15
Salı
Doğum günün için hiç de hazırlıklı değilim... Hiç uyuyamadım, başım ateş gibi, gözlerim yanıyor, şakaklarım zonkluyor, üstelik öksürüyorum da. Uzunca bir dilekte bulunamayacağım öksürmeden. Dileğim de pek yok, ama şu yeryüzünde sen varsın, şükrediyorum, sevinçliyim; şu koca yeryüzünde seni bulacağımı hiç ummamıştım - görüyorsun ya, benim de yaşam bilgim önemli değil, yalnız aramızda küçük bir ayrım var; sen kabul etmiyorsun, ben ediyorum - seni bulduğum için teşekkür etmek istiyorum sana (yeter mi sanki?). Öpmek istiyorum seni: hoşlanmayacaksın gene, istasyonda öptüğüm zaman da hoşlanmamıştın, biliyorum. (Bugün tuhaf bir direnmem var nedense.)
Son günlerim pek kötü geçmedi, iyi günlerim bile oldu, hele geçen hafta çok önemli bir günüm oldu: Yüzme Okulunun bitmek tükenmek bilmeyen koca havuzunda bir tur yapıyordum, akşam olmuş, kalabalık kalmamıştı, gene de bir sürü insan vardı: yüzme öğretmenlerinden biri -beni tanımayanı- yanma yöresine bakınarak bana doğru geldi, birini arıyor olmalıydı, beni görünce, beğenmiş olacak ki: "Bir gezinti yapmak ister misiniz?" dedi. "Sofia" adasından bir bay, "Yahudi" adasına geçmek istiyormuş sandalla; büyük yapı işlerini üstüne almış olan biriydi anlaşılan; "Yahudi" adasında koca koca yeni yapılar yapılıyor şimdi. Beni seçmiş olmasına pek önem vermemeli belki "Bu zavallı çocuğa bir iyilik edeyim, beleşten bir sandal gezintisi yapsın" demiştir öğretmen belki de; hem güvenilir biri olsun, hem güçlü, hem de adamı bıraktıktan sonra sandalı geri getirsin! Bütün bu aradıklarını bende bulmuş olacak ki, beni seçti. Kocra Trnka (okulun sahibidir, bir gün uzun boylu anlatırım onu sana) yanımıza geldi, "Yüzme biliyor musun?" diye sordu bana. Öğretmen bana güvenmiş olacak ki, ben karşılık vermeden o atıldı "elbette biliyor" dedi. Adamı aldım sandala, düzüldük yola. Uslu, terbiyeli bir çocuk gibi hiç konuşmadım. "Ne güzel bir akşam" dedi adam. Ben yalnız "evef'le karşılık verdim. "Ama biraz serince", dedi; ben gene "evet" dedim. Sonra çok hızlı kürek çektiğimden ötürü övdü beni... Koltuklarım kabardı, öylesine sevindim ki, evet bile diyemedim. "Yahudi" adasına sandalı bir yanaştırdım ki, görmeliydin; çıktı, teşekkür etti, ama "bahşiş" vermeyi unuttu... (Yalnız kızlara veriliyor bahşiş anlaşılan!) Hiç oyalanmadan döndüm. Bu kadar tez döndüğüme şaştı Kocra Trnka. Çoktandır koltuklarım kabarmamıştı böylesine; kendimi sana, birazcık, ama birazcık yaraşır buldum o akşam. O günden sonra her akşam Yüzme Okuluna gidip bekliyorum... Ama müşteri çıkmıyor artık.
Bu gece, yarım yamalak bir uykuya dalmadan şu geldi aklıma: doğum gününü, sence önemli olan yerleri gezmekle kutlayabilirim dedim. Birden Batı İstasyonunda gördüm kendimi. Küçücük bir yapıymış burası meğer, trenler sığmıyormuş istasyona, yapıdan çok uzakta kalıyormuş arabaların çoğu. İstasyonun önünde üç kız gördüm, temiz pak giyinmişlerdi (birinin saçları örgülüydü), onlar da bavul taşımak için gelmişler oraya, üçü de çok çelimsizdi... İçim rahatlamıştı, senin yaptığın işin pek de olağanüstü bir şey olmadığını - bu kızları görünce - anladım. Gene sevindim, aralarında seni görmeyince, üzüldüm de. Sevineyim diye olacak, bir "evrak çantası" buldum birden, kim bilir kim yitirmişti? Bu küçük çantadan, yanımdakilerin şaşkınlığım çekecek kadar çok, koca koca giysiler çıktı. "Typus"un ikinci bölümü çok güzel, kesin, buruk, Yahudiliğe karşı ve olağanüstü, evet olağanüstü güzel. Yazı yayınlamanın ne denli incelikleri olabileceğini hiç bilmezdim.
Okuyucularınla çok rahat, çok candan konuşmasını biliyorsun, yalnız okuyucuyla ilgilisin, unutmuşsun her şeyi, ama sonunda, birdenbire şunları söylüyorsun sanki: "Beğendiniz mi yazdıklarımı? Güzel yazmışım, değil mi? Güzel buldunuzsa sevinirim, ama öptürmem kendimi teşekkür ederken." Umulmadık bir yerde kesiyorsun, yok oluveriyorsun. Sen bana "dine giriş töreninde" armağan olarak verilmişsin Milena. Yahudilerin de vardır bu çeşit törenleri. 1883'te doğdum, sen doğduğunda ben on üç yaşındaydım. 13 yaşdönümü çok önemlidir bizde; törenler yapılır; ben de havrada küçük bir söylev vermiştim, söylediklerimi çok güç ezberlemiştim, minberde söylemem gerekiyordu üstelik de... Sonra evde de, gene ezberden, başka bir söylev vermem gerekmişti. Armağanlar almıştım yakınlarımdan. Ama -yanılmıyorsam- sevinçli değildim gereğince, verilenlerin içinde, bütün o armağanların içinde eksik bir şey vardı sanki, ben de Tanrıdan diledim... Beni tam 10 Ağustosa değin bekletti. Ezbere biliyorum mektuplarını, ama son on mektubunu severek durmadan okuyorum, evet... N'olur, sen de benimkileri bir daha gözden geçir: yatılı kız okullarındaki kadar çok soru bulacaksın onlarda. Baba işini, Gmünd'de konuşuruz. Kızların karşısında çoğunlukla olduğum gibi, Grete'nin karşısında da elim kolum bağlı. Seninle ilgili mi, değil mi, bilmiyorum. Elini tutmak, gözlerine bakmak hoşuma gidiyor... Bırak Grete'yi "hak etmemek" sorunu karşısında ben de şaşırdım diyeceğim ("Anlamıyorum" diyorsun, "nasıl olur da senin gibi biri..."); bunu birlikte de çözmeyeceğiz, öyle anlaşılıyor. Çok da sıkıcı ya, Gmünd'de bu konuya harcayacak bir dakikam bile yok, bilmiş ol.- Şimdi anlıyorum ki, ben senin kadar yalan söylemek zorunda kalmayacaktım gerekseydi. Üzülüyorum seni düşünerek Milena, bir engel çıkarsa, üzme kendini, kal Viyana'da, durumu bildirmesen de olur. Ne çıkar? Kısa bir yolculuk yapmış olurum Gmünd'e, sana üç saat yakınlaşmış olurum, fena mı? Vizemi aldım bile. Viyana'daki grev yüzünden, bugün telgraf çekemeyeceksin, biliyorum.
***
Çarşamba
Anlayamıyorum, neden özür diliyorsun? Geçtiğine göre, hoş göreceğim, unutacağım elbet. Sürdüğü günlerde hoş görmemiş üzülmüştüm, o zaman da sen susmuş, umursamamıştın! Geçmiş bir olayın üstünde durabilir miyim? Suçluyabilir miyim seni? Kafan ne denli karışık olmalı ki, inanıyorsun böyle bir şeye. Şimdi şu günlerde, hiç beğenmedim beni babana benzetmeni. Seni de mi yitiriyorum yoksa? (Ama babanın güçlülüğü yok bende.) Benzetme konusunda direniyorsan, geri gönder fanilayı, daha iyi. O fanilayı almak tam üç saat sürdü. Beni oyalaması bakımından - çok kötüydüm o günlerde- sevinçliydim gene de. O günkü durumu anlatmak isterdim, ama yorgunum bugün, iki gecedir uyku girmiyor gözüme... Kendimi biraz toparlayamayacak mıyım dersin? Oysa Gmünd'de övülmem gerekir. Sahi mi? Amsterdam'a giden kadını kıskandın demek? İnanarak yapıyorsa işi, bir diyeceğim yok: ama bana öyle geliyor ki, sen bir yanılgıya düşüyorsun: Yaşamı hep böyle geçen biri için çekilmez duruma gelen şey, bunu gerçekleştiremeyene bir çeşit özgürlük gibi gelebilir.
Böyledir insan. Buna imrenmek, ölümü istemek demektir. Nasıl istersen öyle davran Max'a. Yalnız, ondan ne dilediğini biliyorsun, öğrendim. Peki, son saatlerim yaklaşırsa götürsünler beni ona... "Kendimi çok güçlü bulduğumdan ötürü" birkaç gün sürecek bir gezintiyi konuşuruz onunla, ama sonra sürünerek eve gelir, uzanırım yatağa, bir daha kalkmamak üzere. Üzülme, durumum bu kerteye gelmediği için konuşabiliyorum böyle. Yoksa ateşim 37'5'a çıksa (yağmurlu havalarda 38!), merdivenlerinde mekik dokurdu telgraflarımı taşıyan postacılar. N'olurdu, grevlerini o güne saklasalardı bari, tam doğum gününün olduğu şu günlerde yapmasalardı.
"Adama pulları vermeyeceğim" sözümden postanın da gözü korkmuş anlaşılan! Ekspres mektubun elime geçtiğinde pulu alınmıştı üstünden. Önem ver bu adamın pul merakına, ters anlama: o her puldan yalnız bir tane istemiyor ki... O her cins pul için koca koca yapraklar ayırmış, her yaprak için de gene koca koca defterleri var; bir yaprak doldu mu, yenisine başlıyor! Sabahtan akşama dek baş başa pullarla, şişman, güleç ve mutlu bir adam. Her pul, onun için yeni bir sevinç kaynağı oluyor, örneğin bugünkü 50 '.. marklık pulları görünce: "Bunları bulmak güç olacak artık" dedi, "posta ücretleri artıyor çünkü." Zavallı Milena!) Kreuzen için söylediklerine yattı aklım; (Afleur olmaz, orası sözün gerçek anlamıyla tam bir verem sanatoryumu, orada iğne yaparlar, tanrı korusun! Bizden biri orada ölmüştü.) Kreuzen'in bulunduğu yeri de severim, tarihsel anıları da vardır. Kışa yakın güz aylarında açık mıdır dersin? Hem sonra alırlar mı yabancıları? Alırlarsa bile, daha çok para isterler. Millet orada açlıktan kırılırken, ben karnımı doyurmaya gideceğim oraya; niçin orasını seçtiğimi benden başka anlayan bulunur mu, bilmem. Yazıp soracağım bugünlerde.
Dün gece Stein'la buluştum. Haksızlığa uğramışlardan biri de o. Niye alay ederler bu adamla anlamam. Tanımadığı yok, hemen herkesin özel yaşamını biliyor da gene de böbürlenmiyor... Yargılarında çok titiz davranıyor, usunu kullanarak, saygıyla anlatıyor bildiklerini; bu adamın baş döndürücü, korkunç kendini beğenmiş biri olduğunu bilirsen önceden, sorun yok; ayrıntılara çokça önem vermesi, elinde olmadan yüksekten bakması, anlattığı şeyin değerini daha da artırır belki. Durup dururken Haas'dan söz açtım, hemen Zarmilla'ya geçtim, biraz sonra kocanı sordum, dönüp dolaşıp sana geldim. İyi yapmıyorum, biliyorum, ama elimde değil, adını duymak istiyorum, sabahtan akşama dek. Doğrudan doğruya sorsaydım, kim bilir neler anlatırdı, ama sormadığım için yalnız bildiklerini anlattı! Yaşıyor denemezmiş sana, kokain yemiş bitirmiş seni!.. (Yaşadığına ne türlü seviniyorum, bilemezsin.) Her zamanki gibi alçak gönüllü, temkinli bir sesle hemen ekledi: "Görmedim" dedi, "duydum, öyle söylüyorlar." Kocanı, yanma yaklaşılması zor, güçlü bir sihirci diye anlattı. Prag'daki günlerinden duymadığım bir ad söyledi: Kreidlova. - Durmadan, daha neler anlatacaktı, kim bilir? İçim bulanmıştı, her şeyden, kendimden tiksinmiştim: hemen ayrıldım yanından...
Hiç ses çıkarmadan onun yanı sıra yürümek, duymak istemediğim, üstelik hiç ilgilenmediğim şeyleri dinlemek zorunda kalmıştım. Gene söylüyorum: Seni üzecek bir şey, en ufak bir şey olacaksa gelme sakın, kal Viyana'da; bir yolunu bulup, bana bir haber veremezsen de ziyanı yok. -Ama çıkarsan yola, sınırda oyalanma, geç hemen. Hiç ummuyorum, olacak şey de değil, ama bir saçmalık yüzünden ben gelemezsem, sen de çıkmışsan Viya-na'dan o zamana kadar (Bayan K.'ye telgraf çekerdim örneğin) Gmünd'deki istasyon oteline de bir telgraf çekerim. Gönderdiğim altı kitabı da aldın mı? "Kavarna"yı okurken, Stein'ı dinlerkenki bulantıyı duydum; ne var ki, sen daha güzel anlatıyorsun; biri daha anlatır böylesine güzel, kimdi? "Tribuna" dergisini alanlara niye anlatıyorsun bütün bunları? Sanki kahvenin önünde bir aşağı bir yukarı dolaşıyormuş gibiydim, sabahtan akşama, yıllarca, durmadan; kapı açılıp biri girse, ya da çıksa, içeriye bir göz atıyor, senin orada olduğunu görüyor, gene başlıyordum dolaşmaya, beklemeye. Üzücü ya da zor değildir. Seni içeride bilip beklemek ne üzünç vericidir oysa, ne türlü yorucudur!
***
Perşembe
Münchausen'in bu türlü davranışına sevindim, ama o çok daha zor işlerin altından kalkmasını bilmişti! Geçende gelen çiçeklere verilen önem gibi, bu güllere de önem verilecek demek, öyle mi? Neydi o çiçekler, kimden gelmişti? "Gmünd" için sen sormadan nasıl davranmam gerektiğini söylemiştir, değil mi? Az üz kendini Milena, benim de üzüntüm azalır o zaman. Bu türlü yalan söylemek zorunda kalacağını hiç düşünmemiştim. Sana yazmayacağımı, seni görmek istemeyeceğimi nasıl düşünebilir kocan? Hele seni bir kez gördükten sonra! Beni denemek isteği geliyormuş içinden, öyle mi? Alay mı ediyorsun? Ne olur, yapma bunu. Şimdi bile anlamaya gücüm yetmezken, bir de denemeye kalkarsan, ne yaparım? Satılık kürk resimleri hoşuna gitti demek? İyi, birini giy, birini çıkar. Bugünden para biriktirmeye başlasam, sen de yirmi yıl dişini sıkıp beklesen, kürkler de biraz ucuzlasa (belli olmaz, belki Avrupa'da taş taş üstüne kalmaz da, kürk hayvanları başıboş dolaşır sokaklarda), işte o zaman sana kürk alacak param olur! Söyle Milena, gözüme ne zaman biraz uyku girecek? Cumartesi? Yoksa pazar gecesi mi? Ne dersin? Yanılmaman için gene söylüyorum. Adamcağızın en çok damgalı pullar hoşuna gidiyor, özellikle onları beğeniyor (hep "özel" istekleri var bu adamın!). "Ne güzellik, bu ne güzellik" diyor da başka bir şey demiyor. Kim bilir neler görüyor o pulların üstünde?! Yemek yiyeceğim şimdi, sonra da kambiyoya gideceğim. Öğleye kadar işteyim sözde!
***
Cuma
Daha niye yazıyorum? Bilmiyorum... Sinirden belki de; gece aldığım ekspres mektubuna, erkenden çektiğim telgraf da sinirdendi anlaşılan! Bu mektuplaşmalar şu sonuca varıyor: Sen kopmaz bağlarla -hani nerdeyse- dinsel bağlarla bağlısın kocana... (Ne türlü sinirliyim, görüyor musun? Son günlerde rotayı şaşırmış olacağım.) Ben de buna benzeyen bağlarla -kim bilir kiminle?- evliyim... Korkunç karımın bakışları hep üstümde, duyuyorum bakışlarını. En tuhafı da, bu çeşit evlilik bağlarının kopamamasıdır. Böyle olunca da, bu konuda söz etmemek gerek; birinin kopmaması, ötekinin kopmamasını sağlar, aradaki bağ ya güçlenir, ya da tersine. Ama önemli olan senin vardığın sonuç; "Hiçbir zaman olmayacak" diyorum. Öyleyse, yalnız bugünü yaşayalım, gelecekten hiç söz açmayalım artık. Bu gerçek elle tutulacak kadar canlı, dimdik duruyor ayakta, dünyam bunun üstüne kurulmuş. (Duygularımız öyle değil elbet, ama gerçeği sarsamazsın, yok edemezsin: Bunları açıklamaya yeltenince, keskin kılıçların ortasında kalmış gibi görüyorum kendimi, sivri uçları bana çevrili, yaklaşıyorlar, korkunç bir işkencedir başlıyor: kesip biçmeleri bir yana, şöyle bir dokunsalar yeter, dayanamam bağırırım, bağırmamla da her şeyi ele veririm: seni, beni, her şeyi...)
İşte mektuplaşmalarımızda benim duyduklarım... (Ters anlama sakın.) Sanki ben Orta Afrika'da bir yerde yaşıyorum, hep orda kalmak zorundaymışım da, sana -sen ki, Avrupada'sın- politikanın bugünlerde ne durum göstereceğini, kendi değişmeyecek görüşlerim diye anlatmaya kalkışıyorum. Bu benzetme yersiz, beceriksizce yapılmış, alıkça, yanlış, ağlanacak kadar kötü... Bilerek, isteyerek yapılmış saçma bir benzetme. Ah şu kılıçlar! İyi ettin de göndermedin bana kocanın mektubunu (sakın gönderme); aktardığın parçadan pek bir şey anlayamadım, ancak, evlenmek isteyen "bekâr" bir adamın düşündüklerini çıkarabildim, o kadar. Bu adam arada bir "aldatmış", ne çıkar? Buna aldatma bile denemez, ikiniz de bir yoldasınız... O zaman zaman biraz sola kayıyor; bu "aldatmanın" önemli bir yanı yok; büyük üzüntüne büyük mutluluklar da katmıyor mu sanki? Benim sonsuz bağlılığımın yanında bu "aldatma"nın sözü mü olur? Kocan konusunda seni yanlış anlamış değilim. Kocandan ayrılmamanın gerçek nedenini, dönüp dolaşıp, onun kunduralarına yüklüyorsun Milena! -Gösterdiğin bu nedende beni inciten bir şey var. Kocandan ayrdırsan, ya başka bir kadınla yaşar, ya da gider bir yerde bir oda tutar... Üzülme, kunduralarını boyayacak biri çıkar elbet! Bilmiyorum, alıkça, belki de değil, ama bunları anlatman incitiyor beni, neden dersin? Doğum günü burnundan gelmezdi, para için daha önce yazsaydın, gelirken getiririm. -Ama görmeyebiliriz birbirimizi belki de, bu kargaşalıkta olmayacak şey değil hani.
Gecesiyle sabahını birlikte geçirebilenlere geçiremeyenlerden söz ediyorsun Milena. Öyledir... Sonuncuların durumu daha iyidir bence. Yaptıkları kötü, ya da iyi olabilir... Senin de dediğin gibi, bu oyunun pisliği birbirlerine yabancı oluşlarından geliyor; içinde oturulamayan, ama kapısı yalnız bu işler için açılan yabancı bir evde yapılmış olmasından ötürü üstlerine pislik bulaşıyor belki de... Güzel değil. evet... Ama belli bir sonuca götürmüyor ki! Ne bu, ne de öteki dünyada yeri ve izi var bu yapılanın; bir oyundur oynanan. Senin de dediğin gibi: "Topla oynanan bir oyun sanki." Havva'nın elmayı ağaçtan koparması gibi bir şey. (Günah sayılan bu olayı, kimsenin anlayamayacağı gibi anlıyorum kimi günler...) Havva elmayı yemek yemek için koparmamış da olabilir, hoşuna gittiği, beğendiği için koparmıştır, belki de Adem'e gösterebilmek için yalnız. Koparmak sonucu doğurmuş oldu, elmayla oynamak doğru olmayabilir, ama yasak da edilmemiş ki...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro