün ayrıntılarını ele alacak gibi değilim bugün, yorgun olduğum için değil, "ağırım" bugün, ondan. Olup bitenlere inanmak güç. Yukarıda söylediklerime inansam, o zaman hak etmiş olurdum tokadı. Kimse suçlu değil, suç ikimizde yalnız. Yersiz olmayan direnmelerin hafifler de belki, döndüğünde V.' nin mektubunu okursun bir kez daha, hoş görürsün. Kendini bu türlü yermesinin nedeni anlaşılır gibi değil.  Hemen o gün, telgrafı çektiğin gün, babanın evine uğradım. "Schody" diye alt kata denir sanırdım, oysa çekme kat anlamına gelirmiş. Genç, güzel, canlı bir hizmetçi kız açtı kapıyı. V. yokmuş evde, ben de bulacağımı ummamıştım, ama bir şeyler yapmak zorundaydım; ne zaman döneceğini öğrendim. Ertesi sabah erkenden evin önündeydim. Akıllı, sade, açık bir kadın, hoşuma gitti. Telgrafta yazdıklarımdan başka şey konuşmadık. (Baban için korkularını hiçe indirebilirim, bir daha ki mektubumda.) Jarmila önceki gün çalıştığım yere geldi; senden epeydir haber alamamış, su baskınını da duymamış, ama seni merak etmiş, onun için gelmiş beni görmeye. Çok oturmadı, sıkılmadım pek. Unuttum, söyleyemedim mektup yazmasını, gittikten sonra birkaç satırla bildirdim dileğini. Mektuplarımı iyice okuyamadım daha; gene yazacağım. Şimdi bir telgrafın daha geldi. İnanayım mı, gerçek mi? Vurmuyorsun artık, öyle mi? İnanmam, hayır! Nasıl sevinirsin? Olamaz. Bu da öteki telgraf gibi düşünmeden yazılıvermiş. Gerçek ne onda, ne bunda... Erken uyanınca kişi, sanır ki, gerçek burnumuzun dibindedir... Birkaç solmuş çiçeğin süslediği, üstü açık, hazır bir gömüt! Göze alamıyorum mektupları okumayı, aralıklarla okuyabiliyorum..

 Okurken duyduğum acı, dayanılır gibi değil. Milena - elim saçında gene, gene yana ayırıyorum saçını biraz- böylesine kötü bir yaratık, böylesine kötü bir hayvan mıyım ben? Kendime de, sana da kötü davranacak kadar mı? Yoksa beni kovalayan, beni kışkırtan kötü bir şey mi var ortalıkta? Kötü demeye bile dilim varmıyor, sana yazarken öyle duyuyorum da onun için yazıyorum. Aslında her şey anlattığım gibi. Sana yazarsam uyuyamıyorum -yazmadığım günler hiç değilse birkaç saat yumabiliyorum gözlerimi. Yazmadığım günler yorgunum, üzgün ve ağır oluyorum... Ama yazdığım günler korkuyla tedirginlik ikiye bölüyor beni. Bak anlatayım: Karşılıklı bir yakarma içindeyiz seninle, acınma dileniyoruz... Bir yerlere gizlenmek istiyorum, sen de aynı şeyi istiyorsun benden. Olacak şey değil. Ama başarıyorum gene de. Nasıl olabilir, diyorsun, şaşkınlık içindesin. Ne istiyorsun? Nasıl davranıyorum? Durumumuz aşağı yukarı şöyle. Ben. bir yerlerde, pis bir çukurda yaşayan (çukurun pisliği benim orada oluşumdan), ormanları tanımayan yabanıl bir hayvandım. Birden seni gördüm ışıklar içinde, aydınlıkta, o güne değin gördüğüm en güzel şeyi, seni: Unuttum olup bitenleri, kendimi unuttum, kalktım ayağa, sana yöneldim. . Bu yeni, bu ülküsel özgürlük içinde kuşkuluyum gene de, ama yaklaştım, yanındayım artık... Öylesine iyi davrandın ki, hakkım varmış gibi sokuldum sana, yüzümü gözümü ellerine sürdüm, mutluydum, her şeyden kopmuştum artık, böbürleniyordum da, kendimi güçlü duyuyordum, evimde gezer gibiydim. (Durmadan bu ev sözü.) Oysa yabanıl bir hayvandım, benim yerim ormandı, ancak senin bağışınla yaşayabilirdim bu aydınlıkta Unutmuştum olup bitenleri, ama başıma gelecekti gözlerinde görmüştüm. Süremezdi ki... Okşuyordun beni, ama, görecektin yabansı yanlarımı, gerçek ülkemi yadsıyamazdım, ormanı anımsatacaktım sana. Derken önüne seçilemeyen, kaçınılması güç tartışmalar başlıca konumuz oldu. Beni yiyip bitiriyordu korku. Ne kötü, ne pisti bu üzüntüler; sana da engel oluyordum Max'la olan anlaşma, Gmünd'deki durumumuz, sonra Jarmila karşılaşmsındaki yanlış yorumlama, şimdi de V.'nin alıkça, kabaca vurdumduymazlığı ve bir sürü şey daha girdi araya. Kendime gelir gibiyim, anımsadım kim olduğunu... Avunacak bir şeyler de bulamıyorum gözlerinde artık. 

Düşlerde çekilen karabasanları çekiyorum. (Hani yabancı bir yerde evindeymiş gibi salınır kişi?) Bu korkuyu gerçekten çekiyorum Milena... Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe. Umut kırıklığına uğramış, yolunu şaşırmış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?" Günlerin nasıl geçiyor, diyorsun, böyle işte! Mektubun geldiğinde, ben sana mektup göndermiştim bile. "Korku", "kuşku" falan, filan bir yana tiksinç olduğundan değil, midem dayanıksız da ondan - evet, her şey bir yana, gene de senin söylediğin gibi güç değil belki de. Anlatmaya çalışayım: Kişi kendi yetersizliğini ister istemez çekmek zorundadır, bu zorunluğu hep duyar, ama iki kişinin yetersizliğine boyun eğmek zorunda değildir! Gözlerimiz ne güne duruyor? Kör edebiliriz onları, yüreğimizi de çekip atarız! Yok, yok o kadar da değil, biraz büyükseme, biraz yalan var bunda; zaten her şeyi büyüksüyorsun.. Yalnız önem büyüksenemez.. O var Milena, onun oluşu gerçek işte. Gene de özlem için edilen gürültü patırtı kadar büyük değil özlemin kendisi. Saçma bulacaksın, ama değil! Bak: "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki. "Sizin sevmeye gücünüz yetmez." demiştin bana Milena; "insan'la "hayvan"ın arasındaki ayrıntıyı ortaya koymaya yetmez mi bu? Neler oluyor, ya da neler olduğunu iyice anlayamıyorsun Milena, ben bile anlayamıyorum; bir coşkunluk karşısında ürperiyorum, aklımı yitirecek kadar üzülüyorum, gene de bilmiyorum ne oluyor, ne olacak! 

Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum, bir yerlere gizleneyim diyorum, bunu istiyorum işte, bunu arıyorum, bunun ardından gideceğim, elimde değil. Bu coşma, bir volkan patlaması gibi bir şey olduğuna göre geçecek elbet, yarı yarıya geçti de sayılır, ama bu coşmayı sağlayan güçler içimde var daha, hep vardı, hep de olacak; yaşamım buna bağlı, bu anlatılamayan korkulara bağlı yaşamım, onlar yok olunca ben de yok olurum; benim de payıma bu düşmüş, yitirir-sem bu yanımı vazgeçerim yaşamaktan, gözlerimizin doğal kapanışı gibi ben de kolayca yaparım bu işi. Beni tanıdığından beri böyle değil miydim? Böyle olmasaydım çevirip başını bakar miydin bana? Geçtiğine göre, bu yeni durumumda rahat, mutlu ve sevinçli olmam gerekmez mi? Ama değil, gerçeğe çok yakın olduğu halde değil (bu olayı yaşamış olmanın sevinci içindeyim, bu gerçek, bir bakıma da mutluyum, ama rahatım diyemem, bu uymuyor gerçeğe), çünkü hep korkacağım, korkuyu hep ben çekeceğim. Nişanlanmalarımla buna benzer olaylara dokunmuşsun; doğru, sıradan şeylerdi, acısı değil, ama etkisi sıradandı. Sanki, baştan savma bir yaşam yaşanmış da, birden bundan ötürü cezalandırılması gerekiyor kişinin, ceza olarak da bir mengeneye sokuyorlar adamın başını, şakaklarını sıkmaya başladıkça dilin çözülüyor, konuşuyorsun: "Vazgeçmem bu değersiz yaşamdan, sürdüreceğim diyorsun, ya da "peki, vazgeçiyorum..." diyorsun. Vazgeçiyorum diye öyle bir bağırırsın ki, ciğerlerin sökülür sanki. Bu davranışımı da öteki eski şeylerle bir tutmakta haklısın, ben hep o insanım... Hep eş şeyler etkiler beni... Ama toy değilim artık, görgüm arttı, açıklamada bulunmak için sokturmam kafamı mengeneye, daha önce basarım yaygarayı, uzaktan görünce başlarım bağırmaya... Gözüm açıldı artık, hayır, hayır daha yeterince açılmadı! Gene de sana karşı olan davranışımda değişik bir yan var: Kendimi ve seni düşünerek yalan söylemiyorum sana (kimseye davranmadım bu türlü), sonra da gerçeği gene senden öğreniyorum. "Beni bırakma" diye yakarmamı ele alıp, acı acı yakınıyorsan, Milena, haksızlık edersin.

 Bugün de bu konuda değişmiş bir şey yok. Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar), yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki. İyi değildi bu durumum, ne benim için, ne de senin için iyi idi. Nitekim doğru bir söz, söylenmesi gereken doğru bir söz yetti beni sarsmaya, sendeledim, derken bir söz daha, tepesi üstü yuvarlanıyorum artık, gene de çok ağır oluyor, ayaklarım kim bilir ne zaman yere değecek? Söylenen bu "doğru sözlerin" neler olduğunu yazmayacağım, örnek vermek istemiyorum, hem neye yarar? Büsbütün allak bullak eder. Kuzum Milena, sana yazabilmem için başka bir yol bul. Üstü kapalı, yazılmış kartlar göndermeyi çok akıllıca buluyorum; hangi kitapları göndereceğimi de bilmiyorum. Postadan elin boş döneceğini düşünmek, dayanılır gibi değil, kuzum bul başka bir yol. 

***

Pazartesi gecesi

 Çarşamba günü postaya uğradığında, mektup bulamayacaksın -yo, bulacaksın, cumartesi günü yazdığımı. Bugün işte yazamadım, çalışmak istiyordum, oysa çalışamadım, çünkü seni düşündüm. Öğleden sonra da kalkmadım yataktan, yorgun değil, "ağır"dım gene.. İkide bir bu ağır sözcüğünü kullanıyorum, tam bana göre bir sözcük bu, yerli yerine anlayabiliyor musun, bilmem? Dümeni bozuk bir vapurun ağırlığına benziyor ağırlığım. Vapur dalgalara şöyle diyor: "Kendimi taşıyamayacak kadar ağırım, ama sizler için tüy gibi sayılırım." Gene de pek öyle değil, benzetmeler anlatamaz durumları. 

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro