14
Cumartesi
Bir şeyler olacaktı bu mektupta, biliyordum, öteki mektuplarında da sezinliyordum bir şeyler, gözlerinden de okunuyordu -bu pırıl pırıl bakışlı gözler neyi gizleyebilir ki? - alnındaki kırışıklarda bile vardı; ne zamandan beri bekliyordum. Bütün günü kapalı perdelerin ardında, uyku-düş-korku bunaltısı içinde geçiren biri, gece perdeleri açınca karanlığı görüp şaşmaz, ben de şaşmadım. Kendini nasıl yiyip bitirdiğini, nasıl kıvrandığını, kurtulamadığın günü biliyorum, görüyorum Milena! Ateşleyelim mi dinamit fıçısını? Söyleyeyim öyleyse: Kurtulamayacaksın da, kurtulamazsın Milena. Ama ses çıkaramıyorum, kal olduğun yerde, diyemiyorum... Tersini de söyleyemiyorum, karşısındayım, çok sevdiğim zavallı gözlerine bakıyorum yalnız. (Gönderdiğin fotoğraf yürekler acısı, bakmak üzüyor, ama yüz kez de zorluyor bakmam için; elimden almaya kalksalar, o fotoğrafını vermemek için on güçlü kişiyle dövüşürdüm.) Yazdığın gibi güçlü müyüm? Bilmiyorum... Anlaşılan bir tuhaf güçlülüğüm var. Kesin olmaz, ama kestirme bir anlatışla şöyle diyebiliriz: Ezgi yoksunluğumdan gelen bir güçlülük bu. Gene de, şu mektubu bitirmeye gücüm yetmeyecek işte. Sevgiyle karışık bir üzüntü dalgası alıp götürüyor beni... Yazamayacağım artık.
***
Pazar gecesi
İnandırmak için öne sürdüğün nedenlerde öteden beri beni tedirgin eden bir şey var. Yanlış yargıya vardığın bu son mektubunda apaçık görünüyor. Birlikte inceleyelim: Kocamı bırakamayacak kadar çok seviyorum, dersen, inanırım, hak da veririm sana. (Gerçeği söylüyorsun çünkü. Beni göz önünde tutarak da böyle davranman gerekir... Kocanı benim yüzümden bırakacak olursan, korkunç bir şey olurdu benim için.) Kocamdan ayrılmak önemli değil benim için, ama birtakım içlek nedenlerden ötürü, o bensiz yaşayamaz, dersen, gene inanır, gene hak veririm sana. Gelgeldim, o bensiz yaşamın güçlüklerine göğüs geremez, onun için onu bırakamam, dersen, bu nedeni de en önemli neden diye gösterirsen, inanmak zor olur. Bu, ya daha önceki nedenleri örtmek (güçlendirmek için demiyorum, öteki nedenlerin güçlenmeleri gerekmiyor) ya da -senin de dokunduğun gibi- us'un gülünç oyunlarından biridir ki, tepeden tırnağa sarsar bizi.
***
Pazartesi
Dün gece yazdıklarıma bir şeyler daha ekleyecektim ki, dört mektubun geldi. Hepsi birden gelmedi: Baygınlık geçirmiş olduğunu bana yazdığına üzüldüğün mektubun önce geldi; aydır aydmaz yazdığınla öteki, o çok güzel olanı birlikte geldi, biraz sonra da "Emdie" işini yazdığın mektubun. Gün koymuyorsun mektuplarına artık, onun için bilmiyorum sırayı pek. "Strach-Touha" sorusunu önce ele alıyorum; tam verebilecek miyim karşılığını, bilmiyorum... Daha sonraki mektuplarımda dönersem bu konuya, belki daha iyi anlatabilirim. Babama yazdığım mektubu okumuş olsaydın, bir yardımı olurdu (gereksiz kötü bir mektuptur). Gmünd'e gelirken, getiririm o mektubu belki. "Strach" de "Touha"yı, senin yaptığın gibi dar anlamla alırsak, sorun olarak güç, ama açıklanması çok kolay bir şey. Böylece yalnız "Strach"ım var. Onu da şöyle anlatabdirim: Đlk gecemi anımsıyorum. O zamanlar Z. Sokağındaydı evimiz; karşımızda hazır giysi satan büyük bir dükkân vardı... Satıcı kızlardan biri kapının önünde dururdu hep; ben yukarıda odamda (yirmi yirmi bir yaşlarındaydım), bir aşağı bir yukarı dolaşarak, sinirlerimi bozan birtakım şeyler öğrenmek, sınava hazırlanmaktaydım: Yazdı, çok sıcaktı hava, çekilir gibi değildi; bu aylar olacak; Roma hukukunu geveleyerek pencerenin önünde durur bakardım kıza... anlaşmıştık sonunda. Akşam sekizde buluşacaktık, ama ben kapıya çıktığımda bir başkası bekliyordu kızı, ne değişirdi? Her şeyden korkuyordum, bu adamdan da korktumdu, olmasaydı da korkacaktım ondan. Kız onun koluna girip uzaklaşırken, bana işmar etti, ben de arkalarından gittim. Bir yere girdiler, ben de girdim, yakınlarında bir masaya oturup bira içtim; çıktılar, ben de çıktım, kızın evinin önünde adam ayrıldı, kız eve girdi, biraz sonra çıktı, benimle bir otele geldi. Bütün bu olup bitenler, daha otelin önündeyken bile, kamçılayıcı, çarpıntısı ve pisti, otelde de durum pek değişmedi. Sabaha karşı otelden çıktığımızda, hava gene sıcaktı, gene güzeldi, köprüden geçerken mutluydum, ama bu mutluluğum bedenimin dinlenmiş olmasından geliyordu, dinmişti bağırıp çağırması. Bu işi çok daha pis, çok daha tiksindirici sanmıştım, böyle olmayışı da mutlu kılıyordu beni. İki gece sonra gene buluştumdu o kızla, dün geceki gibiydi gene, her şey iyiydi, iyi ve güzel. Ama sonra yazlığa çıktığımızda, bir başka kızla tanışmış, onunla biraz gönül eğlendirmiştim; Prag'a dönünce bir daha bakamadımdı o satıcı kızın yüzüne, tek sözcük edemedimdi, düşman gibi görüyordum onu...
Oysa iyi bir kızcağızdı, sevimliydi; bu türlü davranışımı anlamamıştı, şaşkın şaşkın bakardı arkamdan. Rıza neden düşman kesilmiştim biliyor musun? (Nedeni bu değildi elbet.) Elinde olmadan, istemeden bir şey yapmış, pis bir sözcük etmişti (yüzde yüz bu olamazdı nedeni). Ama hemen oracıkta biliyordum ki, usumda bu takılıp kalacaktır; unatamayacaktım hiç; gene de biliiyordum ki, ya da bildiğimi sanıyorum ki, görünüşte gereksinmeyen, ama bu durumlarda yüzde yüz içten gelen, önüne geçilemeyen bir itkiyle söylenen bu iğrendirici sözcüğü duymak için (davranışından, konuşuşundan sezinlemiştim) yenemediğim, dönülmez bir istekle atılmıştım kucağına... Yoksa bütün gücümle karşı kor, girmezdim onunla otele. Hep böyle olur işte. Bedenim yıllarca bekler, çıkarmaz sesini, ama sonra bir gün dayanılmaz özlemlerle sarsılır; tiksinç, pis, bildik bayağılığı ister, yalnız onu arar. Buradakilerin en iyisinden bile tuhaf bir tat kalmıştır bende, kötü bir koku: biraz kükürt, biraz da tamu. Bu itilişte bengi Yahudilikten bir şey var, pis bir yaşamda şaşkın yürümenin şaşkın sendeleyişi, şaşkın bir çekiliş. Ama öyle de günlerim oldu ki, yalnız bedenim değil, hiçbir şeyim rahat değildi, ama bir baskı altında ezilmiyordum, iyiydim, durgundum, umudun verdiği bir tedirginliğim vardı yalnız. (Bundan güzel tedirginlik olur mu? diyeceksin.) Böyle zamanlarımda -ne kadar sürdüğünü anımsayamıyorum- hep yalnızdım. Böyle günlerim şimdi de oluyor, ama yalnız değilim artık. Onun için, yalnız elle tutulacak kadar yakın olman değil, senin yaşamımda oluşun, beni rahat-rahatsız kılıyor. Bayağılığı onun için özlemiyorum. Meran'daki ilk günlerde, istemeden oda hizmetçisini kandırmak için neler tasarlamıştım... dönüşüme yakın, çok uysal bir kızcağız çıkmıştı yoluma, ama ne dediğini anlayabilmem için önce sözlerini kendi dilime çevirmek zorunda kalıyordum!) Bayağılık da görmüyorum artık, pis de değil; dışın çekiciliği yok ki, içten gelen yaşam için gereken bir istek var yalnız, kısacası: havada bir şey var, cennette işlenen ilk günahtaki havanın kokusundan bir şey. Evet, bu havadan biraz var işte, bu yüzden "touha" yok, o hava tam olsaydı, "korku" da olmazdı. Biliyorsun artık. Gmünd'de geçireceğimiz geceden belki bu yüzden "korku"yordum biraz, ama bu "korku" bildiğimiz korku yetmez mi? - O Prag'da da var, yalnız Gmünd'e vergi bir korku değildi ki.
Emilie'den anlat bakalım, mektup elime geçer daha. Para koymuyorum bugün mektuba, yarın gönderirim. Bu önemli bir mektup, eline geçmesini istiyorum. Bayılman da ötekilerin yanı sıra bir bellilik, başka bir şey değil. N'olursun gel Gmünd'e. Yağışlı olursa gelmeyecek misin? Bilmiş ol: Ben pazar sabahı Gmünd Istasyonundayım. Pasaport için soruşturdun mu? Pasaport istemez sana, ama olsun.
Buradan bir istediğin var mı? (Sen dokuzu biraz geçe olursun Gmünd'de. Avusturyalı olduğuna göre hiç girme gümrüğe, boşuna vakit geçirme... saatlerce bekleyemem seni, karşılaştığımızda söyleyeceğim tümceyi durmadan kendi kendime mırıldanamam!) Stassa'nın sözünü etmişsin, gitmemi mi istiyorsun? Prag'da olduğunu sanmıyorum. (Prag'da olsa daha güç giderdim ya.) Bu konuyu bir daha yazmanı bekleyeceğim, ya da Gmünd'de söylersin. L. için söylediğimi yanlış anlamışsın. (Ne belli! - eğlenmiyorum, kıskanıyorum belki, hayır kıskançlık da değil, alıkça bir şaka) L. herkesi kötüler, herkes için "alık", "düzenbaz" ya da "yosma" der. Yalnız seni adınla anar, yalnız seni saygıya değer bulur. Hoşuma gittiği için sözünü etmiştim sana, onu biraz temize çıkarır diye. Haksızlık etmeyeyim adama, birkaç onurlu kişi daha vardır onun gözünde: O zamanki kayınbabası, baldızı, kaynı, nişanlısının eski nişanlısı, onları da överdi. Bugünkü mektubun öylesine özgün, üstelik sıkıntını, üzüntünü belli etmemek için öylesine de kapanık ki, ne yapacağımı bilmiyorum. Çıkmam gerekirse odamdan, olduğum yere dönmek için, merdivenleri inip çıkarım bir kez, masanın üstünde "Ben de pazara Gmünd'deyim" diyen telgrafını bulurum o zaman belki. Ama hiçbir salkı yok daha. Pazar Telgrafın. Evet, iyi olacak buluşmamız öyle anlaşılıyor. Yoksa, bir düzene girebilmemiz için kim bilir ne değin uğraşmamız gerekecekti daha? Aramıza neler girdi? Önümüzü göremez olduk. Öteki sıkıntılarının yanı sıra bir de bu, seni ne denli üzmüş olacak. Çoktan önüne geçebilirdim, apaçık ortadaydı, ama korku ağır bastıydı. Ben de yalan söylemedim mi sanki? Bana yazılmamış olduğunu yüzde yüz bildiğim mektuplara karşılık vermekle ben de yalan söyledim. Bu çeşit "yalan" mektuplara verilen karşılıklardan biri Gmünd yolculuğunu zorlamış olmaz, umarım ki. Bu mektubuma bakarak üzgün sanma beni; söyleyecek söz bulamıyorum, ne yapayım. Öyle bir sessizlik çöktü ki, bu sessizliğin içine seslenemiyor insan. Neyse, birlikteyiz pazara ya... beş, altı saat... Konuşmak için çok az; susmak, elele tutuşmak, bakışmak için yeter. Tuhaf bir olaydı bu: O ara Prag'da, birçok kimseye mektuplar gelmişti. Yazı tıpkı Milena'nın el yazısıydı, ama bu mektupları yazan Milena değildi.
***
Pazartesi
Tren durumu, umduğumdan da iyiymiş! İki yol var; birincisi, ama bunu pek tutmuyorum, şu: Buradan cumartesi öğleden sonra saat 4.12'de yola çıkabilir, gece 11.10'da Viyana'da olurum. Yedi saatimiz var demektir, çünkü pazar sabahı yedide döneceğim. Yedi saatimiz var derken, bir gece önce uyuyabilmişsem! (pek ummuyorum) Uyuyamamışsam, karşında bitik zavallı bir hayvan bulursun. İkincisi, ki bu daha işimize gelir; şu: (tren çizelgesini inceleyince anladım) Gene 4.12'de buradan yola çıkıyorum, ama 6.28'de Gmünd de olabiliyorum. Pazar sabahı ekspresle dönsem bile (10.46'da) on beş saatimiz var demektir; bu on beş saatten bir kaçını uykuya da ayırabiliriz. Dur daha iyisi şu: Öğleden sonra saat 4.38'de Prag'a kalkan başka bir tren var, onunla dönerim Prag'a. O zaman yirmi bir saat bir aradayız -düşün!- Bunu her hafta yapmak da elimizde Milena. Yalnız bunun bir sakat yanı var, pek önemli değil, ne olur ne olmaz sen bir soruştur gene. Gmünd tren istasyonu Çek, oysa kent Avusturya! İster misin Avusturyalı olarak Çek istasyonundan geçmek için senden pasaport istesinler? Pasaport saçmalığını bu denli azıtmışlar mıdır bilmiyorum; ama olamaz canım, çünkü o zaman Gmündlülerin de Viyana'ya gidebilmek için Çek vizesi almaları gerekecek, bu kadarı da olmaz artık.
Bu sanki bize karşıt yapılmış bir şey olurdu. Gmünd'de belki bir saatten çok gümrükte beklemem gerekecek, yetmez mi bu kadarı? Yirmi bir saatimiz böylece kısalmış oluyor bile. Bu önemli yolculuğun yanı sıra, yazacak başka şey bulamıyorum. Beni bugün de mektupsuz bırakmadığın için, sağ ol. Ama yarın? Telefon etmem, hayır; yüreğim ağzıma geliyor telefonda; kolay da değil telefon etmek (geçenlerde sormuştum), nasıl olsa buluşuyoruz artık, değil mi? Ottla bugün vakit bulup pasaportum için gidemedi, ama yarın yapacak o işi. Pulları iyi kullanıyorsun, anlıyorum. (Ekspres mektup pullarını kim bilir nereye koydum, bulamıyorum bir türlü, söylediğim zaman ağlayacaktı adam neredeyse.) Pullar için istediğim teşekkürü pek sudan almışsın, ziyanı yok, buna da boyun eğerim. "Legio" pulları da göndereceğim. - Öyküler anlatmaya hevesli değilim bugün. Başımın içi bir tren istasyonunu andırıyor: bir sürü tren kalkıyor, bir sürü tren geliyor, gümrük işleri, sınır yoklaması; vizemi görmek istiyorlar, ama vizem tamam bu sefer, "buyrun!" diyebileceğim. Onlar da: "Çıkabilirsiniz!" diyecekler. "Lütfen" diyeceğim, "şu kapıyı açar mısınız? Dışarda Milena bekliyor" Gücüm yetmeyecek. "Aman" diyecekler, "buyrun, buyrun, özür dileriz, bilmiyorduk." Ve açılacak kapı...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro