Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

16

Salı

 Anlaşılan, bu mektubumun karşılığını ancak on on beş gün sonra alabileceğim (*). Geçen günleri göz önünde tutarsak, bu bir çeşit "bırakılma" gibi bir şey. Oysa dolu içim, tam şu sıralarda sana hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış şeyler diyecekmişim gibi geliyor. Gmünd'deki davranışımı hoş göstermek için değil, can çekişeni kurtarmak için de değil... durumumu iyice anlayabilmen için bir açıklamada bulunmam gerekiyor da.. Korkarsın, kaçabilirsin benden, olmayacak şey değil, nicelerinin başına gelmiş, çok görülmüştür bu. (*) Milena St. Gilgen'e gitmişti. Ondan önce Gmünd'de buluştukları anlaşılıyor. - Çevirenin notu

 Ayağıma sanki ağır zincirler bağlanmış, sanki denizin dibine çekiliyorum... Beni tutmak, ya da "kurtarmak" isteyen, elini uzatmayacak... Güçsüzlüğünden ötürü değil, bir işe yaramayacağını bildiğinden ötürü de değil, hayır, kızmış, sinirlenmiş olduğu için uzatmayacak elini. Sana değil bu sözlerim; yorgun, boş bir kafayla (ama mutsuz ya da sinirli değilim, neredeyse hoşa gidecek bir durumdayım) seçebildiğim gölgene söylüyorum bu sözleri... Jarmila'ya gittim dün. Önem vermediğin için, ben de hemen gittim; doğrusunu istersen hemen gitmemin nedeni biraz da kendim içindi, uzatırsam bu görüşmeyi, daha sinirli, daha rahatsız olurum diye korkuyordum. Tıraş olmamıştım ama ne sakıncası olabilirdi? Yediyi çeyrek geçe zili çaldım, zil bozuktu, kapıya vurdum, boşuna... açılmadı; mektup kutusunda gazeteler duruyordu, anlaşılan yoklardı evde. Dönüyordum ki, avludan iki kadının geldiğini gördüm. Jarmila'yı hemen tanıdım, yanındaki anasıydı anlaşılan. Ne fotoğrafına, ne de sana benziyor Jarmila, eve girmedik, on dakika kadar eski okulun arkasındaki sokakta bir aşağı bir yukarı dolaştık. Hiç uymuyor senin anlattıklarına, çok konuşkan bir kadın Jarmila, şaşırdım bu bakımdan, ama yalnız on dakika kaldım, durmadan konuştu; Jarmila'nın bana gönderdiği mektubunu anımsadım o ara. Baştan sona, anlatanla ilintisi olmayan bir gevezelikti; bu kez daha da açık gördüm bu yanını... Ne de olsa, mektubu yazarken buluntular, ayrıntılar yapmıştı. 

Günlerce mektuplar için çok heyecanlanmış, Werfel için Haas'a telgraf çekmiş (karşılık alamamış daha), sana hem telgraf çekmiş, hem "ekspres mektup" yollamış; senin isteğine uyarak hemen yakmış mektupları; seni üzüntüden kurtarmak için ne yapacağını şaşırmış; hiç değilse bu işi bilen biriyle konuşmak için bana gelmeyi bile düşünmüş. (Nerede oturduğumu aşağı yukarı biliyormuş. Ben de anımsıyorum: Ya ilkyaz günlerindeydi, ya da güzdü, Ottla, ben, bir de küçük Rezenko - Schönborn Sarayında falıma bakan küçük kız - kürek çekmeye gitmiştik, yolda Ha-as'la karşılaşmıştık, yanında bir kadın vardı, yüzüne bile bakmamıştım, meğer Jarmila'ymış. Haas adımı söyleyince Jarmila kız kardeşimle ilgilendi, yıllarca Hıristiyanların yeri olduğu için kardeşimin Yahudi oluşu aklında kalmış olacak. O zamanlar okulun karşısında otururduk, kardeşim evimizi göstermişmiş... Al sana upuzun bir masal.) Gelişime çok sevinmiş, onun için böylesine canlı, geveze, ama işin sarpa sarmasından da üzüntülü... "Her halde, her halde geçti artık" diyor, "her halde, her halde olmaz artık bir şeyler" diyor. Oysa mektupları ben yakacaktım, küllerini de Belveder

Alanına savuracaktım, bana verilmişti bu iş... Önemini pek kavrayamamıştım, ama olsun, bana verilmişti bu iş, ben yapmalıydım. Onun yapmış olması bozdu her şeyi. Kendinden çok bir şey anlatmadı: evden pek çıkmıyormuş -yüzü doğruluyor sözlerini- kimselerle görüşmüyormuş; kitapçıya, ya da postaya gitmek için çıkıyormuş sokağa. Hep senden söz etti. (Yoksa ben miydim hep senden söz eden? Güç şimdi bunu ayırt etmek.) Berlin'den aldığın bir mektuptan sonra, senin nasıl umutlandığını, Jarmila'yı göreceğim diye ne türlü sevindiğini söyledim ona... şaşırdı... Kimseyi sevindireceğine inanmıyormuş. Yapmacıksız, inandırıcı bir şaşmaydı bu. "Geçmiş günleri yok edemezsiniz" dedim, "insan istese o günleri baştan yaşayabilir" dedim. "Evet" dedi, "belki bir arada olunsa, olabilir bu dediğiniz; son günlerde umutlandımdı, gelir Milena diyordum, gelmeliydi de" -canlı, hareketli elleriyle yeri gösteriyordu- "buraya, buraya gelmeliydi..." Sonra kapısının önünde ayrıldık, uzatmadan, kısaca. Daha önce biraz kızdırmıştı beni, senin çok güzel çıkmış bir fotoğrafından uzun uzun söz etmişti, gösterecekti de. Ama göstermedi, sözde bulamamış... Berlin yolculuğundan önce bütün mektupları, kâğıtları yakarken de aramış fotoğrafı, bulamamış, bu gün de aramış, gene bulamamış! 

Ayrılır ayrılmaz sana telgraf çektim, isteğinin yerine getirildiğini şişirerek bildirdim! Memnun musun? Bu mektubumu on beş gün sonra alacağına göre, bir şey dilemek saçma şimdi... dileğimin saçmalığını artırır diye yazıyorum: Tutanağımız olmayan şu yeryüzünde (koparılıyoruz, kopmaya karşı koyamıyoruz), elindeyse Milena, n'olur tiksinme benden, bir kez, bin kez, eskiden ya da şimdi -hele şu son günlerde-umutsuzluğa düşürdüm, ya da düşürüyorsam seni, n'olur tiksinme benden. Bir dilek de sayılmaz bu, sana da yönelmiş değil, kimden dilediğimi de bilmiyorum. Sıkışan ciğerlerimin soluksuzluğundan bütün bunlar. 

***

Çarşamba 

Pazartesi sabahı mektubuna karşılık O pazartesi sabahından beri, daha doğrusu, o pazartesi öğleden beri, yolculuğun yarattığı sevinç (her şey bir yana, bir yerlere gitmenin verdiği bir rahatlık, bir dinlenme, bir kendine gelme vardır nasıl olsa) yatışalı, bir türkü tutturmuşum, durmadan o türküyü söylüyorum sana, bıkmadan hep o türküyü... Düşsüz uykular gibi ağır, can-sıkıcı, yorucu... Söylerken ben bile uyukluyorum kimi zaman... Dinlemek zorunda olmadığına sevin... Uzun bir süre mektuplarımı okumak zorunda olmadığına da sevin! Hey, insanları tanıtma gücü! Kunduraları çok güzel boyuyormuşsun, bana ne? Boya, iyice parlat, sonra da koy bir köşeye, bitir bu işi... Ama sabahtan akşama dek kafanda olmasın bu boya işi, beni üzen bu, hem temizlemeye yaramıyor ki düşünmek). 

***

Perşembe

 "Benimsin" sözünden başka bir söz duymak isterdim senden. Neden hep bunu söylüyorsun? Sevgi anlamından çok geceyi, yakınlığı anlatıyor. Evet, büyük bir yalandı, ben de katıldımdı o yalana; daha kötüsü kendimi temize çıkarmak için katıldımdı. Ne fena, yapmamı dilediğin işler, kendiliğinden oluveriyor, bana yapacak şey kalmıyor. Güvenmiyor musun bana? Yoksa kendi güvenimi artırmam için mi böyle davranıyorsun? Dikkat et, belli oluyor. Jarmila'mn telgrafında (buluşmamızdan önce çekmiş) kıskançlık neden olsun? Anlamadım. Beni görmek - senin adına - sevindirmişti onu, ama ayrılırken daha sevinçliydi (beni düşünerek, daha doğrusu kendi adına). Soğuk algınlığın üstüne birkaç söz daha edebilirdin. Gmünd'de mi üşüttün, yoksa "pastane" dönüşlerinde mi? Buraları daha pırıl pırıl güneş içinde, pazar günü Kuzey Bohemya'ya yağmur yağdıydı... Ne türlü böbürlendim bilemezsin; ıslak giysilerimi görenler, Gmünd'den geldiğimi anlayacaklar diye... Cuma Yakından bakılınca anlaşılır gibi değil bugünlerdeki üzüntün... Uzaktan tutup bakmak gerekiyor, ama gene olmuyor. "Pençe" sözünü iyi anlamamışsın, anlaşılır gibi de değildi ya. Gmünd için yazdıklarında yerden göğe haklısın. Şunu anımsıyorum örneğin: "Prag'da beni hiç aldatmadın mı?" diye sormuştun. Yarı şaka, yarı ciddi, yarı umursamazlık vardı sorunda - gene üç yanlar-, olabileceğine inanmadığın için belki. Mektuplarımı hiçe sayarak sorabildin Milena? Nasıl sorabilirsin? Sorduğun yetmiyormuş gibi, ben de işi daha güçleştirip "hayır" demiştim, "aldatmadım seni." Karşı karşıya olunca bunları mı konuşur insan? Biz de o güz uzun uzun konuştuktu seninle, iki yabancı gibi. Dün akşam Jarmila uğramış bana (adresimi nereden bulmuş bilmiyorum), evde yoktum; sana göndermek için bir mektup bırakmış, bir kâğıdın üstüne de kurşunkalemle iki satır yazmış, adresinden emin değilmiş, onun için mektubu bana bırakmış, sana göndereyim diye. 

***

Pazartesi 

Neyse, gene de pek uzun sürmedi; Salzburg'dan yazdığın iki mektubu da aldım. Umarım ki, Gilgen'de hava daha iyidir, ama ne de olsa kış yaklaşıyor. Ben hem iyiyim, hem fena... Biraz daha dayansam da şu güzü bir atlatsam diyorum. Gmünd üstüne yazışacağız daha, ya da konuşmamız gerekecek -bu fena yanım- Jarmila'nın mektubunu ekledim. Sana göndereceğimi birkaç satırla bildirmiştim ona, adresini bir hafta sonra öğrenebilirim sanıyordum. Karşılık vermedi. Elin değerse, oturduğun yerin bir resmini gönder n'olur? 

***

Perşembe

Önce kurşunkalemle yazdığın mektubu okudum; pazartesi günkü mektubuna da şöyle bir göz attım, vazgeçtim okumaktan, çünkü altı çizilen bir tümce var... Ne türlü korkuyorum bilemezsin. Ne yazık ki, insan kendini olduğu gibi sözcüklerin içine koyamıyor; koyabilse ne iyi olurdu, karşı gelindi mi, sözcük savunurdu kendini, ya da yok olurdu... Ama burada da yalnız yok olma var, ölüm değil hastalıklar var, ne yaparsın? Mektubunu sonuna dek okumadan, uzatsa oradaki kalışını diye düşünmüştüm; sen de buna benzer bir şeyler yazmışsın, havalar iyice bozuncaya değin kalamaz mısın sanki? Çabuk geldi mektupların Salzburg'dan, ama Gilgen'den daha uzun sürecek; şuradan buradan haberler alıyorum neyse ki... Gazetede Polgar'ın deniz resimlerini gördüm örneğin. Kişinin içini sıkan, ne yapacağını şaşırtan şeyler... Belki de sevinçli olduğundan ötürü böyle, neyse, pek önemli değil. Ama Salzburg için yazılanlar epey: festivaller, havanın kararsızlığı filan... Yazık, gitmekte geç kaldın Milena, bunlar pek iç açıcı şeyler değil. Kimi zaman M. Wolfgang'a oralarını anlattırıyorum, çocukluğu Gilgen'de geçmiş, çok mutluymuş o zamanlar; eskiden oraları daha iyiymiş anlaşılan. "Tribuna" gazetesi olmasa, bütün bu saydıklarımın sözü olmazdı; gazetede senden bir şeyler buluyorum, orada sen varsın. Sözünü edişim sinirlendiriyor mu seni? Elimde değil, seviyorum yazılarını. Hem benden başka kim edebilir bunun sözünü? En iyi, en vefalı okuyucun benim. Beni düşünüp düşünmediğini bilmediğim zamanlar bile bir ilinti sezinlerdim yazılarında kendimle; sen söyledikten sonra büsbütün kuşkulu oldum. Örneğin: karda kalmış tavşanı okuyunca, beni anlatıyorsun sandım. Neyse, öteki mektubunu da okudum: "Bana karşılık vermeni istemiyorum" dediğin yerden başladım okumaya, başında neler yazılı olduğunu bilmiyorum, ama ne yazmış olursan ol, sen haklısın, boyun eğiyorum. Seni içimde sıkı sıkıya nasıl taşıyorsam, nasıl inanıyorsam bunun böyle olduğuna, dediklerine de öyle inanıyorum... okumadan boyun eğiyorum hepsine; bana karşıt sözler olsa da, ne çıkar? Kötüyüm Milena, bilmediğin kadar kötü... Onun için bağırıyorum ya! Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür. (*) Mektubun yanına çıkıntı halinde: "Okurken atlamışım, ne olduğunu anımsayamamıştım, ama hep kafamdaydı, unutmamıştım: Ateşin mi var? Derece koydun mu?" Birkaç gündür "askerliğe" başladım, daha doğrusu "manevra yaşamı"na girdim. Yular önce de yapardım bunu, iyi gelirdi. Öğleden sonraları, uyuyabildiğim sürece yatakta kalmak, iki saat yürümek, sonra uyanık kalabildiğim sürece uyanık kalmak. "Kalabildiğim sürece" sözünde var ne varsa. "Uzun sürmüyor" da ondan. Ne öğleden sonralarım, ne de gecelerim dilediğim gibi geçiyor; işe gidince ertesi gün, yüzüm solgun, kendim de bitik durumdayım. Gecenin ileri saatlerinde uyku yararlı, ikide, üçte; dörtte... En geç gece yarısında yatmam gerekiyor, yatıp da uyuyamazsam bitik oluyorum, gecemi de gündüzümü de yitiriyorum. Bütün iş, işe gidebilmekte, çalışıp çalışmamam önemli değil. Kendime çizdiğim bu türlü düzenli yaşamı bir boy sürdüreceğim... Görevimin sona erdiğini, ancak altı ay sonra "kafama dank" edince anlarım belki, ama belli olmaz, bir zamanlar iyi gelmişti bu düzenli yaşama, gene iyi gelebilir... Öksürüğüm bir zorba gibi işe karışıp oyunu bozmasa bari. Yok hayır, o kadar kötü değildi mektupların, ama kurşunkalemle yazılmış olanı hak etmedimdi.. Kime yazılır böyle bir mektup? Ne yeryüzünde ne de öbür dünyada, bunu hak edecek kimse yoktur. 

***

 Perşembe gecesi 

Bugün hiçbir şey yapamadım... Oturdum, birkaç kitap karıştırdım, o kadar... Önemli bir şey yapamadım. Şakaklarımın, için için zonklamasını dinledim arada. Bütün gün mektuplarınla didindim... Üzüntü, sevgi ve dert içindeydim; kesin olmayan bir şeye karşı, bilinmeyen bir korkuyla kaplıydı yüreğim... Kesin olmayışının nedeni, gücümü aşmasından geliyor. Oysa yalnız bir kez okumuştum mektuplarını, bir daha okumayı alamıyordum göze; bir yarım sayfa yer var ki, onu hiç okumadım daha. Bu olağanüstü, bu öldürücü gerginlikte yaşamanın en doğru yol olduğunu anlamak istemeyiz de, gevşetmeye yelteniriz bu gerginliği (sen de buna benzer bir şey söylemiştin, o zamanlar alay etmek istemiştim seninle), düşüncesiz bir hayvan gibi çırpmır, kurtarırız kendimizi. (Oysa hayvanlar gibi de severiz düşüncesizliği), ama sözde kurtarırız; kudurmuş, yolunu şaşırmış elektrik akımları içimize boşalır, sarsılır, yanarız oysa. Neler söylemek istiyorum bununla, farkında değilim; yakınıyorsun Milena, sözle değil, susarak yakınıyorsun mektuplarında; bir yerinden yakalamak istiyorum onları; bana yönelmiş olduklarından ötürü yakalayabilirim de... Bu karanlıklarda bile seninle eş düşünüde olabilmek! Şaşılacak kadar güzel, değil mi? Yanıldığımı da sanmıyorum.

***

Cuma 

Geceyi uyku yerine -isteyerek değil elbet -mektuplarınla geçirdim. Pek yakınacak bir durumu yok, ama mektup alamadım daha senden, sakıncası yok bunun da. Şimdilik her gün yazışmasak daha iyi; sen bunu benden önce sezinlemiştin. Her gün yazışmak, güçlendirecek yerde güçsüz kılıyor kişiyi... Eskiden bir solukta içerdim mektuplarını (Prag'dan söz ediyorum, Meran'dan değil), on kat güçlendiğimi duyardım... On kat artardı susuzluğum. Ama şimdi iş ciddi, şimdi mektubunu okurken dudağımı kemiriyorum, şakaklarımın zonklamasını duyuyorum. Buna da boyun eğebilirim, ama sakın hastalanma Milena, esenliğini yitirme! Yazma istersen, ama nedeni hastalık olmasın. (Bu çeşit iki mektubun var elimde, başa çıkabilmem için kaç gün gerekiyor dersin? Aklınca bir soru... Yeter mi günler!) Ne yaparım, diyorum? Kendimi düşünerek korkuyorum. Ne mi yaparım? Şimdi ne yapıyorsam gene onu... Ama nasıl yaparım, kim bilir? Hayır... Düşünmek bile istemiyorum. Ne kötü... seni düşündükçe hep yatakta görüyorum... çok belirli görüyorum üstelik!... Gmünd'de çayıra uzandığın gibi hani... (Arkadaşımdan söz açmıştım, uzun uzun onu anlatmıştım sana da, sen yarım yamalak dinlemiştin beni.) Yatakta olman pek de üzücü değil, en iyisi yatıp dinlenmen belki de, ama ben baksam sana... arada bir elimi alnına koysam, gözlerine dalsam, bakışlarını -ben odada dolaşırken- üstümde bilsem, senin için yaşadığımı bilsem, onurlansam, içim içime sığmasa, bu yaşama, iznini versen bana Milena!  Yanımda bir süre oyalandığın için, bana elini uzattığın için teşekkür edebilsem sana... ne iyi olurdu... Hastaysan bile, umarım ki, çabuk geçen bir hastalıktır, seni eskisinden daha güçlü kılar, ayağa kaldırır seni. Oysa benim hastalığım yakında büsbütün serecek beni yere; patırtısız, acısız olsa bari. - Hastalığına üzülmüyorum, yaban illerde hasta olmana üzülüyorum.- Tramvay biletçilerinden sen de hoşlanıyorsun, değil mi? Tam Viyana'ya yakışır bir durumda bir deri bir kemik kalmış, ama sevinçli biletçiyi sen anlatmıştın bana! Buradakiler de iyi kişiler diye, biletçi olmak ister çocuklar. Basamakta düşmeden durabilmek, yardım etmek, ellerinde bir zımba, üstelik dünya kadar da bilet vardır kutularında; çocuklar bayılır biletçi olmaya, övülmeye değer bulurlar bu işi. Ben bütün bunlardan çekinirdim, gene de biletçi olmak isterdim, onlar gibi sevinçli, onlar gibi yardıma koşabilmek için. Bir gün, ağır giden bir tramvayın ardından yürüyordum (ozan geldi, beklesin... şu biletçiyi anlatmam gerekiyor şimdi), biletçi arka sahanlıktaydı, eğildi seslendi bana, sokağın gürültüsünden anlayamamıştım, elini kolunu sallayarak bir şeyler göstermeye çabalıyordu... Ben gene anlayamamıştım, tramvay da uzaklaşıyordu artık, adamcağızın çabası boşa gidecekti... Neyse, sonunda anlamıştım: altın kravat iğnem açılmış meğer, onu gösterirmiş bana. Kötürüm bir umacı gibi, lök diye binince bu sabah tramvaya, bu olayı anımsadım. Bana paranın üstünü verirken, hoş bir şey söylemiş olacak, havayı değiştirmek istemiş adamcağız, ama ben duymadım... Yanında duran bir bay da yüzüme bakarak gülümsedi, biletçiyi üzmemek için ben de gülümsedim, ama anlamadan, durum böylece kurtuldu sayılır! St. Gilgen'dekiyağmurlu gök de gülümsese biraz n'olur? 

***

Cumartesi

Güzel, güzel Milena, çok güzel! Salı günü mektubunda güzel denecek bir şey yok belki, ama bir rahatlık, bir güvenme, bir açıklık var ki, çok güzel işte. Sabah bir şey çıkmamıştı postadan, mektup gelmeseydi de boyun eğecektim, ne yapayım. Senden mektup alma işi değişti biraz, ama yazmamda değişen bir şey yok; yazma zorunda olmamın verdiği mutluluk, o zorunluk sapsağlam duruyor. Almasaydım bugün senden mektup, ne çıkardı sanki? Mektubu ne yapayım? Dün bütün günüm, akşamım, gecenin yarısına dek seninleydim... Seninle konuştum; çocuklar gibi açık ve ciddiydim bu konuşmada; sen de bir ana gibi anlayışlıydın, sen de ciddiydin (gerçek yaşamda ne böyle bir çocuk gördüm, ne de böyle bir ana!) diyeceğim, mektup almasaydım da üzülmeyecektim... Yalnız yazmayışının nedenini bilmeliydim, hasta olduğunu sanmamalıydım... Küçücük bir odada, sen tek başına, dışarıda güz yağmuru (öyle yazmıştın), üşütmüşsün kendini (bunu da sen yazdın), geceleri terliyorsun, yorgunsun (bütün bunları sen yazmıştın), bilsem böyle olmadığını diyordum... Neyse, rahatım şimdi. Önceki mektubunda sözünü ettiğin tümcenin korkunçluğunu bilmiyorum ki... onun için bu mektubundaki ilk tümcene karşılık vermeye yanaşmayacağım. Bunlar birbirine bağlı, çözülmesi güç nesneler; ancak ana-oğul konuşmalarında çözülebilir, gene de konuşarak değil, duyularak olur. Karşılık vermeye yanaşmayacağım, çünkü pusu kurmuş şakaklarımda sızı, başladı başlayacak. Ne dersin? Yüreğime değil de, şakaklarıma mı fırlatılmış aşkın oku? İnadına Gmünd' den de söz açmayacağım işte... Oysa çok söylenecek şey var orası için, neye yarar? Viyana'da ilk gece hemen ayrılsaydım senden, bu seferkinden daha mı iyi olacaktı? Sanmam... Hem Viyana Gmünd'den önceydi. Benim oraya korkudan yarı baygın, yorgunluktan bitmiş bir durumda geldiğime göre bir üstünlüğü de var... Ama Gmünd'e gelirken, alıkça bir güvenim vardı -hiç farkına varmadan üstelik- sanki artık bir terslik olmazmış gibi... sahip olmanın güveni içinde geldim Gmünd'e. Tuhaftır, ama durmadan beni ezen o tedirginliğim, o elde etmenin bitikliği de tek kusurum... Bu böyle, bu işte ve bütün işlerde bu böyle! Mektubunu ikide almıştım, şimdi saat 3 1/4, bırakıyorum artık, yemeğe gitmeliyim. Çevirideki son tümce çok başarılı. O öyküdeki her tümcede, her sözcükte -övünmek gibi olmasın-ezgiyle karşılık bir "korku" var; yara o zaman kanamıştı, uzun bir geceydi, bu ilintiyi çeviride çok güzel belirtmişsin... Dedim ya: tılsımlı bir elin var. Mektup almanın ezici yanlarını anlıyorsun artık, değil mi? Büyük güvensizliği unutmayalım, ama bugünkü mektubunla mektubum arasında bir açıklık, iyilik, geniş bir soluk almanın eşitliği var; yalnız, öteki mektuplarımın karşılığım alamadım daha, korkuyorum yazacaklarından. Adresin ancak pazartesi günü elime geçtiğine göre, nasıl olur da sah günü mektup beklersin benden? .

***

Pazar

Tuhaf bir yanılgıya düşmüşüm dün! Salı günkü mektubunu öğleyin almış olmanın sevinci içindeydim, fark etmedim, ama akşam gene okuyunca, son gelenlerden değişik olmadığını gördüm.. Doğru bulduklarını açıkladığın halde, bu da ötekiler kadar mutsuz. Yanılmış olmam şunu gösteriyor: İçime kapanığım, yalnız kendimi düşünüyorum. Senden alabileceğim kadarını alabiliyorum, kaptırmamak için elimden gelse, dünyanın öbür ucuna kaçardım. Odama koşarak döndüğümde mektubunu masamın üstünde bulduğum için; hiç beklemediğim için; mutlu ve acıkmış gibi yazılmamış olduğu için; şakaklarımdaki zonklama bir kıpıcık durduğu için; seni ormanın, gölün, dağların ortasında rahat sandığım için, bütün bu saydıklarımla saymadıklarımdan ötürü alıklık ederek mektubunu sevinçli bulmuş, ona göre karşılık vermiştim. Ama şimdi anlıyorum ki, gerçek durumunla hiçbir ilintisi yok bu saydıklarımın, yok, mektubunda da yok bu hava.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro